Oktay Ekşi

Ahlaken suçlu

11 Eylül 2008
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın "Deniz Feneri" soygununu unutturmak amacıyla başlattığı tartışmaya, dün onun "maaşlı demagogu" Dengir Mir Mehmet Fırat da katıldı ve Aydın Doğan hakkında genel kamuoyunu ilgilendirecek nitelikte suçlamalarda bulundu. <br><br>O zaman konuyu ele almak ve görüşümüzü yazmak kaçınılmaz oldu. Dengir Mir Bey, Vatan Gazetesi’nin bir yazarının, Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) Başkanı’na şantaj yaptığını ileri sürdü. Söz konusu yazarın, Vatan Gazetesi için Aydın Doğan’ın istediği gibi karar verilmezse Kanal 7 ile ilgili ellerindeki dosyayı haber yapacaklarını söylediğini iddia etti. Sonra "Tehdit ve şantaj bu değildir de nedir?" dedi.

Dengir Mir Bey’in dediği doğruysa "Evet, onun adı şantajdır". Ancak, şantaj yapan hakkında yasaları işletmeyip bunu bir başkasına şantaj yapmak için kullanan da ahlaksızdır.

Bu bir.

İkincisi, Aydın Doğan hakkında "káğıt kaçakçılığı yaptığı" iddiası varmış. Buna göre Finlandiya’dan Doğan Grubu’nun ithal ettiği gazete káğıdı, başkalarının ithal ettiği káğıttan pahalı gösterilmiş. Bu yüzden Hürriyet’in hissesini alan tasarruf sahipleri zarara uğramışmış.

Bizim gördüğümüz belgeler tam aksini gösteriyordu. O nedenle iddianın doğru olmadığını düşündük ama sayınız ki biz bu konulardan anlamadığımız için hatalı bir değerlendirme yaptık.

Öyle bir olay varsa yasaları işletirsiniz. Kaçakçılık yapan varsa -ve mesela o Aydın Doğan ise- yetkili merci cezasını verir. Siz de ancak ondan sonra Aydın Doğan’ın karşısına geçip, "Sen bu suçu işlemedin mi?" diyebilirsiniz.

Eğer aksi geçerli olsa yani her iddia orada adı geçeni suçlamaya yetse, birileri de tutar belediye başkanlığı dönemiyle ilgili iddialar nedeniyle Tayyip Erdoğan hakkında ortaya atılan söylentileri kullanırdı.

Dengir Mir Fırat’a göre Aydın Doğan’ın Hilton arazisindeki yapılaşma oranının çevredekilerle uyumlu hale getirilmesi konusunda Başbakan’la konuşması, meselenin "mahalli idarelerle ilgili bir konu" olması nedeniyle "ahlaki bir suç" sayılırmış.

Dengir Bey, Başbakan Erdoğan’ın canı isteyince sadece İstanbul’a değil, Türkiye’nin her noktasında her belediyenin işine karıştığını, kendisine sormadan kimsenin karar veremez hale geldiğini bilmiyor mu? Bunu kendisi de böyle bildiği halde söylemiyorsa ahlaken asıl kendisinin suçlu sayılması gerektiğini reddedebilir mi?

Son nokta olarak bilmediğimiz bir şeyi Dengir Mir’in sözlerinden öğrendik:

İddiasına göre Aydın Doğan, Ceyhan’da rafineri kurmak için Başbakan’dan "rafineri arazisinin bedelsiz olarak kendisine tahsisini" talep etmiş. Dengir Mir Bey, "Karşı çıkılan şey budur. Devlet istimlakını yapacak veya hazine arazinin belli bir kesimini karşılıksız olarak birilerine devredecek... Bunu yapabilmemiz mümkün değildir" diyor.

Meğer "Bize bedelsiz arazi tahsis edin" diyen yokmuş. Her rafineri için çok büyük araziye ihtiyaç olduğu için bir yere rafineri yapılması ancak devletin o kadar araziyi istimlak etmesinden sonra mümkünmüş. O arazi sonra rafineri yapacak olana satılır ve rafineri orada kurulurmuş. Bu üstelik her rafineri için böyle olurmuş. O nedenle Dengir Mir Bey, zorunlu bir işlemi haksız bir talep gibi göstermeye kalkmış. Ama anlaşılan bu yaptığına ahlaken ne denir düşünmemiş.
Yazının Devamını Oku

Bir kitap özeti

10 Eylül 2008
İSMİNİ Sefer Çetinkaya olarak veren bir okuyucumuz bize, Prof. Andreas Scwartz’ın gözetiminde Elke Mond ve ekibi tarafından yıllar önce yazılan "Hitler Dönemi Almanyası" isimli kitaptan yaptığı özeti göndermiş.<br><br>Onu daha da kısaltarak sizinle paylaşmak istedik. Kararı da size bıraktık. Okuyucumuz aynı konuda kitabı olan William Caar’ın şu sözlerini başa koymuş:

"Almanya’nın felaketi tek başına Hitler değildir. Alman felaketinin sorumlusu, bir Hitler yaratan ve kendi kaderini onun ellerine kendi isteğiyle teslim eden Alman halkıdır."

Özetin özetine gelince:

"Birinci Dünya Savaşı ardından Almanya’ya imzalatılan Versaille Barış Anlaşması Almanya’yı dayanılmaz bir savaş borcu altına sokmuştu. Almanya bu sorunla boğuşurken 1929 Dünya Ekonomik Krizi durumu daha da kötüleştirdi.

Krizden çıkış yolu arayan sanayiciler, işadamları, bankerler, Hitler’in Nazi Partisi’ni (NP) desteklemeye karar verdiler. Çünkü Hitler iktidara gelirse savaş borçlarını ödemeyip o kaynağı ülke kalkınmasında kullanacağını vaat ediyordu. Keza işsizlik önlenecek, rüşvetin yolsuzluğun önü kesilecekti. Ayrıca özgürlüklerin önündeki tüm engeller kaldırılacacktı.

Hitler o sırada çoğu sokaktaki işsiz güçsüz takımından oluşan Fırtına Kıtaları (FK) isimli bir örgüt kurdu. Bu, yasal olup olmadığına bakmadan her türlü talimatı yerine getiren bir güç idi.

Hitler seçimden önce bir de gazete patronlarıyla anlaşmış, onlara ’NP iktidara gelirse kredi ve faiz borçları ile vergi borçlarını silme’yi vaat etmişti.

Bunu öğrenince ’demokrasi’ adına rahatsızlık duyan bir kısım bilim adamlarıyla yüksek rütbeli komutanlar bir bildiri yayınlayarak yaklaşan tehlikeye kamuoyunun dikkatini çektiler. Ama aldırış eden olmadı.

Ve 6 Kasım 1932 seçiminde yüzde 33 oyla en büyük parti olarak meclise giren NP hükümet kurdu.

NP’nin milletvekillerinin yüzde 37’si rüşvet ve yolsuzluğa, yüzde 14’ü resmi belgede sahtekarlık türü suçlara bulaşmıştı. Nitekim bu sırada yargıdan o milletvekillerinin tutuklanması yolunda bir karar çıkınca Hitler bu tutuklama kararını uygulamamakla kalmadı, onu milletvekillerine karşı koz olarak kullandı ve istediği yasaları çıkarttı. Bunlardan biri de meşhur "Olağanüstü Yetki Yasası" (OYY) idi. Çünkü Hitler bir yandan FK’yı kullanarak karışıklık çıkarttırıyor, öte yandan düzeni korumak için daha sert önlemlere ihtiyaç olduğunu savunuyordu. Polisten ayrı Gestapo teşkilatı da bu gerekçeyle kuruldu. Hitler artık açıkça ’Zararlı gördüğü her kuruluşun ve örgütün icabına bakılacağını’ söylemekten çekinmiyordu.

OYY’ye itiraz edenlere bir kısım gazeteler karşı çıktı. Asker de OYY’yi desteklediğini açıklayınca Hitler tüm karşı çıkanları tasfiye etti. Ardından tüm partileri ve 6 Kasım’dan önce kendisini destekleyen, desteklemeyen tüm sendikaları kapattı. Liderlerini bir gecede toplatıp hapse attı. Basını susturdu, tüm özgürlükleri askıya aldı. Yargıyı tasfiye edip NP’yi destekleyen avukatları yargıçlığa getirdi.

Partiler, sendikalar, gazeteler uyandığı zaman iş işten çoktan geçmişti."
Yazının Devamını Oku

Vacip oldu

9 Eylül 2008
EVET, vacip oldu... Yoksa yıllardır bu sütunu izleyenler bilirler ki, bu gazete ile başka gazeteler arasındaki tartışmalara da, doğruca bu kuruma yönelik saldırılara da biz yanıt vermeyiz. Çünkü kendi işimizin genel kamuoyunu ilgilendiren konuları ele almak olduğunu düşünürüz.

Ama Başbakan mecbur etti.

Mecbur etti, çünkü haddini aştı. Tuttu partisinin Güngören ilçe kongresinde konuşurken medya dünyasında -özellikle de Doğan Medya Grubu’nda- köşe yazarlığı yapan herkesi "patron silahşoru" olarak ilan etti.

Silahşorluk, tetikçilik her ne ise, bize yönelttiği sıfatları bu sütunun yazarı sıfatıyla ben gecikmeden ve aynen Başbakan Tayyip Erdoğan’a iade ediyorum.

Biz, onun mensubu olduğu "biat kültürü"nden gelmediğimiz için bağımsız düşünürüz, kendi kanaatlerimizi kendi değerlendirmelerimizi okuyucunun önüne koyarız. Bir yazıyı kaleme almak için ne kimseden izin isteriz ne de kimsenin gözünün içine bakarız. Kimseye de silahşorluk yapmayız.

Ama demokrasinin "d" harfinden habersiz bir kafa -zaten biat kültürü başka bir kafa yapısı oluşturamaz- başkalarını da kendi dünyasındakiler gibi zannettiği için böyle konuşur.

Çok açık olarak görünüyor ki Başbakan Tayyip Erdoğan partisi mensuplarının -birkaç gün önce de yazdık- artık üçerli beşerli örneklerle ortaya çıkan "yolsuzluk" olaylarının yazılmasından -dikkat ediniz olmasından değil, yazılmasından- şikáyetçidir.

Daha doğrusu tedirgindir. Bir tarihte İsmet İnönü’nün Meclis kürsüsünden Demokrat Partili milletvekillerine söylediği gibi "suçluların telaşı" içindedir. Çünkü dini siyasete alet ederek -bu dediğimiz Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla muhkem kaziye (kesin hüküm) haline gelmiş bir gerçektir- koruyabileceğini sandığı iktidarını öncelikle bu yüzden yitirebileceğinin farkındadır.

Onun da nedeni çok açık:

Onların yazılması halkın aldatıldığını ortaya koyuyor. Nitekim Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) vatandaşa "dürüst ve şeffaf bir yönetim" vaat ettiği için iktidara geldi.

Ama bunda samimi olmadığı için, Bülent Ecevit döneminde yolsuzlukları önleme amacıyla hazırlanıp Meclis’ten geçirilmiş olan Kamu İhale Kanunu’nun, önce yürürlüğe girmesini engelledi. Sonra yasada kamu paralarını haksız şekilde AKP’lilerin cebine akıtma olanağı verecek değişiklikler yaptı. Hatta bir, iki değişiklikle de yetinmedi, yasayı tam 15 kere değiştirdi. Nitekim bu konuyla ilgili kurumun başkanı daha geçenlerde, usulsüz yolsuz ihaleler yüzünden şikáyetlerin geçmiş yıllara göre tam 6 misli arttığını açıklamak zorunda kaldı.

Keza "kamu görevlilerinin mal bildirimini kamuya açık hale getirmeye kararlı oldukları" parti programında yazılı olduğu halde Şaban Dişli’nin bile mal bildirimini kamuoyuna açıklattırmadı.

Başbakan Tayyip Erdoğan sinirlenip bağırarak, birilerini tehdit ederek, hatta "şantaj" anlamına gelen sözler söyleyerek bizleri korkutacağını sanıyorsa haber verelim:

Kendisinin Kasımpaşa sokaklarında çember çevirdiği tarihlerde biz bu kavgaların içindeydik.
Yazının Devamını Oku

Kurumsal rüşvet

7 Eylül 2008
DÜN televizyonda Başbakan’ı gördük. Bizlere yine çok kızmış. Ama -kendi ifadesiyle- hiç kusura bakmasın! Yolsuzluk, dolandırıcılık yapan -Almanya’daki Deniz Feneri derneği dahil- kendisine yakın görünenler de olsa, gerçeği yazacağız. Bizim işimiz bu! <br><br>Bunu da böyle bilsin! Ama asıl dikkati çeken, bu yayınlar nedeniyle, "Benim adımı kullanarak birileri birtakım dolaplar çevirebilir. Hiçbirine müsamaha etmeyeceğim. Size de teşekkür ederim" demesi gerekirken küplere binip kontrolsüz Tayyip Erdoğan üslubuyla başkalarına hakaret etmesi.

Bundan anlaşılıyor ki Başbakan Erdoğan ya AKP’nin gücünden yararlanıp hırsızlık yapanlar yüzünden huzursuzdur yahut bunların yapılmasına değil yazılmasına kızmaktadır.

Oysa "yapanlara" kızarsa daha iyi eder.

Üstelik bunu göstermek için önünde yeni bir fırsat var:

Dünkü gazetelerde bildiriliyordu... Meğer Silivri’deki Şaban Dişli olayının daha beteri Gaziantep’te yaşanmış.

Biliyorsunuz Şaban Dişli olayında Mehmet Karasu adında bir genç, aslında "tarla" olan bir araziyi sahiplerinden satın aldıktan sonra, o yörenin "ticari alana açık bölge" olmasını sağlamış ve 3 milyon 400 bin YTL’ye aldığı arsayı, bu plan değişikliğini yaptırdıktan sonra 16 küsur milyon YTL’ye, TESCO KİPA isimli bir yabancı şirkete satmıştı.

Buradaki önemli nokta Belediye’nin "ayarlanması" ve "tarla"nın "ticari alan" haline dönüştürülmesidir. Bu "plan değişikliği" yapılınca gerisi kolaydır. Zaten Şaban Dişli gibi birinin nüfuzuna bu nedenle ihtiyaç duyulur.

Gaziantep’te Şehitkamil Belediyesi sınırları içindeki Güvenevler Mahallesi’nde, 120 dönüm büyüklüğünde araziyi Nuri Üysen adında AKP’li bir işadamı 14 milyon YTL karşılığında sahiplerinden satın almış. Aynı yeri sadece 3 gün sonra bir Lüksemburg firmasına tam 87 milyon 500 bin YTL karşılığında satmış. Ve üç günde 73 milyon 500 bin YTL’yi cebine atmış.

Bu mucize ticaretin sebebi, satıştan 1 ay sonra Gaziantep Büyükşehir Belediyesi, o bölgeyi tarım alanı olmaktan çıkartıp ticari alan haline dönüştürünce anlaşılmış. Ama bu da kendiliğinden olmamış. Üysen, o yabancı firmanın vekili sıfatıyla Gaziantep Belediyesi’ne, "Arsanın 55 dönümlük kısmını belediyeye bağışlayalım siz de planda istediğimiz değişikliği yapın" diye başvurmuş. Onlar da kaz gelecek yerden tavuğu esirgememişler. Oysa daha önce aynı yer için yapılan aynı yöndeki talepleri belediye her defasında reddetmişmiş.

Al gülüm-ver gülüm’den sonra istenen yapılmış. Bu 55 dönümün yarısını yani 27.5 dönümünü de Büyükşehir Belediyesi, Şehitkamil Belediyesi’ne ayırmış. Ama Şehitkamil Belediyesi’nde bu işleme itiraz edilince konu idari yargıya gitmiş.

Görünene bakarsanız ortada "Sen rüşvet karşılığı bu kararı verdin" diyeceğiniz bir durum yok. Ama belediyenin bu işlemi düpedüz "rüşvet" karşılığı yaptığı da aşikár. Lakin Ceza Yasası, kurumların aldığı bu tür rüşveti suç saymıyor. AKP tipi yolsuzluk çarkı böyle dönüyor.

Saçı bitmedik yetim de ötede durumu seyrediyor.
Yazının Devamını Oku

İşte marifetimiz

6 Eylül 2008
OKUYUNCA neye isyan edeceğine karar veremiyorsunuz... İhtimal Avrupa Birliği’nin (AB) Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn’in, yıllardır vatandaşlarımızın AB ülkelerinin konsolosluk kapılarında sürünmesine bizim sebep olduğumuzu ortaya koyan sözlerini, dünkü gazetelerde okumuşsunuzdur.<br><br>Olli Rehn, vatandaşlarımızın bizim yüzümüzden eziyet çektiğini söylemiş. Olayın özeti şu... AB Parlamentosu Üyesi Vural Öger, henüz AB üyesi olmadıkları bir yana, "tam üyeliğe aday"lığa bile sayılmayan Sırbistan, Makedonya, Karadağ, Bosna Hersek ve Arnavutluk gibi ülkelerle "vizelerin kolaylaştırılması" anlaşması yapan AB’nin, "Neden Türkiye ile de benzer anlaşmalar yapmadığını" sormuş.

Rehn de, "Türkiye ile uzun zamandan beri Vize Kolaylığı Anlaşması yapmak için çaba sarfettiklerini, ancak karşılık alamadıklarını" söylemiş.

Keşke sözü orada bitseydi. Meğer daha da varmış. "Böyle bir anlaşmanın Türkiye’deki geniş kesimlere vize muafiyeti getireceğini" söyledikten sonra:

"Vize Kolaylığı Anlaşması için defalarca girişim yapılmasına ve Ankara’yı cesaretlendirmemize karşın, Türk hükümeti bu yönde müzakerelerin başlatılmasının istendiğine yönelik herhangi bir niyet belirtmemiştir" demiş.

Bu dedikleri doğruysa, vatandaşlarımızı bunca yıldır Almanya, Avusturya, İngiltere, Fransa gibi ülkelerin konsoloslukları kapısında sürünmeye mahkûm edenlerin konsolosluklardaki görevliler olmadığı, kendi insanımıza bu insanlık dışı muameleyi bizim Ankara’daki yetkililerimizin reva gördüğü ortaya çıkar.

Hoş, bu meselenin geçmişine bakınca hayret edecek bir şey olmadığı hemen görülüyor. Nitekim Türk vatandaşlarının vize alması koşulunu 1980 yılında ilk olarak Almanya koyduğu zaman da hükümetimiz sesini çıkarmamıştı.

O yüzden başkasından önce kendi insanımızdan çektiğimizi bilmekte yarar var.

Aslında bu son meselenin de yeni olmadığını çoğumuz biliyoruz. Nitekim yaklaşık 10 yıldır bu konunun mücadelesini veren -o tarihlerde Hamburg’da idi- Akdeniz Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Harun Gümrükçü sesini duyurmak için çok uğraştı. Gümrükçü özetle, "AB hukukuna göre vatandaşlarımız hem bu eziyetlere katlanmaya mecbur değil, hem de Birlik ülkelerinde iş yeri kurma, oy kullanma gibi haklara sahip" diye çırpındı durdu.

Gümrükçü’nün tezinin hukuki dayanağı sağlamdı. İddiasına göre, AB Adalet Divanı, Eren Atabay isimli bir TIR şoförü ile Nadi Şahin isimli bir iş adamının AB aleyhine açtığı davada onları haklı bulmuş ve hem "iş yeri" açabileceklerine karar vermiş, hem de -sonuç olarak vizeler dahil- bir çok konuda insanlarımızın önünü açmıştı.

İngiltere’de de Veli Tüm ile Mehmet Darı isimli iki Türk, aynı şekilde yargıdan karar almışlardı. Ayrıca Türkiye Genç İşadamları Derneği bir süredir "haklarımızı koparın" diye Dışişleri Bakanlığı dahil sayısız kapı çalmış yardım istemişti.

Tüm mesele, hükümetin AB ile yapılmış anlaşmalara ve bu kararlara dayanarak vatandaşımızın hakkını aramasıydı.

Ama kös dinleyen kulaklara hiç kimse sesini duyuramamıştı.

Dileriz artık utanırlar da görevlerini yaparlar.
Yazının Devamını Oku

Yetim hakkı

4 Eylül 2008
MASUM insanların yoksula, felaketzedeye, çaresiz kalmışa yardım için yaptığı bağışı gemi almak, şirket kurup ticaret yapmak, radyo ve televizyon şirketine ortak olmak ve bir kısmını da cebe atmak için kullananlar Frankfurt’taki yargıç önünde çözüldükçe her şey daha iyi görülüyor. Ve tabii "yetim hakkı yememe" edebiyatının hiçbir hırsızı aklamadığı da...

Tahmin ettiğiniz gibi Deniz Feneri isimli dernekteki yolsuzluktan söz ediyoruz. "Dinci kesimin Kızılay’ı" diye geçinen dernekten...

Sözün burasında bir noktaya açıklık getirelim:

Aynı ismi taşıyan iki dernek var. Biri Almanya’da, öteki Türkiye’de... Dava Almanya’daki derneğin yöneticileriyle ilgili.

Türkiye’dekiler, önceki gün bu sütunda çıkan ve Almanya’daki dernekte yapılan yolsuzlukları konu alan yazı nedeniyle bize bir açıklama göndermişler. Utanmadan "Söz konusu kurumla (Almanya’daki dernekle) Deniz Feneri Derneği’nin organik hiçbir ilişkisi yoktur" demişler.

Oysa Frankfurt’taki ifadelere dayanarak dünkü Hürriyet’te bildirilmekteydi:

Almanya’daki derneğin parasıyla orada WEISS (Beyaz) GmbH adıyla şirket kuruyorlar. Burada onun karşılığı "Beyaz Holding" oluşturuluyor. Yoksula, çaresize yardım için toplanan paraların bir kısmı WEIS GmbH’ya, bir kısmı kuryeler aracılığıyla Beyaz Holding’e gönderiliyor. Hem orada hem Türkiye’de televizyon kanalı için harcanıyor. Tabii bir kısmı da cebe atılıyor. İşin tuhafı Almanya’da yargılananlarla Türkiye’deki işbirlikçileri aynı şirketlerde yönetim kurulu üyeliği yapıyorlar. Dahası... Frankfurt’taki mahkemede konuşan bilirkişi aynen, "Amaç dışı kullanılan 11.7 milyon Euro saptadık. Bunun 7 milyonu Türkiye Deniz Feneri’ne, 1.8 milyon Euro’su Beyaz Holding’e gönderildi. Kalan paranın ne olduğunu belirleyemedik" diyor. Bu ifade tutanaklara geçiyor.

Ama Türkiye’dekiler Cumhuriyet Gazetesi’ne utanmadan "Zaman zaman bizim projelerimize verdikleri parasal destek dolayısıyla bu derneğin varlığından haberdarız" yanıtını veriyorlar.

Yazılı belgelere göre 41 milyon 600 bin Euro toplanmış. Bunun şirketlere, ona buna gönderildiği kayda geçen bölümünden ayrı olarak 2 milyon 900 bin Euro’luk kısmı buharlaşıp uçuvermiş... Ama kimsenin günahı yok!

"Saçı bitmedik yetim hakkı yememek" acaba bu mu?

Hem kuzum... Bu tür eylemler Almanya’da suç oluşturuyorsa Türkiye’de neden kimse "Nereden ne kadar yardım topladınız? Nereye ne kadar harcadınız?" diye somuyor?

Anımsayınız YİMPAŞ olayı yani Almanya’daki gariplerin paralarının yine "din-iman" adına ellerinden alınıp deve edilmesi meselesi de Almanya’da ve İsviçre’de soruşturma konusu olmasaydı Türkiye’nin kılı kımıldamayacaktı.

Hoş Kombassan olayı ve benzerlerinde de aynı şeyi yaşamadık mı?

Almanya’daki arkadaşlarımız, oradaki Deniz Feneri skandalı ortaya çıktıktan sonra dosyanın "Sizi de ilgilendirir" diye bizim Maliye Bakanlığı’na bağlı "Mali Suçları Araştırma Kurulu"na (MASAK) gönderildiğini bildiriyorlar. Ama MASAK’ta hareket yok.

Acaba "Müslüman malı ortak" lafını "Müslümanı soymak mübah" diye mi anlıyorlar?
Yazının Devamını Oku

Zor geldi

3 Eylül 2008
AKP Genel Başkan Yardımcısı, Sakarya Milletvekili Şaban Dişli’nin nüfuz suiistimali yaparak bir şirketten 1 milyon ABD Doları tutarında para aldığına ilişkin belgeyi CHP’nin TBMM Meclis Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu ne zaman ortaya atmıştı?<br><br>11 Ağustos 2008 tarihinde... Bu satırların yazıldığı ve Şaban Dişli’nin Adalet ve Kalkınma Partisi’ndeki görevlerinden istifa ettiği tarih ne?

2 Eylül 2008!

Demek ki "her türlü yolsuzluk hortumunu kesmek" iddiasında olan ve "saçı bitmedik yetimin hakkını kimseye yedirmeyeceğini" söyleyen Başbakan Tayyip Erdoğan, konu kendi dünyasından birine gelince tereddüdünü yenmekte çok zorlanmış.

Nitekim Şaban Dişli’yi, aradan tam 22 gün geçtikten sonra "parti içindeki görevlerinden" istifa ettirdiler.

Aslında milletvekilliğinden de istifa edip yargıya gitmesi gerekirdi.

Hadi o kadarını istemeyelim. Bari "dokunulmazlığı" kaldırılsa da gidip adalete hesap verse!

Biliyoruz... Bizde "dokunulmazlık" tersine işler. Çünkü o ayrıcalık milletvekillerine "görüşlerini, düşüncelerini hiç kimseden korkmadan her yerde ifade etmeleri için" verilmiştir. Ama bizde asıl, adinin bayağısı denecek iğrenç işlere karışmış, suiistimal yapmış, haksız iktisap, hırsızlık, sahtekarlık, dolandırıcılık gibi suçlamalarla hakkında soruşturma açılmış kişiler milletvekili olunca bu zırhtan yararlanırlar. TBMM’deki çoğunluk, bu tür olaylar nedeniyle gelen "dokunulmazlığın kaldırılması" taleplerini, aksine hiçbir sebep olmadığı halde reddeder. Böylece "dokunulmazlık" kurumu sadece birtakım seviyesizliklerin korunağı olmakla kalmaz, Meclis’in de itibarını mahveder.

Unutmayalım bunları bundan yaklaşık 6 yıl önce -3 Kasım 2002 seçim kampanyasında- "Dokunulmazlıkla ilgili Anayasa hükümlerini değiştirmeye" söz vermiş olan Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığı sürerken yazıyoruz.

Sadece ondan ibaret olsa, "Belki sözünü tutar" der, idare ederdik. Oysa yine bu sütunda daha önce anımsattığımız gibi AKP’nin parti programında hálá, "Seçimle gelen herkesin kanunen vermek zorunda olduğu mal bildirimi şeffaf olarak kamuoyunun bilgisi ve denetimine sunulacaktır" dendiği halde kimse Şaban Dişli’den "mal varlığını açıklamasını" istemedi. Tayyip Erdoğan da bu konuda parmağını kımıldatmadı.

İster kımıldatsın, ister kımıldatmasın. Görüldüğü gibi artık bu tür "yolsuzluk" veya "suiistimal" olayları tek tek değil, üçlü beşli sayılarla karşımıza çıkmaya başladı.

Nitekim AKP’ye yakınlığı bilinen Deniz Feneri isimli derneğin Almanya’daki faaliyetleri orada yargıya intikal etti. Derneğin 3 yetkilisi halkın bağışladığı paralarla ne dolaplar çevirdiklerini mahkemede açıkladılar.

Şaban Dişli olayının bir benzerinin de Gaziantep’te yaşandığı dün basına yansıdı. Yani Ali Dibo’lar iş başında!

O nedenle bilelim ki AKP, ya hortumlamayla gerçekten mücadele edecek ya da gidişi bu yüzden olacak.
Yazının Devamını Oku

Dernekle soymak

2 Eylül 2008
BİZİM Yalçın Bayer sadece "iyi gazeteci" değildir, hem "erken öten horoz"dur, hem de boynunu kaptırmayacak akıl ve beceriyle bu işi yapar.<br><br>Yaklaşık bir buçuk yıl kadar önce "Deniz Feneri Derneği"nin marifetlerini yazdığı zaman pek kimse üstünde durmamıştı. Şimdi oyun ortaya çıktı. Oyun dediğimizin de Almanya’daki kısmından söz ediyoruz.

Aynı isimle kurulmuş bir dernek de Türkiye’de var. Almanya’dakinin marifetleri ortaya dökülürken, buradan oraya, oradan da buradakine çantayla para taşındığı iddia ediliyor.

Ama henüz meselenin o tarafı tam aydınlanmadı.

Şimdi o noktaya gelmeden, şu yukarıdaki kısımla ilgili temel bilgiyi verelim:

Yalçın Bayer geçen yıl yani 27 Nisan 2007 tarihinde kendi sütununda aynen şöyle yazmıştı:

"Son bir yıldır Deniz Feneri ile ilgili olarak çok şey konuşuluyordu; topladığı kurban, zekát, fitre ve öteki paraların kendilerine bağışlanması için verdiği büyük gazete ilanları... Ve de Kanal 7’deki duygulara hitap edecek tarzda hazırlanmış özel programlar...

Geçen kasım ayının başında bir telefon almıştık; muhatabımız "
Almanya’daki Deniz Feneri’ne dikkat edin... Önümüzdeki aylarda ipleri pazara çıkacak" diyor, Kanal 7’nin parasal kaynağının bu örgüt olduğunu öne sürüyordu.

Bugün gerçekler ortaya çıktı. Alman Federal Polisi, 2 savcının yürüttüğü teknik takip ve banka hesaplarını inceledikten sonra (...) 300 polis, Kanal 7 ve Deniz Feneri’nin bulunduğu Frankfurt’taki binayı basarak bütün evrakı aldı ve tutuklamalar oldu."

Almanya’
dan gelen haberlere göre, derneğin 3 yöneticisi hakkında "dolandırıcılık" iddiasıyla açılan davanın ilk duruşması dün Frankfurt’ta yapılmış. Savcı, "yardım" gerekçesiyle toplanan 41 milyon 434 bin Euro’nun amaç dışı kullanıldığını yani bağışçıların "dolandırıldığını" iddia etmiş.

Haberlerden Deniz Feneri Derneği’nin, aynen bir süre önce Kombassan ve YİMPAŞ yöneticilerinin yaptığı gibi Almanya’daki insanlarımızın dini duygularını sömürdüğünü söyleyebiliriz.

Almanya’daki dernek ile Türkiye’deki dernek arasında para alışverişi olduğu da ileri sürüldüğüne göre, Türkiye’dekine "kamu yararına çalışan ve izin almadan yardım toplayabilen dernek" statüsü veren AKP hükümetlerinin ve özellikle savcılarımızın bu bilgileri "ihbar" kabul edip etmeyeceğini doğrusu merak ediyoruz.

Sadece onu değil, bir derneğe "kamuya yararlı dernek" statüsü verildiği zaman onun hesabının kitabının da kamuya açık olması, nereden ne kadar bağış topladıysa onun, nereye ne kadar yardım yaptıysa o bilginin düzenli bir şekilde kamuoyuna duyurulması gerekmez mi diye düşünüyoruz.

Oysa Türkiye’deki Deniz Feneri Derneği’nin resmi internet sitesinde buna ilişkin tek kelimelik bilgi yok. Ne gelirlerinin kaynağı ne giderlerinin miktarı ve yeri belli.

Türkiye’nin her yerinden bağış toplamak için yeterince örgütlenmişler. Ama ne Dernek Tüzüğü’nü yayınlamışlar, ne gelir-gider tabloları ile bunların kaynağı hakkında bilgi vermişler.

Böyle yardımseverlik herkesin başına! Hele böyle hesap sormayan bir ülkede olursa.
Yazının Devamını Oku