9 Ağustos 2008
İNSAN bazen "nasıl olsa tekzip edilir" dediği haberler okuyor. Sonra bakıyorsunuz ki, haberin doğruluğu bir yana, üstelik eksikleri de varmış.
AKP Genel Başkan Yardımcısı ve İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Edibe Sözen Hanım da bizim öyle beklememize sebep oldu.
Edibe Sözen Hanım bir yasa önerisi hazırlamış.
Öneri de ne öneri?
Hani hepimizin içinde uyuyan bir "faşist" çekirdek vardır ya... Koşullar müsait olunca ortaya çıkıp tüm çirkinliğiyle kendini gösterir. Sayın Sözen’inki de fırsatı bulunca tüm memleketi, Süleymancıların "Kurs ve Mektep Talebelerine Yardım Derneği Yurdu"na çevirmeye kalkmış.
Hemen belirtelim:
Önerinin "16 yaşını doldurmamış çocukların saat 22.00 ile 05.00 arasında disko, taverna, müzikhol ve saz evi gibi yerlere alınmamasını" öngören hükmüne, çocukların tek başlarına otelde kalmalarına izin verilmemesine karşı değiliz. Belki 16 yaşından küçüklerin sadece "internet kafe"lerine değil, mahalle kahvehanelerine girmelerine de yasak konabilir.
Ama hanımefendiye sorarsanız, bir çocuk veya genç örneğin saat 21.00’de otel, diskotek, müzikhol, lokanta vb. yerlere, yanında velisi yoksa giremeyecekmiş. Örneğin amcasıyla, dayısıyla giden genç kapıda kalacakmış. Zaten velisiyle giderse de saat 24.00’te orayı terk edecekmiş.
Önerinin daha parlak (!) tarafları var:
Hanımefendiye göre "Devlet, gençlerin sağlıklı ve dengeli gelişimi için, her seviyedeki okulda (örneğin ilköğretim okullarında, liselerde, meslek okullarında) her dine mensup öğrenciler için ibadethane alanı kurmakla yükümlü" olacakmış.
Görüyor musunuz "laik Cumhuriyet’i korumaya" yemin eden milletvekili hanımefendinin buluşunu?
Türkiye’de yaklaşık 70 bin okul mu var? Bunların her birinde mescit, şapel (küçük kilise), sinagog dahil en az 220 bin adet "ibadethane yeri" yapılmasını istiyor.
Önerinin öteki taraflarına, yani sosyal ve kültürel açıdan yaratacağı sorunlara girmiyoruz.
Peki ya, "müstehcen" denen "porno" yayınlarıyla ilgili önerisi?
Yaşı 18’den yukarı bir insan yasal izinle açılmış "sex-shop"a girip de bir dergi yahut kaset vb. bir şeyi satın almak isterse, satıcıya "vatandaşlık numarasını" vermekle kalmayacak bir de o şeyi aldığına dair imza atacakmış. Sonra o numaralar dükkán sahibi tarafından "Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü"ne rapor edilecekmiş.
Bu çağda "faşizan" bir öneri nasıl olabilir diye sorulsa, bundan daha iyi bir örnek bulmak sanırız çok zor olur.
Ama Sayın Sözen yine de insaflı davranmış. Aksi halde "evlenme cüzdanı" ile "ikametgáh ilmühaberi" getirilmesini de isteyebilirdi.
Üstelik bu, her şeyi "Avrupa Birliği" kuralları ile uyumlu hale getirme iddiasında olan ve "özgürlükçü"lüğü kimseye bırakmayan Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarına daha çok yakışırdı.
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2008
TUHAF olayların artık olağanlaştığı bir ülke olduk. O yüzden, "olağan"lar giderek bize tuhaf gelirse galiba şaşırmayacağız. Örneğin Cumhurbaşkanlığı tutuyor, "Genelkurmay Başkanı’na emeklilik döneminde kullanılmak üzere yurtdışından 1 milyon YTL değerinde bir zırhlı araba alındığı" iddialarını yalanlayıveriyor.
"(...)(konulu) iddia gerçeği yansıtmadığı gibi emekli olan bir Genelkurmay Başkanına olağanüstü boyutlara ulaşan bir fiyatla özel bir aracın alındığı iddiası da iftiradır."
Bizim (...) ile geçiştirdiğimiz kısım, son Yüksek Askeri Şûra’dan (YAŞ) "irticai hareketleri" nedeniyle hiçbir subay ve astsubayın ihraç edilmeyişinin CHP tarafından eleştirilmesine ilişkin.
İyi de her YAŞ’tan "Şu kadar subayla şu kadar astsubay -sözde- disiplinsizlik nedeniyle meslekten ihraç edilmiştir" diye bir karar çıkması zorunludur diye bir şey mi var?
Bildiğimize göre daha önce yani 1996’da da böyle "kimsenin ordudan atılmadığı" YAŞ toplantısı yapılmıştı. Bunu da dikkate alınca şimdi, "Demek ki Silahlı Kuvvetlerin Komuta kademesi -pratikte bu Genelkurmay Başkanı Büyükanıt anlamına gelir- irticai eylemleri koruyan hükümetle uyum içine girdi" demeye kimin hakkı var?
Ya "İrticai eylemleri nedeniyle ihraç edilecek" hiçbir subay ve astsubay gerçekten yoksa?
Bu durumda CHP dahil hepimizin sevinmesi gerekmez mi?
Tabii bu noktada Genelkurmay Başkanlığı’nın da kusurunu açıkça ifade etmek lazım:
En ufak nedenlerle hatta "Genelkurmay Başkanının eşi hanımefendinin aşırı masrafı seven bir kişi olduğuna ilişkin bir rapordan" söz eden bir haberi tekzip için resmi açıklama yayınlayan bir kurumdan, "YAŞ’ın bu toplantısında hakkında disiplinsizlik (!?) nedeniyle ihraç kararı verilmesini gerektiren hiçbir subay ve astsubayımızın bulunmadığı memnuniyetle kamuoyuna duyurulur" gibisinden bir açıklama çıksa fena mı olurdu?
Yeri gelmişken tekrar vurgulayalım:
Bu ülkede Cumhurbaşkanlığından en uç noktadaki kamu kurumuna kadar hiçbir kurum -belki de en başta Türk Silahlı Kuvvetleri- ne "halkla ilişkiler" kavramını bilir ne de basınla ilişkilerini medeni bir şekilde düzenleme becerisine sahiptir.
Bu dangıl-dungulluk, bu ilkellik sürer gider.
Açıklama yaptıkları zaman, onun nasıl algılanacağını değil, kendilerinin ne dediğini düşünürler. O zaman da Cumhurbaşkanlığı’nın, "Genelkurmay Başkanı’na araba alındığı iddiası iftiradır" açıklamasını yayınlayan gazetelerde, o arabanın fotoğrafları yer alır.
Öte yanda anamuhalefet partisi de dünyada eşi görülmemiş bir görüş ortada atar:
"Genelkurmay Başkanlığı’nın hükümetle arasının iyi olmasını" eleştirir.
Ne olsaydı? Birbirlerine silah mı çekselerdi?
Galiba her şey şirazesinden çıktı da biz hálá normal bir ortamda yaşıyormuş gibi değerlendirme yapıyoruz.
Bu da bizim tuhaflığımız olsa gerek.
Yazının Devamını Oku 7 Ağustos 2008
ÜNİVERSİTELER her ülkede önemli, ama bizde galiba ötekilerden de önemlidir. Çünkü bizdeki üniversitelerin görevi, başka pek çok ülke gibi mevcut anayasal rejim içinde ülkeyi daha iyi günlere götürecek gençler yetiştirmekten ibaret değildir.
Bizde üniversitelerin ek -hatta temel- bir görevi daha var:
"Anayasal rejimi koruyacak gençler yetiştirmek."
Yıllardır o yüzden "üniversite rektörü kim olacak?" sorusu büyük bir ilgi çekiyor. Çünkü üniversite rektörleri, yürürlükteki 2547 sayılı yasanın verdiği geniş yetki nedeniyle üniversitenin kimliğini tersyüz edebiliyor:
Daha önce Van’daki "Yüzüncü Yıl", Urfa’daki "Harran", Elazığ’daki "Fırat", Erzurum’daki "Atatürk", Sakarya’daki "Sakarya", Isparta’daki "Süleyman Demirel" üniversitelerinde görüldüğü gibi "laik Cumhuriyet karşıtı öğretim üyelerinin yuvalanıp örgütlenmiş şekilde tüm üniversiteyi ele geçirme" planlarını uyguladıkları birer platforma dönüşebiliyor.
Geriye doğru bakınca Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı ve Süleyman Demirel’in son başbakanlığı dönemlerinde üniversitelerin bu açıdan büyük yara aldığı bir gerçektir.
Neyse ki Süleyman Demirel’in ve Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanlığı dönemlerinde göreve getirilen rektörlerin, YÖK yasasının 4’üncü maddesinin emrettiği şekilde "Atatürk inkılapları ve ilkeleri doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı gençler yetiştireceği" belli öğretim üyeleri arasından seçilmesine özen gösterildi.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün rektör atama yetkisini nasıl kullanacağı o nedenle merakla beklenmekteydi.
Belirtelim ki Sayın Gül bu açıdan iyi bir puan alamadı. Nitekim Gül’ün tayinleri İstanbul Teknik Üniversitesi’nde 11’i profesör olmak üzere 12; Gazi Üniversitesi’nde 3 ve Dokuz Eylül Üniversitesi’nde 1 öğretim üyesinin protesto amacıyla istifa etmelerine yol açtı.
Nitekim ki Sayın Cumhurbaşkanı’nın, örneğin Sivas’taki Cumhuriyet Üniversitesi’nin Rektörü iken tekrar aday olarak meslektaşlarından en yüksek oyu alan Prof. Dr. Mehmet Bakır’ı, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın eski müsteşarının "intihal" yaptığına ilişkin iddiaları soruşturduğu için; Akdeniz Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Akaydın’ı "türban" konusundaki kararlı tutum ve beyanları nedeniyle rektörlüğe tayin etmediği anlaşılmaktadır.
Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nde en çok oy alan ve Atatürkçü kimliğiyle Prof. Dr. Murat Aydın’ın değil de daha önce Refah Partisi’nden, son seçimde de Adalet ve Kalkınma Partisi’nden milletvekili olmaya soyunan Prof. Dr. Hüseyin Akan’ı; Dokuz Eylül Üniversitesi’nde hem arkadaşlarından en fazla oy alan hem de Çankaya Köşkü’ne YÖK tarafından sunulan listedeki birinci isim olan Prof. Dr. Sedef Gidener’i değil de -eski Rektör Emin Alıcı’nın verdiği bilgiye göre- "kardeşinin AKP ilçe başkanı olması"ndan başka bir özelliği bulunmayan Prof. Dr. Mehmet Füzün’ü; Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Adalet ve Kalkınma Partisi’ne "yakın" olduğu ileri sürülen Prof. Dr. İsmail Yüksek’i rektör tayin etmesi Cumhurbaşkanı’nın puanını düşüren örneklerdir.
Daha önce de yazdık. Cumhurbaşkanı ettiği yeminle bağlıdır. Ama bu sözde değil, özde bağlılık olursa anlam ifade eder.
Yazının Devamını Oku 6 Ağustos 2008
YANAN her ağaç, iyi bir "ormancı" yani orman mühendisleri başta olmak üzere o idareye bağlı insanlar için bir evlat kaybetmek gibidir. İyi olmayan ormancı zaten ağaç düşmanı aşağılık bir mahluktur.
Son orman yangınları "iyi" ormancılarla "kötü"lerini ayırdı.
İyiler -gelen haberlere göre- Manavgat-Serik ormanları alev alev kavrulurken canları pahasına mücadele verdiler.
Kötüler, -yine haberlere göre- yanı başlarındaki köyler yangın tehdidi altındayken karpuz yiyip keyiflerine baktılar.
Sonuç olarak en az 4 bin 500 hektar büyüklüğünde yeşilimiz 6 gün içinde kül olup gitti.
Şimdi yetkililerin değerlendirmelerini okuyoruz:
Orman ve Çevre Bakanı’nın yangın söndürme amacıyla 300 milyon dolar yatırım yaparak her biri yaklaşık 30 milyon dolar değerinde 8-10 uçaklı bir filo kuracaklarını açıkladığı bildiriliyor.
Orman Genel Müdür Yardımcısı Mustafa Kurtulmuşlu ise yangının bölgeye atom bombası atılmış gibi zarar verdiğini, ekosistemi bozduğunu belirtmiş.
Ancak Kurtulmuşlu orada kalmamış. Yangının, bitki örtüsünün kaybına neden olduğunu, orman yolları ve köprüler gibi altyapıya zarar verdiğini ve bölgenin ağaçlandırılması için çok ciddi ekonomik kayıp olduğunu belirttikten sonra;
"Yangının bir tek iyi tarafı, bu ormanlarda kene kalmadı. 1940 ve 1950’li yıllarda bölgede çıkan bazı büyük yangınların kenelerden kurtulmak isteyen köylüler tarafından çıkarıldığı anlaşılıyor" demiş.
İnsanın aklına Osmanlı döneminin "Ah şu mektepler olmasa Maarif Nazırlığı kolay yapılırdı" diyen sözde devlet adamı geliyor.
İsterseniz o Maarif Nazırı’ndan çok, meşhur Karadeniz fıkrasındakine benzetin:
Hani, bir türlü yakalayamadığı sinek bir yakınının alnına konunca çekip tabancayla sineğe nişan alan ve hem sineği hem de yakınını öldüren Karadenizlinin, "Bir senden bir benden" diyerek ödeşmesi hikáyesi var ya ona...
Sayın Genel Müdür Yardımcısı’nın atladığı bir nokta daha var:
Nasıl AIDS hastalığı 1980’den önce bilinmiyor idiyse "kene"nin sebep olduğu "Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi" denen hastalık da en azından Türkiye’de 2002 yılından önce bilinmiyordu. İlk olarak 1944-45 yıllarında Kırım’da karşılaşılmış, daha sonra 1960’lı yıllarda Kongo’da görülmüştü.
O nedenle Türkiye’de büyük orman yangınlarının yaşandığı 1944-45 yıllarında halkımızın "kene öldürmek" amacıyla orman yaktığını söylemek doğrusu hayli yersiz görünmektedir.
Tamam kırsal alandaki halkımız hem o yıllarda hem de özellikle 1950’li yıllarda bilerek hayli orman yakmıştır. Ama onların nedeni "Bize oy verir de partimizi iktidara getirirseniz, ormandan açacağınız alanı devlet size tarla olarak bırakacak" diyerek oy isteyen alçak siyaset adamlarıdır.
Zaten 1961 Anayasası’nın 131’inci maddesine "Orman suçları için genel af çıkarılamaz; ormanların tahribine yol açacak hiçbir siyasi propaganda yapılamaz" diye hüküm konulmasının nedeni de budur.
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2008
TÜRKİYE’nin ciğerini bu defa Antalya’da dağladılar. Gazetelerde yayınlanan rakamlara göre 31 Temmuz günü çıkan orman yangınında binlerce hektarlık alandaki ağaçlar kül oldu. Sadece ağaçlar değil, böceğiyle, bitkisiyle, karıncasından tavşanına kadar orada doğmuş tüm hayatlar söndü.
Sebebini henüz bilmiyoruz.
Bir yıldırım düşmesi de olabilir, bir alçağın sabotajı da... İki ayaklı bir hayvanın attığı izmarit de buna yol açabilir, kırılmış bir şişe dibinin mercek görevi yaparak ateşlediği kuru otlar da...
İster o ister öteki... Sonuçta -bizim Ekonomi servisindeki arkadaşların hesabına göre- en az 1 milyar YTL değerinde maddi zarara uğradık. Sayıca 10 milyon ağacımız kül oldu. Bunların 2 milyon 500 bin kadarı, her biri ortalama 400 YTL değerindeki Kızılçam idi.
Zararın maddi bölümü öyle veya böyle telafi edilebilir. Asıl, o yöredeki "hayat" bitti.
Taa ki tabiat kendini yenileyip de böcekleriyle, kelebekleriyle, yılanıyla, kuşuyla, otuyla, bitiyle avdet edene kadar...
Bizim anlayamadığımız bir şey var:
Özellikle Akdeniz ve Ege bölgesindeki ormanlarımızın her yılın yaz aylarında büyük bir yangın tehlikesiyle karşı karşıya olduğu bilinir.
Sadece maddi açıdan bakacak olsak, bu yangınlar yüzünden her yıl en az 1 milyar ABD doları tutarında zarara uğradığımız da bellidir.
O halde bu zararı asgari düzeye indirmek için gerekli yatırımı neden yapmayız?
Veya bugüne kadar yaptığımız yatırımların yetersiz olduğu ortada olduğuna göre neden ek yatırım ve önlemlerle soruna etkili bir çare bulmayız?
Öyle ya... Dört yılda kabaca 5 milyar dolar zarar edeceksek, bu işe 500 milyon dolar yatırmak akıllıca olmaz mı?
Neler yapılabilir?
Öncelikle "yangın ihbar sistemi"ni olabilecek en etkili noktaya çıkarmak gerekir. Özellikle cep telefonunun bu kadar yaygın olduğu Türkiye’de orman yangını nerede çıkarsa çıksın ilk 5 yahut 10 dakika içinde 177 No’lu yangın ihbar merkezine bilgi gelmesinden kolay bir şey olmamak gerek.
Acaba Orman İdaresi bu numarayı herkesin hafızasına yerleştirecek kadar tanıtmadı mı?
Sadece numarayı ezberletmek hiçbir şey çözmez. Asıl önemlisi halka, yangın çıkaran yanlışları yapmamayı öğretmektir. Bu okulda, evde, TV’de, her yerde, her an karşımıza çıkan yoğun ve sürekli propaganda kampanyasıyla alınabilecek bir sonuçtur. Yılda birkaç kez yapılan uyarıyla değil.
Üçüncüsü, Orman İdaresi’nin, orman yangınlarını söndürecek personeli sayıca ve eğitim yönünden yeterli mi?
Yetkililerin "yeterli" demesi yetmez. Bunlar o konuda gelişmiş ülkelerdeki personelin eğitim düzeyine çıkarılmadıkça amaca ulaşılmış sayılmaz.
Yangına duyarlı bölgelerdeki sivil halktan iyi eğitim verilmiş "gönüllü" birlikleri kurulmadıkça ve onlar zaman zaman tatbikat yapılıp gereğinde devreye sokulmadıkça yine yetmez.
Geriye teknolojiyi devreye sokmak, onun altyapısını hazırlamak kalır.
Tabii sorumlulara zahmet olmazsa!
Yazının Devamını Oku 3 Ağustos 2008
ANADOLU’nun çok az ilçesi müstesna, hangisine giderseniz gidin onları yani üzerlerinde "Kurs ve Okul Talebelerine Yardım Derneği" tabelası bulunan binaları görür ve uzaktan bile tanırsınız.<br><br>Onlar Süleymancılar diye bilinen dini cemaat tarafından yaptırılan gizli -yani kaçak- Kuran Kursları’dır. Önceki gün Konya’nın Taşkent ilçesine bağlı Balcılar beldesinde, bir infilak sonucu çökerek 17’si masum kız çocuğu olmak üzere 18 cana mal olan sözde "yurt" onlardan biriydi.
Onlar çoğu kez şehrin dışındaki boş bir arazide -gözden uzak bir yerde- yapılmış binalardır. Yatılıdırlar. Kağıt üstündeki amaçları ortaöğretim çağına gelmiş yoksul yavrulara okuma olanağı vermektir.
Görüntüde yörenin bazı hayırseverleri tarafından kurulmuşlardır.
Ama asıl amaç, çocukları anti-laik bilgi ve telkinlerle yetiştirmektir.
Nasıl Fethullah Gülen cemaati, kendileri tarafından kurulmuş "özel okullar" ve "dershane"ler aracılığıyla taraftar sayısını artırmaya çalışıyorsa Süleymancılar da bu yurtları aynı amaçla kullanmaktadırlar.
Kısaca Türkiye cemaatler tarafından parsellenmiş durumdadır.
Bütün bunlar 4 Mart 1924 tarihinde yürürlüğe giren Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) yasası nedeniyle ülkedeki -üniversite öncesi- tüm eğitim kurumlarına egemen olan Milli Eğitim Bakanlığı’nın gözleri önünde, daha da vahimi bu bakanlığın koruması altında yapılmaktadır.
Bu yurtları ve onlar gibi Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bilgisi ve denetimi dışında açılmış -muhtemelen- on binlerce Kuran Kursu’nu sadece Milli Eğitim Bakanlığı değil, onların bulunduğu yerdeki Müftüler, Milli Eğitim Müdürleri, Emniyet Müdürleri, Kaymakamlar ve Valiler de korumaktadırlar.
Bu dediklerimizin tipik bir kanıtı, CHP Sinop milletvekili Engin Altay’ın yönelttiği bir yazılı soru önergesini yanıtlayan Milli (dini) Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik tarafından Kasım 2007’de verildi:
Milletvekili, önceki gün Balcılar’da 18 cana mezar olan yurt gibi yurtların "yeterince denetlenip denetlenmediklerini" ve bunların "cemaatlerle doğrudan bağları olup olmadığını" sormuştu. Bakan Hüseyin Çelik, tüm ülkede ortaöğretim öğrencilerine hizmet veren 1882 adet "ortaöğretim yurdu" bulunduğunu ifade etti ama inanılmaz bir pişkinlikle, herkesin haberdar olduğu "cemaat yurtları" konusunda, "bakanlığımıza intikal etmiş herhangi bir bilgi bulunmamaktadır" dedi.
Tüm çocukları emanet ettiğimiz Milli Eğitim Bakanı eğer cemaat yurtları hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığını söyleyebiliyorsa o ya işini yapmıyor yahut bu ülkenin evlatlarını bile bile cemaatlere terk ediyor demektir.
O zaman kimse Diyanet İşleri Başkanlığı’na, "Balcılar’da infilak eden binayı neden denetlemediniz?" diyemez. Çünkü o Diyanet yönünden "öğrenci yurdu"dur. Öğrenci yurdu da Milli Eğitim Bakanlığı’nın sorumluluğunda bir konudur.
Keza kimse oradaki müftüye, milli eğitim müdürüne hatta Kaymakam ve Vali’ye "Bu binayı neden denetlemediniz? Neden izin almadan burada kız çocuklarının yatırılmasına ve kaçak Kuran Kursu görmelerine ses çıkarmadınız?" diyemez. Çünkü balığın koktuğu yer orası değil Ankara’dır.
Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2008
ANAYASA Mahkemesi’nin Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hakkında verdiği kararı yorumlayan AKP ileri gelenlerinin -özellikle de Dengir Mir Mehmet Fırat’ın- sözlerini okuyunca aklımıza meşhur Psikiyatri Profesörü Mazhar Osman Uzman’ın bir hikáyesi geldi. Önce Sayın Fırat’ın sözlerini aktaralım: Bu zata ve bazı arkadaşlarına göre "AKP anti laik eylemlerin odağı değil"miş. Dahası AKP, "Cumhuriyetin temel ilkelerini savunan" bir partiymiş.
Hoş bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan da partisinin "Hiçbir zaman laikliğe karşı eylemlerin odağı olmadığını" ilan etmedi mi?
Mazhar Osman’a bir gün bir arkadaşı, "Yahu Hocam" demiş, "bir dostum var. Geçenlerde senden laf açılınca bana, ’Git söyle o Mazhar Osman’a! O delinin tekidir’ dedi" demiş.
Mazhar Osman arkadaşına:
"Bak" demiş, "o dostuna benim selamımı söyle. Onun bana ’deli’ demesinde sakınca yok. Ama ben ona ’deli’ dersem anlar kimin ’deli’ olduğunu."
* * *
Konunun kendisine gelince... Anayasa Mahkemesi kararını verdi ama doğrusunu isterseniz kararın kafa karıştıran tarafları henüz aydınlanmadı.
Hatta kararın sadece içeriği değil, kamuoyuna sunum şekli de hayli tuhaf idi.
Sunum şekli bir mahkeme kararını tefhim etme (taraflara sözle bildirme) değil, kamuoyuna sözle bilgi verme türünden idi. Ortada Yüksek Mahkeme tarafından alınmış ve altı imzalanmış bir "karar sonuç metni" yoktu. Olsaydı Başkan Haşim Kılıç onu önce okur sonra da basına dağıtırdı.
Demek ki kamuoyuna yarın öyle miydi, böyle miydi denecek bir karar sunulmuş oldu. Nitekim Kılıç’ın açıklamasında "AKP’ye yapılan Hazine Yardımı’nın yarısının geri alınmasından" söz edildi.
Ama "Hazine yardımının ne kadarının geri alınmasına karar verildiği" kimse tarafından açıklanmadı. Kılıç da bir şey söylemedi.
Buna rağmen Başkan Kılıç’ın 30 Temmuz günü basına yaptığı açıklamanın metnini Anayasa Mahkemesi’nin resmi web sitesinde aradık. Oraya koymamışlar. Bu yüzden "Acaba biz mi yanılıyoruz?" sorusunu da yanıtlayamadık. Ama kimler ne zaman ve nasıl tayin ettiyse, "AKP’den 22 milyon 800 bin YTL’nin geri istendiği" gazetelerde yazıldı.
"Hazine Yardımı"nın ne kadarının kesileceğine ilişkin resmen bir bildirim olmadığı halde birileri Siyasi Partiler Yasası’nın 101’nci maddesinin "c" fıkrasına eklenen bir fıkranın bu miktarı belirleme olanağı verdiğini ileri sürüyor. Oysa o fıkradaki bazı ibareler Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildiği için fıkranın metninde aynen şöyle deniyor:
"Anayasa Mahkemesi, yukarıdaki fıkranın (a) ve (b) bentlerinde sayılan hallerde temelli kapatma yerine, dava konusu fiillerin ağırlığına göre ilgili siyasi partinin almakta olduğu son yıllık devlet yardımı miktarının (...) (...) kısmen veya tamamen yoksun bırakılmasına, yardımın tamamı ödenmişse aynı miktarın Hazine’ye iadesine karar verebilir."
Gördüğünüz gibi ne burada bir ölçü var ne de ortada bilinen bir karar var. Ama belirgin bir labulalilik (ciddiyetsizlik) var!
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2008
BU sütunun başına önceki akşam bir "iş kazası" geldi. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) kapatılması istemiyle açılan davaya ilişkin Anayasa Mahkemesi kararı açıklanınca, "Kararı okumak" başlıklı bir yazı kaleme almıştık. Ancak o yazı kendi iş dünyamızdaki bir "iletişim" kopukluğu nedeniyle yayımlanmadı.
Sonuç olarak burada, günün erken saatlerinde kaleme aldığımız yazı çıktı.
Gazeteciliğin çok kısa zamana çok iş sığdırmaya zorlayan yapısı böyle kazalara yol açabiliyor. Bağışlayın lütfen. Bağışlayın ama bizim "Karar"la ilgili düşüncelerimizi söylemekten vazgeçeceğimizi de zannetmeyin:
Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi hem "laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline gelmiş bir parti" olarak gördüğünü 1’e karşı 10 oyla karara bağlayıp hem de kusurunun "kapatılmasını gerektirecek kadar ağır" sayılmadığını hükme bağlaması bu partinin bundan sonraki politikalarını istese de istemese de etkiler ama sonuç değişir mi pek emin değiliz.
Ne demek istediğimizi daha açık yazalım:
Bilindiği gibi AKP’nin lideri Tayyip Erdoğan önceki akşam Mahkeme’nin kararına açıkça meydan okudu. Yargılama sonunda 1’e karşı 10 oyla şekillenmiş hükmü yok saydı. (Bugüne kadar) "Hiçbir zaman laikliğe karşı eylemlerin odağı olmayan AKP bundan sonra da Cumhuriyetimizin temel değerlerine sahip çıkmaya devam edecektir" dedi.
Oysa onun "hiçbir zaman yapmadık" dediği eylemlerle ilgili değerlendirmeyi kamuoyuna açıklayan -ve yargılamada AKP lehine oy kullanan- Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç bile sadece üç saat önce, "Mahkeme kararının AKP için çok ciddi bir ihtar anlamına geldiğini" söylemişti.
Ortada "ihlal" yok idiyse Yüksek Mahkeme üyeleri kendi rüyalarında gördüklerini mi karara bağladılar?
Demek ki ortada Başbakan’la ilgili ciddi bir "algılama" sorunu var. Ya Sayın Başbakan bir hukuk devletinin başbakanı olduğunu göz önünde tutarak, "Mahkeme kararının gereklerini yerine getireceğiz" diyecek ve dediğini gerçekten yapacak, yahut da "Bugüne kadar biz laikliğe aykırı bir eylem yapmadık ki tavrımızı değiştirelim" çizgisinde ısrar ederek, partisini yeni bir "kapatma" davasına doğru sürükleyecektir.
Belirtelim ki, ikinci bir dava açılırsa AKP’yi "en az 7 oy" barajı da kurtaramaz.
Tahminimize gelince... Biz bugüne kadar Sayın Tayyip Erdoğan’ın ne değiştiğine inandık ne de bundan sonra değişeceğine inanırız. Eğer bu değerlendirmemiz hatalı olsaydı zaten "kapatma" davası açılmazdı.
Dahası... Sayın Başbakan konuyla ilgili basın açıklamasında örneğin "Mahkemenin kararını adil bulmuyoruz ama yüksek mahkemenin kararına saygılıyız. O kararın gereğini yerine getirmek, hukuk devleti anlayışımızın da gereğidir" gibi bir şey söylerdi. Oysa söylemedi.
Bunlardan vardığımız nokta şudur:
Sayın Erdoğan bu karar ardından tekrar "yeni bir sayfa" açmaktan söz edebilir. Hatta orada burada -örneğin kabinede- kozmetik bazı değişiklikler yapabilir. Ama o tutumunun ömrü uzun olmaz. Birkaç ay sonra her şey 6 senedir gördüğümüz noktaya döner ve bu film tekrar vizyona girer.
Yazının Devamını Oku