31 Temmuz 2008
KANINIZI donduracak kadar acımasız katilleri illa eli silahlılar veya bombalı eylemciler arasında aramaya gerek yok. Son olarak "Umuda yolculuk" adına 4500 dolar bulup buluşturup canını insan kaçakçılarına teslim eden Pakistanlı, Burmalı, Eritreli 138 kaçaktan 13’ünün canına böyle katiller kıydı.
Bugünkü gazetelerde ayrıntılarını bulacaksınız:
Bu kaçakları Yunanistan sınırına bırakmak üzere Van’dan teslim alan TIR sürücüsü, iki gün sonra şoför mahallinin yumruklanası üzerine durup bakınca kaçaklardan bir kısmının öldüğünü kalanların perişan durumda olduğunu görmüş. Ölüleri Küçükçekmece civarında tarlaya bıraktıktan ve ötekileri de yola indirdikten sonra gaza basıp kaçmış.
Şimdi polis henüz yakalayamadığı 60 kadar kaçağı arıyormuş.
Sayınız ki buldu... Götürüp İran hududunda İran makamlarına teslim etmeye kalksa çok muhtemelen almazlar bile. Çünkü onların ne İran’a girmişliği kayıtlarda vardır ne de çıkmışlıkları.
Zaten Yunanistan sınırına ulaşsalardı da sonuç değişmezdi:
Önceki örneklerden biliniyor:
Yunan güvenlik güçleri bu kaçakların ceplerindeki son paraları da alarak gece yarısı Türkiye sınırına getiriyor ve silah zoruyla Türkiye’ye geçmelerini sağlıyor.
Böylece sorun çözülmeden bize iade edilmiş oluyor.
Yunanistan makamlarının daha da acımasız olanları, emirlerindeki görevlilere düpedüz cinayet işlettiriyorlar. Bu amaçla yaptıkları çok basit:
Kaçakları sahil güvenlik botuyla Türkiye karasularına gerip denize atıyorlar veya küreksiz botlarla denizin ortasında bırakıp gidiyorlar.
Hoş buna benzer vahşetin "Demir Perde"nin yıkılmasından sonra Arnavutluk’tan İtalya’ya kaçmak isteyen binlerce Arnavut’un başına geldiği de biliniyor. Anımsanacaktır, o zaman da İtalyan sahil güvenlik görevlileri kaçak Arnavut teknelerini geri çevirmekle kalmayıp bazılarını içindekilerle birlikte denize gömmekle suçlanmışlardı.
Çağımızda, bulunduğu ülkeden kaçıp kaderini insan tacirlerine teslim edenlerin yaşadığı faciaların en büyüğü Vietnamlıların başına geldi. Vietnam savaşında Amerikalılar yenilince "Komünistler geliyor" diye canını botlara atıp denize açılan yüz binlerce -belki de birkaç milyon- Vietnamlı sivil herhangi bir limana ulaşamadan deniz ortasında korsanların saldırısına uğradı. Soyuldular, ırzlarına geçildi, öldürülüp denize atıldılar. Kimse de "Bu bir insanlık faciasıdır" demedi. Çünkü çağdaş medeniyet onlara, "Madem ki yoksuldular, ölmelerinde sakınca yoktu" diyerek baktı.
Görüldüğü gibi "kaçak insanlar" konusunun tek suçlusu "insan/göçmen kaçakçıları" değil. Onların ötekilerden farkı, yakalandıkları takdirde ağır sayılabilecek bir cezaya maruz kalmalarından ibaret.
Ortada "insanlığa karşı" işlenen bir suç varsa, bunu önlemek devletlerin birbirlerine kazık atmalarıyla değil, samimi bir şekilde işbirliği yapmalarıyla önlenebilir. Oysa devletler henüz bu noktadan çok uzaktalar.
Yazının Devamını Oku 30 Temmuz 2008
OLAYIN yahut hareketin bir tarafı hazin, öteki tarafı tuhaf olunca, yapacağınız ona ilişkin değerlendirmeler de kalitesini koruyamıyor. O nedenle size aşağıdaki yazı hayli spekülatif gelirse bilin ki günah, baştan söyleyelim bizim değildir.
Hazin dememizin nedeni, Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın sanki milletten, yasa yapıcılardan ve kabine üyelerinden gizli bir iş yapıyorlarmış gibi Ankara’nın Çukurambar semtinde pazar gecesi bir apartman dairesinde buluşma gereğini duymalarıdır.
Görüşmenin 5 saat sürmesi de olayın pek kapsamlı birtakım sorunlar içerdiğinin göstergesidir.
Tuhaflığı ise, olayın Gül ile Erdoğan’ın konumlarına yakışmamasından kaynaklanmaktadır.
Eğer Abdullah Gül isimli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ile Tayyip Erdoğan isimli yurttaşımız hasret gidermek yahut dertleşmek için Ankara’da başka bir mekan bulamadılar da Gül’ün akrabası Mehmet Tekelioğlu’nun evine gitmek zorunda kaldılarsa, ikisi için de üzülmek lazım. Çünkü Ankara elbet İstanbul’la kıyaslanmaz ama o kadar da mekan yoksulu değildir.
Yok yapılan görüşme iki arkadaş sohbetinden başka bir boyut içeriyorsa örneğin Cumhurbaşkanı veya Başbakan ani bir gelişmeyi ötekine danışıp önümüzdeki günler için bir karar almak ihtiyacını duyduysa, o zaman "Niçin İzmir milletvekili Mehmet Bey’in evinde buluştular da Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde buluşmadılar?" sorusu yanıtsız kalmaktadır.
Kaldı ki "devlet" için veya "devlet adına" yapılan görüşmenin yerleşik kuralları vardır. Bunda mutlaka not alınır ve devletin kayıtlarına geçer.
Gerçi son 25 yılda aksini yapanları az görmedik. Örneğin Turgut Özal’ın baba George Bush’la, Tansu Çiller’in Bill Clinton ve Libya lideri Muammer Kaddafi ile yanlarına not tutacak görevli almadan konuştuklarını biliyoruz.
Başbakan Tayyip Erdoğan da Başkan George W.Bush’la yaptığı meşhur 5 Kasım 2007 tarihli görüşmenin bir bölümünde yanına resmi görevli almadı.
Erdoğan biliyorsunuz Mayıs 2007’de Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’la Dolmabahçe’de yaptığı yaklaşık 2 saatlik görüşmeyi de böyle "iki kişilik sırra" dönüştürdü.
Oysa bir Cumhurbaşkanı veya bir Başbakanın neredeyse kendi özel yaşamları dışındaki tüm eylemleri ve beyanları -devletin yüksek çıkarları nedeniyle gizli kalmasına karar verilmedikçe- kamuya açık olmak durumundadır.
Zaten "demokrasi"nin ve "saydamlığın" gereği de budur.
O nedenle diyoruz ki burada "devletin" bir meselesi görüşülseydi onun mekanı Mehmet Bey’in ikametgahı değil, ya Cumhurbaşkanlığı Köşkü veya Başbakanlık makamı olurdu.
O zaman geriye "Acaba Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) kapatılması istemiyle açılan dava kapatma kararıyla sonuçlanırsa ne yapmak gerekir?" sorusuna yanıt aranması ihtimali kalıyor.
O takdirde de olaya partilerüstü konumdaki Cumhurbaşkanı’nın dahil edilmesi abes oluyor.
Kısaca bu işte bir tuhaflık var. Tıpkı Başbakan’ın geçen hafta da Cuma günü 2 saat ortadan kaybolması gibi...
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2008
BİR insanın, hiçbir kusuru bulunmayan masumların canına kıyabilmesi için ne kadar aşağılık, ne kadar alçak olmak lazım hiç düşünüyor musunuz?<br><br>Güngören’i önceki akşam kana bulayıp 17 can alan alçaklar acaba zerre kadar vicdan sızısı çekmiyorlar mı? Diyelim ki bir amaç uğruna şiddet metotlarına başvuran kişiler bunlar.
Uğruna canlar verilmiş hangi amaç, masum bir tek insanın öldürülmesi için gerekçe olabilir?
Güngören katliamının failleri bu satırlar yazılırken belli değildi ama PKK’nın sözcüsü geçinen Zübeyir Aydar bu olayla PKK’nın ilişiği olmadığını açıkladı. PKK’ya "terör örgütü" demeyen Demokratik Toplum Partisi (DTP) Genel Başkanı Ahmet Türk de, "Kim yapmış olursa olsun bu saldırıyı şiddetle kınıyoruz. Ancak, saldırıyla ilgili erken konuşmanın, adres göstermenin toplumda infial yaratacağına da inanıyoruz. Saldırının ayrıntılarıyla ortaya çıkmasını sabırla bekleyeceğiz" dedi.
Beklesinler ama sonunda PKK’nın eylemi olduğu anlaşılırsa "Masum sivillerin kanına giren bir örgüte biz de terörist demekte tereddüt etmeyiz" diyeceklerini şimdiden vaat etsinler.
Hemen anımsatalım ki, geride kalan yıllarda PKK’nın sivil insanlara yönelik pek çok eylemi oldu. Örneğin Siirt’in Eruh ilçesine bağlı Kılıçkaya köyü Çağlayan (Milan) mezrasında 25 sivili, Yağızoymak köyü civarında koyun otlatan 9 çobanı; Şırnak’ın Meşeiçi köyü Çobandere mezrasında 13 sivili; Şırnak’ın Taraklı ve Üç Kardeşler mezrasında 5’i kadın toplam 13 sivili göz kırpmadan kurşuna dizen de PKK’dır.
Nusaybin’in Açıkyol köyünde 6’sı çocuk, 2’si kadın 8 sivili, Taşköyü’ne bağlı Behmenin mezrasında 8’i çocuk, 2’si kadın 11 sivili, Ömerli’nin Pınarcık köyünde 16’sı çocuk, 6’sı kadın 30 sivili, Mardin’e bağlı Dargeçit köyünde öğretmenlik yapan 3 sivili, Yüksekova’ya bağlı İkikaya köyünde 21 sivili, Elazığ’da görev yapan 9 mühendisi, Şırnak’ın Çevrimli köyünde 27 sivili, Erzincan’ın Başbağlar köyünde 28 sivili, Van’ın Bahçesaray ilçesine bağlı Vanizer köyünde 22’si kadın ve çocuk olmak üzere 25 sivili, Bitlis’in Mutki ilçesi civarında yol keserek otobüsten indirdikleri 28 sivili PKK’nın öldürdüğünü bildikleri halde kendisini Kürt sayan politikacılar bugüne kadar PKK’nın terör eylemlerini görmezden geldiler.
Liste bu kadar sanmayın. Yer kalmadığı için kısa kesiyoruz:
İstanbul’da 25 Aralık 1991 günü Çetinkaya mağazasına molotof kokteyli atıp yakarak 11 sivilin; 13 Mart 1999 günü Mavi Çarşı iş hanına saldırarak 13 sivilin ölümüne yol açan, 31 Ekim 2005 günü Maslak’taki bir benzin istasyonunu bombayla havaya uçurmak isteyen, 16 Temmuz 2005 günü Kuşadası’nda bir minibüse bomba koyup 5 sivilin ölümüne yol açan; 22 Mayıs 2007 günü Ankara’daki Anafartalar Çarşısı’nı kana boyayıp 6 sivilin ölümüne yol açan da PKK’lıydı.
Bunların hiçbiri "terör" eylemi değil miydi?
Eğer onlar terör eylemi idiyse bunu yapanlara terörist demeyen Ahmet Türk’ün ve partisinin samimiyetine nasıl inanacağız?
Yazının Devamını Oku 27 Temmuz 2008
ERGENEKON iddianamesi nedeniyle kafası iyice karışan kamuoyumuz, en ilginç sahneyi önceki akşam izledi: O gün saat 17.00’de açıklanan 2455 sayfalık iddianameyi iki saatte hatmetmeden (!?) meslektaşlarımız akşam ekran başındaki izleyicilere bu iddianamenin içeriği hakkındaki değerli görüşlerini sundular.
Bu çapaçulluk İstanbul Üniversitesi’nin Ceza Hukuku profesörlerinden Adem Sözüer’in de dikkatini çekmiş olmalı ki Ergenekon iddianamesinin televizyonlarda satır satır okunarak tartışılmasına tepkisini, "Kimse kendini mahkeme yerine koyarak, konuşmamalı. Bu tür konuşmaların hepsi kendini mahkeme yerine koymaktır, yanlıştır" diyerek dile getirmiş.
Sözüer’in, "Ergenekon iddianamesinin daha duruşması bile yapılmadan bu şekilde naklen yayınlanması, içeriğiyle ilgili ’doğrudur’, ’yanlıştır’ diye yapılan tartışmalar adil yargılanma hakkını zedelemektedir. Bu konuların tümünün ’delil mi’, ’değil mi’ (sayılması gerektiğini) değerlendirecek tek yer mahkemedir. Bunun dışındaki açıklamalar, adil yargılamayı etkileyici niteliktedir" dediği bildiriliyor.
Prof. Sözüer galiba farkında değil ki, bizim muhteşem yazarlarımız Ergenekon iddianamesi tamamen içi boş suçlamalardan oluşsa, bu dava nedeniyle yargılananlar suçsuz bulunup evlerine gitseler bile o hükmü kabul etmeyeceklerini baştan ilan ettiler.
Nitekim birinin "Şimdi diyelim ki bütün bunların sonucunda hiçbir şey -en azından yaratılan izlenim kadar vahim bir şey- ortaya çıkmadı. Peki o zaman ne olacak?" diye sormasını yersiz bulan pek keskin bir "yandaş" kalem bundan 10 gün kadar önce:
"Hiçbir şey olmaz" diyor ve "Yargı kararlarının toplumsal ve siyasal gerçekleri ’yok hükmünde’ kılamayacaklarını" anımsatıyordu.
Demek ki "Ergenekon" sanıklarının devletin mahkemesinden beraat kararı almaları halinde bu yetmeyecek bir de "yandaş kalemlerin" oluşturduğu "Yargıtay"dan karar çıkması gerekecek.
Bir başkası henüz "İddianame" başlıklı disinformation kampanyasının başlarında, mahkemenin en sonda bile verip veremeyeceği hükmü kendisi vermiş ilan ediyordu:
"Ahmet Taner Kışlalı’yı öldürmüşler. Danıştay’ı basıp yargıcı öldürmüşler. Hablemitoğlu’nu öldürmüşler."
Buyurun bakalım. Başka yargıca ihtiyaç mı var?
Bir başkası henüz resmen açıklanmadığı günlerde bu soruşturmanın, "Cumhuriyet tarihimizin en önemliden de öteye, belki de tek temiz eller operasyonu" olduğunu söylüyor sonra da "Ne kadar ciddi biçimde yürütüldüğü çok sayıda belge ve bulguyu içeren 441 klasör ve 2455 sayfalık iddianameden belli" diyordu.
En güzeli de bu sözleriyle kendisinin yargıyı etkilemeye çalıştığını görmezden gelip, "iddianame geciktiği için sanıklar mağdur olmuyor mu?" diyenlere kızıyor ve onları davaya bakacak olan "13.Ağır Ceza Mahkemesi’nin görev ve yetkilerini gasp edip davayı mahkûm etmek için taarruza geçecekler" diye suçluyordu.
Hem de kendi uydurduğu yalana kendisi inanıp aleme "hukukun üstünlüğü" dersi vererek!
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2008
MECLİS’e verilen yasa önerisini okuduk. Yayınlanan haberlerle karşılaştırdık. İtiraf edelim ki şaşkına döndük.<br><br>Neden söz ettiğimizi dünkü "Bir günlük milletvekiline bile emeklilik hakkı getirecekler" başlıklı haberleri okudunuzsa tahmin etmişsinizdir. Şaşkına döndük, çünkü öneride öyle bir şey bulamadık.
Bu noktaya tekrar gelmeden izninizle biraz eski günlere gidelim.
Milletvekili aylığı ve ödeneği konusu bizde 1946-50 arasında Demokrat Parti’nin (DP) CHP iktidarına karşı yaptığı sert muhalefet yıllarından beri, kamuoyunun hassas olduğu konulardan biridir.
DP hatipleri o zaman milletvekili aylık ve ödeneklerinin çok yüksek olduğunu söyler, bu görevin devletten bir kuruş almadan yapılması gerektiğini savunurlardı.
Ama iktidara geldikten sonra yolluk ve ödenekleri yükseltebilmek için olmadık yollara başvurdular. Zaman zaman CHP’yi de oyunlarına ortak ettiler. Ama işin o kadar suyu çıktı ki, sonunda 1961 Kurucu Meclisi, Anayasa’nın 82’nci maddesine, "TBMM üyelerinin aylık ve ödeneklerine her ne suretle olursa olsun yapılacak zam ve ilaveler, ancak bu zam ve ilaveleri takip eden milletvekilleri genel seçiminden sonra uygulanır" diyen bir hüküm koymak zorunda kaldı.
Lakin o hüküm Süleyman Demirel’in Adalet Partisi çoğunluğu tarafından değiştirildi. Milletvekilleri böylece kendi aylık ve ödeneklerini yükseltme olanağına kavuştu.
Demek ki Sayın Demirel o zaman dirense idi, yıllardır lafı edilen "Kıyak emeklilik" dahil, kamuoyunu rahatsız eden tartışmalar günlük hayatımıza belki de hiç girmeyecekti.
Şimdi yapılmak istenene gelince:
İstanbul AKP Milletvekili Ali Yiğit imzasıyla Meclis’e verilen önerinin metnine göre, "emeklilik hakkını kazanmış bir milletvekili, emekli maaşına ek olarak Meclis bütçesinden ’Tazminat’ adıyla ödenen parayı da alsın" isteniyor. Çünkü yürürlükteki yasalar emeklilik hakkı kazanmış milletvekiline bu paranın ödenmesine izin vermiyor.
Peki ama sırf bu nedenle o kadar gürültü çıkar mı?
Çıkmaz. Çünkü öneri veren anlaşılıyor ki maksadını bu aşamada ortaya koymamış. Onu "ikinci perde"ye bırakmış:
Öneri masum bir şekilde TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşülmeye başlanacak. Kamuoyunda tartışılan hususlar çok muhtemel olarak o aşamada öneriye eklenecek. Böylece bir tek gün milletvekilliği yapmış kimseye de emeklilik hakkı verilmiş olacak.
Bunun amacını gazete haberleri yeterince açık şekilde ortaya koyuyordu:
Anayasa Mahkemesi tutar Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kapatırsa, Türkiye’yi kısa bir süre sonra yapılacak milletvekili genel seçiminin beklediği biliniyor.
Oysa yasalar bir milletvekilinin emeklilik hakkını kazanabilmesi için en az iki yıl süreyle "milletvekilliği" yapmasını emrediyor. O iki sene dolmadan seçime gidilir korkusuyla şimdi yangından mal kurtarılıyor.
Telaşı anlıyor musunuz?
Yazının Devamını Oku 25 Temmuz 2008
BİR sonraki kuşak bugün tartıştığımız konulara eğildiği zaman öyle sanıyoruz ki, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) kapatılması istemiyle açılan davayı, "siyasi tarihimizin en önemli olaylarından biri" olarak niteleyecektir.<br><br>Çünkü AKP’nin başına gelen başka bir ülke tarihinde kolay rastlanacak bir olay değildir. Neden sorusunun yanıtında yollarımız pek çok kişiyle, örneğin "yandaş kalemler" korosuyla ve bir de Avrupalı akıl hocalarımızla ayrılıyor.
Konunun esasına girmek "dava"yı etkilemek anlamına gelebilir diye uzak duracağız. Ama şu kadarını söyleyelim ki, bir ülkede demokratik sistem süs olsun diye uygulanmaz. Onu uygulamanın bir amacı olmak gerekir. O amaç, uygulandığı ülkenin ve ulusun hem çıkarlarını hem de temel değerlerini korumaktır. Aksi halde demokrasi bir yıkım aracı olur.
Peki Türkiye’deki demokrasinin koruması gereken temel değerler nedir?
Biz diyoruz ki, 29 Ekim 1923 tarihinde ilan edilen Cumhuriyeti bugüne kadar getiren ve bu ulusun çağdaş dünya ile bütünleşmesini kolaylaştıran ne kadar değer varsa onlardır.
Aksini söyleyen bugün Türkiye ile aynı kategoride imiş gibi sunulan ülkelerden bir tanesini örnek göstermeye mecburdur.
Demek ki Türkiye’deki demokrasi de, onun -başta yargı olmak üzere- tüm organları da kitapta yazılı olması gerekmeyen bir sorumluluk altındadır. O da Türkiye’yi bugünkü Türkiye yapan temel değerleri korumak sorumluluğudur.
Avrupalı akıl hocaları bu gerçeği eminiz bizim kadar bilirler. Onların Türkiye’deki yandaşları da herhalde onlardan daha az bilgili değildir.
O nedenle, başta Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ile Anayasa Mahkemesi olmak üzere tüm kurumları büyük bir baskı altına almak için her yola başvurdular. Bir "kapatma" kararı çıkarsa Türkiye’nin istikrarsızlığa düşeceğinden tutun, yabancı sermayenin kaçacağına, ekonomimizin iflas noktasına geleceğine kadar demedik şey bırakmadılar.
Avrupa Birliği sözcüleri de lafı nerdeyse "Avrupa Birliği’ne üyeliğiniz hayal olur"a kadar getirdiler.
Bunların tamamı "şantaj" yaparak sonuç alma umuduna dayalı eylemlerdir.
Daha önce böyle baskılara Türkiye çok maruz kaldı.
Siyasilerimizin bu baskılara boyun eğdiğine ilişkin bol sayıda örnek hepimizin zihninde vardır.
Ama yargımızın böyle bir baskı karşısında boyun eğdiğine ilişkin bir örneği biz anımsamıyoruz.
Esasen yargı, kanuna bakar, önündeki olayı hukuka uygunluk açısından değerlendirir. Kararını ona göre verir. Gerisi onu ilgilendirmez. O nedenle eminiz Anayasa Mahkemesi bu sınavı başarıyla verecektir.
Not: Önceki günkü yazımda Gazi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kadri Yamaç’ın adının YÖK tarafından Çankaya’ya "ikinci isim" olarak gönderildiğini yazmıştım. YÖK’ün listesinde Yamaç’ın adı yoktur. Düzeltiyorum.
O.E.
Yazının Devamını Oku 24 Temmuz 2008
UTANMADAN hep birlikte "Srebrenica kasabı Radovan Karadziç yakalandı" diye takkeyi göğe atıyorlar. Oysa ortada bir kaçağı yakalama yok. Ortada savaş suçlusu Karadziç’i korumaya artık son verildiğini gösteren bir ikiyüzlülük var.<br><br>Kısaca bir tiyatro oyunuyla karşı karşıyayız. Yoksa avuç içi kadar (bizim Trakya’nın topu topu üç misli) Sırbistan’da yaşayan, Dragan Dabiç adıyla "alternatif tıp" konusunda konferans veren, bir roman yayınlayan, her gün halkın içinde dolaşan, özel bir klinikte hasta tedavi eden... Üstelik parmak izi dahil her şeyi bilinen bir kişiyi 12 yılı aşkın zamandır bulamadıklarını söylemek ya bizimle alay etmektir, yahut da böyle bir Sırbistan’a "devlet" demek aptallıktır.
Topu topu 15 gün önce hükümet kuran Mirko Cvetkoviç’in "Sırbistan’ı Avrupa Birliği’ne üye yapma" konusundaki kararlılığını dikkate alırsanız Karadziç’in tam da bu konunun Avrupa Birliği liderleri arasında görüşüleceği sırada yakalanması, oyunu çok acemice oynadıklarını ortaya koyuyor.
İlginç nokta o ki Karadziç bundan tam 13 yıl önce 8 bin Müslüman yetişkin erkeği ve erkek çocuğu Birleşmiş Milletler gücü olarak orada görev yapan Hollanda askerlerinin gözü önünde öldürtünceye kadar Batı dünyası gözünde bayağı muteber bir adamdı. O kadar ki İngiltere’nin o tarihteki Dışişleri Bakanı David Owen ile ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Cyrus Vance kendisiyle görüşmekte sakınca görmemişlerdi. Oysa o tarihe kadar geçen 43 ayda Radovan Karadziç ve başında bulunduğu katiller sürüsünün komutanı Ratko Mladiç en az 150-200 bin insanın kanına girmişlerdi. Bu alçaklar sürüsü ayrıca, kurulan tecavüz evlerinde en az 20 bin Bosnalı kadının ırzına geçmişti.
Şimdi Mirko Cvedkoviç, Avrupa Birliği’nin yolunu Sırbistan’a açmaya çalışan Avrupa Birliği liderlerine jest yaptı ya... Bunu öteki cani Ratko Mladiç’in yakalanması izlerse şaşırmayın.
Bir de bu konudaki Avrupa ikiyüzlülüğüne şaşırmayın:
Yukarıda değindiğimiz gibi yüzde 95’i sivil 200 bin kişi Avrupa’nın gözü önünde eşi az görülür bir soykırıma maruz kaldığı halde dikkat ediyor musunuz, kimse "Sırplar soykırım yaptı" demiyor.
Varsa da yoksa da iki suçlu var... Biri Radovan Karadziç, öteki Ratko Mladiç!
Tıpkı İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Yahudi soykırımını sadece Adolf Hitler ile yanındaki arkadaşları ve bir de "Naziler" denen birileri yapmış da sonra tamamı yok olmuş gibi davranmalarına benziyor.
Nedense 20 sene önce meydana gelen Bosna katliamını kimse anımsamıyor.
Hani İkinci Dünya Savaşı sırasında meydana gelen Polonya katliamı, Tatar katliamı gibi olayların da -Batılı kardeşlerimizin işine gelmediği için- anımsanmaması gibi.
Neyse... Radovan Karadziç yakalandı... Uluslararası Ceza Mahkemesi yargılayacak birini daha buldu ve Avrupa Birliği liderleri memnun oldu ya... Bosna’daki 200 bin kişi ölsün gitsin. Kime ne?
Batı’nın meselesi ne odur, ne kendilerinin Afrika’da, Latin Amerika’da ve Uzakdoğu’da yaptığı soykırımlardır. Batı’nın meselesi kendi devletine karşı düşmanla işbirliği yapan Ermeniler yüzünden meydana gelen karşılıklı öldürme olayları var ya, odur! Çünkü orada tüm Türkler suçlanır.
Yazının Devamını Oku 23 Temmuz 2008
DANANIN kuyruğu ne zaman kopacak diye üniversite dünyası bir süredir bekliyordu.<br><br>Yüksek Öğretim Kurulu’nun (YÖK) yeni atanacak 21 rektörle ilgili olarak Çankaya’ya sunacağı listeyi belirlemek için yaptığı toplantıya ilişkin haberler, kuyruğun tamamen kopmasada da hayli inceldiğini düşündürüyor. Kesin bir ifade kullanmayışımız YÖK’ün yaptığı sıralama kısmen iyi, kısmen kötü gibi bir değerlendirmeye dayanmıyor. Çünkü "özgürlük" dolayısıyla "açıklık" vaadiyle göreve başlayan YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, Çankaya Köşkü’ne sunulacak "3’er aday"la ilgili sıralamanın "Bu adaylarla ilgili olarak atama süreci tamamlanıncaya kadar açıklanmayacağını" duyurdu.
O nedenle elimizde dünkü gazetelere yansımış kimi belirgin kimi net olmayan bilgiler var. O bilgilere bakınca örneğin İstanbul Teknik Üniversitesi’nin (İTÜ) rektörü iken seçimde ilk sırayı kazanan Prof. Dr. Faruk Karadoğan’ın Köşk’e gidecek listede 3’üncü sıraya konduğu anlaşılıyor.
Neden?
"Karadoğan kötü bir yönetici mi?" diye sorunca, "Hayır! İyi bir rektördür" yanıtını alıyorsunuz.
O halde üçüncü sıraya kaydırılmasındaki amaç bugünkü siyasi iktidara yakın olduğu ileri sürülen Prof. Dr. Muhammed Şahin’i oraya getirme tertibinin ilk adımı olmasın?
Süreleri dolduğu için yeniden aday olamayan Uludağ ve Dicle üniversiteleri rektörlerinin eşleri bilindiği gibi seçimde ilk sıraya gelecek oyu almışlardı. Oysa YÖK’ün Çankaya’ya gönderdiği listede bu iki hanım öğretim üyesinin ismi yer almadı.
Şimdi bu kararı nasıl yorumlayacağız?
Türkiye öyle bir ülkedir ki, orada "Dağdaki çobanla benim oyum aynı mı olacak?" diyen bir manken hanım demokrasi adına -bizce haklı olarak- eleştirilir ama "üniversite öğretim üyelerinin yaptığı seçim hiçe sayılınca kimsenin sesi çıkmaz" mı diyeceğiz?
YÖK’ün düzenlediği listenin Gazi Üniversitesi ile ilgili kısmı da öyle...
Bir önceki dönemde rektörlük için en çok oyu alan Prof. Dr. Rıza Ayhan’ın yerine ikinci sıradaki Prof. Dr. Kadri Yamaç atanmıştı. Şimdi o olayın tam tersi yaşanıyor. Bu defa oylamada Yamaç birinci, Ayhan ikinciydi. Ama YÖK listeyi değiştirdi, Ayhan’ı birinci sıraya, Yamaç’ı ikinciye koydu. Oysa Ayhan seçime girerken, "Öğretim üyelerinin iradesinin korunması, kendi onurumun, öğretim üyelerinin onurunun korunması, üniversiteyi üniversite yapan değerlerin korunması, üniversite öğretim üyelerinin yok sayılmasına karşı tepkimizi ifade edebilmek için aday oldum" demişti.
Şimdi aynı sözleri söyleme sırası Kadri Yamaç’a mı geldi?
YÖK’ün bu rektör adayı sıralamasıyla aslında "liyakatli rektör" atamaktan çok "türbana izin verecek rektör" arayışı içinde olacağı zaten düşünülüyordu.
Anlaşılan o ki, Atatürk Üniversitesi, İnönü Üniversitesi, Cumhuriyet Üniversitesi yönünden planın ilk adımı gerçekleşmiş görünüyor. Eğer bilgi yanlış değilse Ondokuz Mayıs Üniversitesi de topun ucunda. Ötekileri henüz bilemiyoruz.
Dicle Üniversitesi’nde de "kurtarılmış bölge" sorunu yaşanıyor.
Bakalım "laik cumhuriyeti korumaya" yemin eden Cumhurbaşkanı Abdullah Gül kimi koruyacak?
Yazının Devamını Oku