21 Ağustos 2008
PAKİSTAN’da beklenen bir "siyasal darbe" yoluyla istifaya zorlanan Cumhurbaşkanı Pervez Müşerref’in gidişi nedense hem bizim gazetelerde hem de dünya kamuoyunda bayağı önemli bir olaymış gibi yankılandı.<br><br>Oysa, dürüstçe konuşmak gerekirse ortada hayret edilecek hiçbir şey yok. Nitekim Pakistan’ın topu topu 61 senelik tarihinde "darbe" yoluyla başa gelenlerin sayısı o kadar çok ki, Eyüp Han, Yahya Han, Ziya-ül Hak, Pervez Müşerref diye sayarken "Acaba arada unuttuğumuz var mı?" diye tereddüt ediyoruz.
Bu 61 senenin 35’i yani yarısından fazlası "darbe ile gelmiş generaller" elinde geçti.
Pakistan’daki siyasi hayatın "darbe"lerden başka iki değişmezi daha var. Biri "dinin siyasete alet edilmesi", öteki "iktidara gelenlerin yolsuzluk", daha açıkçası hırsızlık yapması...
Bir de sadece Pakistan’ın değil, gelişmemiş Doğu (Şark) toplumlarının ortak gerçeği var... Politikanın "ilkeler" veya "politikalar" bazında değil, "şahsi düşmanlıklar" bazında yapılması.
Bunları bilince şimdi Pervez Müşerref’i Cumhurbaşkanlığı’ndan istifaya mecbur eden "Pakistan Müslüman Birliği-N" lideri Navaz Şerif’in de bundan 9 yıl önce Başbakan iken, o tarihteki Genelkurmay Başkanı Pervez Müşerref tarafından "darbe" ile devrilmesi, insana adeta "oyunun kuralı" gereği imiş gibi geliyor.
O nedenle bir süre sonra da Genelkurmay Başkanı Eşfak Pervez Kayani başa gelirse şaşmayın.
Dahası, 9 yıl önce hırsızlık yapmakla suçlanan Navaz Şerif ile, adı "Bay Yüzde 10"a çıkmış bulunan -hatta yolsuzluk yaptığı için hapiste yatan- Pakistan Halk Partisi lideri -öldürülen Benazir Butto’nun eşi- Asıf Ali Zerdari’nin (ki ikisi birbirini bir kaşık suda boğacak kadar düşman idiler) şimdi "dürüstlük" adına el birliği yapıyor görünmeleri, gerçekten çok hazin ve ibret vericidir.
Ama "şark"ta ilkelerin değil "kişisel düşmanlıkların" tayin edici olması, bunu açıklamaya yetiyor.
Pakistanlı aydınlar ve özellikle ikide bir darbe yapan komutanlar, yanı başlarındaki Hindistan’a neden bakmazlar, insan anlamakta zorlanıyor.
Öyle ya Hindistan ile Pakistan aynı tarihte yani 14 Ağustos 1947’de bağımsızlığına kavuştu. İki devletin insanları aynı hamurun bu taraftaki parçası ile öte taraftaki parçası denecek kadar benzerliğe sahipti. Tek farkları, Pakistan halkının "Müslüman", Hindistan halkının "Hindu" çoğunluklu olmasıydı.
Şimdi Hindistan dünyanın ekonomisi en hızlı gelişen ülkelerinden biri. Demokrasisi tıkır tıkır işliyor. Ama Pakistan bitip tükenmez darbeler ve baş edilmez hırsızlıklar yüzünden keşmekeş içinde bocalayıp duruyor.
Nedenine gelince, öteki saydıklarımıza ek olarak belirtelim:
Hindistan en az bizim kadar "laikliğe" önem verir. Oy kazanmak için dinin kullanılmasına izin vermez. Oysa Pakistan’daki siyasetçiler oy kazanmak için din yobazlarına ödün vermekte yarışırlar. Sonunda da Pakistan’ın bulunduğu noktaya ulaşırlar.
Yazının Devamını Oku 17 Ağustos 2008
NE zaman bir fırsat olur da bu konuya tekrar döneriz, bilemiyoruz. O nedenle şimdi söyleyelim de, gerekirse sonra tekrar anımsatırız: Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu’nun (TÜBİTAK) başına bugün gelene bakarsanız, Anayasa Mahkemesi’nin başına yarın neyin geleceğini orada görürsünüz.
Durup dururken bu da nereden çıktı demeyin. Elbet bizi o noktaya getiren bazı sebepler var. Onların başında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın iktidara gelir gelmez "kendi kafasına uygun" hale getirmek istediği kurumlar konusu geliyor:
Başbakan Erdoğan’ın Türk Silahlı Kuvvetleri’nden, üniversitelerden, yargıdan, medyadan, bürokrasiden dertli olduğunu bilmeyen yok. Her biriyle verdiği kavgalar da gözler önünde...
Üniversiteler kavgasını kazanmasına ramak kaldı. Örneğin, Yüksek Öğretim Kurulu’nu (YÖK) hemen hemen çözdü. "Anayasa’ya ve görev yeminine bağlı ve tarafsız" (!) Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün son rektör tayinleri Erdoğan’ı amaca iyice yaklaştırdı. Yeni kurulan üniversitelere önümüzdeki günlerde yine Gül tarafından atanacak yeni rektörler de göreve başlayınca o iş bitecek.
Geriye TÜBİTAK’ın son dört yıldır yargı kararlarıyla engellenen durumu kalmıştı.
Yargı kararları deyince anımsatalım; çünkü Türkiye’nin her gün değişen gündemi çok şeyi unutmamıza sebep oluyor:
Tayyip Erdoğan daha iktidar döneminin başında, TÜBİTAK’a göz koymuştu. O yüzden işe TÜBİTAK Bilim Kurulu tarafından 2003 yılının Mart ayında tekrar Başkan seçilen Prof. Dr. Namık Kemal Pak’ın kararnamesini Çankaya’ya göndermeyerek başladı. Kararnameyi 6 ay süreyle sumen altında tuttu. Sonra kendisi tarafından engellenen "Bilim Kurulu’nun" çalışmadığını ileri sürerek, "TÜBİTAK Başkanı’nın bir defaya mahsus olmak üzere Başbakan tarafından tayin edilmesini" öngören bir yasa tasarısını Meclis’e gönderdi.
Bu yasa çıktı ama Anayasa Mahkemesi çıkan yasayı iptal etti.
Tayyip Erdoğan da bunun üzerine TÜBİTAK Başkanlığı’na Prof. Dr. Nüket Yetiş’i "vekáleten" getirdi.
Bu işlem yasaya aykırı idi. Ama Erdoğan itirazları dinlemedi. Nitekim görevden ayrılan Prof. Dr. Namık Kemal Pak ve öteki profesörler yargıdan tüm işlemlerin yasalara aykırı olduğuna ilişkin kararlar aldılar ama -biliyorsunuz kendisi "hukuk devleti" ilkesine çok bağlıdır- onları da yok saydı.
Ve en sonunda TÜBİTAK yasasını değiştirip "tüm Bilim Kurulu üyelerinin -bir defaya mahsus olmak üzere değil, her defasında- Başbakan tarafından tayin edilmesini" mümkün kılan 5798 sayılı yasayı çıkardı.
Böylece kuruluşu ve işleyişi itibarıyla özerk yani siyasi baskıdan uzak olması gereken TÜBİTAK’ı tam olarak kendisine bağladı.
Bu yasa da Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilir mi, göreceğiz. Ama Tayyip Erdoğan’ın "Mademki bana hukukla, yargı ile karşı çıkıyorsunuz, o zaman ben de partimin yasa yapma gücünü kullanır, yargıyı istediğim şekle sokarım" dediğini görmekteyiz.
O nedenle sıranın Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kapatmamış olsa da üzmüş olan Anayasa Mahkemesi’ne geldiğini şimdiden ilgililere haber veriyoruz.
Yazının Devamını Oku 16 Ağustos 2008
RESMİNİ görünce insanda bir küçük Anadolu kasabasında Kayıt Memuru olduğu izlenimi yaratmasına bakmayın. Şimdiden kabul edelim ki İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın önceki gün İstanbul’a gelişini uzun yıllar unutmayacağız. Bu belki de Sultan Abdülaziz’in 1867 Paris gezisine dönecek:
Rivayet olunur ki, İmparator Üçüncü Napolyon tarafından Elysee Sarayı balkonuna çıkarılan Sultan Abdülaziz, Paris’in "gaz lambası" ile ışıklandırılan caddelerini uzaktan görünce tüm şehrin kendisi için aydınlatıldığını zannetmiş. Tercümanına dönerek İmparator’a, "Jesti nedeniyle çok duygulandığını ama bu kadar masraftan kaçınılırsa daha çok sevineceğini" bildirmesini istemiş. Üçüncü Napolyon konuk Padişah’a "Onlar normal cadde ışıklarımızdır" demektense ilgilere "tüm cadde ışıklarının söndürülmesi" talimatını vermiş. O yüzden şehrin "Önemli olaylar" sicilinde hálá, "Osmanlı Sultanı Abdülaziz Han’ın Paris’i onurlandırması nedeniyle tüm cadde ışıkları söndürülmüştür" kaydının bulunduğu söylenir.
Bakalım bizimkiler İstanbul’un önemli olaylar siciline "Ahmedinejad’ın ziyareti dolayısıyla tüm şehir trafiği kilitlendi" diye bir kayıt düşecekler mi?
Düşmezler diyebilirsiniz. Çünkü onlar da biliyor ki öteki günler çok da farklı denemez.
Ama yine de İstanbul trafiğini bu kadar berbat etmek için ancak bu işin sorumluları kadar yeteneksiz ve beceriksiz olmaya ihtiyaç vardır.
Gerçekten Ahmedinejad’ın İstanbul’a geleceği gün belli, saat belli.
Programının kesin olan bölümleri var, kesin olmayan kısımları vardı. Bu da normal.
İstanbul Valiliği ile Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nın bu programın hiç değilse "Şu saatte Atatürk Havalimanı’na inecek, şu saatte Çırağan Sarayı’nda olacak" gibi belli kısımlarıyla ilgili olarak "Konuğumuzun geçmesi için şu yollar şu saatle şu saat arasında trafiğe kapanacaktır. O yolları kullanmak isteyenler şu şu yollardan yararlanabilirler" diye açıklama yapmasına engel mi vardı?
Onu zamanında yapamadılar diyelim... Bugünün dünyasında konuğu Atatürk Havalimanı’ndan Çırağan Sarayı’na helikopterle götürmenin sakıncası neydi?
Hadi onun da bilemediğimiz bazı sakıncaları olduğunu kabul edelim... Trafiğe kapatılan yollardan geçişi en az iki saat yerine on beş dakika, çok çok yirmi dakika sonra açmak da mı çok büyük bir beceri istiyordu?
Neyse ki bizimkilerin bu beceriksizliği yüzünden kendisi hakkında doğabilecek olumsuz izlenimi, konuğumuz Ahmedinejad silmeye çalışmış. Dün yaptığı basın toplantısında bu rezaleti anımsatıp yanıtını isteyen Hürriyet muhabirine:
"Ben Tahran’da buna izin vermezdim. Ben halkın içinden çıkmış bir kişiyim. (...) Türk halkından ve İstanbul’daki turistlerden özür diliyorum" demiş.
Özür dilemelerini beklemiyoruz ama "İnşallah bizimkiler bu -bir konuk ağzından çıkabilecek en ağır- sözden ders almışlardır" demekten kendimizi alamıyoruz.
Yazının Devamını Oku 15 Ağustos 2008
ADALET ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) nüfuz suiistimali yaparak çıkar sağlamakla suçlanan Genel Başkan Yardımcısı ve Sakarya Milletvekili Şaban Dişli Bey’den henüz kamuoyunu tatmin edici bir açıklama gelmedi. Ondan gelmediği gibi Başbakan Tayyip Erdoğan’dan da ses çıkmadı.
Hadi Sayın Başbakan’ın vakti olmadı diyelim.
Öyle ya... Bir yandan uluslararası sorunları çöz, o yetmiyormuş gibi öteki yardımcın Edibe Sözen Hanım’ın "toplum mühendisliği" zırvasıyla uğraş...
Hayat kolay değil. O nedenle birkaç gün daha bekleyebiliriz.
Belki o zaman da kamuoyunun beklediği açıklama gelmez ama eminiz, "Manşetten atılan haberlere asla iltifat etmeyin. Niye? Hesap başka... Ama bu hesabı açıklayacağım. (...) Sabrın da bir noktası var. O nokta geldiği anda bunlar açıklanır. Bunu böyle bilsinler. Bilecekler" (26 Mart 2006 Radikal Gazetesi) türünden bir şeyler söyleyip "yapanın" değil "yazanın" suçlu olduğunu ilan eder.
Biz de rahatlarız.
Hadi o meşgul diyelim, AKP adına bu konuda laf edecek bir tek Allah’ın kulu yok mu?
Onlar da konuşmuyorlar.
Ne var ki onlar konuşmayınca ne olay çözülüyor ne de zihinlerde biriken sorular azalıyor. Örneğin, bu olayla ilgili belge ortaya çıkınca, "Bu belge, daha önce ortağı olduğum Akademi Ofset A.Ş’nin bir bankadan kredi kullanabilmesi için bankaya teminat olarak bloke ettirdiğim birikimlerim nedeniyle doğabilecek muhtemel risklere karşı imzalanmış bir protokoldür" diyen Dişli’nin gecikmeden bu birikimlerini ne zaman hangi bankadan çekip kime nasıl aktardığını belgelerle ortaya koyması lazım. Aksi halde bu "birikim" insanlara çok çok, Tansu Çiller’in annesi vefat edince yastığı altından çıkan yüz binlerce Alman Markı ile binlerce ABD Doları ve altından oluşan servet kadar inandırıcı gelir.
Dahası kendisinin, "Benim ortaklığım yoktu" dediği halde arsa alımındaki baş aktör Mehmet Karasu, "(Olayı ortaya çıkaran) evrak gizli olmayıp, dört kişi arasında imzalanmış bir ticari ortaklık dokümanıdır. Biz bu olayda ticari bir ortaklık oluşturmuştuk" diyor. Buna yanıtı nedir, bilmeye ihtiyaç var.
"Kredi almak için" bankaya, kredi alındıktan sonra mı yoksa önce mi teminat verilir. Şaban Dişli kredi alındıktan üç gün sonra niçin teminat versin? Bu nokta da halen yanıtsız bulunmaktadır.
Söz konusu 1 milyon dolar eğer Şaban Dişli’nin kendi parası ise, ortaya çıkan protokolde bu paranın "Şaban Dişli’nin işaret edeceği özel veya tüzel kişiliğe" de ödenebileceği neden kaydedilsin? Siz bunu normal sayıyor musunuz?
Gerisini bu sorulara yanıt geldikten sonra konuşuruz.
Not: Dünkü yazımızda "Sapanca Gölü havzasında hem imara kapalı, hem de hazineye ait arsa üzerinde fabrika inşa ettiğini" bildirdiğimiz "Sırma" isimli kuruluş adına Erol Karabacak, dün bize bir açıklama gönderdi. Burada "Sırma Su fabrikasının kurulu olduğu araziyi Sami Şahin isimli şahıstan satın aldıklarını" bildirdi. Yazıda bahsi geçen hazine arazisi üzerinde her an sökülebilir prefabrik inşaat şantiyesi bulunduğunu, bu arazinin hazineden kiralanması için Milli Emlak Müdürlüğü’ne yaptıkları başvuru reddedilirse bu prefabrik inşaat şantiyesinin oradan kalkacağını belirtti. Aktarıyoruz. O.E.
Yazının Devamını Oku 14 Ağustos 2008
BİR süredir eleştiri ve çıkışlarıyla dikkati çeken CHP Meclis Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu, son bombasıyla hem AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli’yi hem de Başbakan Tayyip Erdoğan’ı sıkıntıya soktu.<br><br>Gazetelerden öğrendinizse, "Tayyip Erdoğan’ın ne ilgisi var?" diyebilirsiniz. O noktaya gelmeden, konuyu bilmeyenler için bir özet yapalım:
Kılıçdaroğlu birkaç gün önce gazetecilere bir belge dağıttı. Belge Silivri’deki bir arsanın Mehmet Karasu isimli biri tarafından satın alınmasıyla ilgili. Karasu aldıktan sonra arsayı içine alan bir "imar değişikliği" yapılması öngörülüyor. Böylece arsa değerlendikten sonra AKP Sakarya Milletvekili Şaban Dişli’ye net 1 milyon ABD Doları ödenmesi taahhüt ediliyor.
Sonuçta arsa 3.4 milyon ABD Doları’na alınmış. Sonra imar değişikliği yapılarak Tesco isimli şirkete 13 milyon ABD Doları bedelle satılmış. Ve Şaban Dişli de sözü edilen 1 milyon ABD Doları’nı almış.
Şimdi soru şu:
O imar değişikliği Şaban Dişli tarafından sağlanmadıysa Dişli’ye bu 1 milyon doları ödeme vaadine ne gerek vardı?
Şaban Dişli’nin, "O para benim birikimimdi. Karasu’nun istediği kredinin teminatı olsun diye ben yurtdışındaki paramı getirmiştim. İşlem bitti, paramı geri aldım. Başka bir şey yapmadım" anlamındaki açıklamasına inanılabilir mi? İnanılması için öncelikle sözünü ettiği parayı yurtdışından getirdiğini ispatlaması gerekmez mi?
Bir de Şaban Dişli’nin amcaoğlu Davud Dişli’nin Sapanca Gölü havzasında hem imara kapalı, hem de hazineye ait arsa üzerinde inşa ettirdiği Sırma Su Fabrikası isimli tesis konusu var. Kılıçdaroğlu onu da gündeme getirdi ama yer darlığı nedeniyle şimdilik bırakıyoruz.
Biz asıl:
"Gelin yolsuzluklar üzerine birlikte gidelim. Kimin elinde dosya varsa bunu bize versin. Üzerine gitmezsek bizim o zaman yakamıza yapışsın, hesap sorsun" (18 Nisan 2003);
"Kim bu ülkede yolsuzluk yapıyorsa, hortumculuk yapıyorsa, karşısında bizi bulur" (27 Şubat 2004);
"Yolsuzluğa bulaşanı devletten de partiden de atarım" (1 Nisan 2006);
"Eğer kendi atadığımız adam bu yolsuzluğu yapıyorsa, kusura bakmasınlar onun da kafasını koparırız. Milletvekili arkadaşlarımız varsa yolumuzu ayırırız. (...) Varsa belge getirirsiniz. Biz arkasını kovalarız" (18 Şubat 2005);
"Yolsuzluk bizim kitabımızda yoktur. Bunu böyle bilin" (3 Mart 2006);
"Yolsuzluk ve yasaklarla mücadeleye devam edeceğiz" (1 Haziran 2006);
"(...) Yolsuzluk, nitelikli dolandırıcılık, nitelikli hırsızlıktır. (...) Bu dönemde de buna tevessül edenler olabilir. Olacaktır da... Ancak şunu samimiyetle ifade ediyorum, buna tevessül eden her kim olursa olsun asla müsamaha görmeyecek ve gereken cezaya da çarptırılacaktır" diyen Tayyip Erdoğan yukarıdaki sözlerini bu konuda tutacak mı, onu soruyoruz?
Yazının Devamını Oku 13 Ağustos 2008
Tuzla’daki GİSAN Tersanesi’nde yapılan bir tankerin "filika"sını denerken meydana gelen facia ile ilgili haberler bizi bir ikilem içinde bıraktı: Hem "Bu kadarı da olmaz!" dedik hem de tepkimizi, aklımızdan geçen kelimelerle ifade etmeyi okuyucumuza olan saygımızla bağdaştıramadık.
Çünkü ortada kanımızca düpedüz bir cinayet var!
Tankerlerin "kapalı filikaları" olurmuş. Bunlar denizaltı gibi su almayacak şekilde yapılırmış. Gemiyi terk etmek zorunluluğu doğunca mürettebat ona doluşur, kapağı kapatılır ve gemiden bir yük gibi denize atılırmış. Buradaki mürettebat, filikayla birlikte önce suyun altına iner ama filikanın özelliği gereği sonra suyun yüzüne çıkar ve kurtarılıncaya kadar hayatta kalırmış.
Bu filikaların denemesi de içine insan yerine kum torbası konularak yapılırmış.
Buraya kadar herşey normal.
Bundan sonra sıra "bize", yani Arab’ın "Etrak-ı bi idrak" (İdraksiz Türkler) dediği türden insanlarımıza geliyor. Çünkü yapılanı ne anlamanız mümkün ne de açıklama olanağı var:
Bu GİSAN’ın dün internet sitesine girdik. Sitelerinde "Türkçe"ye bile tenezzül etmeyecek kadar iddialılar. Tankerler, siparişler, denize indirmeler... Her şey mükemmel.
Ama bir filikayı "kum torbaları" yüklenmiş olarak değil, içine "canı pek ucuz" olan işçiler doldurarak denize atmakta sakınca görmeyen bir zihniyetle yönetiliyor.
Bu bilerek yapılan bir şeyse yapılanın "cinayet"ten eksiği ne?
Aslında Tuzla’daki tersanelerde son 16 yılda 104, yıl başından beri de 26 işçinin buna benzer sözde "iş kazaları" sonucu hayatını kaybettiğini dikkate alınca ortada "iş kazası"ndan başka bir gerçeğin varlığı fark ediliyor.
Nitekim geriye doğru tarayınca, daha önceki "kaza"lar (!) nedeniyle Deniz Ticaret Odası Başkanı Metin Kalkavan’ın, suçu zavallı ve cahil işçilerde bulduğunu ve "İşlediğin çelik, pamuk değil! Biz tekstil atelyesi değiliz. İşçinin, ölebileceğini bilmesi lazım" dediğini gördük. (12.Haziran.2008 VATAN gazetesi)
Gemi Yapım Sanayii Genel Müdürü Nuri Uygur kabahati bir şekilde "ulusalcı" olmamıza bağlamış (28 Mayıs 2008 Radikal). DESAN Tersanesi sahibi Cengiz Kaptanoğlu "Yaşanan ölümlerin iş kazası değil MİT’lik (Milli İstihbarat Teşkilatı’nın ilgileneceği) olaylar olduğunu" söylemiş (23 Mayıs 2008 VATAN gazetesi). Selah Tersanesi sahibi Erkan Selah, kazaları iş yerindeki sendikanın "PKK’lı olduğu" gerekçesiyle açıklamış. (23.Mayıs.2008 VATAN)
Tüy dikme görevini de Ticaret ve Sanayi Bakanı Zafer Çağlayan üstlenmiş. O da "Bu kazaların ardında yabancı ülkelerin tertibini" aramış.
Bunlar yetmiyormuş gibi, işçi güvenliğinden sorumlu bakan Faruk Çelik "20 tane olması gereken yerde 50 tersane olursa ve bu şekilde ruhsatlandırılırsa o karmaşa içinde ne yazık ki ölümler devam edecek" demiş. Üstelik çok muhtemelen gidip o akşam evinde rahat rahat uyumuş.
Bu durumda filikaya kum torbası yerine işçi doldurup üçünün ölümüne sebep olanlara kabahat bulabilir misiniz?
Yazının Devamını Oku 12 Ağustos 2008
SAVAŞIN da alçakça yapılanı var, yiğitçe yapılanı var. Yiğitçe yapılanın hálá bir efsane gibi anlatılanına Çanakkale Savaşı örnektir.<br><br>Özellikle sivilleri hedef alan savaşların "yiğitlikle" veya "savaş ahlakı" ile ilgisi yoktur. Üstelik onlara örnek pek çoktur.
Bu sözlere bakarak Gürcistan ile Rusya arasında başlayan savaştan söz edeceğimizi sanmayın.
O konuyu herkes yazıyor. Biz ise bilmediğimiz için yazmıyoruz.
Biz 1’i kurmay yarbay, 2’si uzman çavuş olmak üzere 9 askerimizin dün Erzincan ile Kemah arasında göreve giderken şehit düşmeleriyle ilgili olaydan söz etmek niyetindeyiz.
Verilen bilgiye göre askerlerin bulunduğu askeri kamyon o yöreden geçerken teröristler yola döşedikleri mayını uzaktan kumandayla patlatmışlar. Bir anda ortalık kan gölüne dönmüş.
Geçenlerde İstanbul’un Güngören semtinde 18 sivilin ölümüne yol açan infilak da böyle uzaktan kumandalı bir bomba ile gerçekleştirilmişti.
Görüldüğü gibi mücadelenin en aşağılık, en alçakça, en ahlaksızca yapılanından söz ediyoruz:
Kurban seçtiğiniz insanların sizin tertibinizden hiç haberleri olmayacak. Onlara kendilerini savunma şansı da bırakmayacaksınız. En masum hal içindeyken canlarına kıyacak ve bundan başarı hazzı duyacaksınız.
Dağdaki avcının bile vuracağı hayvanlara karşı bir ahlak davranış borcu vardır. Ağaç dalına veya taş üstüne konmuş kuşa, duran ceylana, korkudan donup kalan tavşana, kısaca kendini koruma ve kurtarma şansı tanınmamış bir yaratığa ateş etmek, "av sporu" yapmak değil, "ahlaksızca cana kıymak"tır.
Erzincan-Kemah arasında görev yaparken şehit edilen 9 askerin üzüntüsüyle yüreğimiz yandığı günden bir gün önce PKK’nın başındaki isimlerden "Karayılan"ın "Birgün" isimli gazetede, ertesi gün de Demokratik Toplum Partisi (DTP) Genel Başkanı Ahmet Türk’ün "Taraf" Gazetesi’nde mülakatları yayınlandı.
Karayılan da Türk de "halkın şiddetten bıktığını" söylüyorlar. İkisi de "bizimle diyalog kurulsun" diyorlar ama ikisi de devlete karşı silahlı mücadele veren, askerinin yoluna mayın döşeyen, pek çok sivilin canına kıyan bir örgütün yaptıklarını yok sayarak konuşuyorlar.
Daha da önemlisi, mücadelenin en ahlaksızcası olan "mayın döşeyerek adam öldürme"nin aleyhinde tek kelime söylemiyorlar.
Onlara başkalarının söylemediğini biz söyleyelim:
Diyalog, hukuktan önce gelmez. Önce hukukun önünde boynunuzun kıldan ince olduğunu kabul eder söylersiniz. Sonra diyaloğun muhatabı olmaya hak kazanırsınız.
Not: Türk siyasi yaşamı, siyasette dürüst ve seviyeli davranmanın prim yapmadığını ve vefasızlığın temel kural olduğunu yaşayarak gören bir değerli insanı dün kaybetti:
Sosyal Demokrasi Partisi’nin (SODEP) ikinci Genel Başkanı Cezmi Kartay aramızdan ayrıldı.
Tüm sosyal demokratların başı sağolsun. O.E.
Yazının Devamını Oku 10 Ağustos 2008
RAHMETLİ Dr. Ertan Gönen’i içinde bulunduğumuz haftanın başında kaybettik. Son 5 senesini "Kızılay Genel Başkanlığı" görevinden hukuka aykırı bir şekilde uzaklaştırılmasına karşı açtığı davalarla geçirmişti.
Sonunda tüm davaları kazandı. Yargı kararlarının uygulanmaması nedeniyle yeni davalar açtı. Onları da kazandı.
Fakat başta Başbakan Tayyip Erdoğan olmak üzere sorumluların kendisine "tazminat ödemelerini" emreden kararları uygulattıramadan bir trafik kazası onu aramızdan aldı.
Bunları bize dünkü Milliyet’te okuduğumuz bir Yargıtay kararı ile ilgili haber anımsattı:
Biliyorsunuz Bursa’da Cargill isimli bir Amerikan şirketi var. Bu tarım ürünlerini işleyen dev bir şirket. Gittiği ülkelerde yoğun tartışmalar yaratmakla tanınıyor. Ama ülkemizi 1990’larda yönetenler tarafından Türkiye’ye nerdeyse "kırmızı mumlu davetiyle" ile çağrıldığı da bir gerçek. Nitekim kendisini ayrıcalıklı saymış. Olmayacak yere fabrika yapmış. Bu, dava konusu olmuş. Yargı, yapılan kanun tanımazlığı hükme bağlamış. Ama hükümete ve öteki yetkililere anlatamamış.
Sonuçta Yargıtay Dördüncü Hukuk Dairesi yargı kararlarını hiçe sayan Başbakan Tayyip Erdoğan ile o dönemin Bayındırlık Bakanı Zeki Ergezen ve o tarihteki Bursa Valisi, -şimdiki Emniyet Genel Müdürü- Oğuz Kaan Köksal’ın ve Bursa ile Gemlik belediye başkanlarının, "hukuk devleti ilkesine aykırı davrandıkları" için "davacı" iki vatandaşa "tazminat" ödemeleri gerektiğine karar vermiş.
Karşımıza örnek olarak sadece Gönen veya Cargill davası çıkmış olsaydı, "Bunca sorunla meşgul bir Başbakan belki öyle bir dava açıldığının farkında bile değildir" der biz de hoşgörü isterdik.
Dikkatinizi çekmiştir:
Bizler "Cumhuriyet’in temel değeri olan laiklik"ten söz edince Sayın Başbakan "Sadece laiklik değil, Anayasamıza göre sosyal hukuk devleti de Cumhuriyetin temel ilkesidir" diyor.
Diyor ama öte yandan da Sayın Başbakan’ın -ve hükümetinin- yargı kararlarını hiçe saymayı bir tabiat haline getirdiklerini gösteren gerçekler var:
Ertan Gönen örneğini verdik. Cargill’i anlattık. Özal kardeşlerin en küçüğü merhum Yusuf Bozkurt Özal’ın Süleymaniye Camii "Hazire"sine (etrafı çevrili mezarlığa) gömülmesine izin veren Bakanlar Kurulu kararı iptal edildiği halde, onu da hiçe saydığı için Başbakan Tayyip Erdoğan’ın konuyla ilgili davayı açanlara "tazminat" ödemesine karar verildiği daha önce basına yansımıştı.
Başbakan belli ki "hukuk devleti" ilkesine de "laikliğe" olduğu kadar sahip çıkıyor. Lakin, gerçekte ikisine de sahip çıkmadığının ya bilincine varmak istemiyor veya bilinmesine kızıyor.
ÑÑÑÑÑÑÑÑÑ
Not: Manavgat-Serik yöresinde 6 gün süren orman yangını ardından gazetecilerle sohbet ederken hem ormancıların fedakárlıklarını anlatan hem de o sırada ağzından "Yangının bir tek iyi tarafı, bu ormanlarda kene kalmadı" ifadesi çıkan Orman Genel Müdür Yardımcısı Mustafa Kurtulmuşlu, beyanının maksadını aştığını bildirdi. Biz de bunu sizlere duyurmaya söz verdik. Gereğini yapıyoruz. O.E.
Yazının Devamını Oku