31 Ağustos 2008
İSTANBUL seçkinlerinden pek çoğunun muhiti olan Moda’da meğer 2 aydır süren bir eylem varmış. Büyükşehir Belediyesi’nin koyduğu bir "içki yasağına" karşı "içkini kap gel" sloganıyla her cuma akşamı saat 20.30’da Moda İskelesi’nde buluşuyorlarmış.<br><br>Sonrası tahmin edeceğiniz gibi: Mehtap seyrederek, şarkı söylemek. Bir başka deyişle "hayat tarzımıza müdahale etmenize izin vermeyeceğiz" diye, uygar bir şekilde tavır koymak.
Modalılar, tarihi Moda İskelesi’nde bulunan restoranın İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Beltur isimli şirkete devredilmesi ardından "içki yasağı" konulmasına tepkililer.
Çünkü bu yasağın arkasında "içki içmek dinimize göre günahtır" anlayışının yattığını ve Başbakan Tayyip Erdoğan’dan esinlenen belediyenin (daha doğrusu AKP’li pek çok belediyenin) öteki insanlara kendi yaşam tarzlarını dayatmak için bunu yaptığını biliyorlar.
Oysa daha dünkü Hürriyet’te Başbakan Tayyip Erdoğan’ın "Ben oralara (içkili lokantalara) hep giderim. Milletin tabağında, kadehinde ne olduğuyla ilgilenmem" dediği bildiriliyordu.
Eğer siz bu sözlere inanırsanız Başbakan Erdoğan’ın 28 Kasım 2005 günü "Belediyeler içkili lokantalara ruhsat vermiyorlarsa bize gelin" şeklindeki sözlerini de ciddiye almanız gerekir.
Tabii Keçiören’in AKP’li Belediye Başkanı Turgut Altınok’un, elindeki ruhsata dayanarak içki satan bayiye dayak attırmasına kızdığına da inanabilirsiniz.
Hemen belirtelim... Kızmış olabilir ama "Niye bu kadar aleni yaptın o işi?" diyerek kızmıştır. Yoksa yasalara uygun şekilde içki satılmasını engellemesine kızdığını sanmayın.
Nitekim Türkiye, tüm şehirlerde içki ruhsatlı lokanta, kulüp ve benzeri yerleri kırmızı bölgelerde toplama projesiyle Tayyip Erdoğan’ın sayesinde karşı karşıya geldi.
Neyse ki Danıştay buna ilişkin genelgeyi iptal etti de -elimizdeki bilgilere göre- Üsküdar’da, (Bursa) Osmangazi’de, Tekirdağ’da, Denizli’de, Uşak’ta, Osmaniye’de, Bayburt’ta, Şanlıurfa’da, Manisa’da, Karaman’da, (Konya) Meram’da konulmak istenen "kırmızı bölge" ilkelliği engellendi.
Ama kampanya hiçbir şekilde hızını kaybetmedi. Dernek lokalleri baskı altına alındı. İçkili servis yapma ruhsatına sahip lokantaları bezdirip kapanmaya mecbur etmek için devamlı ceza yazma politikası uygulandı. Yeni ruhsat isteyenleri caydırmak için her yola başvuruldu.
Öte yandan AKP’li belediyeler hem kendilerine bağlı sosyal tesislerde hem de başkaları tarafından işletilirken süresi biten belediye mekánlarında derhal "içki yasağı" koydular.
Aynı kafada olan Milli Eğitim Bakanı geri kalmadı o da öğretmen evlerini kendine benzetti.
Buna rağmen Başbakan Erdoğan, "Şartlar yerine getirildikten sonra her belediyenin içki ruhsatı verdiğini" ifade etmekte ve "Benim partimin belediyeleri bu noktada olumsuz tavır içine giremezler" demekte sakınca görmedi. (2 Aralık 2005 Hürriyet).
Sahi... Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne ancak bu iktidarla girebileceğini söyleyen Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk bu konularda ne buyuruyorlar acaba?
Yazının Devamını Oku 30 Ağustos 2008
YILIN bu günlerinde biz başka ülkelerde pek olmayan -veya bizim olduğunu bilmediğimiz- törensel olayları yaşarız. Çünkü Silahlı Kuvvetlerimizin üst kademesindeki değişiklikler ve özellikle terfiler, kamuoyunda ilgiyle izlenir.
İtiraf edelim ki biz bunu biraz abartılı buluruz. Ama sakıncalı saymayız.
Nihayet bu ulusun geleneği de budur.
Dahası... Nasıl 6 Eylül’de yeni adli yılın açılışı nedeniyle "Yargı" hem kendi hem de ülke sorunları ile ilgili görüşlerini dile getiriyorsa aynı şey Anayasa Mahkemesi’nin, Danıştay’ın yıldönümlerinde yaşanıyorsa, Türk Silahlı Kuvvetleri de 30 Ağustos’ta aynı şeyi yapıyor denebilir.
Ancak bu yılın törenlerinde veya törenlerin kamuoyuna yansıtılmasında galiba daha seçici davranıldı, o yüzden örneğin tuğgeneral rütbesindeki komutanların söylevlerini öğrenemedik.
Bizce iyi oldu. Çünkü Silahlı Kuvvetler’in en büyük komutanı olan Genelkurmay Başkanı’ndan sonra ötekilerin de iman tazeler gibi nutuk vermelerinde pek de anlam yoktu.
Nitekim yeni Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ bu açıdan kendisine düşeni fazlasıyla yaptı.
Fazlasıyla kelimesini özenle kullandık. Çünkü Sayın Başbuğ’un konuşmasında "Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu iç ve dış tehlikeleri" sayarken bunlardan "anayasal rejimle" ilgili olanlara değinmekten memnun olduğunu sanmıyoruz.
Ama aynen Doğan Güreş, İsmail Hakkı Karadayı, Hüseyin Kıvrıkoğlu, Hilmi Özkök ve Yaşar Büyükanıt gibi onun da, "Laiklik ilkesinin, Türkiye Cumhuriyeti kuruluş felsefesinin temel direklerinden biri olduğunu" vurgulamak gereğini duyması, laikliği "Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan tüm değerlerin temel taşı" olarak nitelendirmesi, kendisini bunları söylemeye mecbur hissetmesinin sonucudur.
Ötekiler gibi Başbuğ’u da buna mecbur eden, -en az- son 20 yıldır Türkiye’yi yönetenlerin Cumhuriyet’in temel değerlerini yok etmeye çalıştıklarının bilinmesidir. Bu konuda muhalefetin -özellikle CHP’nin- ve sivil toplum örgütlerinin uzun süre duyarsız kalması da ikinci etkendir. Gerçek şu ki Silahlı Kuvvetler yıllardır, onların bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışmaktadır.
Nitekim Başbuğ hálá siyasi partilerin üzerinde durmadığı "cemaatlerin güçlenmesi" konusuna değinmekte, bunların "ekonomiyi güçlendirmeye, sosyo-politik yaşamı biçimlendirmeye" kalkıştıklarına dikkati çekmektedir.
Biz daha somut konuşalım:
Cemaatler bugün Türkiye’nin en ücra yerleşim yerlerine kadar örgütlenmiş durumdadır. Her il ve ilçenin ve her bölgenin sorumluları bellidir. Nitekim hem "yaygın" anlamda yani mahalle bazında hem de "örgün" anlamda yani "orta ve yüksek öğrenim" dönemindeki çocuklara dönük olarak müthiş bir taraftar kazanma faaliyetini tüm hızıyla devam ettirmektedirler.
Bu faaliyetin bir gün "laik rejimi devirmeyi" hedeflediğini görmeyenler kör değilse haindir.
Yazının Devamını Oku 29 Ağustos 2008
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül görevde geçen bir yılının hesabını, NTV’de verdi. İyi etti.
Biz de o sayede geride kalan bir yılı kendisinin nasıl gördüğünü öğrenme olanağı bulduk.
Bu fırsatı hepimize veren <B>NTV’</B>ye teşekkürü biz kendi hesabımıza borç biliyoruz.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın dediklerine ve demediklerine gelince:
Baştan belirtelim, Sayın Gül bilindiği gibi meramını omurgasız cümlelerle ifade etme konusunda fevkalade yeteneklidir. Nitekim Cumhurbaşkanlığı’nda geçen bir yılda bu yeteneği hayli gelişmiş.
Yazının Devamını Oku 28 Ağustos 2008
DİLERİZ sağduyu çok geçmeden egemen olur da Gürcistan’ın Saakaşvili isimli -aklı biraz havada görünen- Cumhurbaşkanı eliyle başlatılan kriz dünyanın başına bela açmadan biter. Lakin bir yanda Rusya’dan, öte yanda NATO’dan ve Avrupa Birliği’nden gelen haberler, gerilimin tırmanacağını düşündürüyor.
Filler itişirken çimenler ezilir derler. Bizi ilgilendiren belanın bir şekilde Türkiye’ye bulaştırılması ihtimali.
İnşallah o noktaya varmadan olaylar söner ama hafızamız hem Birinci hem de İkinci Dünya Savaşı’nın verdiği derslerle dolu olduğu için daha baştan uyaralım istiyoruz.
Birinci Dünya Savaşı’na bilindiği gibi İttihat ve Terakki’nin Osmanlı İmparatorluğu’nu kumar masasına yatıran liderleri yüzünden girmiştik:
Almanlar kazanacak, biz de onlarla birlikte zafer kazanıp Osmanlı’yı ayağa kaldıracaktık.
Oysa Almanlar kaybetmekle kalmadı, Osmanlı İmparatorluğu’nu da batırdı.
O yüzden İsmet İnönü’nün Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı’nın dışında tutması, daha sonraki siyasi iktidarların bu ülkeye yüz sene boyunca yapabileceklerinden daha büyük bir hizmettir.
Tabii anlayana!
O nedenle Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Gürcistan sorunu patlar patlamaz bir büyük aktör edasıyla sahneye çıkıp bir "Kafkasya İşbirliği ve İstikrar Platformu" kurulmasını önermesi, bize biraz boyumuzdan büyük işe burnumuzu sokmak gibi görünüyor.
Nitekim siz böyle "Dünyaya nizam verme konusunda biz de varız!" türü efelenmelerle ortaya çıkarsanız Rusya Genelkurmay Başkan Yardımcısı General Anatoliy Nogovitsin de tutar, tartışmanın içine Türkiye’yi sokmaya çalışan laflar eder.
Nitekim Hürriyet’in Moskova Muhabiri Nerdun Hacıoğlu, General Nogovitsin’in Karadeniz’e çıkan NATO ülkeleri gemilerinin burada en çok üç hafta kalabileceklerini anımsattıktan sonra, "21 günün sonunda NATO savaş gemileri burada kalmaya devam ederse, ilk sorumlunun Türkiye olacağını hatırlatmak isterim" dediğini bildiriyor.
Görüldüğü gibi Rusya, Türkiye’ye aba altından sopa göstermeye kalkıyor.
Oysa General Nogovitsin’in bunları söylediği gün Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Vladimir İvanovski, gazetecilere Montrö (Montreux) konusunda "Rusya ile Türkiye’nin pozisyonları tamamen aynı. (...) Montrö anlaşmasına tarafların riayet etmesini istiyoruz" diyordu.
Kaldı ki General Nogovitsin’in göz ardı ettiği bir başka husus var:
Montrö hükümlerini uygulamak esas itibarıyla elbet Türkiye’nin görevidir ama usulüne uygun şekilde Karadeniz’e çıkmış savaş gemileri orada 21 günden fazla kalırsa, Türkiye’nin onları çıkarma hakkı ve yetkisi yoktur.
Zaten anlaşmada böyle bir durumu öngören hüküm de yok. O nedenle Karadeniz’de kalış süresini ihlal eden gemilerin devletlerine Türkiye çok çok "diplomatik" baskı uygulayabilir. Kısaca Rusya -veya anlaşmayı imzalayan öteki devletler- bu konuda ne kadar sorumlu ise, Türkiye de en çok o kadar sorumlu sayılabilir. O nedenle Rusya kendi faturasını Türkiye’ye ödetmeye kalkmamalıdır.
Yazının Devamını Oku 26 Ağustos 2008
ŞABAN Dişli olayı CHP Meclis Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu tarafından kamuoyuna duyuralı tam 14 gün geçti. Bugün 15’inci gün...<br><br>İki haftayı devirdikten sonra Sayın Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bu olayı duymuş olabileceği izlenimi veren bazı belirtiler var. Rize’de hemşerilerine hitap ederken söylediklerinden Sayın Başbakan’ın "Tüyü bitmedik yetim hakkını kimseye yedirmeme" konusunda ısrarlı olduğunu bir kere daha öğreniyoruz.
Sayın Başbakan geride kalan bu 14 günlük tereddüdüyle ortaya koydu ki kendisi "yolsuzluk yapanın kellesini koparacak" lider değildir. Olsaydı, şimdiye kadar sürdürdüğü "babam olsa dinlemem" üslubuna uygun hareket eder, konunun hemen aydınlatılmasını sağlar ve tüm kamuoyuna -özellikle kendi dünyasının Ali Dibo’larına- "dürüst olmayanı yaşatmayacağını" gösterirdi.
Gerçi Sayın Erdoğan’ın bu konuda ne kadar isteksiz olduğunu görmek için bu olayı beklememiz gerekmiyordu:
TBMM’de son Bütçe Yasası görüşmeleri yapılırken, yani 4 Aralık 2007 günü Deniz Baykal’a; "Geçen dönemde ’Ali Dibo’ dediniz yattınız, ’Ali Dibo’ kalktınız, ama Hataylı sizin bu dediklerinizin hiçbirine itimat etmedi ve Hatay’da açık ara AK Parti birinci parti oldu" diyen, böylece "halkın yolsuzluk iddialarını önemsemediğini" ifade etmiş olan kendisi değil mi?
Erdoğan’ın bu konulara yaklaşımını görünce AKP programını kaleme alanlardan -Doğrucu Davut olduğu için son seçimde aday gösterilmeyen- Ertuğrul Yalçınbayır’ın anımsattığı bir konu daha da aydınlanıyor:
Yalçınbayır önceki günkü gazetelerden birinde, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Programı’nda, "Seçimle gelen herkesin kanunen vermek zorunda olduğu mal bildirimi şeffaf olarak kamuoyunun bilgisi ve denetimine sunulacaktır" dendiğini bildiriyor ama Erdoğan’ın bunun gerektirdiği yasa değişikliğini yapmaya katiyen yanaşmadığını belirtiyordu.
Buna da "muhalefet engel oldu" denemeyeceğine göre anlaşılıyor ki Erdoğan’ın "hortum kesme" edebiyatının gerçekle ve ciddiyetle ilgisi yoktur.
Aksi söz konusu olsaydı bugüne kadar herhangi bir AKP’li hakkında bir tane olsun "yolsuzluk" soruşturması yapıldığını görürdük.
Hadi biz göremedik diyelim. O zaman rakamlar bizi değil de AKP’nin yolsuzluğa izin vermediğini ileri sürenleri doğrulardı. Oysa dünya çapında yolsuzluk ve rüşvetle mücadeleyi amaçlayan sivil toplum örgütü Uluslararası Saydamlık’ın yayımladığı "Yolsuzluk Algılama Endeksi"nde Türkiye, 2007 değerlendirmesine göre 180 ülke arasında 64’üncü sırada yer aldı.
Bir önceki yıl yani 2006’da yerimiz 60’ıncılıktı. Yani 4 kademe aşağı inmişiz.
Nitekim AKP’nin ilk iktidar yılı olan 2003’te yapılan ihalelerin 150’si iptal edilmişti. Oysa bu rakam 2008’de 1202’ye çıkmış, yani yolsuzluk tam 8 kat artmış. (20 Ağustos 2008, Cumhuriyet) Durum açık olduğuna göre Sayın Erdoğan acaba Bangladeş’teki yetimlerin hakkını mı koruyor?
Yazının Devamını Oku 24 Ağustos 2008
DIŞARIDAN bakan zanneder ki, bu ülkeyi yöneten siyasi parti Anayasa’da istediği değişikliği yapamıyor, çünkü muhalefet engel oluyor.<br><br>Yeterince oy bulup değiştirdiği zaman karşısına Anayasa Mahkemesi çıkıyor. Bir memuru bir yerden başka yere tayin etse yahut görevden alsa idare mahkemesi durduruyor.
Üniversitelere hükmetmeye kalksa, ya YÖK’le yahut da rektörlerle uğraşmaya mecbur kalıyor.
İyi de... Bir ülkeyi yöneten kadro eğer topu topu hepsi 311 adet olan "balık çiftliklerini" de hizaya sokamıyorsa ne diyeceksiniz?
Ona da mı Anasaya Mahkemesi veya anamuhalefet engel oluyor?
Buna ilişkin bir haberi Muğla muhabirimiz Yaşar Anter vermiş. Birlikte okuyalım:
"MUĞLA’nın Milas İlçesi’ne bağlı Kıyıkışlacık Köyü ve Aydın’ın Didim İlçesi’ne bağlı Akbük Beldesi arasındaki sahil şeridinde 10 yıl önce kurulan ve sayıları 130’u aşan balık çiftlikleri, Güllük Körfezi’nin cennet koylarını cehenneme çevirdi. Çiftliklerin kurulu bulunduğu 50 koydan 40’ı tamamen kullanılmaz hale geldi.
Güllük Körfezi’nde yer alan Kaynar, Güvercinlik, Zeytinli Ada, Ziraat Adası, Çam, Pinar ve Tavşan koylarına giden turistlerle yerli tatilciler, aşırı kirlilik ile çiftliklerin koy ağızlarını kapatması yüzünden denize giremiyor.
Pislik yuvasına dönen koylar, balık çiftliklerinin eski kafesleri, ağları, bidonları ve katı atıkları ile tıka basa dolu.
Danimarkalı turist grubunu gezdirmek için Çam Koy’a gelen turizmci 32 yaşındaki Ateş Akbaba, "Yatla çıktığımız gezide konuklarımız her yıl Gökova’ya gidiyorlardı. Bu kez Yarımada’nın kuzeyini, yani Güllük Körfezi’ni gezmek istediler. Yıllar önce pırıl pırıl olan ve mavi turda gezilen cennet koyların çiftlikler nedeniyle cehenneme döndüğünü gördüm" dedi.
Unutmayalım bu haberi, önceki gün kendisini "Çevrecinin daniskası" ilan eden Tayyip Erdoğan’ın yönettiği ülkede okuyorsunuz.
Gerçek şu ki balık çiftliği rezaletinin altında sadece onlarla çıkar birliği yapan siyasilerin veya onlara sorumsuzca -çoğu kez rüşvet karşılığı- çiftlik kurup sahillerimizi mahvetme yetkisi veren bürokratların değil, hepimizin imzası var. Çünkü onların turizmimizi mahvedeceğini, denizlerimizi kirleteceğini, kıyılarımızı kullanılamaz hale getireceğini bile bile tepki göstermeyen bizleriz.
Dahası, bu çiftlikleri kaldırmak için uğraşanları, örneğin bir önceki Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe’yi desteksiz bıraktık. Pepe bu konuya 2006 yılında el attı.. Çiftlikleri nakletmeye kalktı. Ama "çıkar" çeteleri -meşhur hikáyedeki gibi, "o zamana kadar ya deve yahut deveci ölür" diyerek- "3 yıldan önce bir yere gidemeyiz" diye direttiler. İş edepsizliğe bindi. "Naklederiz ama bedelini devlet öderse" dediler. Ve káğıt üstünde "Şubat 2009’a kadar nakil kararı" verildi.
Ama sonunda onların istediği oldu. Çünkü Osman Pepe gitti. Çiftlik sahipleri de rahata erdi.
Şimdi bekleyelim bakalım, "Çevrecinin daniskası" ne çare bulacak!
Yazının Devamını Oku 23 Ağustos 2008
İSTANBUL’da, Mersin’de kısaca orada burada meydana gelen patlamaları biz birbirinden bağımsız olaylar gibi görmek eğilimindeydik. Oysa dün İzmir’de yaşanan patlamayı son olaylarla yan yana koyunca, bunların hem birbiriyle bağlı olduğu hem de bir sistem dahilinde yapıldığı anlaşılıyor.
O zaman da terörle mücadelenin hem kapsamı hem de metodu farklı hale geliyor.
Daha açık ifade edelim:
Terör yalnız Cudi dağlarında, Dağlıca sırtlarında veya Bestler deresi yöresinde değil, büyük şehirlerimizde de at oynatma iddiasındadır.
Yaşananlar, örneğin 27 Temmuz akşamı İstanbul’un Güngören semtinde 17 masum sivilin ölümüne, 100 kadarının yaralanmasına yol açan patlama, 19 Ağustos günü Mersin’de kendini otomobiliyle birlikte havaya uçuran canlı bomba olayı kanımızca aynı zincirin halkalarıdır.
Bunlara son İzmir olayını da eklemek gerektiğini vurgulamak lazım.
Unutmadan söyleyelim:
Arada 9 Temmuz günü ABD’nin İstanbul Başkonsolosluğu’na yapılan saldırı ile 7 Ağustos günü İstanbul’da Karacaahmet Mezarlığı’ndan Birinci Ordu Karargáhı’nın bulunduğu Selimiye Kışlası’na yapılan "havan topuyla saldırı" da var. Bu iki saldırının diğerlerinden kopuk olması ihtimali bize daha güçlü görüyor.
Ama öyle veya böyle... Bir gerçek var ki teröristler "artık şehirlerde de varız" diyorlar.
Bu mesajı almamız ve bireyler olarak hepimizin çevremize karşı çok daha duyarlı ve kuşkucu olmamız lazım. Bu bir.
İkincisi... Kabul edelim ki gelişmeler, ne Güngören olayından sonra "Saldırının bütün boyutlarıyla aydınlatıldığını" söyleyen, "Kesin tespitler ve güçlü delillerle tereddüde yer bırakmayacak şekilde olay aydınlatılmış ve faillerin büyük bölümü yakalanmıştır" diyen İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ı teyit etti, ne de "Tespitlere göre adliyeye sevk edilen 10 kişiden biri, bizatihi bombayı koyan kişidir" şeklinde basına açıklama yapan İstanbul Valisi Muammer Güler’i doğrulayan bir gelişme oldu.
Bizim polisin "faili hemen bulduk" demeye meraklı olduğu bilinir. Bu yüzden sıkıntıya düştüğünün örnekleri de çoktur. Sadece birini yani Üzeyir Garih’in öldürülmesinin ardından "faili bulduk" diye masum bir çocuğu kamuoyuna teşhir ettiklerini anımsatsak sanırız yeter.
Nitekim son Güngören olayını PKK’ya yükleyen yetkililerimiz, "Güngören olayının arkasında PKK’nın olmadığını tahmin ediyoruz" diye açıklama yapan Alman Dış İstihbarat Teşkilatı Başkanı Ernst Uhrlau’yu tekzip edemediler.
Kısaca demek istiyoruz ki, ya güvenlik güçlerimiz daha etkin olacak ve hayatı hepimize zehir etmeye çalışan terör yuvalarını, onlar harekete geçmeden başlarına yıkacaklar yahut da terörün ağır bedelini ödemeye mecbur olacağız.
Keşke diyoruz, dünyaya nizamat vermeye kalkan büyüklerimiz önce evimizin içini düzeltmek gerektiğini görseler.
Yazının Devamını Oku 22 Ağustos 2008
ABD’nin Gürcistan’a "yardım" gerekçesiyle toplam 140 bin tonluk iki askeri hastane gemisi gönderme planından vazgeçip 1936 tarihli Montrö (Montreux) Anlaşması’na uygun önerilerle ortaya çıkması, ikide bir filiz veren bir sorunu en azından şimdilik erteledi. Ama ne zamana kadar?
Bilindiği gibi Montrö Anlaşması, Karadeniz’de sahili olmayan devletlerin Karadeniz’e 15 bin tondan büyük savaş gemisi gönderemeyeceğini emrediyor. Böyle bir devletin Karadeniz’deki savaş gemilerinin toplamının aynı anda 45 bin tonu geçmemesi gerekiyor.
Oysa ABD, her biri 70 bin tonluk iki adet Askeri Hastane Gemisi göndermek istiyordu.
Ama Ankara, "Montrö hükümlerini aynen uygulamada" ısrarlı olduğunu ortaya koyunca tonajı Montrö hükümlerine uygun gemilerle bu işin yapılmasında mutabık kalındı.
Lakin Montrö’yü değiştirmek mi yoksa olduğu gibi korumak mı doğrudur sorusu bu yüzden tekrar tazelenmiş oldu.
Tekrar dememizin nedeni şu:
Daha önce de bu tartışma zaman zaman yapıldı. Aslında anlaşma 20 yıl süreyle (1956’ya kadar) yürürlükte kalacaktı. İmzacı devletler yani Türkiye, Bulgaristan, Fransa, İngiltere, Yunanistan, Japonya, Romanya, Sovyetler Birliği (Rusya) ve Yugoslavya’dan biri 1956’dan 2 yıl önce anlaşmayı yürürlükten kaldırmayı isteyen bir istek ileri sürmezse anlaşma yürürlükte kalmaya devam edecekti.
Anlaşmada değişiklik yapılmasını isteyen (imzacı) devletlerin de bu isteklerini ancak 5 yılda bir ileri sürme hakkı vardı.
Ne var ki işine gelmeyince "Bu anlaşmayı değiştirelim" diyenler oldu. Örneğin, ilk çıkışı Josef Stalin, 1946’da yaptı. Gerekçe olarak "Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sırasında bazı Alman ve İtalyan savaş gemilerinin ticari gemi imiş gibi Karadeniz’e geçmesine izin verdiğini" ileri sürdü. Ama Soğuk Savaş ortamında ABD ile İngiltere, Türkiye’nin yanında yer alıp da "Montrö’nün değiştirilmesine" karşı çıkınca Stalin hem ondan hem de Türkiye’den toprak istemekten vazgeçti.
Sonraki yıllarda Montrö’yü değiştirme konusu çeşitli nedenlerle tekrar tazelendi. Ama kimse Montrö’den daha iyi bir anlaşma önerisi üretemedi. O yüzden Montrö hukuki ömrünü doldurmuş sayılsa bile bugüne kadar geçerliğini korudu.
Şimdi de ABD’nin Montrö’den rahatsızlık duyduğunu gösteren işaretler var. Örneğin, 2003 yılında Irak’a saldırmayı aklına koyduğu zaman ABD yine Montrö’yü zorlamaya kalktı. Nitekim Irak’a yapılacak harekátla hiç ilgisi bulunmadığı halde tuttu, ABD savaş gemilerinin yanaşabilmesi için Samsun ve Trabzon limanlarının büyütülmesi gerektiğini ileri sürdü.
Neyse ki Irak harekátına Türkiye’nin destek vermesini öngören meşhur tezkere TBMM tarafından reddedilince o proje suya düştü.
Gerçekten Trabzon ve Samsun üzerinden Irak’a mı gidilir yoksa İran’a ve Kafkas ülkelerine mi?
Montrö’yü kaşımanın altında hangi hesapların yatabileceğini bu örnek yeterince göstermiyor mu?
Yazının Devamını Oku