24 Haziran 2008
ŞU aşağıdaki ifadeler cumartesi günü Batman’da halka hitap eden Başbakan Tayyip Erdoğan’a ait:<br><br>"Bakınız, devletin Başbakanlık makamında bir ’Örtülü Ödenek’ denilen, bütçede yer alan bir kalem vardır. Bu örtülü ödenekten nerelere para harcanacağı yasayla belirlenmiştir." Başbakan devam ediyor:
"Bunun hesabını biz bu gazetenin patronuna vermek (O konuyla ilgili haberi VATAN Gazetesi yazmıştı. Başbakan, VATAN Gazetesi’nin sahibi diye Sayın Aydın Doğan’ı işaret ediyor.) zorunda değiliz. Yasa neyi öngörüyorsa yapılan odur. (...) O medya organının mensuplarına da, patronuna da söylüyorum. Milletimi aldatmayın."
Sayın Başbakan’ı bu kadar kızdıran şeyin ne olduğunu özetleyelim:
CHP İzmir Milletvekili Ahmet Ersin, 2005 yılında 31.2 milyon YTL ödenek kullanan Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğü’nün 2006 yılında bütçeden verilen ödeneği toplam 27 milyon YTL iken tam 249.5 milyon YTL; 2007’de ise 31.5 milyon YTL ödenek verildiği halde 290.7 milyon YTL harcadığını görünce bu paraların nereye harcandığını sormuş.
Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala, bu önergeye yanıt olarak milletvekiline, "Bütçe gerçekleşmelerini 2007 yılı kesin hesap kanununda görebileceğini" yazmış. Önergeyi Başbakan adına yanıtlayan Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek de bunun altına imzayı atıp milletvekiline göndermiş.
Kısaca yanıt olarak, "Beklerseniz paranın harcama ayrıntılarını öğrenirsiniz" denmiş.
Ama Başbakan Tayyip Erdoğan tam tersini söylüyor. "Bu parayı biz Örtülü Ödenek olarak kullandık. Size hesap vermem!" diyor.
Sadece bu çelişki de gösteriyor ki, o işin altından "Çapanoğlu" çıkabilir.
Çapanoğlu deyince, Ahmet Ersin’in "Bu ödenekten Anadolu’daki birçok tarikat bağlantılı dergi ve gazeteye para aktarıldığı" yolunda ihbarlar aldığını belirtelim.
Ama kanımızca daha da önemli olan husus, Sayın Başbakan’ın zihniyetinde yatıyor:
Başbakan hani işleyen demokrasilerin temel kurallarından biri olan "Hesap sorulabilirlik" (accountibility) ilkesi var ya... Ona karşı çıkıyor. "Ben hesap vermem!" diyor.
Oysa verecek! Vermeye mecbur olduğu için verecek. Çünkü babasının değil, milletin parasını harcıyor.
Ama o kızdığı bir medya grubuna veya patronuna dönüp, "Bunun hesabını biz bu gazetenin patronuna vermek zorunda değiliz. (...) O medya organının mensuplarına da, patronuna da söylüyorum. Milletimi aldatmayın. Çünkü biz tüyü bitmemiş yetimin hakkını yedirmediğimiz için halkımızın gönlünde yer bulduk" diyor. Bununla ortadaki soruyu yanıtlamış sayıyor kendini.
Sayın Başbakan öyle saysa da Ahmet Ersin’e verilen resmi yanıt gösteriyor ki, o paralar Örtünü Ödenek cümlesinden harcanmamış. Onu Özel Kalem kullanmış. Aksi olsa yanıtta, "Kesin Hesap Yasası’nda bunun ayrıntılarını göreceksiniz" denmezdi.
O nedenle, biz ısrar ediyoruz ve diyoruz ki o hesap verilecektir. Accountibility budur.
Yazının Devamını Oku 22 Haziran 2008
SİZ önceki gece oynanan Türkiye-Hırvatistan futbol maçını çocuklarımızın kazanmasına sevinenlerden birisiniz değil mi? Futboldan anlamayan, maç izlemeyen, özellikle maç yorumu dinlemekten nefret eden biri olmamıza rağmen elbet biz de çok sevindik.
Ama keşke utancımız, sevincimizden büyük olmasaydı.
Gece saat 24.00’e yaklaşırken bir anda kendimizi Sudan’ın batısındaki Darfur bölgesini haraca kesen, şehirleri yağmalayıp katliam yapan Cancevit (Janjawid) haydutlarının baskınına uğramışız gibi çaresiz, devletsiz, yapayalnız hissettik.
Çünkü 2010 yılının Avrupa Kültür Başkenti olarak seçildi diye övündüğümüz İstanbul’un sevgili ve pek medeni (!) halkı, Avrupa Futbol Şampiyonası’nda hayli şanslı maçlar çıkardığı bilinen milli takımımızın Hırvat milli takımını yenmesini kutluyordu.
Nitekim bir serseri kurşuna -pardon bir serserinin kurşununa- hedef oluruz korkusuyla pencereden dışarı bakamadık.
Yanılmıyorsak 10-15 dakika boyunca İstanbul’un tüm semtleri, sadece tabancalardan değil, ancak güvenlik güçlerinde veya terör yahut mafya tipi örgütlerin elinde bulunan otomatik silah sesleriyle inledi.
Bu satırların yazıldığı dakikaya kadar gelen bilgiye göre İstanbul’da 5 kişi atılan bu kurşunlarla yaralanmıştı
Niğde’de, Şanlıurfa’nın Siverek İlçesi’nde birer, Adana’da 2, Mersin’de 2, Kahramanmaraş’ta 1, Bursa’da 1, Gaziantep’te 5, Samsun’da 1 kişi de sırf Türkiye-Hırvatistan maçından galip çıkmamızı insanca değil de hayvanca kutlayanlar yüzünden yaralandılar.
Diyebilirsiniz ki, "Ceza Kanunu, kişilerin hayatı, sağlığı veya mal varlığı bakımından tehlikeli olacak biçimde ya da kişilere korku, kaygı veya panik yaratabilecek tarzda (...) silahla ateş eden veya patlayıcı madde kullanan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır" şeklinde bir hüküm içermiyor mu?
Elbet içeriyor. Nitekim İstanbul Valisi Muammer Güler, "sevinçlerini silahla havaya ateş açarak gösterdiği tespit edilen 54 kişi hakkında adli işlem başlatıldığını" bildirmiş.
Kimse kimseyi çocuk yerine koymasın!
İstanbul Valisi Güler de biliyor ki, hakkında işlem başlatıldığı bildirilen 54 kişi, aynı suçu işleyen belki 54 bin kişinin sadece binde birini ya temsil ediyordur yahut o kadar bile değildir.
Çünkü "maçı kazandık" diye havaya mermi sıkanların önemli bir kısmı çok muhtemelen bu maddeyi uygulaması gerekenlerdi.
Bir suçu bizzat devlet görevlileri işleyince o suçun önlenmesini bekleyebilir misiniz?
Türkiye’yi ilkel bir Afrika ülkesi konumuna düşürenlerin başında o nedenle, sokaktaki adamdan önce, devlet yetkisiyle donatılmış kravatlı hayvanların geldiğini görmeye mecburuz.
Onların da başında, nerdeyse her isteyenin silah taşımasına izin verecek kadar kötü ve tehlikeli bir "silahlanma" politikasını uygulayanlar gelmektedir.
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2008
YAPTIKLARININ yanlış olduğunu ne öğrendiler ne de ondan vazgeçtiler. Hálá Türkiye’deki en yüksek yargı organını etkilemeye çalışıyorlar.<br><br>Üstelik sözlerinin sadece diplomatik açıdan değil, "hukuka saygı" kavramının asgari gereği yönünden de büyük kabalık olduğunu görmüyorlar. Son olarak Avrupa Parlamentosu Başkanı Hans Gert Pöttering’in, şu aşamada Türkiye ile "tam üyeliği hedefleyen" müzakereleri durdurmayı kimsenin düşünmediğini belirttikten sonra "Bunu ancak Türkiye yapabilir" dediği bildiriliyor.
Söyledikleri buraya kadar normal. Gerçekten bir gün Türkiye tutar da "Tam üyelik talebimizden vazgeçtik. Müzakerelerden de çekiliyoruz" derse elbet olay orada durur.
Ama Pöttering onu kastetmemiş. Nitekim devamında:
"(Ama) AKP kapatılırsa çok farklı bir durumla karşılaşacağız" demiş ve "olası bir kapatmayı, müzakerelerin durdurulmasını gündeme getirebilecek bir örnek olarak" göstermiş.
Ne demek bu?
Avrupa Birliği’nin bir önemli isminin Türkiye’deki yargılamayı sürdüren Anayasa Mahkemesi’ne, "Bakın vereceğiniz kararla kendi ülkenizin kaderini de değiştirebilirsiniz. Çünkü o karar Türkiye’nin Avrupa Birliği’nden dışlanması sonucunu doğurabilir" demek olmuyor mu?
O zaman soralım:
Avrupa Birliği’nin her fırsatta bize "hukuk devleti"nden dem vuran, "hukukun üstünlüğü" ve "yargının bağımsızlığı" gibi kavramlara sıra gelince mangalda kül bırakmayan isimleri şimdi Anayasa Mahkemesi’ne, "Hukuka göre değil, ülkenizin siyasi geleceğine göre karar verin" demiş olmuyorlar mı?
Yeri gelmişken itiraf edelim:
Bizim "İslamcı" yazarlar, Avrupa entelektüellerinin bizim kültürel değerlerimizi tanımadıklarından, hayatı, bilimi, kültürü sadece kendi ölçütlerine göre tartıp kararlar verdiklerinden şikáyet edince ne dediklerini pek anlamazdık.
Meğer haklılarmış!
Bay Pöttering veya Bay Olli Rehn yahut Bay Barroso gibi zevata onların siyasi ve kültürel yaşamında bir ömür boyu bir kere bile tartışmaya gerek görmedikleri "seküler değerlerin" öneminden söz ettiğiniz zaman aptalca laflar ediyorlar.
Onların bu aptallığını da bizim buradaki laik devlet düşmanları kullanıyor.
Neymiş?
"Avrupalılar da ortada sebep görmediğine göre AKP’nin kapatılmasından söz etmek saçmalık"mış.
Bugünün Avrupalılarına değil, Fransız İhtilali sonrasının aydınlarına veya kilise ile devlet arasındaki iktidar kavgasının yoğun yaşandığı ülkelerin insanlarına sorulsaydı, bugün bizim ne demek istediğimizi onlar anlardı.
Ama önemli olan onların anlayıp anlamaması değil, buradaki Yüksek Yargı’nın tüm bu saygısız ve ölçüsüz laflardan etkilenmeden yoluna devam edip etmediğidir.
Biz Anayasa Mahkemesi’nin en doğru kararı vereceğine inanıyoruz. Önemli olan da budur diyoruz.
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2008
YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, bir çuval inciri yine berbat etti. Daha önce TBMM Başkanı’nı, Başbakan’ı ve Maliye Bakanı’nı zor duruma düşürdüğü yetmiyormuş gibi, şimdi de tuttu, kendisini "kurtarıcı" gibi gören imam hatip liselileri kızdırdı. Sayın Başkan belli ki "şaka" yollu konuşmayı seviyor.
Seviyor ama o tür konuşmanın yeri neresidir ya bilmiyor yahut da biliyor ama dilini tutamıyor.
Dünkü gazete haberlerinin en önemli ismi o yüzden Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan idi.
YÖK Başkanı bu defa, TBMM kulisinde konuştuğu CHP Yalova Milletvekili Muharrem İnce’ye kendisini dinleyen gazetecilerin önünde, "Meslek liselerindeki katsayı farkını kaldıracağım" demiş.
Söze devam etmeden anımsatalım:
Üniversiteye giriş sınavlarında, genel liseden mezun öğrencilerin aldığı puanla, kendi meslek dalından başka bir dalda öğrenim görmek isteyen meslek lisesi mezunlarının aldığı puan, bilindiği gibi farklı katsayıyla çarpılıyor. Buna da meslek liseliler itiraz ediyor. Onlar, genel lise mezunlarına uygulanan katsayının kendilerine de uygulanması gerektiğini ileri sürüyorlar.
Kemal Gürüz’ün YÖK Başkanı olduğu 1990’lı yıllarda konan usule göre örneğin imam hatip lisesinden mezun olup ilahiyat fakültesine gidecek öğrenci, genel liseden mezun olandan avantajlı oluyor ama imam hatip mezunu örneğin tıp yahut hukuk fakültesine girmek isterse, bu takdirde o değil genel lise mezunu avantajlı hale geliyor.
Prof. Özcan bu farklı katsayı uygulamasını kaldırmaktan söz ediyor.
Teknik olarak durum bu, ama aslında hem hükümetin hem de bu YÖK Başkanı’nın kavgası başka: Yıllardır "imam hatip" liselerindeki öğrencilere genel liselerden daha güçlü bir eğitim veriliyor. İktidardakiler, buna ek olarak bir de katsayı eşitlensin ve üniversitelerin tüm fakülteleri imam hatip mezunlarıyla dolsun istiyorlar. Böylece genel liselerin yerini imam hatip liselerinin alması amaçlanıyor.
Zaten Yusuf Ziya Özcan’ın ağzından kaçırdığı da bundan başka bir şey değil.
O herkesin bildiği ama ne Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ne de Milli (Dini) Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in itiraf etmeye yanaştığı planı tutmuş herkesin huzurunda aşikár etmiş. Ederken de meseleyi kendi üslubuyla yani "Bu zıkkımların, imam hatiplerin adını değiştirebiliyorsak onu da yapalım. Düz lise yapalım hepsini" diyerek anlatmış.
Ne var bunda?
Geçen yıl bu tarihlerde bir Müslüman Cumhurbaşkanımız olsun diyen Bülent Arınç değil miydi?
Sezaryenle olsa da sonunda bir "Müslüman Cumhurbaşkanına" (!) kavuşmadık mı?
O da kendi ölçütlerine uygun bir YÖK Başkanı olarak tuttu "camilerimizin sayısı" konusunu araştırmasıyla bilinen, Malezya İslam Üniversitesi öğretim üyeliği nedeniyle bazı çevrelerin gözüne giren ama zaman zaman herkesi şaşırtan üslubuyla tanınan Yusuf Ziya Özcan’ı tayin etti.
"Keyfi"liği üslubuna bile yansıyan biri o işi ne kadar yapabilirse Prof. Özcan da o kadar yapıyor.
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2008
YENİ bir oğlumuz doğdu... Aslında yeni değil 4 Eylül 2006 tarihinde o tarihte TBMM Başkanı olan Sayın Bülent Arınç’ın da huzurlarıyla İstanbul Dünya Ticaret Merkezi’nde yapılan törenle dünyaya gelmişti. Bu doğum o kadar önemsenmişti ki, o akşam Dolmabahçe Sarayı’nda "nevzat" yani yeni doğan bebek onuruna İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) Genel Sekreteri Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu bir yemek vermiş ve bu mutlu şölene TBMM Başkanı Bülent Arınç ile Başbakan Tayyip Erdoğan’dan ayrı olarak Pakistan Başbakanı Şevket Aziz, Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev de onur vermişlerdi.
Yeni doğan bebeğin adını merak ediyor olabilirsiniz. Söyleyelim:
İslam Konferansı Örgütü Diyalog ve İşbirliği Gençlik Forumu idi.
İşte bu örgüt, TBMM Meclisi Dışişleri Komisyonu’nun dünkü görüşmelerinde gündem konusuydu. Çünkü toplantıda, altında Dışişleri Bakanı Ali Babacan, İKÖ Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu ve bu örgütün Başkanı Ali Sarıkaya isimli zat tarafından 15 Mayıs 2008 tarihinde atılmış üç imza bulunan bir "uluslararası anlaşmanın onaylanması hakkındaki yasa tasarısı" görüşüldü.
Altında 3 Türk vatandaşının imzası olan bir "uluslararası anlaşma" ilk bakışta hayli tuhaf görünse de durum bu!
Durum sadece bu değil!
Anlaşmanın gerekçesine baktığınız zaman "farklı medeniyetlere mensup gençler arasında kültürler arası diyaloğun geliştirilmesi amacıyla, sürdürülebilir bir uluslararası mekanizma tesis edilmesinin" istendiğini anlıyorsunuz.
Lakin anlaşmanın metni, gerekçede ileri sürülen bu amaçla ilgili tek bir kelime bile içermiyor.
Öyle ya... Bu örgütü kurdunuzsa, onun "amacı şu" dersiniz. O amacı gerçekleştirecek organları sayarsınız. Onların yetkisi, işlevi her ne ise, anlaşma altına imza atan ülkenin de bilmesi gereken hususları yazarsınız.
Burada öyle bir şey yok.
O yok ama söz konusu "Forum"a, diplomatik ilişkileri düzenleyen uluslararası anlaşmalarda bulunmayan imtiyazların verildiğini gösteren hükümler var. Örneğin bu Forum’un "Herhangi bir sınırlamaya veya herhangi bir kontrol, düzenleme ve moratoryuma tabi tutulmaksızın, elinde her çeşit para bulundurabileceği" bildiriliyor. Buna ilişkin "imtiyazları" kullanırken "Türkiye Cumhuriyeti’nin tavsiyelerinden, kendi amaçlarına (o amaçların ne olduğu bellli değil demiştik) uygun bulduklarını" dikkate alması olağan sayılıyor.
Bir örgüte bu hükümle "Sen elindeki olanakları istediğin kadar kötüye kullanma imtiyazına sahipsin. Biz devlet olarak senin yapacağın her türlü kötülüğe koruma sağlayacağız" demiş olmuyor muyuz?
Sonra "Forumun resmi haberleşme ve yazışmalarına sansür uygulamamayı" Türkiye bu anlaşmayla taahhüt ediyor.
Anlaşmaya böyle bir hüküm koyan Türkiye devleti bununla, "Biz burada isteyince sansür uygulamaktayız" demiş olmuyor mu?
Diyorsa ve böyle bir durum varsa, bu bir ayıp değil mi? Şimdi anlıyor musunuz o mutlu gecede dünyaya gelen imtiyazlı çocuğun kim olduğunu?
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2008
HUKUK, eldeki verileri gözardı etmemek kaydıyla yorum yapmaya açık olduğu için gelişir. <br><br>Siz aynı verilerdeki şu unsurun önemli olduğunu savunursunuz, onun yönlendirdiği sonuca ulaşırsınız, başkası farklı unsuru önemser, başka sonuca ulaşır.<br><br>Bunları sözün başında anımsatmamızın sebebi var: Anayasa Mahkemesi’nin yapılan son Anayasa değişikliği ile ilgili kararı üzerinde tartışmalar sürüp giderken bazı yazarlar "Anayasa’nın 148’inci maddesinin açık hükmü karşısında Anayasa Mahkemesi, sadece şekil yönünden inceleyebileceği bir konuda esasa girerek kendi yetkisini aşmıştır, hatta yasama organının yetkisine tecavüz etmekle kalmayıp onun yetkilerini gasp etmiştir" iddiasını ileri sürüyorlar.
Daha önce de yazdık:
Anayasa’nın 148’inci maddesinin hükmünün açık olduğunu tartışan yok.
Ancak karşı karşıya bulunduğumuz olayda bakılacak tek hüküm 148’inci maddenin "Anayasa Mahkemesi (...) Anayasa değişikliklerini (...) sadece şekil bakımından inceler ve denetler" diyen hükmü değil ve olamaz.
Nitekim 1961 Anayasası daha sonra yani Nisan 1971’de değiştirildiği zaman Anayasa’ya -değişik kelimelerle- aynı hüküm kondu. Anayasa Mahkemesi’nin, önüne gelen Anayasa değişikliklerini sadece "şekil" yönünden inceleyebileceği hükme bağlandı.
Ama bu sütunda "Esas" ve "Karar" numaralarını yayınladığımız olaylarda (kolay anlaşılacak şekilde söylüyoruz) hem "esasa" girdi hem de yapılmış değişikliği iptal etti.
Gerekçesi de "Eğer bir anayasa değişikliği, anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen maddelerini, dolaylı yoldan (onları işlevsiz bırakacak şekilde) değiştirmekte ise, Anayasa Mahkemesi buna izin vermez" diye özetlenebilecek görüşler içermekteydi.
Demek ki Anayasa Mahkemesi ortadaki "sadece şekil yönünden inceleyebilirsin" hükmünü gördüğü gibi Anayasa’nın, "Cumhuriyetin temel niteliklerini hedef alan değişikliklere izin verilmemesini" emreden hükmü de görmüş.
Bunu bir kere değil en az 4 kere yapmış. Bu içtihadını değiştirmeye de hiç gerek duymamış.
Daha da güzeli o zaman kimse yüksek mahkemeyi "yetki gaspında bulunmakla" suçlamamış.
Bir an diyelim ki "Anayasa Mahkemesi’nin bugünkü üyeleri Adalet ve Kalkınma Partisi’ne karşı görüşlere sahipler. O nedenle tuttular 10 ve 42’nci maddelerle ilgili değişikliği iptal ettiler."
Herhalde 1970, 1973, 1974, 1975 yıllarında da Adalet ve Kalkınma Partisi yoktu.
Kaldı ki Yüksek Yargı’nın, yasanın açık hükmüne rağmen uygulamanın büyük çapta değişmesine yol açan içtihatlarından biri, son günlerde gazetelerde haber konusu oldu:
Bilindiği gibi gazetecilerle işverenler arasındaki ilişkileri düzenleyen 5953 sayılı yasanın 14’üncü maddesi, "Gazetecilere ücretlerini vaktinde ödemeyen işverenler bu ücretleri geçecek her gün için yüzde iki fazlasıyla ödemeğe mecburdurlar" dediği halde Yargıtay İçtihatları Birleştirme Genel Kurulu, yasanın amir hükmünü büyük çapta uygulamadan kaldırdı.
Kimse de haksızsın demedi.
Yazının Devamını Oku 17 Haziran 2008
ANAYASA Mahkemesi’nin, son Anayasa değişikliğini iptal etmesi üzerine hedef olduğu saldırılara ve eleştirilere yanıt vermek için yayınladığı açıklama da belli ki bazılarını kesmedi.<br><br>Örneğin, hálá Yüksek Mahkeme’nin "yetki gaspı"nda bulunduğunu ileri sürenler var. Aslında bunları, ifadesi ölçüsüz kişiler söylese bir şey demezsiniz.
Ama sözünü tartmadan okuyucu önüne koymadığı bilinen Taha Akyol bile bu tür deyimleri kullanınca dikkat çekiyor.
Bu son karar üzerine Sayın Akyol nedense "eleştiri" yapma işlevini "saldırı yapma"ya dönüştürdü.
O kadar ki, onu okuyanlar Anayasa Mahkemesi’nin, ipe sapa gelmez bir sürü kararlar üreten, hukuk yerine ideolojik saplantılarla karar veren bir kurum olduğunu sanır.
Neymiş?
"Yüce Mahkeme, Yassıada’daki ihtilal mahkemesinin kararlarını eleştirmeyi suç saymış, ’Düşünmek serbest ama düşünceyi açıklamak suç’ diye karar vermiş"miş.
"Askeri suçlarla ilgili bir davada ’İdam cezası bile az!’ diye gerekçe yazmış"mış.
"1960’larda Adalet Partisi’ni halkın yine tek başına iktidara getirmesini engellemek için CHP ’barajsız seçim sistemi’ni savunurken, Yüce Mahkeme de nispi temsil sistemindeki mütevazı çevre barajını iptal etmiş"miş.
Arayınca daha başkaları da bulunabilir.
Ama bir mahkemenin saygınlığını sıfırlama amacınız yoksa bunlar, "Şu olayda mahkemenin verdiği şu karar, hukuken şu nedenle yanlıştır" diyerek gösterilir.
"Bu mahkeme işe yaramaz" mesajını vermek için değil.
Çünkü her insan ve kurum gibi mahkeme de "hatadan" arınmış değildir.
Kanaatiniz "Bu mahkeme beş para etmez" şeklindeyse o zaman bunu açık açık söylersiniz.
Kamuoyu da bir o mahkemeye ve verdiği kararlara, bir de sizin dediklerinize bakar, gerekli değerlendirmeyi yapar.
Bu bir.
İkincisi...
Anayasa Mahkemesi’nin son kararı eğer, 10 ve 42’nci maddelerde yapılan değişikliğin (değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen) ilk 3 madde gibi görülmesi yüzünden verildiyse, bu "Anayasa’nın sadece ilk 3 maddesi değil 10 ve 42’nci maddelerini de değiştirilemezler arasına sokmak" anlamına gelirmiş. O da yasa koyucuya ait olan yetkiyi gasp etmek demekmiş.
Burada açık bir saptırma var:
Kimse "10 ve 42’nci maddeler değiştirilemez" demiyor.
Elbet değiştirirsin ama yaptığın değişiklik, "İlk 3 maddenin kurduğu yapının bozulmasını hedef alırsa ben ona izin vermem" deniyor.
Efendim "Seçimler 20 yılda bir yapılır" diye bir teklif gelse Yüksek Mahkeme buna izin mi verecek denmişmiş de, bu kadar saçma öneri zaten olmazmış ki öyle bir soru tartışılsınmış.
Peki diyelim ki o gerçekten pek uçta bir örnek.
Onun yerine hani şu "Din ve vicdan hürriyeti" başlıklı 24’üncü maddenin, "Kimse devletin (...) siyasi ve hukuki temel düzenini (...) kısmen de olsa din kurallarına dayandırma (...) amacıyla (...) din duygularını istismar edemez" diyen son fıkrası değiştirilse, örneğin bu ibareler oradan çıkartılsa Anayasa Mahkemesi buna, "Madem ki konu ilk üç madde dışındadır, bizi ilgilendirmez" mi diyecek?
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2008
ANAYASA Mahkemesi’nin dünkü gazetelerde yayınlanan açıklamasını acaba Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin okudu mu?<br><br>O okumadıysa acaba sayılarının 4000 kadar olduğunu bildiğimiz cumhuriyet savcıları hiç göz attı mı? Bir ülkede sizin, benim onu bunu göreve davet ediyor olmamız fazla bir anlam ve önem ifade etmeyebilir. Ama o ülkenin en yüksek yargı organları dahi "Ey savcılar neredesiniz?" diye kamuoyu önünde çağrı yapmak zorunluluğunu hissediyorsa...
Kimse o ülkenin adaletinin bağımsız ve sağlıklı bir şekilde adalet dağıttığını iddia edemez. Çünkü o durum, cumhuriyet savcılarının iktidardan çekinip görevlerini yapamadıklarını gösterir.
İşte bu düşünceyle biz Anayasa Mahkemesi’nin dünkü gazetelerde yayınlanan açıklamasındaki pek çok haklı tespit ve görüş içinde en çok;
"Görülmekte olan davalar hakkında yapılan ve söylenenlerin Türk Ceza Kanunu kapsamında suç olduğu açık ve belli iken bu konuda yetkili ve sorumlu olanların hareketsiz kalması düşündürücüdür" şeklindeki ifadeyi önemsedik.
Önemsemekle kalmadık. Hani Sayın Başbakan dahil ağzını açan her yetkili her fırsatta, "Siyasi iktidarımız hukuk devleti ilkelerine bağlıdır. Hukukun üstünlüğüne inancımız tamdır" anlamında sözler söylüyorlar ya... Bu beyanların beş paralık değeri olmadığını en sonunda bizzat Anayasa Mahkemesi’nin ifade etmek zorunda kalmasını, bugünkü iktidarın siciline konulmuş en kötü kayıtlardan biri olarak görüyoruz.
Tabii bu tespitimiz "cumhuriyet savcılarımızı" hoş ve mazur gördüğümüzü ifade etmez.
Anayasa Mahkemesi’nin resmen "suç duyurusunda" bulunmak zorunda olduğu sözlerin söylendiği, yayınların yapıldığı, gazetelerin çıktığı yerlerdeki savcılar buna ilişkin işlerini yapmıyorlarsa hangi işle meşguller?
Daha önce de bu sütunda her fırsatta yazdık.
Hangi uygar ülkeye giderseniz gidin, bizde mahkemeler hakkında söylenen sözlerin, -daha doğrusu mahkemeleri hedef alan edepsizliklerin- yüzde birini yapanın hayatını karartırlar.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kapatılması istemiyle dava açıldığı zaman Türk adaletini edepsizce beyanlarla hedef alan Avrupalılar başta olmak üzere herkese bu gerçeği anımsattık. Onlar kendi memleketlerindeki gerçeği bildikleri için "Hayır, öyle bir şey yok" diyemediler.
Daha da üzüntü verici olanı... Adalet sistemimiz bütünüyle hakarete uğrarken, örneğin Anayasa Mahkemesi’nin alacağı kararın "siyasi" olacağı söylenirken bu ülkenin hükümeti tek kelimeyle karşı çıkmadı.
Adalet sistemimiz kötü olduğu ve bizim hükümet de "eğriye eğri, doğruya doğru" dediği için mi ses çıkarmadı?
Bir an öyle kabul edelim ve "Bizim mahkemelerimiz mahkeme değildir, savcılarımız da savcılık nedir bilmezler. O yüzden hükümet ne yargı sistemini savundu ne de Anayasa Mahkemesi’ne yapılan hücumları göğüsledi" diyelim.
Peki ama sormazlar mı, 6 senedir iktidarda siz armut mu topluyordunuz? Neden düzeltmediniz diyene verecekleri yanıt var mı?
Var! Henüz "yandaş yargı" inşa edecek vakitleri olmadı!
Yazının Devamını Oku