Oktay Ekşi

Batı usulü edepsizlik

1 Nisan 2008
BİR yandan bakıyoruz Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hakkında Anayasa Mahkemesi’nde açılan dava tabii seyrinde ilerliyor. <br><br>Nitekim dün "davanın kabul edilmesine" oybirliğiyle karar verdiler. Gerisi de usul ne ise ona göre yürüyecek.

"Seçmenden yüzde 47 oy alan parti kapatılamaz" diyenler de, "Bu saatten sonra Türkiye’de parti kapatma olmaz" diyenler de kuzu kuzu davanın sonunu bekleyecek.

Onlara beklemeleri gerektiğini öğreteceğiz de Avrupa Birliği’nin sözcülerine ağızlarını tutmayı nasıl öğreteceğiz, o belli değil.

Son yıllarda iyice tadını kaçırdıkları, "Kaşınızı kaldırırsanız AB’ye giremezsiniz"; "Bakışınız yumuşak olmazsa müzakereler sekteye uğrar" türü ipe sapa gelmez tehditlerinden bıktığımızı hálá anlamamış olmalılar ki son olarak Yargıtay Başsavcısı’nın açtığı davaya taktılar. Onunla kalmayıp bağımsızlığını tartışamadıkları Anayasa Mahkemesi’ni baskı altına alan demeçler verdiler.

Her konuya nane olan -kendisi eniştemizdir- Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk Bey’e göre, "Türkiye’de siyasi sürece yargı darbesi yapılıyor"muş. "Yargı, halkın çoğunluğunun seçimine yanlış diyor"muş. "Bu hiçbir şekilde kabul edilemez"miş.

Türkiye’de ne olup bittiğini bunlar dürbünün tersiyle mi izliyor?

Bir defa kimse "yüzde 47’nin seçtiğini" tartışmıyor. İkincisi "siyasi sürece yargı darbesi yapmak" ne demek? Bu adam Türkiye Cumhuriyeti’nin yargı sistemini hiçbir hukuk devletinin ve haysiyet sahibi hiçbir devlet adamının kabul edemeyeceği kadar ağır şekilde suçluyor ve bu devleti yönetenler "Haddini bil efendi!" demeye gerek duymuyor.

Bakıyorsunuz Avrupa Parlamentosu adına Türkiye hakkında rapor hazırlayan Hollandalı parlamenter Ria Oomen-Ruijten Hanım, Joost Bey’den geri kalmamış. O da "TBMM üçte iki çoğunlukla ’üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılmasına’ karar veriyor, fakat uygulanmıyor. Ben dünyada böyle başka bir ülke bilmiyorum" buyurmuş.

Bu hanıma biri, "Kendisini iktidara getiren Anayasa’nın temel ilkelerinin ve ona dayalı rejimin altını oyan hiçbir iktidar gördün mü?" diye sormalı. "Avusturya’da kendinize göre aşırı sağcı bulduğunuz Jörg Haider’in koalisyon ortağı olmasına bile tahammül edemeyen siz değil miydiniz? Haider’e o oyu Avusturya halkı değil de patatesler mi vermişti?" demeli. "HAMAS’a oy veren Filistinlilerin oyları hangi demokrasiye göre oy sayılmıyor söyler misiniz?" diye sormalı.

Son olarak aba altından sopa gösterme rolünü AB’nin "genişleme"sinden sorumlu komiseri Olli Rehn oynadı. Açıkça söylemiyor ama "dava kapatma ile sonuçlanır da Tayyip Erdoğan’a siyasi yasak konursa, müzakere sürecini gözden geçirmeye mecbur kalabilirler"miş.

Demek Avrupa Birliği’ndeki dostlarımız (!?) üzülmesinler diye, Türkiye’yi "Türkiye" yapan temel değerlerin altının oyulmasına ses çıkarmayacağız. Böyle bir tehlikeyi yok sayacağız. Sonra da onlar bize, "Türkiye’nin hukuk devleti ilkelerini tam olarak uygulaması ve hukukun üstünlüğüne saygı göstermesi önemlidir" dediklerinde samimiyetlerine inanacağız.

Hadi efendim sende!
Yazının Devamını Oku

’O’

30 Mart 2008
DENİZ Baykal yol yordam bilen bir politikacıdır. Zaman zaman yaptığı fevri çıkışlarla kafaları karıştırsa bile üslubunda terbiye ve saygı her zaman egemendir. Zaten o nedenle geçen gün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün çağrısı üzerine gazetecilere bilgi verirken kullandığı üslup dikkatimizi çekti.

Konuya ilişkin yazıda da belirttiğimiz gibi Baykal, Cumhurbaşkanı’ndan söz ederken "o" diyordu.

Gramer açısından Cumhurbaşkanı da elbet "o"dur. Ama siyasi nezaket açısından hiçbir zaman "o" değildir. Olsa olsa "Sayın Cumhurbaşkanı"dır veya eğer "Sayın" kelimesini kullanmak içinizden gelmiyorsa sadece "Cumhurbaşkanı"dır.

Dahası... Turgut Özal Cumhurbaşkanı iken Süleyman Demirel’in, Ahmet Necdet Sezer Cumhurbaşkanı iken de Tayyip Erdoğan’ın yaptığı gibi "Cumhurbaşkanına .... dedim" de denmez. Çünkü Cumhurbaşkanı’na sadece "arz" edilir.

"Cumhurbaşkanı bana ... dedi" de denmez. Cumhurbaşkanı’nın "görüşleri"nden veya "talimatları"ndan söz edilir.

Bu dediklerimiz Çankaya’da insana değil, kendi devletimize olan saygının kaçınılmaz gereğidir. O nedenle belirtelim, Abdullah Gül’ün Çankaya Köşkü’ne çıkmasını ve "Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı" unvanını kullanmasını içine sindiremeyen -bu satırların yazarı dahil- bireyler için de geçerli bir şey söylüyoruz.

Aslını ararsanız bu dediklerimizi en iyi bilen kişilerden biri de Deniz Baykal’dır.

Baykal’ın o ifadesini okuyunca, "Acaba bu dikkatsiz üslup Başbakan Tayyip Erdoğan’dan mı ona bulaştı" diye düşünmeden kendimizi alamadık.

Tayyip Erdoğan’ın sinir kontrolünü kaybettiği zaman ağzından çıkanlardan örneğin o, "Artistlik yapma lan!" türü beyanlarından söz etmiyoruz. Başbakanlığını unutmadan yaptığı konuşmalara, örneğin sakin bir şekilde kamuoyuna bilgi verirken tanığı olduğumuz üsluba işaret ediyoruz.

Dikkat ediniz, Başbakan Erdoğan hükümetin bir üyesinden söz ederken çoğu kez, "Benim bakanım... Benim Müsteşarım... Benim İl Başkanım" der.

O bakanı kendi cebinden ödediği maaşla istihdam etse, "Hadi neyse" dersiniz. İl Başkanı eğer babasının çiftliğindeki káhya olsa, o zaman da mazur görmeye çalışırsınız. Çünkü olayın "şahsi sahiplenme" ile açıklanabilecek bir boyutu vardır.

Ama ömrünü devlet hizmetinde geçirmiş birini "Benim müsteşarım" veya "Benim genel müdürüm" diyerek anmanız, o insanın makamına da kendi devletinize de saygı ile bağdaşmayan bir tutumdur. Adını anacağınız insan "..... Bakanı"dır, "..... Müsteşarı"dır veya en yumuşak ifadeyle örneğin "Malatya İl Başkanımız"dır.

Bazılarımız Süleyman Demirel’in, siyasi literatüre soktuğu, "Benim köylüm!"; "Benim çiftçim!"; "Benim emeklim!" gibi sözcükleri yukarıdakilerle karşılaştırmaya kalkmasın. Siyasetin popülizmi o kadarını kaldırır ama bin yıllık devlet geçmişine sahip bir ulusun çocuklarına, "aşiret" üslubu yakışmaz.
Yazının Devamını Oku

Keşke iyimser olsak

29 Mart 2008
BİRİLERİNİN iyi niyetli olması yetse, bir süredir gündemin temel maddesi haline gelen "gerilim" ortamından demokrasinin kendi kurallarına göre işlediği Türkiye’ye geçmek kolay olurdu. Oysa öyle bir ortamdan maalesef çok uzağız. O nedenle de bu konuda inisiyatif kullanan kesimlerin istedikleri noktaya ulaşabileceklerinden çok kuşkuluyuz.

Kuşkuluyuz çünkü gerilimin tarafları aynı kafa diliyle konuşmuyorlar.

Daha açık söyleyelim:

İktidarın bir numaralı ismi Başbakan Tayyip Erdoğan artık parti programını değil, kafasındaki programı uyguluyor. Kafasındaki program da, Anayasa’nın koyduğu ve koruduğu temel değerlerle çatışıyor.

Politikada çatışıyor, uygulamada çatışıyor.

Politikada ve uygulamada çatıştığını anlamak için fazla kanıt aramaya gerek yok. Sadece Yargıtay Başsavcısı’nın, Adalet ve Kalkınma Partisi hakkında açtığı dava nedeniyle gösterdiği tepkiye bakınca bunu görmek mümkün. Çünkü o konuda sıkıntısı olmasa, "Savcı dava açsın. Ne zararı var? Yüksek yargı nasıl olsa doğru olanı görür" diyecek kadar kendine güvenmesi gerekirdi.

Elbet partisini savunacak, elbet iddiaları çürütmeye çalışacak. Ona kimse bir şey diyemez. Ama telaşından anlıyoruz ki Erdoğan korkuyor. Nitekim Anayasa’da değişiklik yapıp mahkemenin "kapatmaya" karar vermesini önleme çabaları başka bir şeyi değil, bu korkuyu gösteriyor.

Ama dikkat edin, Başbakan Erdoğan, "Gerilimi gidermek için herkes bir adım geri atsın" diyenlere "Neden geri adım atacağım, onu bilmem lazım" diyor. Dahası, "Ben bin düşünür bir adım atarım" diyerek bugünkü duruma geleceğimizi kendisinin hesap ettiğini söylemiş oluyor.

Demek ki "Türkiye kazanacaksa ben kaybetmeye hazırım" şeklindeki sözleriyle sanki yumuşamaya yeşil ışık yakıyormuş gibi verdiği mesaj değil, asıl yukarıdaki sözler onu yansıtıyor.

Başkasını da beklemeyin. Çünkü Sayın Tayyip Erdoğan -muhtemelen önümüzdeki yıl yapılacak yerel yönetim seçimlerini de dikkate alarak- artık "oy" için konuşuyor. Seçmenin "dini duyarlıklarını" o yüzden malzeme olarak kullanıyor. Daha da önemlisi, devleti -ve tabii Türkiye’yi- kafasındaki modele uygun bir şekle sokmak için adım adım, aşama aşama gidiyor.

Zaten sorun da bundan çıkıyor.

Çünkü Erdoğan bu çizgiden ayrılmadıkça (ki artık çok zor, çünkü iktidarını o çizgide olmasını isteyen seçmene dayanarak ayakta tutacağını düşünüyor) kimse fazla bir şey beklemesin.

Bir zamanlar İsmet İnönü ile Adnan Menderes (yahut CHP ile DP) arasında da böyle çok büyük gerilim yaşanırdı. Ama bu gerilimi sistemin uzun süre taşıyamayacağı bilindiği için, bir bahane yaratılır, taraflar arasında "bahar havası" diye isimlendirilen bir döneme girilirdi. Lakin özellikle Menderes’in İsmet Paşa’ya karşı duyduğu aşağılık kompleksi bir süre sonra işlerin bozulmasına sebep olurdu.

O dönemdeki sorun "kişisel" denebilecek türdendi. Oysa burada -yukarıda da söyledik- mesele anayasal sistemin temel değerlerini koruyacak mıyız, yoksa koruyormuş gibi görünürken altının oyulmasına göz yumacak mıyız tartışmasından çıkıyor. O yüzden çok daha önemli görünüyor.
Yazının Devamını Oku

Muhabbetin sırası mı?

28 Mart 2008
BİZ işte böyle ilginç bir ülkeyiz. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin başını çektiği tüm çalışan kesim ve işveren kesimi temsilcileri telaşta... Büyük sermayeli iş dünyamızın temsilcisi TÜSİAD telaşta... Anayasa Mahkemesi Başkanı telaşta... Çeşitli yazarlar çizerler telaşta...

Hemen hepsi "Türkiye bu gerilimi kaldıramaz. Gerilimin tarafları (özellikle iktidarla muhalefet) arasında diyalog kurulsun, uzlaşı ortamı yaratılsın" diye çırpınıyorlar.

Örneğin Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç gazetecilerle sohbet ederken:

"Son zamanlarda Türkiye’de barıştan hızla uzaklaşma gibi bir sürecin yaşandığını görüyoruz" diyor, iktidar ve muhalefete "Toplumu germeyin, tansiyonu yükseltmeyin, sorumluluklarınızı tekrar gözden geçirin" mesajı veriyor.

Tam o tarihe denk düşen bir gelişme yaşanıyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün muhalefet liderlerini Çankaya’ya davet edip kendileriyle görüşme yapacağı bildiriliyor.

Hatta "Cumhurbaşkanının siyasi gerilimi azaltmak için inisiyatif kullanmaya karar verdiğine" ilişkin haberler üzerine Başbakan Tayyip Erdoğan, düşüncelerini soran gazetecilere "bundan memnuniyet duyduğunu" ifade ediyor.

Lakin Cumhurbaşkanı ile ilk görüşmeyi yapan CHP Genel Başkanı Deniz Baykal gazetecilere, -Cumhurbaşkanı’ndan söz ederken "o" demesi nedeniyle yadırgadığımız bir üslupla- şunları söylüyor:

"- Kamuoyunda son günlerde büyük ilgi çeken, işte gerilim azaltma yöntemleri, Anayasa Mahkemesi’ne yapılan başvuru, Anayasa değişikliği ya da hazırlanan yeni anayasa değişikliği hiçbir şekilde gündeme gelmedi. Hiçbirini konuşmadık. Ne o bunları söyledi ne de ben açtım. Tamamen kuzey Irak askeri harekátı, hazırlanması, siyasi altyapısı, icrası, sonrası yani askeri harekát etrafında bilgi verdi.

- Bu kadarla mı sınırlı kaldı?

- Sonra Talabani’nin Türkiye ziyareti hakkında bilgi verdi. Kuzey Irak ile ilgili, Irak ile ilgili bakış açısını anlattı. Cheney’nin Türkiye gelişi ve o ziyarette ortaya çıkan noktalar. Bunları aktardı. Ben o konularda kendi görüşlerimi, değerlendirmelerimi kamuoyunca da bilinen değerlendirmelerimi daha da detaylı olarak yansıttım."

Acaba yukarıda tek tek saydığımız kuruluşlar ile "Bu yükü Türkiye taşıyamaz" diye düşünen ve yazanlar mı gereksiz vehimlerle hem kendi günlerini hem de kamuoyunun umudunu karartıyorlar?

Ya da onlar doğruyu görüyor... Türkiye’nin bir an önce uygar bir demokrasinin diyaloğa dayanan düzeyli işleyişine kavuşması gerektiği çok açık bir ihtiyaç iken, Çankaya’daki Cumhurbaşkanı dahil hiçbir yetkili, kendine düşen sorumluluğun gereğini yerine getirmiyor, demek mi gerekiyor.

Dikkat ederseniz, konunun "esasına" yani bu gerilimin nereden çıktığına ve nasıl giderilebileceğine ilişkin bir şey söylemiyoruz. Onunla ilgili yazı başka... Sadece içinde bulunduğumuz garip duruma işaret etmekle yetiniyoruz. Haksız mıyız?
Yazının Devamını Oku

Referandum iyi mi?

23 Mart 2008
NİYET bazen başka, sonuç başka oluyor. Bu sütunda dün okuduğunuz yazının konusu Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) dünyasında son zamanlarda beliren bir eğilimi irdelemekti. AKP’nin tepesindekiler, parti hakkında "kapatılma" istemiyle dava açılmasına kızdılar ve "Biz de Anayasa’yı değiştirir, bu sürecin önünü keseriz" diye bir çalışma başlattılar ya...

Bu öneriyi eğer Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) desteklemezse, onlar da "halkoylamasına" gider, önerdikleri değişikliğin Anayasa hükmü haline gelmesini sağlarlarmış.

Mümkündür. Meclis’te 340 sandalyeleri olduğuna göre, 330’u aşan oyla kabul edilen Anayasa değişikliği önerileri için bu yol açık.

Lakin "referandum" deyince şapkayı önünüze koyup düşünmeden hareket etmemek gerekir.

Çünkü "referandum" yani "halkoylaması", demokrasinin öteki enstrümanlarından örneğin "oy verme"den, "gizli oy"; "genel oy"; "açık tasnif"; "parlamento"; "güvenoyu"; "yürütmenin sorumluluğu" gibi akla gelebilecek birçok örnekten farklı, daha doğrusu "artı"ları kadar "eksi"leri de olan bir kurumdur.

Daha açıkçası, "kullanılması özel maharet isteyen" bir enstrümandır. İyi kullananın elinde "demokrasiyi güçlendirir", çünkü o bir "yarı doğrudan demokrasi" kurumudur. İsviçre kantonlarında ve ABD’nin birçok eyaletinde hayli sık şekilde "referanduma" gidildiği ve tartışılan konuda halkın verdiği karara itibar edilmesi yerleşik bir usuldür.

Dahası, bizim 1961 ve 1982 anayasaları gibi tamamen yeni yapılmış anayasaların halkoylamasına sunulduğunun örnekleri az değildir.

Referandumun bir özelliği de demokrasinin ilk döneminden beri uygulanıyor olmasıdır.

Lakin referandum kötü niyetle kullanılmaya en müsait demokrasi enstrümanıdır. Popülist bir kurum olduğu için demagogların, diktatörlerin çok sevdiği ve en kötü emellerine "meşruiyet" kazandırmak için kullandığı silahtır. Özellikle Ortadoğu’da ve azgelişmiş demokrasilerde faşistleştirmenin güvenli yolu, halkı referanduma götürüp onun onayını almaktır.

Bunları neden yazdığımızı tahmin etmiş olmalısınız.

AKP yürürlükteki Anayasa hükümlerini, "değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen" temel maddeleri tartışılır hale getirmek gibi, hukuk devleti kurallarını işlevsizleştirmek gibi sonuçlar doğurabilecek değişiklikler için halkoylamasına gitmeyi aklına koyduğuna göre, eline aldığı enstrümanın tehlikelerinden, onun da kamuoyunun da haberdar olması iyi olur diye düşündük.

Not: "Hiç geri adım atmadan hedefe doğru gideceklerini" söyleyen Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Basın Danışmanı Akif Beki dün telefon ederek, bu hedefin benim yazdığım gibi "belirsiz" değil tam tersine net olduğunu ve bizzat Başbakan tarafından "ülkenin itibarının yükselmesi; AB’ye girmesi; siyasetin normalleşmesi; krizlerin bitmesi ve hukuk devletinin çetelerden arınması" şeklinde özetlendiğini söyledi. Beki’nin bu uyarısını teşekkürle kayda geçiriyoruz. Uygulamayı izleyeceğiz. O.E.
Yazının Devamını Oku

Hedefe doğru!

22 Mart 2008
BİR adım geri atmadan hedeflerine doğru ilerleyeceklerini Başbakan Tayyip Erdoğan yine söyledi. Partisinin taraftarlarına moral verdi.<br><br>Ama neyi "hedeflediği" sorusunun yanıtı henüz net değil. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, söz konusu hedefin en yumuşak ifadeyle "Ilımlı İslam Devleti" olduğunu düşündüğü için dava açtı.

Tayyip Erdoğan biliyorsunuz, "Ilımlı İslam Devleti" tanımlamasını sevmiyor. "İslam’ın ılımlısı ılımsızı olmaz. Bir tek İslam vardır" diyor.

İslam tek modele indirgenince de Yargıtay Başsavcısı’nın açtığı dava daha büyük önem taşıyor.

Ancak tam bu noktada Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) imdadına yine Milliyetçi Hareket Partisi yetişti. "Siyasi partilerin kapatılmasını zorlaştıracak bir Anayasa değişikliği" yapma fikrini ortaya attı.

Şimdi karşımızda, Anayasa’nın hangi koşullarda partilerin kapatılmasına karar verilebileceğini düzenleyen 68 ve 69’uncu maddelerinin değiştirilmesini amaçlayan "değişiklik önerisi" konusu var.

Haberlere göre AKP hem "kapatılmayı zorlaştıran" hem de Anayasa Mahkemesi’ndeki davanın, "kapatma" ile sonuçlanmasını engelleyen bir öneriyi netleştirmiş. Yakında öneri TBMM Başkanlığı’na verilecek, eğer MHP desteklerse 367’yi aşkın oyla, ama MHP desteklemezse sadece AKP milletvekillerinin vereceği en az 330 oyla öneri kabul edilecekmiş.

Önce Anayasa Hukuku Profesörü Erdoğan Teziç’in Fikret Bila’ya söylediği ve dünkü Milliyet’te çıkan sözlerine göz atalım:

Teziç böyle bir değişikliğin, AKP hakkında açılan davayı etkilemeyi amaçladığını vurguluyor. Anayasa’nın 138’nci maddesi, "Görülmekte olan bir dava hakkında Yasama Meclisi’nde (...) görüşme yapılamaz, herhangi bir beyanda bulunulamaz" dediğine göre böyle bir öneri Meclis’te görüşülemez, görüşülürse "Anayasa’ya aykırılık" oluşturur, tezini savunuyor.

"TBMM her istediğini yapar" diyebilirsiniz ama, TBMM’nin "isterse hukuku da çiğneyebileceğini" söyleyemezsiniz.

Hele Anayasa’nın değiştirilmesi "teklif dahi edilemeyen" hükümlerini işlevsizleştirecek önerileri kabul edip yürürlüğe koymak, TBMM’nin de yetkisi dışındadır. Anayasa Mahkemesi de onun için var.

Hadi biraz modaya uyalım... "Velev ki..." dediklerimizin tam tersi yaşandı, yani öneri geldi ve sadece AKP oylarıyla (yani 330’dan fazla ama 367’den az oyla) kabul edildi.

Mesele bitmiyor ki... O zaman yasalaşması için "halkoylamasına" sunulması zorunlu olacak.

İşte bu noktada CHP Genel Başkanı Deniz Baykal çok doğru bir laf ediyor. "Böyle bir halkoylaması, laik sistemin halkoylamasına sunulması gibi algılanır" diyor ve "halkoylamasına sunulsaydı laiklik Anayasa’ya girer miydi?" diye soruyor.

Gördüğünüz gibi bu aşamada olay bir siyasi partinin kapatılması veya kapatılmaması tartışmasından çıkıp "laikliği koruyalım mı, vaz mı geçelim?"e dönüşüyor. Bir başka deyişle Anayasal sistemin tamamen tersyüz olması ihtimali gündeme geliyor.

O zaman da Tayyip Erdoğan’ın "bir adım geri atmadan" hangi hedefe ulaşmak istediği önem kazanıyor.
Yazının Devamını Oku

Özgür irademizle...

21 Mart 2008
OLAYLAR tam da senaryoda yazıldığı gibi gelişiyor. Önce silahlı kuvvetlerimizin Irak’ın kuzeyine askeri harekát yapmasına -TBMM’nin verdiği izinden söz etmiyoruz- Washington tarafından izin verildi.

Harekátın sınırı, süresi, etki gücü vs. hep baştan belirlendiği gibi yürüdü.

ABD’dekiler ne bekliyordu bilmiyoruz ama biz askerimizi bildiğimiz için başarısından emindik. Beklediğimizden iyisi yapıldı.

Ve onu Washington’un Türkiye’deki bülbüllerinin hep bir ağızdan söylediği, "Şimdi tam da siyasi çözümle bu işi bitirme zamanıdır" şarkıları izledi.

Derken Celal Talabani’nin Türkiye’ye yaptığı "mavi boncuk dağıtma" gezisi ve onun ardından Mesud Barzani’nin, "Bize göre bu ziyaret Irak ile Türkiye’nin arasındaki ikili ilişkilerde yeni dönem başlatmıştır. Öte yandan Türkiye ile Kürt bölgemiz arasındaki yanlış anlamaları ortadan kaldıran bir ziyaret olmuştur. (Bu ziyaretin) İki taraf arasındaki ikili ilişkilerde yeni bir sayfa açtığına inanıyoruz" şeklindeki demeci kamuoyuna yansıdı.

Senaryonun gerisini de ABD Başkan Yardımcısı -son beş yılda sadece Irak’ta bir milyona yakın insanın ölümüne patlayan- Irak politikasının mimarı Dick Cheney’in ziyaretiyle yaşayacağız.

Senaryo deyince bir anımsatma yapalım:

Bunu biz uyduruyor değiliz. ABD Başkanı George W.Bush biliyorsunuz 2004 yılının başlarında bir "Büyük Ortadoğu Projesi" ilan etti. Bu bölgede bulunan Türkiye dahil 26 devleti (bu arada İsrail, Pakistan ve Afganistan’ı da) içine alan bu proje başta Irak olmak üzere tüm bu ülkelere "demokrasi" getirecekti.

Görüyorsunuz etrafta demokrasiden geçilmiyor.

Sadece demokrasi değil, eğitim, kültür, refah ne varsa hepsi gökten yağacaktı. Önümüzdeki 2-2.5 sene bitmeden tüm bu ülkelerdeki okuma yazma oranı yüzde 50 artacak, dahası Batı’nın klasik eserleri Arapçaya çevrilecek, tabii tüm bu politikaların sonucu olarak da aşırı dincilik, terörizm, uluslararası suç ve yasadışı göç azalacaktı.

Ötekileri değil, sadece Irak’ı anımsatalım. Bu plan sayesinde 4 milyon Iraklı kendi evini ocağını terk edip ya komşu bir ülkeye veya Irak’ın daha güvenli görünen bir başka yerine sığındı.

İşte bu büyük projenin de arkasındaki büyük güç olan Dick Cheney’le bizim Ankara’daki büyüklerimiz, PKK ile "uzlaşma" konusunu, "Afganistan’daki terör bölgelerine Türk askeri gönderme" meselesini, "İran’ın uzun menzilli füzelerine karşı ABD’nin çıkarlarını korumak için Türkiye’nin neler yapması gerektiğini" görüşecek diye biliniyor.

Görüşmek demek, bildiğiniz gibi her isteneni vermek demek değil.

PKK ile de uzlaşırız. Barzani ile de her türlü diyaloğu kurar, gerekirse istediğini veririz.

Keza Kanadalıların Afganistan’da verdikleri zayiat yüzünden karalar bağladıkları biliniyor. O yavrucaklar yerine bizim Mehmetlerin analarının ağlaması pekálá sağlanabilir. Böylece hem Bush’un projesine destek vermiş hem de bunu kendi özgür irademizle yapmış oluruz. Değil mi efendim?
Yazının Devamını Oku

Davacı kim, davalı kim?

20 Mart 2008
MEDENİ diyeceğiniz herhangi bir ülkede kamu hukukunu korumak için -isterseniz savcı deyin, isterseniz mülki amirden yahut karakoldaki polis memurundan söz edin- görevini yapan insana birilerinin, "Bu adam canımızı sıkan şeyler yapıyor. Gidelim haddini bildirelim" demesi mümkün mü? Demeye kalksa başına ne gelir hiç düşünebiliyor musunuz?

Biz söyleyelim. Devletin hukuk ve adalet sistemi öyle bir işler ve öyle bir ders verir ki, bir daha o tür bir edepsizliği aklından bile geçiremez.

Bize gelince... Yetkili Cumhuriyet Başsavcısı adeta "sanık" sandalyesine oturtuldu. Ne kadar edepsiz, terbiyesiz mahluk varsa karşısına geçip veryansın etti.

Sanki kamu adına o değil de ötekiler davacı imiş gibi.

Bu rezaleti sanıyoruz ki Türkiye’den başka hiçir ülkede göremezsiniz.

Sayalım Yargıtay Başsavcısı görevini yanlış yaptı. Elinde yeterli kanıt olmadan bir iddianame hazırladı ve Bülent Arınç’a, "kin ve garez ürünü"; sütun yazarlığı yapan eski bir bakana "Askeri darbelerdeki tankların, silahların yerini artık savcılar, hakimler almaya başladı" dedirten; söz konusu zata göre "tamamı saçma sapan, incir çekirdeğini doldurmayan, gülünç iddialardan ibaret" bir metin ortaya çıktı.

Madem böyle bir davanın açılmasına karşısınız, memnun olsanıza!

Öyle ya... Tam aksi olsaydı Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) bu iddianamenin güçlü kanıtları yüzünden kapatılması ihtimali artardı.

Oysa görüntü hiç de öyle değil. Müthiş bir telaş ve saldırganlık hatta "savcılık" zincirinin doruk noktasındaki insanı linç kampanyası söz konusu. Saldırganlık o kadar ölçüsüz ki, son olarak eski TBMM Başkanı Bülent Arınç gibi "hukuk" eğitimi almış bir insan "Anayasa’da yapılacak değişiklikle, cumhuriyet başsavcılarının gelişigüzel dava açmasını engelleyecek bir sistemin oluşturulmasını" isteyebildi.

Hani "Anayasa Mahkemesi bağımsız değildir, o yüzden güvenemiyoruz" deseler -diyebilseler- bu telaşın makul bir sebebi olabilir diye düşüneceğiz. Onu da diyemiyor ama nedense adaletten de hazzetmiyorlar.

Tam tersine "başsavcının yetkisini değiştirmek" gibi, "tabii hakim kavramı" ile oynamak gibi çözümler arıyorlar.

Belli ki bunlar hiç siyasi tarih okumamış. Yaşanmışlardan hiç ders almamış.

Oysa bu gidişin anlamı nedir, en iyi yanıtı bir önceki Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu Ege Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada şöyle vermiş:

"Buradan uyarıyorum! Bir davalı partinin (...), ’çoğunluk bende’ diyerek, dava açıldığı tarihteki hukuk düzenini değiştirme çabası, meşruiyet çizgisinin dışına çıkmaktır. Siz bir davalının kendisi hakkında uygulanması istenen yaptırımı değiştirebileceğini düşünebilir misiniz? (...) Umut ederim ki bu gayretlerden vazgeçilsin. Hukuk düzeni bu partiye her türlü savunma hakkını tanıyor. Bu iddiayla ilgisinin olmadığını kabul eden bir parti mahkemeye çıkıp savunmasını yapar. (...) Hukuk devletiyle bu kadar oynanmaz (...)"

Kanadoğlu
uyarıyor, biz söylüyoruz da... Galiba bir şeyi göz ardı ediyoruz. Bunların partisi "Adalet" ama hiç inanmadıkları şeyin de adı "Adalet!"
Yazının Devamını Oku