Oktay Ekşi

Yargısız infazcılar

12 Temmuz 2008
İNSAN eskiden yaşadıklarıyla bugün karşılaştıklarını yan yana koyunca bazen ne diyeceğini tayin edemiyor. İsterseniz önce eskisinden başlayalım:

Rahmetli Müfit Duru’nun ismini, bu satırları okuyanların yüzde 95’i anımsamaz bile.

O 1950’li yılların tanınmış gazetecilerinden biriydi. Muhafazakár eğilimliydi.

Muhalefeti tuttuğu için de iktidarın sevmediği gazetecilerdendi. Nitekim bir sebep bulup hakkında dava açıp mahkûm ettiler. Dava Yargıtay’a gitti. Oradan sonuç beklenirken Adnan Menderes bir yurt gezisinde Müfit Duru hakkındaki kararın Yargıtayca onaylandığını açıkladı.

Ve kıyamet koptu:

İsmet Paşa, Başbakan Adnan Menderes’in Yargıtay’daki bir davanın sonucunu ilgiliye tebliğ edilmeden önce hangi hak ve yetkiyle öğrendiğini ve bunu açıklayacak kadar pervasız olduğunu sordu.

Muhalefete göre Menderes’in sözleri yürütmenin yargı ile iç içe olduğunu gösteriyordu. Böyle bir ortamda kimse yargıya güvenemezdi.

Şimdi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, "Ergenekon soruşturmasını dikkatle takip ediyoruz" dediği bir Türkiye’de yaşıyoruz.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, "Ergenekon soruşturması konusunda yargı ile yakın işbirliği içindeyiz" dediğini ve "sonuna kadar gidileceğine" ilişkin sözlerini kaçıncı defa duyduk.

Sonuna kadar elbet gidilsin. Ama bundan hükümete ne?

Dün Radikal Gazetesi Ankara Temsilcisi Murat Yetkin ile Milliyet Temsilcisi Fikret Bila’nın CNN Türk’teki "Ankara Kulisi" isimli programına katılan Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu da aynı konuya değindi.

Gerçekten Başbakan Erdoğan’ın "Biz bunu (Ergenekon’u) biliyorduk. Emniyet yolu ile bu işi soruşturmaya başladık. İşin belirli bir bölümünde savcılığa devrettik" dediğini de anımsarsanız, olayın daha baştan çarpık bir yaklaşımla ele alındığı ortaya çıkar. Nitekim Kanadoğlu da;

"Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’na göre, soruşturma sadece ve sadece Cumhuriyet Savcısı tarafından sürdürülür. Polisin görevi savcının talimatlarını yerine getirmektir. Herhangi bir şekilde bir suçun işlendiğini öğrendiği zaman doğrudan Cumhuriyet Savcısı’nı haberdar eder. Başbakan olarak ’Bu işe ben emniyet ile başladım. Belirli bir evreye geldiği zaman bunu savcılığa verdik’ diyorsunuz. Bununla da kalmıyorsunuz. Yürütme ve yargının işbirliği ile bu işi yaptığını ve büyük bir başarı sağladığını söyleyerek hem yargıyı hem de yürütmeyi kutluyorsunuz. Böyle bir şey olamaz. Çünkü yürütme bir adli soruşturmada yargının emrindedir. Mademki bir suçu biliyorsunuz, derhal yargıya bildirmelisiniz. Bu, soruşturmayı daha baştan sakatlayan bir durumdur. O soruşturmanın inanılırlığını ve güvenilirliğini sakatlayan bir durum" dedi.

Yasal kural bu. Hukukun sağlıkla işlemesinin temel koşulu bu. Ama ötede henüz yazılması bitmemiş iddianamede "karşımızda silaha ve teröre uzak durmayan bir çete bulacağımızı" yazan gazeteciler var. Henüz kimse resmen suçlanmadığı halde Avrupa Parlamentosu üyesi Cem Özdemir gibi, zanlıları idam sehpasına göndermeye kalkanlar var.

Fazla ayıp olmuyor mu?
Yazının Devamını Oku

Tablo

11 Temmuz 2008
BİRİMİZ doğru yapıyoruz ama hangimiz, o tartışmalı... Birimiz derken aylardan beri "Ergenekon" tamtamları çalarak gözlerine kestirdikleri herkesi ya "darbeci" yahut "darbe destekleyicisi" olarak ilan edenlerle; Ergenekon dahil "yargıya intikal etmiş konularda yazı yazmamaya" dikkat edenleri kastediyoruz.

Baştan belirtelim:

Eğer "Ergenekon" sanıkları arasında meşru hükümeti darbe yoluyla devirmeye kalkan yani suç işleyen varsa, elbet cezalandırmalıdır. Çünkü hem demokrasinin, hem hukuk devletinin hem de ülkemizi çağdaş dünyanın bir parçası olarak yaşatmanın temel koşulu budur.

Hürriyet’in 60 yılı bulan geçmişinde, bu temel inancımıza aykırı tek satır yoktur.

O nedenle burada yargı sürecini etkileyecek yayın yapılmaz. Çünkü hukuka saygı onu gerektirir.

Yazının Devamını Oku

Terörle yaşamak

10 Temmuz 2008
İSTANBUL’daki ABD Konsolosluğu’na dün saldıranlar herkesin söylediği gibi "El Kaide" uzantısı birer meczup mu yoksa masum insanları öldürmekte sakınca görmeyen başka bir şer çetesinin aramıza saldığı katiller mi henüz belli değil.<br><br>Ama neticede farkları olmadığı belli. Belli olan bir başka şey daha var:

İnsan gibi iki ayak üstünde yürüdükleri, insan gibi oturup kalktıkları, insan görüntüsüne sahip oldukları ama insanlıkla hiç ama hiç ilişkilerinin bulunmadığı...

Bunlar "din" uğruna kan dökerler. Bunu yaparken sadece ellerini değil dini de kirletirler. Ama yine de kendilerini temiz sanırlar.

Sonra da uğruna kan döktükleri dinin herkesten "sevgi ve hoşgörü" istediğini savunurlar.

Tıpkı kadınları bir yandan ezip öte yandan baştacı ettiklerini ileri sürdükleri gibi.

Öyle yaparlar çünkü yobazlık budur.

Yobazlık aynı nedenle insanlığın en büyük baş belasıdır.

Yukarıda dediğimiz gibi dünkü saldırıyı düzenleyenler hakkında henüz yeterince bilgimiz yok. Çok geçmeden onları da öğreniriz. Ama yukarıda söylediklerimizi o bilgilerin doğrulayacağından kuşku duymuyoruz.

Bunların Yedeksubay Teğmen Kubilay’ın Menemen’de 23 Aralık 1930 tarihinde şehit edilmesinden 30 Ocak 1990’a yani Prof. Dr. Muammer Aksoy’un alçakça katledildiği tarihe kadar -bir başka deyişle 60 yıl boyunca- bu ülkede din uğruna işlediği cinayet yoktu.

İlk defa Humeyni İranı tarafından kiralanmış çeteler eliyle başlatılan cinayetler daha sonra Hizbullah isimli cinayet şebekesiyle sürdürüldü.

O şebeke de hunhardı, acımasızdı ama düpedüz "yerli" idi.

Dış merkezli terör örgütlerinin bilinen ilk büyük eylemi 15 ve 20 Kasım 2003 tarihli Sinagog/Banka/Konsolosluk saldırılarıyla yaşandı.

Türkiye böylece El Kaide’nin eylem alanı içine girmiş oldu. Nitekim bunu izleyen yıllarda polis káh eylemden sonra káh eylemden önce yapılan birçok operasyonla El Kaide uzantılarını yakaladı. Sonuncusu 1 Nisan 2008 tarihinde olmak üzere çeşitli zamanlarda yapılan açıklamalarla "El Kaide örgütünün İstanbul’da çökertildiği" kamuoyuna duyuruldu.

Ama dünkü olayın da yüzde 95 ihtimalle El Kaide tarafından düzenlendiği tahmin edildiğine göre diyebiliriz ki "çökertilme" iddiaları gerçeklerden çok iyimserlikleri yansıtmaktadır.

Bu demektir ki teröre karşı uyanık olmaktan başka çaremiz yoktur. Onun da vatandaş yönünden yolu, en küçük bir kuşkuyu devletin güvenlik güçlerine iletmek, örneğin polis için 155, jandarma için 156 no’ya telefon etmek, devlet yönünden yolu da vatandaşın uyarılarını ciddiye almaktır.

Bizde vatandaş bu yönden iyidir. Düzelmesi gereken devletin güvenlik güçleridir.
Yazının Devamını Oku

Belaya davetiye

29 Haziran 2008
TÜRKİYE ile İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) arasında geçen ay tuhaf bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmanın onaylanmasını öngören yasa tasarısı da nedense çok hızlı bir şekilde TBMM Dışişleri Komisyonu’nda kabul edildi.<br><br>Anlaşma henüz TBMM Genel Kurulu’nda görüşülmedi. Ama hükümetin acelesinden anlaşılıyor ki yakında o da yapılacak. Peki neyi tuhaf buluyoruz ve neden rahatsızlık duyuyoruz. Anlatalım:

Önce anlaşmayı imzalayan "taraf"lar dikkati çekiyor:

İmzacılardan biri Türkiye Dışişleri Bakanı. Bu normal.

Diğeri, İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreteri. O da normal.

Üçüncü bir imza daha var... Ali Sarıkaya adında bir Türk vatandaşı. Sıfatı, "İslam Konferansı Diyalog ve İşbirliği Gençlik Forumu Başkanı" imiş.

Bir anlaşma ancak birbirini "muhatap" alanlar arasında yapılır. Türk hükümetinin muhatabı İslam Konferansı’dır. Peki ama Diyalog ve İşbirliği Gençlik Forumu’nun statüsü nedir ki onların imza attığı bir uluslararası anlaşmada imzası bulunsun!

Araştırdık. Kısaca DİGF diyeceğimiz bu örgüt, merkezi İstanbul’da bulunan "uluslararası" nitelikte bir "dernek"miş. Dernek olduğu için de İstanbul Valiliği’ne tescil edilmiş olması lazım. Ama bu yapılmış mı belli değil.

Şimdi söyleyin bakalım, bir dernek başkanının "uluslararası bir anlaşmayı" imzalaması normal mi?

Anlaşmaya göre bu "Gençlik Forumu", "İKÖ" üyesi ülkeler gençliğinin daha geniş bir işbirliği için diyalog kurmasına ve İslam Konferansı Örgütü’nün amaçlarını gerçekleştirmeye çalışacakmış. DİGF’nin gelirini de İKÖ üyesi devletler sağlayacakmış.

Biliyorsunuz "uluslararası" nitelikte başka dernekler de var. Ama bu onlardan farklı.

Bu derneğin başkanının, genel sekreterinin, başkan yardımcılarının ve uzmanlarının diplomatik dokunulmazlıkları ve ayrıcalıkları olacak. Hem de "Diplomatik İlişkiler Hakkında 18 Nisan 1961 tarihli Viyana Sözleşmesi"nin bildiğimiz diplomatlara, örneğin büyükelçilik yahut başkonsolosluk mensuplarına sağladığından daha genişi bu derneğe tanınmış.

Ne gibi, diyorsanız örnek verelim:

Viyana Sözleşmesi hiçbir ülkedeki yabancı devlet -veya uluslararası örgüt- temsilciliğinin "Herhangi bir sınırlamaya veya herhangi bir kontrol, düzenleme ve moratoryuma tabi tutulmaksızın,

a) Elinde her çeşit para bulundurmasına,

b) Fonları serbestçe getirip çıkarmasına"
izin verdiğini söylemiyor. Ama bu sözleşme DİGF’ye bu hakkı tanıyor.

Üstelik Anayasamız dahil, kendi yasalarımızın da hiçe sayılmasına izin vererek bu hakkı veriyor. Çünkü anlaşmanın bir maddesi aynen, "Yukarıda belirtilen imtiyazları kullanırken Forum (yani DİGF) Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin tavsiyelerine uyacak ve bunları kendi amaçlarına gerçekleşmesine uygun oldukları ölçüde dikkate alacaktır" diyor.

İslam Konferansı Örgütü bilindiği gibi "İslami temeller" üzerinde işbirliği öngörmektedir. Amacı tüm İslam ülkelerinde aynı anlayışı (daha doğrusu İslami rejimi) egemen kılmaktır.

Şimdi söyleyin, DİGF denen bu örgüte yılda 1 milyar dolar göndermek, çok zengin İslam ülkeleri için sorun olur mu?

Bu kadar para, bu devletin denetimi dışında ve bu ülkede harcanabilirse, Türkiye’nin altını birkaç yılda üstüne getirmek sizce zor mudur?
Yazının Devamını Oku

Kuşku

28 Haziran 2008
BİZDE bir konunun kendisinin önemli olup olmamasından çok, o konuda kopan gürültü dikkate alınır. Bu bilindiği için de "uyanık" diyebileceğimiz kişiler konu çok önemli de olsa, işlerine gelmeyince seslerini çıkarmazlar.<br><br>Böyle bir değil, iki konu son günlerde bizim dikkatimizi çekti. Gerçi ikisine de değindik ama kamuoyu gerektiği kadar ilgi göstermedi. Birincisi CHP İzmir Milletvekili Ahmet Ersin’in Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğü’nün 2006 ve 2007 yılı harcamalarıyla ilgiliydi.

Ersin, Başbakanlık Özel Kalemi’nin genel bütçeden 2006 yılı için 27 milyon YTL ödenek almasına rağmen nasıl 249.5 milyon YTL harcadığını, 2007 yılı için de 31.5 milyon YTL tutarındaki ödeneğine rağmen 290.7 milyon YTL harcamayı niçin ve nerelere yaptığını sormuştu.

Bu soruya hükümet adına resmen verilen yanıtta, "2007 yılı Kesin Hesap Yasası çıktığı zaman bu soruyla ilgili ayrıntılı bilginin orada görülebileceği" bildirildi.

Oysa kesin hesap yasalarında böyle bir bilgi yok. Çünkü orada ayrıntı değil, tam tersine temel rakamlar var. Örneğin, 2006 yılı Kesin Hesap Yasası’nda sadece;

"(I) sayılı cetvelde yer alan genel bütçe kapsamındaki kamu idarelerinin 2006 yılı bütçe gideri 175.084.120.528,92 Yeni Türk Lirası olarak gerçekleşmiştir" deniliyor. O kadar ki "1" numaralı cetvelde hangi kamu kurumlarının bulunduğu bile gösterilmiyor.

Konuyu izleyenler görmüşlerdir. Bir de Başbakanlık’tan açıklama yapıldı. Orada;

"Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğü 2007 yılı bütçesi 290 milyon 785 bin 381 YTL olup, bunun yüzde 90’ı olan 262 milyon 286 bin 521 YTL’si örtülü ödenektir. Örtülü ödenek, bütçe tekniği gereğince ’görev gideri’ olarak Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğü bütçesinde gösterilmektedir" denildi.

Eğer bu bilgi doğru ise Ahmet Ersin söz konusu ödeneğin 31.5 milyon YTL olduğunu söylerken bizi mi aldatıyor? Yok o doğru söylüyorsa Başbakanlık söz konusu ödeneğin 290 milyon YTL olduğunu nasıl iddia edebiliyor?

Kaldı ki o dönemde Başbakanlık Özel Kalem Müdürü olan Hikmet Bulduk dünkü Cumhuriyet’te örtülü ödeneğin Özel Kalem Müdürlüğü tarafından kullanıldığına ilişkin iddiayı yalanladı. "Örtülü ödenek, Özel Kalem Müdürlüğü’nün yetkisinde değil. Örtülü ödeneğin kendi sorumlusu vardır" dedi.

Görüldüğü gibi örtülü ödeneğin kim tarafından nasıl kullanıldığı halen açık değil. Bu bir.

Bu nokta üzerinde durmamızın nedeni örtülü ödeneğin hesabını sormak değil. O zaten sorulmaz. Ama başka amaçla ayrılmış bir ödenek eğer o kılıf altında harcanıyorsa, o zaman mesele var demektir. Zaten birkaç gün önce de değindiğimiz bu konu üzerinde tekrar durmamızın nedeni o.

Doğrusunu söylemek gerekirse kuşkumuzu biraz da son günlerde TBMM Dışişleri Komisyonu’ndan geçen ve yakında TBMM Genel Kurulu’nda görüşülmesi beklenen bir "Uluslararası Sözleşme" artırdı.

O sözleşmeye göre de Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, İslam Konferansı Örgütü’ne bağlı "Diyalog ve İşbirliği Gençlik Forumu" isimli organa Türkiye’ye istediği kadar parayı getirip istediği gibi kullanma imtiyazı veriyor. Yer bitti. Yarın ayrıntıya girelim de anlatalım.
Yazının Devamını Oku

Bunlar böyledir

27 Haziran 2008
BUGÜN okuyacağınız başka hiçbir haberin, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) tarafından dün kabul edilen "karar" metni kadar önemli olacağını sanmıyoruz.<br><br>Çünkü inanılmaz bir Avrupalı ikiyüzlülüğü söz konusu. Sözde "demokrasi" savunuculuğu yapıyorlar.

Ama aslında bu ülkedeki demokrasinin mezarını kazıyorlar. "Bağımsız değil" diyemedikleri, işleyişinde, uygulayacağı yasalarda "hukuka aykırı" hiçbir şey bulamadıkları Anayasa Mahkemesi’ne inanılmaz bir saldırganlıkla baskı uyguluyorlar.

Ve bunu sözde "hukuk" adına talep ediyorlar.

Anlatalım:

"Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) dünkü genel kurul görüşmelerinde Belçikalı parlamenter Luc Van den Brande tarafından hazırlanan, "Türkiye’de demokratik kurumların işleyişi" konulu raporu görüştü. Rapor tahmin edeceğiniz gibi Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hakkında açılan "kapatma" istemli davaya müdahale amacıyla hazırlanmıştı.

Çünkü AKPM dünyası dahil Avrupalılar bugün Türkiye’yi yöneten AKP’den çok memnunlar. Eğer aksi söz konusu olsa, "Türkiye’de demokratik kurumların işleyişi" konulu bir raporda AKP’nin kendi iç işleyişinde "demokrasi"nin "d" harfinin bulunmadığını da ifade etmeleri gerekirdi.

Mesele dediğimiz gibi AKPM adına Anayasa Mahkemesi’ne baskı yapmak, bu mahkemeyi yıldırıp AKP’nin kapatılmasını vicdanen ve hukuken gerekli görseler bile buna engel olmak.

Nitekim başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere hepimizi korkutacaklarını sanarak, "Türkiye için izleme süreci mekanizmasının, gerektiği takdirde ciddi bir biçimde tekrar gözden geçirilmesine" karar verdiler.

Demek istiyorlar ki, AKP’nin kapatılması halinde biz "Türkiye’deki demokrasinin işleyip işlemediğini denetleriz. Hatta gerekirse sizin Avrupa Konseyi’ne üyeliğinizin devam edip etmemesini tartışmaya açarız."

İnsanın hiç bekletmeden, "Açarsanız açın! Biz hukuktan ayrılmadıkça ve demokrasimizin temel direği olan laik sistemi ayakta tuttukça, sizin o kararlarınıza beş paralık değer vermeyiz. Çünkü yaptığımızın doğru olduğunu eninde sonunda görür, kapımıza gelirsiniz" diyesi geliyor.

Ama bu defa tehdidi orada bırakmamışlar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin hem Refah Partisi davasında hem de meşhur Leyla Şahin davasında aldığı kararları da hiçe sayan bir ibareyi karar tasarısına ekleyip kabul etmişler. Orada, "Avrupa Konseyi kendi üyeleri arasındaki laik devletleri güçlü şekilde destekler. Ancak dini temellere dayalı partilerin üye ülkelerde yaygın şekilde mevcut olduğunu dikkate alarak siyasi partilerden laik olmalarının istenemeyeceği görüşündedir. Bir dini parti ülkeyi yönetirken anayasaya aykırı kararlar alırsa o kararlar aleyhine dava açılması mümkündür ama o kararı çıkarttığı gerekçesiyle siyasi parti aleyhine dava açılamaz" demişler.

Türkiye bilindiği gibi 1950’den beri Avrupa Konseyi’ne üyedir.

Türk Anayasası’nın ve Türkiye’deki demokrasinin temel direğinin laiklik olduğunu ve o yıkılırsa Türkiye’de demokrasi bir yana çağdaş hiçbir değerin kalmayacağını bunlar yaklaşık 60 senedir bilmiyor muydu?
Yazının Devamını Oku

Kökü derindedir

26 Haziran 2008
ATATÜRK devrimlerinin toplumu travmatize ettiğini söyleyen Sayın Dengir Mir Mehmet Fırat’ın şimdi de Birinci, İkinci ve Üçüncü dönemlerde yani 1920’den, vefat ettiği 15 Mayıs 1928’e kadar "milletvekili" olan dedesi Hacı Bedir Ağa’ya sığındığı anlaşılıyor. Dünkü Milliyet’te okuduk:

"Dedemin sadece 6 kişiye verilmiş olan kırmızı-yeşil şeritli İstiklal Madalyası’nı taşıyorum. Dedem (...) Atatürk’ün tanıdığı, Kurtuluş Savaşı’nda büyük yararlılıklar göstermiş ve İstiklal Madalyası almış bir şahsiyettir. (...) Böyle bir geçmişe sahip olarak ben Atatürk devrimlerine, cumhuriyete karşı olabilir miyim? Ayrıca ben Atatürk’ün demokrasiyi hedeflediğine inanıyorum. Benim eleştirilerim bugün hálá demokrasiyi içine sindiremeyenlere (...)" demiş.

Sayın Fırat’ın "dedesi" ve "Atatürk" hakkındaki sözleri güzel. Ama o düşüncelerin sahibi bir insan "Atatürk devrimleri toplumu travmatize etti" demez. Bu bir.

İkincisi Sayın Fırat bugün "hálá demokrasiyi içine sindiremeyenlere" dönük bir eleştiri yapmak istediyse onun yolu "Atatürk devrimleri toplumu travmatize etti" demek değildir. Kendisi de bilir ki eleştirdiği kişilerin bugün eleştirmeye değer bulduğu sözü veya eylemi ne ise, onu ortaya koyar ve eleştirisini o konuda yapar.

Sayın Fırat görüldüğü gibi konuştukça daha büyük yanlışlar yapıyor:

Tuttu, kendisini eleştirenlerin, hepsi 7 maddeden ibaret olan "Tevhid-i Tedrisat Kanunu"nun 36’ncı maddesinden haberleri olmadığından dem vurdu.

Onun mürekkebi kurumadan dedesi merhum Hacı Bedir Ağa’nın "sadece 6 kişiye verilmiş olan kırmızı-yeşil şeritli İstiklal Madalyası’ndan" söz etti.

Hemen belirtelim:

Hacı Bedir Ağa’nın İstiklal Savaşı sırasında Atatürk’e verdiği destek Büyük Nutuk’ta bizzat Atatürk tarafından da ifade edilmektedir. Kendisinin Gaziantep’in Fransızlara karşı verdiği kurtuluş mücadelesinde de bizzat savaştığı bazı kaynaklarca ileri sürülüyor. O nedenle TBMM’nin sadece "Birinci Dönem Milletvekillerine" verdiği "Beyaz şeritli İstiklal Madalyası" ile değil, aynı zamanda savaşmış milletvekillerine verilen "Kırmızı-Yeşil" şeritli İstiklal Madalyası ile taltif edildiği de doğrudur. Ancak bu madalya "sadece 6" değil, "sadece 23" kişiye verilmiştir.

Ama Bedir Ağa’nın daha sonra Şeyh Sait isyanında Şeyh Sait’e destek verdiği, bu yüzden "sürgün edildiği" yolunda bir iddia da vardır. Ne ölçüde gerçek olduğunu saptayamadığımız bu iddiaya da açıklık getirilmesi Sayın Fırat’ın sözleriyle ilgili öteki değerlendirmeleri aydınlığa çıkaracaktır.

Öteki değerlendirme derken özellikle CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın "Bugün yaşananların 1920’lerdeki modernleşme projesinin rövanşı mücadelesi" olduğu yolundaki sözlerine atıfta bulunmak istiyoruz.

Gerçekten Atatürk devrimlerine karşı çıkanların -Sayın Fırat’ın deyimiyle, travmatize olanların- çok partili dönemle birlikte, dinmek bilmeyen bir "Atatürk’ten hınç alma" kavgası başlattıkları bilinmektedir. Terakkiperver Fırka ve Serbest Fırka’nın ömrü kısa olunca aynı kadrolar Demokrat Parti’ye sığınmışlar, o da bitince CHP karşıtı hangi parti varsa kendilerine orada yer aramışlardır.

Baykal’ın dediği doğrudur. Bugünkü kavgaların çoğunun kökü o dönemlere -hatta Tanzimat’a- kadar uzanmaktadır. D.M.M. Fırat’ınki de o cümleden midir, aydınlatmak kendisine düşer.
Yazının Devamını Oku

Dedene ayıp

25 Haziran 2008
DENGİR Mir Mehmet Fırat Bey bizi yine, adını yazmaya zorladı. Oysa daha önce bu sütunda "Dengir" mi başa gelecek, "Mir" mi, yoksa ismi "Mehmet"le mi başlayacak bir türlü tayin edemediğimiz için zorlandığımızı yazmıştık.<br><br>Ama çare yok. <br><br>Üstelik bu defa sadece kendi adından değil, "dedesinden" de söz etmek zorundayız: Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) önde gelen Genel Başkan Yardımcısı D.M.M. Fırat biliyorsunuz hayli sivri dilli bir politikacı. Hatta sivri dili bazen "argolu" oluyor. Polemiği siyasi muhataplarının cinsel tercihlerine kadar indirebiliyor.

Ama bu defa biraz derinden kesti. Karşısında New York Times muhabirini bulunca tuttu, zihninin gerisindeki düşünceleri de ortaya döktü. Böylece anladık ki Sayın D.M.M. Fırat, Büyük Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimler nedeniyle "Türk toplumuna travma yaşatıldı. Bir gecede kıyafetlerini ve dillerini değiştirmeleri emredildi. Dinsel yolları dağıtıldı" görüşündeymiş.

Tepkiler üzerine Sayın D.M.M. Fırat "toplumu travmatize eden" devrimlerden örnekler verdi. Ona göre "1923 devrimi (yani Cumhuriyetin ilanı) temel olarak yaşam biçimini değiştirdiği" için toplum "travmatize" olmuşmuş. Kısaca, toplum üzerinde "ruhi açıdan önemli ve etkili yaralanma belirtisi bırakan" nitelikte "darbe" söz konusuymuş.

Demek ki Sayın D.M.M. Fırat yaşanan o dönemin toplum yönünden "kalıcı olumsuzluklar" içerdiğini düşünüyor.

Hani AKP Genel Başkanı ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 24 Ocak 2008 günü, lisans üstü eğitim almak için yurtdışına gidecek öğrencilere "Biz Batı’nın ilmini, sanatını almadık. Maalesef ahlaksızlıklarını aldık" diyerek yaptığı değerlendirme vardı ya... O da değişik açıdan aynı şeyi söylüyor:

Cumhuriyetin ilanını "travma" örneği olarak veriyor. "Dine dayalı yapı değiştirildi. Hilafet, şer’i mahkemeler kalktı. Tekke ve zaviyelere ilişkin (yasaklayıcı) kanun çıktı. Medrese eğitimi kaldırılıp, Milli Eğitim tek elde toplandı (...) Bunlar iyi oldu veya olmadı demiyorum. (...) Bir tespit yapıyorum" diyor.

Hayır! Tespit yapmakla kalmıyor. Karşıtlığını ilan ediyor. Çünkü eğer sırf tespit yapsaydı en azından "Toplumun bir kesimi bu devrimlere karşı idi. Devrimler onlar yönünden elbet bir travmadır" diyebilir, devrimleri yürekten destekleyen milyonların da varlığını teslim ederdi.

Üstelik böyle bir ayırım yapsaydı, söz konusu devrimleri gerçekleştiren TBMM’nin ilk üç döneminde, önce Malatya sonra Kars milletvekili olan ve devrim yasalarına "evet" oyu verdiğinden emin olduğumuz dedesi Hacı Bedir Ağa’nın hatırasına da saygılı davranmış olurdu.

Biz Atatürk devrimlerine saldırı modasını bir de 14 Mayıs 1950’den hemen sonra yaşadık. Onun yolunu "Millete mal olmamış devrimler vardır" diyerek Adnan Menderes açmıştı. İsmet İnönü bu bakışın ne büyük sorunlar yaratacağını anlatıncaya kadar ülkede büyük çalkantı yaşanmıştı. Çünkü, D.M.M. Fırat’ın ifadesiyle "travmatize" olanlardan örneğin Ticaniler, "putları yıkma" gerekçesiyle Türkiye’nin çeşitli yerlerindeki Atatürk’ün heykellerine saldırmışlardı.

Bekleyelim bakalım bunun ardından ne çıkacak.
Yazının Devamını Oku