Oktay Ekşi

Kıbrıs’ta tango

22 Temmuz 2008
ÖNCE Başbakan Tayyip Erdoğan’a Kıbrıs Barış Harekátı’nın 34’üncü yıldönümü dolayısıyla Kıbrıs’taki soydaşlarımıza yaptığı vaat nedeniyle teşekkürlerimizi ifade edelim. Sayın Başbakan orada KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ve diğer izleyiciler önünde alenen ve resmen:

"Kapsamlı çözüm ancak Ada’daki gerçekler temelinde mümkün olabilecektir. Kimse, ama hiç kimse, Kıbrıs Türk halkının kendi yönetiminden, eşit statü ve eşit ortaklıktan vazgeçmesini ve azınlık olarak yaşamayı kabul etmesini beklemesin.

Hiç kimse boş hayaller kurup bu parametreleri değiştirme gayretkeşliği sergilemesin. Kapsamlı çözüm Kıbrıs Türk halkı ve KKTC’nin kurucu ve eşit olarak yer alacağı yeni bir ortaklıkla mümkün olacaktır"
dedi.

Biz özellikle Avrupa Birliği’nin baskılarını da dikkate alarak, bu kadar açık konuşmasını beklemiyorduk.

Beklemiyorduk çünkü o sırada yanı başında bulunan KKTC Cumhurbaşkanı Talat’ın Rum lideri Hristofyas’la yaptığı 1 Temmuz görüşme nedeniyle yayınlanan açıklama bunun tem tersini söylüyordu.

Anımsanacaktır, söz konusu görüşme ardından Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin Kıbrıs’taki Temsilcisi Taye-Brook Zerihoun, basına resmen, "İki lider, prensipte anlaştıkları tek egemenlik ve tek vatandaşlık konusunu görüştü" demişti. Böylece KKTC’nin bugüne kadar savunduğu, "iki halklı, iki kesimli, iki kurucu devletin eşit siyasi statüde olacakları yeni bir yapı şarttır" tezinin terk edildiği açıklanmıştı.

Mehmet Ali Talat bugüne kadar bu açıklamayı tekzip etmedi. Tam tersine KKTC Cumhurbaşkanlığı’nın resmi internet sitesinde bildirildiğine göre kendisini ziyaret eden bir grup KKTC vatandaşına:

"Kıbrıs sorununun çözümünü istiyorsak ve murat ediyorsak, eğer bir ’Birleşik Kıbrıs’ olacaksa, tek egemenlik, tek yurttaşlık olacağı kesindir" dedi.

Sitede bildirildiğine göre sözlerine devam ederek, "Dünyada iki egemenliğe veya iki vatandaşlığa sahip devlet olmadığını" ilave etti.

Oysa İstanbul CHP Milletvekili Şükrü Elekdağ’ın 15 Temmuz gecesi Meclis’te yaptığı konuşmada değindiği gibi, "Tek egemenlik ve tek vatandaşlık ilkesi" üzerine bina edilen anlaşmanın götüreceği tek adres, "KKTC’nin Kıbrıs devletini temsil eden Rum yönetimine eklemlenmesi ve Kıbrıs Türk halkının Rum hakimiyeti altına sokularak azınlık hüviyetine indirgenmesi"dir.

Dahası... 1 Temmuz açıklamasıyla ortaya çıkmış oldu ki, Mehmet Ali Talat, Annan Planı’nın öngördüğü "bakir doğum" ilkesinden, bir başka deyişle "adadaki iki halkın kurdukları yeni iki devletin bazı konularda egemenliklerini kuracakları ortak merkezi yapıya bırakmaları suretiyle kurulan çatı" modelinden vazgeçmiştir.

Oysa adadaki Türk halkı, Annan Planı’na kabul edebileceği koşulların asgarisini içerdiği için "Evet" oyu vermişti.

Başbakan Erdoğan, Mehmet Ali Talat’ın Hristofyas’a verdiği sözün Türkiye yönünden değeri olmadığını ilan ettiğine göre, gelişmelerin gerisini hep birlikte ve dikkatle izlememiz gerekiyor. Öyle ya... Sonunda kime teşekkür edeceğimizi, kime lanet okuyacağımızı bilmeye ihtiyaç olacak.
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs da gidiyor!

20 Temmuz 2008
KIBRIS’taki Türkler ya da "bağımsız ve özgür" bir ulus gibi yaşamanın onurunu 34 yıldır taşıyan Türkler kan ağlıyor. Hem de Rum mezaliminden kurtuluşlarının 34’üncü yıldönümü olan 20 Temmuz 2008’de!

Çünkü Rum’a satılmanın ve tekrar esir düşmenin korkusu egemen Kıbrıs’ta.

İnanılır gibi değil ama olay tam da Rauf Denktaş’ın yıllardır haykırmasına rağmen kimseye işittiremediği gibi yani Osmanlı ordularının 1897’de Yunanlıları yenmesine rağmen o dönemin "Büyük Devletleri"nin yani İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya’nın baskısıyla her şeyin tersine dönmesine benziyor:

O zaman Osmanlı’nın önce yenik Yunan Ordusu komutanı Prens Yorgi’yi "Girit Valiliği"ne getirmesini sağladılar. O ayrılınca ancak Atina’nın tayin edeceği yeni valiyi tanıyacaklarını ilan ettiler. Böylece Girit önce fiilen Yunanistan’a bağlanmış oldu, sonra da adanın ipi çekildi, bitti.

Neden bunları söylediğimizi en iyi CHP İstanbul Milletvekili Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ önceki gece TBMM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmadan öğrenebilirsiniz. Mutlaka okuyunuz.

Elekdağ’ın dediklerine gelmeden anımsatalım:

Bilindiği gibi bir süredir Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Güney Rum kesimi Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas arasında, "Kıbrıs sorununun çözümünü" amaçlayan görüşmeler yapılıyor.

Bugüne kadar hem Türkiye’nin hem de KKTC’nin savunduğu tez şu idi:

"Çözüm ancak adada iki bağımsız ve egemen devletin var olduğu ve bunların kurucu devletler olarak egemenliklerini ortak bir yapıya vermekleri suretiyle, iki halklı, iki kurucu devletin eşit siyasi statüde olacakları bir yapı kabul edilirse sağlanabilir."

Türkiye
ayrıca 1960 tarihli "Garanti ve İttifak Antlaşmalarının yürürlükte kalmasını" istemekteydi. Çünkü Slobodan Miloseviç’in Bosna-Hersek’teki Müslüman halka 1992-1995 arasında yaptığı "etnik temizleme"nin bin beterini Makarios liderliğindeki Rumlar, 1955’ten 1974’e kadar Kıbrıs Türklerine karşı uygulamışlardı. Bunu önlemenin yolu, garanti antlaşmalarının verdiği yetkiyle adada Türk askerinin bulunmasıydı.

(İlginçtir, Girit’i Yunanistan’a bağlama kampanyasının başladığı 1878’den ilk sonucun alındığı 1898’e kadar aynı şeyler Girit’te yaşanmış ama orada Osmanlı askeri kalmadığı için ada gitmişti.)

Şükrü Elekdağ önceki gece Meclis’te, Talat’la Hristofyas arasında yapılan son görüşme ardından 1 Temmuz günü yayınlanan ortak bildiride, "iki liderin gelecekteki Birleşik Kıbrıs’ta tek egemenlik ve tek vatandaşlık konularında ilke anlaşmasına vardıklarının" açıklandığına dikkat çekti:

"Tek egemenlik ve tek vatandaşlık kavramı esas alınarak yapılacak müzakereler sadece üniter bir devlet yapısı doğurur ki bu da KKTC’nin bir eyalet olarak Kıbrıs Rum devletine yamanması ve Kıbrıs Türklerinin azınlık statüsüne indirgenmeleri demektir.

Bu durumda yeni bir Girit olayının yaşanması kaçınılmaz olacaktır.

Bu gelişmenin bir sonucu da Türk askerinin adadan çekilmesi, Garanti antlaşmasının son bulmasıdır."

Görüldüğü gibi Kıbrıs da "babalar gibi" satışa çıktı.

Bugün Kıbrıs Türklerinin kurtuluş bayramına katılan Sayın Başbakan acaba ne buyuruyor?
Yazının Devamını Oku

Barzani’nin tehdidi

19 Temmuz 2008
ÇOK değil 10 gün önce Başbakan Tayyip Erdoğan ile Bağdat’taki Irak hükümeti arasında imzalanan "Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Anlaşması"nın mürekkebi kurumadan Mesut Barzani yine pişmiş aşa soğuk su kattı. Oysa Erdoğan’la beraberindeki yandaş kalemler bizi bayağı heyecanlandırmıştı.

Mesut Barzani’nin son bir ay içinde yumuşamış görünen üslubu da anlaşılan o günlerin gereği söylenmiş "keyif bağışlama" sözleriymiş.

Anımsayacağınız gibi Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin geçen ay Ankara’ya yaptığı resmi ziyaret ardından Mesut Barzani, "Bize göre bu ziyaret, Irak ile Türkiye arasındaki ikili ilişkilerde yeni dönem başlatmıştır. Türkiye ile Kürt bölgemiz arasındaki yanlış anlamaları ortadan kaldıran bir ziyaret olmuştur" demişti.

Bunun üzerine Başbakan Tayyip Erdoğan da, yukarıda sözünü ettiğimiz anlaşmayı imzalamak için gittiği Bağdat’taki basın toplantısında "PKK’ya karşı mücadele" konusundaki işbirliği nedeniyle sadece Bağdat hükümetine teşekkür etmekle kalmamış, yandaş kalemlerin deyimiyle Barzani’ye de teşekkürlerini "dolaylı bir ifadeyle" sunmuştu.

Oysa "Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Anlaşması"nı işlemez hale getirecek sözler şimdi Barzani tarafından söyleniyor.

O sözlere gelmeden bir "Stratejik İşbirliği"nin temel koşuluna değinelim:

"Stratejik" sayılabilecek bir işbirliğinin iki tarafın çıkarlarını kısa ve uzun vadede göz önünde tutması ve buna aykırı bir nitelik içermemesi gerekir.

Oysa Türkiye’nin özellikle "Kerkük’ün statüsü" konusunda tarihten ve orada yaşayan Türkmen nüfusun haklarının Barzani tarafından hiçe sayılmasını engellemek zorunluluğundan gelen bir duyarlığı var. Bu statünün belirlenmesi için Irak Anayasası’nın 140’ıncı maddesi gereğince 2007 yılı sonuna kadar yapılmış olması gereken "referandum"a Türkiye hep karşı çıktı. Ankara’nın tezine göre, yapılacak referandum, "Barzani’nin, Kerkük’teki nüfus yapısını değiştiren uygulamalarını esas almayan" sağlıklı bir nüfus sayımına dayanması gerekiyordu. Oysa ortada güvenilir bir nüfus sayımı yok.

Nitekim söz konusu referandum Barzani’nin tehditlerine rağmen bugüne kadar yapılamadı. Çünkü özellikle Amerikan hükümeti Türkiye’nin itirazlarını dikkate aldı.

Yanlış anımsamıyorsak Birleşmiş Milletler’den de o yönde karar çıktı.

Şimdi referandumun 2007 yerine 2008 sonuna kadar yapılması söz konusu. Barzani önümüzdeki 5 ay içinde de referandumun yapılamayacağı korkusuyla hem Bağdat’ı hem de Irak Anayasası’nın yapılmasında çok emeği geçen ABD’yi tehdit ediyor. O yüzden "Anayasa’nın 140’ıncı maddesinin öldüğünü söyleyenler eğer bu madde öldüyse Irak Anayasası’nın da öldüğünü bilsinler" demiş.

Böylece sırf Irak Anayasası’nın değil, açık söylemek gerekirse yukarıda sözünü ettiğimiz Stratejik İşbirliği Anlaşması’nın da doğmadan öleceğini ilan etmiş.

Barzani tıpkı elindeki kozu kullanmayı iyi bilen ve gerektiğinde şantaj yapmaktan çekinmeyen Kıbrıs Rumları gibi davranıyor.

Unutmayalım ki dediklerini de yaptırıyor.
Yazının Devamını Oku

Ön şartsız

18 Temmuz 2008
METEHAN Demir bir süredir kendi haline bırakılmış olan Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin bir dönemeç arifesinde olduğu izlenimi veren bir gelişmeyi kamuoyuna duyurdu:<br><br>İki ülke temsilcileri bir süredir İsviçre’de gizlice görüşüyorlarmış. Dileriz başarıya da ulaşırlar.

Gerçi haberde bazı temel bilgiler yok. Örneğin, görüşmelerin amacı ve kapsamı ne imiş belli değil. Ama genel olarak ilişkileri iyileştirme, örneğin Türkiye’nin 14 yıldır kapalı tuttuğu sınırın açılması, Türkiye tarafından uygulanan ekonomik ambargonun kaldırılması, iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin başlatılması, Türkiye’de kaçak yaşayan ama Türk hükümetinin hoşgörüsü sayesinde dokunulmayan Ermenistan vatandaşı 60 bin kadar Ermeni’nin durumunun legalize edilmesi gibi konuların hedef alındığı tahmin edilebilir.

Aslında Ermenistan’ın bu ilişkileri "normalleştirmeyi" çok istediği, Amerikan hükümetinin de Türkiye’ye ikide bir bu yönde telkin -hatta baskı- yaptığı bilinmeyen bir şey değil.

Ermenistan Cumhurbaşkanlığı’na Şubat 2008’de Serzh Sarkisyan seçildikten sonra bu yönde yeni adımlar atılması ihtimali güçlenmişti. Çünkü yeni cumhurbaşkanının, Ermenistan siyasetinin şahin kanadını temsil edenlerin sözcüsü bir önceki Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan’dan daha ılımlı bir tavır sergilemesi beklenmekteydi.

Gerçi Serzh Sarkisyan’ın Koçaryan döneminde Başbakan iken yani 27 Ekim 2007’de ABD’de verdiği bir mülakatta Türkiye hakkında pek de yumuşak bir dil kullanmadığı bilinmekteydi. Örneğin söz konusu mülakatta aynen;

"Yanımızda soykırımı kabul etmeyen bir komşu bulunduğu sürece huzur içinde olmamız beklenemez. Onlar (Türkler) sadece soykırımı inkár etmekle kalmıyorlar, Ermeni sınırını da kapalı tutuyorlar. O nedenle biz uygar ve normal ilişkileri kabul etmeyen bir komşuya sahibiz. Biz yaşadığımız yeri kendi isteğimizle seçmedik. Biz uzun asırlar hatta binlerce yıl boyunca orada (Türkiye’de) yaşamış olduğumuzun bilincindeyiz. Önümüzdeki binlerce yıl boyunca da orada yaşamamız gerektiğinin farkındayız. Ama bunu komşularımız da anlamalı. (...) Soykırım bugün Türkiye sınırları içinde olan Batı Ermenistan’da meydana geldi.(...) O insanlar kendi yurtlarından soykırım nedeniyle ayrılmaya mecbur kaldı" demekteydi.

Sadece bu beyanlar söz konusu olsa sorun değil der geçersiniz. Oysa 23 Ağustos 1990 tarihli "Bağımsızlık Bildirgesi"nde de Ermenistan’ın "Osmanlı Turkiyesi ve Batı Ermenistan’da 1915’te meydana gelen soykırımın uluslararası düzeyde tanınmasını Ermenistan Cumhuriyeti’nin de görev kabul ettiği" bildirilmektedir.

Bayrağında Türkiye’nin Ağrı Dağı’nı kendi ülkesine ait gösteren, bir başka deyişle Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde gözü olduğunu açıkça ilan eden bir komşudan söz ediyoruz.

Hem bunları resmen ilan eden, Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırı belirleyen anlaşmayı resmen kabul ettiğini söylemeye yanaşmayan, hem de "Türkiye ile normal ve uygar ilişkiler kurmayı amaçlayan görüşmeler için hiçbir ön şart ileri sürmediğinden" dem vuran bir komşu...

Böyle bir komşu ile yapılan ikili ve gizli görüşmeler nereye varacak, bekleyelim bakalım.
Yazının Devamını Oku

Kaptanın aczi

17 Temmuz 2008
SON Ocak ayının 14’ünden yani Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Madrid’de bir gazetecinin "türban"la ilgili sorusunu yanıtlarken, "Velev ki bir siyasi simge olarak taktığını düşünün. Bir siyasi simge olarak takmayı suç kabul edebilir misiniz?" dediği günden beri ayrı bir Türkiye’deyiz. Çalkantılar ve hatta kriz niteliğinde gerginlikler içinde önünü arayan bir Türkiye’de.

Bunu biraz daha geriye, Başbakan Erdoğan’ın kimseye -hatta kendi beyanına göre eşine bile- danışmadan Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı için "yol arkadaşı" Abdullah Gül’ün adaylığını ilan ettiği 24 Nisan 2007’ye kadar götürebilirsiniz.

O gün bugündür dümeni kilitlenmiş bir teknedeyiz ve dalgalarla akıntıların bizi nereye sürüklemekte olduğunu bilemeden gidiyoruz.

Bu tablo Türkiye’nin "iyi yönetildiğini" mi gösteriyor yoksa acemi bir kadro elinde bocalayıp durduğunu mu?

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dün Ankara Sanayi Odası’nda "Türkiye artık gündemi belirlenen bir ülke değildir. Artık dünyada gündem belirleyen ülkeler arasında yer aldı" dediğini öğrenince aklımıza Türkiye’nin 15 aydır içinde bulunduğu gerilimler, kutuplaşmalar ve daha da açık ifadeyle "bunalım" yahut "kriz" geldi.

Türkiye elbet gündem belirleyen ülkelerden biridir ama gündemi bu şekilde belirlemek Türkiye için hiç de itibarlı bir durum değildir.

İşin tuhafı, Türkiye’nin bugünkü durumunun siyasi, tarihi, sosyal ve ahlaki sorumluluğunu taşıyan Başbakan bu gerçeğe belli ki dürbünün tersinden bakıyor. O nedenle olacak şunları söylemiş:

"Ankara’nın bitmek tükenmek bilmeyen, ucu sonu belli olmayan tartışmalarla vakit kaybetme lüksü yoktur. Bunlar ülkemiz için bir kayıptır. Böyle bir senaryonun aktörleri için de kayıptır. Bunlar hem Türkiye’ye kaybettirdiler hem kendileri kaybettiler. Şimdi de aynen yine ülkemizi minderden çekmek istiyorlar. Hayır, biz minderden çekilme niyetinde değiliz ve istikrarı olmayan bir Türkiye istemiyoruz. Güven ortamından rahatsız olanlar olabilir, istikrar ortamından rahatsız olanlar olabilir. Ama bizler biliyoruz ki Türkiye’nin büyümesinin iki sihirli kelimesi vardır; istikrardır, güvendir.

Türkiye’nin gelişmesinden, ilerlemesinden, dünya küresel politikalarında rol sahibi olmasından rahatsızlık duyanlar var. Üzerinde seyahat ettikleri gemiye delik açmak için gece gündüz demeden gayret sarf ediyorlar. Korku senaryolarıyla, sanal gerilimlerle Türkiye’yi yeninden geri kalmışlığa mahkûm etmek istiyorlar. Üstelik bunu artık öyle bir cesaretle, öyle bir pişkinlikle yapıyorlar ki millet de ibretle seyrediyor."

Sayın Başbakan bu sözleri eğer topluluğa hitaben yaptığı bir konuşma içinde değil de bir basın toplantısında sarf etseydi, kendisine yöneltilecek en basit ama en doğru soru şu olurdu:

"Sayın Başbakan, bu ülkeyi belirsizliklerden, istikrarsızlıktan, hepimizin bindiği gemide delik açmaya çalışanlar varsa gemiyi yeni çalkantılara sürüklemeden o sorunu çözmekten sorumlu olan siz değil başkası sorumlu imiş gibi konuşuyorsunuz. Yoksa siz bulunduğunuz yerin farkında değil misiniz?"

Böyle bir soruya Sayın Başbakan -kızmazsa- bilmiyoruz ne yanıt verirdi.
Yazının Devamını Oku

Kim kirletti?

16 Temmuz 2008
ŞİMDİ de başımıza "Agarta" çıktı. Soruşturunca öğrendik ki, Agarta, Ergenekon’un asıl adı imiş. Meğer 600 yıllık geçmişi olan bir tür "tarikat"mış. Ek bilgiye göre de bu tarikat Mu ve Atlantis’ten göç eden bilim rahiplerince kurulmuşmuş.

Tarikat mensupları, sonradan gizlenme gereği görüp, dağ ve mağara içlerine çekilmişler. Ama orada boş durmamışlar. Yeraltında şehirler kurmuşlar, tünellerle Asya’dan (muhtemelen Tibet civarından) Kuzey Kutbu’na kadar yeraltından gidebilmişler.

Masalın gerisini bugünkü Hürriyet’te de okursunuz ama biz kısaca devam edelim:

Agarta’lar zamanı gelince yeraltından dışarı çıkacaklarmış ve liderleri de yeryüzündeki kötülüğü yenecekmiş.

Eğer vaktiniz bol ve gönlünüz eğlenmeye açıksa sermaye bol!

Ama işin bu yarı şaka kısmının dışında bir de ciddi boyutu var: Önceki gün İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin bir basın toplantısında özetle "Ergenekon (pardon Agarta) iddianamesinin içeriğini açıklamanın yasalara göre mümkün olmadığını o nedenle sadece şekli sayılabilecek tarafları hakkında bilgi vereceğini" söyledi değil mi?

Nitekim Sayın Engin’in açıklamasında ne "Agarta" vardı ne "Magarta"!

Ama dünkü gazeteleri açınca gördük ki, İddianame bu "Agarta Efsanesi" üzerine kurulmuş. Dahası... Agarta denen meş’um çete 20 ayrı hücre (veya departman) esasına göre örgütlenmişmiş. İsmet ve Dilovası kod isimli gizli tanıkların beyanları Türkiye’yi sarsacakmış. Bitmedi... "Örgütün eylemleri 12 Mart 1995 tarihinde İstanbul’un Gazi Mahallesi’nde daha çok Alevi yurttaşlarımızın devam ettiği 3 kahvehanenin otomatik silahlarla taranması sonucu 22 kişinin ölümüne, 155 kişinin yaralanmasına yol açan Gazi Olaylarına kadar" uzanıyormuş.

Bu gidişle 6-7 Eylül 1955 tarihli meşhur "6/7 Eylül olaylarını" veya "31 Mart (1909) olaylarını" da 600 yıllık geçmişi olan Agarta’lar yaptı denirse galiba şaşmayacağız.

Ama asıl önemlisi, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın "İddianame hakkında bilgi verilmesi yasak" demesi ve kaynağı belli olmayan haberler nedeniyle "örneğine çok az rastlanan yoğunlukta" bir bilgi kirliliğinin yaşandığından şikayet etmesi ardından birilerinin bu uyarıyı hiç ciddiye almayıp aynı tür haberleri medyaya sızdırmasıdır.

Sorunca öğrendik ki İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın uyarısını dinlemeyip bu haberleri veren bizzat Agarta davası Savcısı Zekeriya Öz imiş. Muhabirleri iki grup halinde makamında kabul etmiş ve bir kısmını yukarıda özetlediğimiz bilgileri o vermiş.

Bundan anlaşılıyor ki iki-üç aydır yaşadığımız bilgi kirliliği ve pek çoğu uydurma haberle dolu furyanın ardında da ya Zekeriya Öz’ün kendisi vardı veya medya onun bilgi ve onayı ile bu kampanyayı yürüttü.

Şimdi anlıyor musunuz birkaç gün önce CNN Türk’te konuşurken "Gizliliğe uyarsanız, bilgi kirlenmesini de önlemiş olursunuz. Bir takım belgeler medyada yayınlanır ise, gizlilik olayı ortadan kaldırılırsa bu soruşturmanın selametinden, güvenilirliğinden bahsetmek mümkün olmaz" diyen Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun ne demek istediğini?
Yazının Devamını Oku

Bilgi kirliliği

15 Temmuz 2008
İSTANBUL Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin’in dün "Ergenekon" soruşturmasının iddianamesi ile ilgili olarak verdiği bilgilerin, gazeteciliği "psikolojik savaş" aracı haline getirenleri dizginleyip dizginlemeyeceğini birlikte göreceğiz.<br><br>Gerçi Aykut Cengiz Engin "iddianamenin içeriğini" açıklamadı. İçeriğin, yasa emri gereğince ancak iddianame mahkeme tarafından kabul edildikten sonra öğrenilebileceğini vurguladı. Ama bu soruşturmayı bir "psikolojik savaş" konusu sayanlara bağlı "mersenari"lere (kiralık askerlere) yaptıklarının ne kadar utanç verici olduğunu şu sözlerle anlatmaya çalıştı:

"Soruşturmanın başladığı tarihten itibaren yazılı ve görsel basında örneğine çok az rastlanan bir yoğunlukta soruşturmaya ilişkin bir kısmı gizli olan belge ve bilgilerin yayınlanması suretiyle soruşturmanın gizliliğini ihlal edici nitelikte yayın ve yorumlar yapıldığı görülmüştür.

Kamuoyunu bilgilendirmek elbette basının en başta gelen görevi olup, bu asli görevin yapılmamasını düşünmek kesinlikle söz konusu olamaz.

Ancak bu yayın ve yorumların çok büyük bir bölümünün maalesef gerçek dışı olduğunu ifade etmek isterim.

Bu yayınlar ciddi boyutlarda ’bilgi kirliliğine’ sebebiyet vermiş ve kamuoyu yanlış bilgilendirilmiş ve bilgilendirilmektedir.

Bir çoğu da doğru olmayan
(bu) bilgiler, çeşitli kişi ve gruplar tarafından da yanlış yorumlandığı için kamuoyunda yanlış beklentilere yol açmakta, soruşturmanın selametini, şüphelilerin özel yaşam ve temel haklarını ihlal etmekte ve yargı aleyhine de ağır eleştirilere sebebiyet vermektedir.

Değerli basınımızın ve kamuoyunun, gerek devam eden soruşturma safhasında, gerek bundan sonraki yargılama safhasında, yetkililerin açıklamaları dışındaki bilgilere itibar etmemelerini, soruşturma ve yargılama ile ilgili gereken hassasiyeti göstermelerini bekliyor ve rica ediyoruz."


Engin’in bu sözleriyle hangi haberleri kastettiğini bilmiyoruz. Ama örneğin Danıştay İkinci Dairesi’ne baskın yapıp Mustafa Yücel Özbilgin’i öldüren Alparslan Arslan’ın, "Ergenekon" soruşturması kapsamında tutuklananlardan Veli Küçük’le Norveç’te çekilmiş fotoğrafı diye yayınladıkları görüntüdeki gencin Azerbaycanlı biri olduğu ortaya çıkınca hiçbirinin özür dilemediğini -utanma belirtisi herhangi bir şey yapmadığını- anımsıyoruz.

Aylarca "Ümraniye’de bir evde bulunan 27 adet el bombasının, Cumhuriyet Gazetesi’ne atılanlarla aynı seri numarası taşıdıkları ortaya çıktı" diye yazdılar. Oysa Cumhuriyet’in Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Yıldız dün, "Ümraniye’de ele geçirilen bombalar ile Cumhuriyet Gazetesi’ne atılan bombalar aynı seriden değiller" diye yazdı ve ayrıntılı bilgiler verdi.

Şimdi ya Yıldız’ın yalan söylediğini ispat etmek yahut özür dilemek onlara düşmez mi?

Ama öyle bir şey beklemeyin. Çünkü bu liberal maskeli faşistlerin "utanma" duygusu yoktur.

Yazı bitmeden bir çift söz de Sayın Başsavcı’ya söyleyelim:

Kurumlar (örneğin Emniyet yahut Savcılık) adına basına bilgi veren "sözcü"ler oluşturulmadığı sürece basının kamuoyuna doğru bilgi vermemesinden şikáyet katiyen bitmez.
Yazının Devamını Oku

Ağızdaki bakla

13 Temmuz 2008
PEK az sayıdaki şahsi dostlarımız bir yana bırakılırsa bizim "Paşa"larla ilişkimiz olmaz. O nedenle eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ü de herkes kadar biliriz.<br><br>Bu kısaca, Hilmi Özkök seviyeli, tutarlı ve hukuka saygılı bir komutandır anlamına gelir. Onlara, "beşeri kavgaların üstüne çıkmış bir olgun adam" olduğu izlenimini de ekleyebilirsiniz.

Daha doğrusu son birkaç güne kadar öyle düşünüyorduk.

Oysa şimdi hem "kavgaya girmek istemeyen" hem de "kavgadan uzak durmayı içine sindiremeyen" bir Hilmi Paşa’mız var.

O yüzden gazete sütunlarında sık sık görünüyor. Temkinli konuştuğunu, tutarlı kalmaya çalıştığını sanıyor ama olmuyor. Kendi resmini kendisi bozuyor.

Örnek verelim:

Dünkü Milliyet’te okuduk. Sayın Özkök, Fikret Bila’nın sorularını yanıtlamış.

Bila, Özkök’e önce, "Size karşı 2004 yılında bir suikast düzenlendiğine ilişkin haberler hakkında ne diyorsunuz?" diye sormuş.

Hilmi Özkök, ne "Evet, öyle bir şey oldu" diyor ne de "Bu iddianın yalan olduğunu" söylüyor. Söylediği şu:

"Benim konumumdaki kişilere karşı böyle girişimler olabilir. Güvenlikten sorumlu arkadaşlar önlemlerini alırlar. Çoğunlukla komutana söylemezler bile. Tedirginlik yaratmamak için. O tarihlerde benim güzergáhım zaman zaman bir önlem olarak değiştirilirdi."

Bu yanıttan siz "Evet öyle bir şeyler yaşadık" anlamı çıkarmaz mısınız? Çıkartırsanız Paşa’nın bunu neden açık açık söylemediğini sorgulamaz mısınız?

Bila’nın, "Şener Eruygur’un Jandarma Genel Komutanı iken ’darbe’ amaçlı toplantılar düzenlediğine ilişkin görüntü kayıtlarını, Genelkurmay’a çağırdığı Eruygur’a izlettirip izlettirmediğine" ilişkin sorusuna da şu yanıtı vermiş:

"Yargıya intikal etmiş konularda bir şey söylemem doğru olmaz. (...) Şu kadarını söyleyeyim, Ben komutan arkadaşlarımın hiçbirini kayda alın diye emir vermedim. Kayda aldırmadım. Bu benim yapıma uygun bir davranış değildir."

Tamam ama bu yanıt, "Benim haberim olmadan kayıt yapılmıştı. Ben o kaydı kendisine gösterdim" anlamına gelmiyor mu?

Gelelim son noktaya... Hilmi Paşa, Bila ile bir önceki söyleşisinde "darbe girişimleri" konusunda verdiği, "Ne vardır ne yoktur derim" şeklindeki yanıtın da aslında "var ama söyleyemem" anlamına geldiği yolundaki yorumlara şu yanıtı vermiş:

"Bu sözlerimi eleştirenler neden böyle söylediğimi anlamıyorlar veya anlamak istemiyorlar. Ben hüküm veremem. Konu yargıda. Hükmü yargı verecek. (...)"

İyi de... Kimse Hilmi Paşa’dan "yargıç" olmasını istemiyor ki... İstenen, bildiği ve yaşadığı dönemle ilgili "tanıklık" yapması. Elbet tanıklar konuşacak ve yargı da karar verecek.

Hilmi Paşa’nın gerçekleri dilinin altında dolandırıp durmasının kimseye yararı olamaz. Çünkü gerçeğin kendisinden büyük güç yoktur ve o her zaman galip gelir.
Yazının Devamını Oku