Oktay Ekşi

Sivrisinek saz

2 Ekim 2008
YENİ yasama yılı dün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yaptığı konuşmayla başladı. Biz de iletişim teknolojisindeki gelişme sayesinde Meclis’e gitmeden olayı aşağı yukarı yaşamış gibi olduk.

İzlerken de bu törenin eskisini yenisini zihnimizden geçirdik.

Sanmayın ki bunu bir "eskiye özlem" duygusuyla söylüyoruz.

Biz de biliyoruz ki Atatürk’ün, İsmet İnönü’nün ve Celal Bayar’ın yaptığı türden yeni yasama yılını açış konuşmaları artık söz konusu olamaz.

Onlar "devletin" bir yıl boyunca izleyeceği "temel politikaları" dile getirirlerdi. Orada uluslararası ilişkiler de, ekonomik, siyasal ve hukuki yönden atılacak adımlar da görülürdü.

Aslında İngiliz Kraliçesi’nin Parlamento’da yaptığı yeni yasama yılı açış konuşmasında bu temel politikalar görülür ama orada o konuşmayı zaten hükümet hazırlar.

Oysa bizde konuşma Cumhurbaşkanlığı’nda hazırlanıyor ve arada kopukluk oluyor.

O nedenle cumhurbaşkanlarının yeni yasama yılı açış konuşmaları artık yarı "direktif" gibi değil, daha çok "Cumhurbaşkanının dileği" gibi görülüyor.

Cumhurbaşkanı Gül’ün dünkü konuşmasını da öyle değerlendirmek lazım.

Cumhurbaşkanı Gül geçen 1 Ekim’de de dünkü gibi sakin dilli, yumuşak tonlu, köşeli ifadeler içermemeye dikkat eden bir konuşma yapmıştı.

Ancak geçen yıl Gül, o zamanki "Anayasa" tartışmalarına geniş yer ayırmış, "TBMM’nin, başta siyasi partiler olmak üzere, toplumun bütün kesimlerinin katkılarından yararlanarak en mükemmel anayasal düzenlemelere ulaşacağından eminim" demişti.

Bu sene onu söylemedi. Çünkü geçen yıl "toplumun bütün kesimlerinin katkılarına" açık bir ortam zaten yoktu. O nedenle beklediği "mükemmel düzenlemelere" de ulaşılmadı. Bunu kendisi de görmüş olmalı ki bu defa konu tekrar ele alınırsa "yeni düzenlemelerin (...) dışlayıcı olmayan, kapsayıcı bir yaklaşıma sahip olması gerektiğini" vurguladı.

Bize kalırsa Cumhurbaşkanı hükümetin rafa kaldırdığı o konuda temenni ifade edeceğine, uzun zamandır ele alınmayı bekleyen başka önemli konulara girse daha iyi ederdi. Örneğin "Seçimlerin temel hükümleri" ile ilgili yasa yıllardır ele alınmayı bekliyor. "Siyasi partiler yasası"nın partilerimizi lider diktasından kurtarıp demokratik işleyişe kavuşturacak şekilde değiştirilmesi lazım. Ama işlerine gelmediği için liderler hiç oralı olmuyor.

Yargı reformunu Cumhurbaşkanı ürkek bir dille değil, "yargı bağımsızlaştırılmalı" diyerek ele almalıydı ama almıyor.

Yolsuzluklarla mücadeleyi "Bu yıl biraz daha şeffafız" üslubuyla değil, "saydamlığın gerçekleşmediğini o yüzden yolsuzluk şikayetlerinin sürüp gittiğini" vurgulayarak ifade etmeli. Cumhurbaşkanı bir tek Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz konusunda güçlü bir dil kullandı. "Yapılması gerekenler bellidir. Kendi haline bırakarak sürecin arzu edilen hızda ilerlemesini sağlamak ve Türkiye’yi AB’nin 2014 mali perspektifine hazırlamak mümkün değildir. Atılması gereken adımlar sürekli ve süratli bir biçimde atılmalıdır" dedi.

Hani "Anlayana sivrisinek saz!" diyen Başbakan Tayyip Erdoğan var ya... Galiba ona söyledi.
Yazının Devamını Oku

Siyasetçi hep aynı

1 Ekim 2008
BU sütunu izleyenler herhalde Amerika’da başlayıp dünyayı sarsan ekonomik krizi tahlil etmemizi beklemezler. Ama krizin bir başka boyutuna tanık olduk. Onu sizinle paylaşmak istiyoruz.<br><br>Önceki akşam CNN International’da bir ara ABD Başkanı George W.Bush’un yüzü geldi ekrana. Görmeye değerdi: Başkan Bush bir ağır sıklet dünya boks şampiyonundan on raund boyunca dayak yemiş gibiydi. Beyaz Saray’da Ukrayna Cumhurbaşkanı Victor Yuşçenko’yu kabul ettiği sırada, Temsilciler Meclisi’nin "Kriz içindeki bankaları ve öteki kurumları kurtarmak amacıyla Hazine Bakanı’na 700 milyar dolar tutarında harcama yapma yetkisi veren" öneriyi 207’ye karşı 228 oyla reddettiği bilgisi gelmiş olmalıydı.

İyi anımsıyoruz... Bir okulu ziyareti sırasında 11 Eylül 2001 felaketini öğrenince meşhur "Haçlı Seferi" çağrısını aşağı yukarı aynı çehre ile yapmıştı.

Eminiz, ABD’nin Irak harekátını aktif şekilde desteklememizi öngören hükümet tezkeresi 1 Mart 2003 günü TBMM tarafından reddedilince de çehresi aşağı yukarı aynı olmuştur.

Ne yapalım? Yalanla iftirayla dünyayı aldatıp başka ülkelere sefer düzenlemeyi ve yüz binlerce sivilin ölümünü kendine hak görenlerin ara sıra böyle sıkıntılı günler yaşamalarında herhalde ilahi adaletin rolü vardır.

O meselenin bir tarafı... Bizim asıl üzerinde durmaya niyetli olduğumuz husus, yine CNN ekranından izlediğimiz Temsilciler Meclisi üyelerinin sözleri ve tutumuydu.

Canlı yayında tanık olduğumuza göre, öneri paketi reddedilince gerçekten ortalık bir anda karıştı. Wall Street’teki New York Borsası’nı izleyen muhabirler şaşkın ve perişandılar. Çünkü borsa birkaç dakika içinde nerdeyse dibe vurmuştu. Ne sorulsa "Bundan sonra ne olacağını kimse bilmiyor" cümlesini sık sık tekrar ediyorlardı.

En ilginci "ret" kararı yüzünden Temsilciler Meclisi’nin Demokrat ve Cumhuriyetçi kanat liderleri birbirine düşmüştü.

Cumhuriyetçilere göre Temsilciler Meclisi Başkanı (Demokrat) Nancy Pelosi hem 700 milyar dolarlık öneriyi destekler görünmüş hem de ikili oynayarak paketin reddine yol açmıştı.

Buna karşılık Demokrat üyeler, "Bu bizim değil Cumhuriyetçilerin önerisidir. Demokrat üyelerin yüzde 60’ı pakete ’evet’ oyu verdiği halde Cumhuriyetçilerin yüzde 60’ı ’ret’ oyu verdi. Bizi suçlayacaklarına 8 yıldır uyguladıkları politikalarla ABD ekonomisini iflas noktasına getiren yönetimi ve pakete ret oyu kullanan arkadaşlarını suçlasınlar" dediler.

O sırada Colorado’da konuşan (Demokrat) Başkan adayı Barack Obama da "Başkan olunca ben de ekonomiyi kurtaracak paket getireceğim ama Wall Street’teki para babalarını değil, ev alıp borç altına giren insanları kurtaracağım" diyordu.

Nitekim iki taraf da ötekini "ülke çıkarından önce parti çıkarını düşünerek hareket etmekle" suçluyordu.

Belli ki iki tarafın da asıl derdi paketin gerekliliği veya doğru olup olmadığı değil 4 Kasım 2008 günü hem 435 üyeli Temsilciler Meclisi’nin tüm üyelerini hem de yeni başkanı seçmek için sandık başına gideceklerden oy koparmaktı.
Yazının Devamını Oku

Gidin üstüne

30 Eylül 2008
BU iş giderek, karşılıklı yapılan bir "şantaj dengesi" üzerine oturacak gibi görünüyor ama, sebep ne olursa olsun, "kirli çamaşırların ortaya dökülmesinin" bizce yararı var: Çankaya’nın CHP’li Belediye Başkanı Prof. Dr. Muzaffer Eryılmaz’ın ses kaydı ile ortaya çıkan skandaldan söz ediyoruz.

Haber önce "yandaş medya" tarafından yayınlandı:

Muzaffer Eryılmaz konuştuğu kişiye, belediyeden ihale kazanan firmalardan nasıl para aldıklarını, imara açılacak arsalar için oylamaya katılan Belediye Meclisi üyelerini ikna etmek için nasıl rüşvet vermek zorunda kaldıklarını, Belediye Meclisi üyelerinin nasıl "iş takipçiliği" yaptıklarını anlatıyor, onları "doymak bilmeyen yamyamlar" diye tanımlıyordu.

Şu sözler de ona ait:

"Adamlar imar komisyonunda her geçen dosyanın üzerine atlıyor. Her Belediye Meclisi Üyesi sabah geliyor, ’Ben bugün ne götürürüm’ diyor. Her gün her birinin koltuğunda bir dosya, müdürlüğe gidiyor. Oradan belki benimle de bir telefonla konuşuyor. Veya benim yanıma geliyor, bir giriyor odaya, çıkıyor. Giriyor yanıma, işte dışarı çıkıyor, ’Tamam işini hallettim’ diyor. ’Şu kadar ver’ diyor. (...)"

Öteki sözlerini yazmıyoruz ama onların yukarıda aktardığımızdan daha iyi olduğunu sanmayın.

Bu haberin ilk yayınlandığı günlerde Başkan Muzaffer Yılmaz artık duymaktan gına getirdiğimiz yola başvurdu:

"Tertip... Komplo... Montaj" gibi laflar geveledi. Sonra, "Ben onları 4 sene önce söylemiştim" dedi. Ama sonunda, "Evet o konuşmadaki ses bana ait"e kadar geldi.

Böylece pek çok belediyede yaşananın Çankaya’da da aynen var olduğunu öğrendik.

Sözün burasında belirtelim:

CHP Genel Merkezi bu konuda parti yönünden soruşturma başlatmış. Başkanın ve Belediye Meclisinin CHP’li üyelerinin ifadeleri alınacak ve disiplin yönünden gereken yapılacakmış.

CHP’nin bu konularda eskiden (1950 öncesinde) çok titiz olduğunu biliriz. Sonraki yıllarda özellikle 1978’den sonra o titizliğini kaybettiğinin de farkındayız. Ama yine de o eski duyarlığın tazelendiğini görmenin memnuniyet verici olduğunu söylüyoruz.

Ama yetmez!

CHP Genel Merkezi bize kalırsa -bu konuşmada savcılığı harekete geçirecek unsurlar olduğu takdirde- gecikmeden konuyu adalete de taşımalıdır.

Yolsuzluk ve benzeri yasadışı işler konusunda Adalet ve Kalkınma Partisi ile CHP arasındaki farkı ortaya koymanın en doğru ve somut yolu budur.

Dahası... Böyle bir çıkış, siyasilerimizin istiyor görünüp de sıra gerçekleştirmeye gelince parmaklarını dahi oynatmaya yanaşmadıkları "siyasi ahlak yasası çıkarma" konusunda CHP’nin yeni bir hamle yaptığı anlamına gelir.

CHP böylece belki de, "yanlışı" değil "doğruyu" korumanın daha doğru olduğunu AKP’ye öğretmiş olur. Bakarsınız tüm belediyelerdeki yolsuzluklara karşı önlemler alınır.

Doğrusu umutlu değiliz ama insan ne de olsa iyi olanı istiyor.
Yazının Devamını Oku

Bayramlık

27 Eylül 2008
BİRLİĞİMİZİN, bütünlüğümüzün, aramızdaki barışın ve huzurun tehdit kaynağını artık başka yerlerde aramamıza lüzum yok:<br><br>Geçen gün Şanlıurfa’da yaptığı konuşmayla Başbakan Tayyip Erdoğan bir bakıma, "O aradığınız kişi benim" demiş oldu: Artık "Ramazan Bayramı" yerine "Şeker Bayramı" denmesine "fırsat vermemeli"ymişiz.

Siz şimdiye kadar kendi özel dünyanızda veya bu ülkeyi bunca yıl yönetmiş insanlardan herhangi birinin kamuya dönük beyanında "O bayramın adı ’Ramazan’dır. Ona ’Şeker Bayramı’ diyenler kültürümüzü yozlaştırıyorlar" anlamında bir söz duydunuz mu?

Duymadınız çünkü Türkiye’nin tek partiyle yönetildiği dönemlerde bile öyle sanıyoruz ki kimsenin aklına "O bayramın adı ’Ramazan’ değil ’Şeker’ olmalı" diye bir düşünce gelmemiştir.

Nitekim geçen gün İlahiyat hocalarının bu konudaki düşüncelerini soran VATAN gazetesinin aldığı yanıtlar da bayramın adının "Şeker" veya "Ramazan" diye kullanılmasının kimseyi rahatsız etmediğini, "Şeker Bayramı" deyişinin taa Osmanlı’dan beri halk tarafından kullanıldığını ortaya koyuyordu.

Oysa Başbakan Tayyip Erdoğan’ın sözü aynen şöyle idi: "Bayramın adını bir başka türlü de değiştirmişler şimdi... Şeker Bayramı. Bu dört dörtlük bir Ramazan Bayramı. Ne Şeker Bayramı? Buna kültürel erozyon denir. Bunlara fırsat veremeyiz, vermemeliyiz."

Peki bize "O bayrama şeker denmesine izin vermeyin" diyen Başbakan Tayyip, Erdoğan son olarak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin "kapatılmasına gerek olmadığı" yolundaki Anayasa Mahkemesi kararı açıklandığı gece yani 30 Temmuz 2008’de:

"Gelin umutlarımızı, hayallerimizi, kardeşlik bağlarımızı, vatandaşlık şuurumuzu bir kez daha tazeleyelim. Sorunlarımız, zorluklarımız var. Ama bir ve beraber olduğumuz sürece aşamayacağımız hiçbir engel yoktur, olamaz" dememiş miydi?

Bu konuşmasıyla, 22 Temmuz 2007’de yani genel seçimlerden ezici bir galibiyetle çıkınca ulusa hitaben yaptığı konuşmadaki:

"Kime oy vermiş olursanız olun, oylarınız bizim için önemlidir. Tercihlerinize saygı duyuyoruz. Farklı tercihlerinizi demokrasinin gereği olarak görüyoruz" sözlerini bir bakıma tekrarlamış olmuyor muydu?

Peki "farklı oya" saygı duyduğunu söyleyen zatın dini bir bayram adının farklı söylenmesine bile tahammül edememesi neyin kanıtı olabilir?

Bize kalırsa Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bitmeyen derdi, Atatürk devrimleri iledir ve "Ramazan Bayramı" yerine "Şeker Bayramı" denilmesini bile o devrimlerin bir sonucu olarak gördüğü için, gözüne batmakta ve değiştirilmesini istemektedir.

Eh... O devrimlerin modernleştirdiği Türkiye’den söz ederken, "aklın, bilimin, teknolojinin, çağdaş eğitim ve hukuk sistemlerinin" yaşama sokulduğunu görmeyip "Biz Batı’dan sadece ahlaksızlığı aldık" diyen bir Başbakan’dan başka bir şey beklemek zaten abes olurdu.

Böyle bir başbakan tarafından yönetilen ülkenin vatandaşları olarak ne kadar huzur ve barış içinde yaşayabilirsiniz bilmiyoruz ama, yine de Şeker Bayramınızı şimdiden kutlamak isteriz.
Yazının Devamını Oku

Sözlü düello

26 Eylül 2008
İTİRAZ ettiler. "Biz düello yapmak için buraya gelmedik" dediler. Ama yaptıkları düpedüz "sözlü" bir "düello" idi.

Baştan söyleyelim:

Bu düelloda hakem Uğur Dündar dürüst yönetimiyle başarılıydı. İddiaların sahibi Kemal Kılıçdaroğlu da belgeli ve inandırıcı tavrıyla galip çıktı.

<B>Dengir Mir Mehmet Fırat </B>ise hem dağınık konuştu, hem de ilgisiz belgelerle zihin karıştırdı.

Olayı özetlersek ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır:

<B>Kemal Kılıçdaroğlu </B>üç iddia ortaya attı. Birinci iddiasına göre <B>MENAS </B>isimli firma <B>Dengir Mir Mehmet Fırat’</B>ın hem ortağı, hem de yöneticisi olduğu dönemde<B> İngiltere</B> ve <B>Hollanda’</B>ya "<B>hayali ihracat</B>" yapmakla suçlanmıştı. <B>Fırat </B>bu firmanın hayali ihracat yaptığı iddiasına karşı çıkıyordu.

İkinci iddiaya göre, <B>hayali ihracat </B>konusunu inceleyen <B>Gümrük Başmüfettişi Bayram Çolak,</B> <B>Dengir Mir Mehmet Fırat </B>tarafından -kısaca- "<B>rüşvet yediği</B>" iddiasıyla <B>Başbakanlığa </B>şikáyet edilmişti. <B>Kılıçdaroğlu</B>’na göre bu bir "<B>iftira</B>" idi.

Yazının Devamını Oku

Yolsuzluk ve AKP

25 Eylül 2008
SİZ eğer görmezden gelirseniz çalınmış çırpılmış, hiç mesele olmaz. Yok eğer "yetim hakkını kimseye yedirmeme"yi gerçek bir ilke olarak ugyularsanız, o zaman hem durum değişir hem de söylediklerinize insanlar inanmaya başlar.<br><br>Bunları bize Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı söyletiyor. Şöyle bir son günlerin durumunu gözden geçirelim:

Bir süredir yolsuzluk iddiaları kulaktan kulağa dolaşıyordu ama kamuoyu dikkatinin bu konulara yoğunlaşması, AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli’nin "arsa spekülatörü" olan birileriyle ortaklık kurup bu ilişkiden, ne idiği belirsiz bir "1 milyon dolar" alacağını taahhüde bağlayan senet ortaya çıkınca başladı.

Oysa "AKP dönemi yolsuzlukları" konusu hem genel ifadelerle hem de somut bazı olaylar aracılığıyla daha önce de kamuoyuna yansımıştı.

Daha da önemlisi, bu bilgilerin başta Genel Başkan Tayyip Erdoğan olmak üzere parti dünyasında ya hiç rahatsızlık yaratmaması (bu konuda tek istisna olarak Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in yolsuzluk yapan kuzenini yetkililere ihbar etmesi örneği var) yahut da bu yolsuzluk iddiasında adı geçenlerin değil, müfettişlerin yani görevini yapanların cezalandırılmasıydı.

Dediklerimize örnek verelim:

Şu anda Meclis’te, AKP Rize milletvekili Bayram Ali Bayramoğlu adında biri var. Hakkında "30 Kasım 2004 tarihinde 120 ton ’çay çöpü’nü işlenmiş Seylan (Sri Lanka) Çayı diye ihraç etme girişiminde bulunduğu" iddiasıyla soruşturma başlatılmış. Çerkezköy gümrüğünde yakalanan çayların gerçekte Sri Lanka’dan ithal edilip işlenerek yurtdışına satılması gereken çaylar olmadığı, böylece "toplu kaçakçılık" suçunun işlendiği müfettişler tarafından rapora bağlanmış.

Nitekim "Seylan çayı" denen maldan örnekler alınmış. Bunların gerçek Seylan Çayı ile karşılaştırılması sonucu "çay çöpü" oldukları ortaya çıkmış ama, o arada birileri de bir "cin"lik yapmış. Cinlik şu:

Suçlanan firma, yakalanan çayların bir de TÜBİTAK’ta incelenmesini istemiş. Gümrük Müdürlüğü bunu uygun görmüş. Neticede TÜBİTAK, "Bize gönderilen iki numune birbirine uygundur" anlamında bir rapor vermiş. Ama araştırınca anlamışlar ki TÜBİTAK’a gerçek Seylan Çayı değil, gümrükteki maldan alınan iki numune gönderilmiş.

Sonuç ne olmuş derseniz. Onu da söyleyelim:

Ali Bayramoğlu yargılanıp aklanmış.

Kendisinin gümrük işlerini yürüten Uğur Tekin hakkındaki dava açılmış. Ama asıl önemlisi, "bu kaçakçılığı ortaya çıkarttığı" için Gümrük Müsteşarlığı Teftiş Kurulu Başkanı Erdener Demirağ görevden alınmış. Bayramoğlu ayrıca öteki Başmüfettiş Kemal Ayvacı hakkında "suç duyurusunda" bulunmuş.

Onun başına ne geldiğini öğrenirsek ayrıca yazarız.

Aynı şey AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’ın ortaklığından bir süre önce ayrıldığı MENAS isimli şirkete ait TIR’da 84 kg. eroin yakalanması ile ilgili inceleme yapan Gümrük Başkontrolörü Bayram Çolak’ın başına gelmedi mi? Onun hakkında da "görevini kötüye kullandığı" iddiasıyla 3 yıla kadar hapis cezası öngören işlem başlatıldı.

Başka örnekler için yer kalmadı ama önümüzde daha fırsat var.
Yazının Devamını Oku

Yine o üslup

24 Eylül 2008
İKTİDAR partisinin son zamanlardaki sözcüsü Dengir Mir Mehmet Fırat’ın ağzından çıkanları lütfen televizyonlardan izleyin, gazetelerde okuyun. Ve bu ülkede siyasetin ne kadar kötü -daha doğrusu düşük düzeyli- bir üslupla yapıldığını görerek bir ders çıkarın.

Bu konuda kaç yazı yazdık anımsayamıyoruz.

Özellikle parlamento üyelerinin dili, siyaset yaşamının hem düzeyini belirler hem de o kuruma -Meclis’e- itibar kazandırır.

Tabii o dil düzeyli olursa....

Öteki ülkelerden söz etmeden -daha doğrusu bu konuda daha önce verdiğimiz örnekleri tekrarlamadan- önce dün Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’ın CHP Meclis Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu hakkında söylediklerine bir göz atmakta yarar var.

Ama ondan önce belirtelim:

Kemal Kılıçdaroğlu bir süre önce kamuoyuna yansıyan bir bilgiyi tazeleyerek Dengir Mir Mehmet Fırat’ın büyük ortağı olduğu bir şirketin yurtdışına gönderdiği mallar arasında 84 kg. eroin yakalandığını ileri sürmüştü.

Dengir Mir Mehmet Fırat ise o şirketle ilişkisini Eylül 2007’de kestiğini, iddia edilen olayın da kendi ilişkisinin kesilmesinden sonraki bir tarihe ait olduğunu söylüyor ve Kılıçdaroğlu’nu sözlerini ispata davet ediyordu.

Kılıçdaroğlu’nun -özetle- "O halde gazetecilerin karşısına çıkalım tartışalım. Kimin haklı olduğunu herkes görsün" anlamındaki çıkışına bakın Fırat nasıl bir karşılık veriyor:

"TBMM’de basın toplantısı yapacakmışız, beyefendi ile burada kozumuzu paylaşacakmışız. Bu aptalca bir şey. Bu kaçmanın başka bir adı. Bu korkaklık. Dolayısıyla burada Sayın Kılıçdaroğlu’nu bir kez daha müfteri olarak ilan ediyorum. Bundan sonra Sayın Kılıçdaroğlu soyadını kullanmayacağım. Bundan sonra ’Bay Müfteri’ dediğim zaman Türk halkı eski adı Sayın Kılıçdaroğlu’nu andığımı bilecektir. ’Bay Müfteri’ dediğimde bu şekilde anlamanızı rica ediyorum."

Bu sözler üzerine Kılıçdaroğlu da Fırat’tan söz ederken onu "Baron" diye nitelemiş.

Baron kavramının neleri çağrıştırdığını Kılıçdaroğlu açıklamıyor. Ama zihinlerde "uyuşturucu baronu" diye bir kavram olduğunu dikkate alırsanız, bu yönde bir anlam yüklenmek istendiği düşünülebilir.

Gördüğünüz gibi Fırat’ın sözleri parlamento terbiyesi almış bir ağızdan çıkacak gibi değil ama çıkmış.

Aslında "Daha ağır sözler Meclis’te kullanılmadı mı?" diyen de haklıdır. Ama Meclis’teki milletvekillerinin özellikle bazılarının ne kadar cahil, kaba ve görgüsüz olduğunu bilirseniz o küfürleri onlara yakıştırabilirsiniz. Ama Dengir Mir Mehmet Fırat gibi iyi eğitim görmüş, -şahsen tanıyanların ifadesine göre- oturmayı, kalkmayı, insanlarla edebine adabına uygun şekilde konuşmayı bilen biri kontrolünü kaybedip yukarıdaki sözleri sarf ederse, ötekilerin değil, Fırat’ı ayıplanması gerekir.

Başka ülkelerden söz ettik. Kısaca ifade edelim... Parlamentonun beşiği İngiltere’de en kızgın anında bile bir milletvekili ötekinden söz ederken ya "Saygıdeğer meslektaşım" der, yahut da "Saygıdeğer beyefendi" anlamında bir hitapta bulunur. Herhalde kimse ötekine "müfteri" demez.
Yazının Devamını Oku

Sırası mı?

23 Eylül 2008
PLANLANMIŞ bir olay diye bakmadık ama Cumhurbaşkanı’nın görev süresi acaba 5 yıl mı 7 yıl mı konusunun meslektaşlarımız tarafından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e sorulması üzerine "Gündeme galiba yeni bir madde daha sokuluyor" diye düşünmekten kendimizi alamadık.<br><br>Erdal Şafak dün Sabah’ta yazdı: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le birlikte New York’a giden meslektaşlarımız kendisine;

"Cumhurbaşkanlığı döneminiz 5 yıl mı 7 yıl mı olacak? 5 yıl olursa ikinci dönemi düşünüyor musunuz?" diye sorunca Gül:

"Cumhurbaşkanı seçimi için Anayasa değişikliğine uygun bir kanun çıkacak. Bir dönem mi, yoksa iki dönem mi o zaman belli olacak. Aslında bana bir şeyler söylediler..."
demiş ve orada kesmiş.

Kimin ne dediğini bilmiyoruz ama Cumhurbaşkanı’nın kafasındaki tereddüdün kendi ifadesine göre "çıkacak yeni bir kanunla" değil, hukukun yerleşik kurallarıyla çözüleceğine inanıyoruz.

Zaten Cumhurbaşkanı’nın, "Anayasa değişikliğine uygun bir kanun"dan söz ederek "konuyu netleştirmek için Anayasa’ya yeni bir hüküm koymak" dışında bir çözümü dile getirdiği anlaşılıyor.

Aksi halde Anayasa’ya "Onbirinci Cumhurbaşkanı’nın görev süresi 5 yıldır" anlamında bir hüküm konulabileceğini ifade ederdi ve mesele kendiliğinden çözülürdü.

Çözülmüş olur ama şık olmaz. Nitekim tanınmış Anayasa Profesörü Erdoğan Teziç, "Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bu konuyla ilgili son Anayasal düzenleme halkoylamasına sunulmadan önceki hükümlere göre seçilmiştir. Benim kanaatimce görev süresini tayin eden de seçilmesinde uygulanan hükümlerdir. Kısaca TBMM tarafından 7 yıl görev yapmak ve bir sonraki seçime katılmamak koşuluyla seçilmiştir. Şimdi o süreyi 5 yıl diye görmek bir bakıma Cumhurbaşkanı’nın TBMM tarafından azli gibi bir anlama gelir ki, böyle bir durum olayın tabiatına da uygun düşmez. Nitekim benzeri bir durum anımsanacağı gibi Fransa’da yaşandı. Jacques Chirac cumhurbaşkanı iken görev süresi 5 yıla indirildi. Orada da mevcut cumhurbaşkanının 5 yıl mı 7 yıl mı görevde kalacağı belirtilmemişti. Ama fazla bir sorun olmadan yani Jacques Chirac’ın 7 yıl görevde kalmasıyla sonuçlandı" görüşünü ifade etti.

Teziç’in görüşü böyle ama aksini düşünenlerin de olduğunu belirtelim.

Peki Cumhurbaşkanı Gül’ün çıkacağından söz ettiği "kanun" nedir?

Onun yanıtı Cumhurbaşkanı’nın halkoylamasıyla seçilmesini öngören Anayasa değişikliği ile ilgili 5606 sayılı yasada var. Orada "Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin usul ve esaslar kanunla düzenlenir" deniyor.

Gerçi o yasa çıkıncaya kadar yürürlükteki öteki yasaların örneğin Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri hakkındaki yasanın; Milletvekili Seçimi hakkındaki yasanın ve ilgili öteki yasaların hükümlerine uygun hareket edilmesi hükme bağlanmış. Ancak bu yasaların amacı kendi kapsamı içindeki ihtiyaçlara yanıt bulmaktır. O nedenle konunun, Cumhurbaşkanı seçilmek için adaylık nasıl konacak, ne şekilde kesinleşecek? Yüksek Seçim Kurulu’nun yetkileri yönünden ne gerekecek gibi pek çok soruya yanıt bulacak yasayla çözülmesi gerekecek. Herhalde kasıt o idi.
Yazının Devamını Oku