18 Ekim 2008
AYNEN "futbol" ve "siyaset" konusunda olduğu gibi şimdi de "terör" konusunda herkes uzman kesildi. Son ekonomik kriz "ekonomist"lerle cahilleri nasıl aynı hizaya getirdiyse, galiba "terör" konusunda da gerçeği görmek için beklemek zorunda kalacağız.
Şimdi de Adalet Bakanı Şahin, uzmanlığını ilan etti:
Mehmet Ali Şahin’in dün söylediklerinden anladığımıza göre "terörü ancak eğitimle" yenebilirmişiz.
Terörden uzun yıllar çeken İngiltere’de mi "eğitim" yetersizdi, İspanya’da mı?
Kimi "ekonomik kalkınma"yı önkoşul olarak öneriyor, kimi "etnik kimlik" konusunu öne çıkartıyor.
Terör eylemlerinin arkasına saklananlara göre, çözümün adı "demokrasi"dir. Ama bireysel hakları ve özgürlükleri koruyan demokrasi değil, etnik bölünmeyi hukukileştiren "demokrasi"dir istedikleri.
Güvenlik güçlerine sorarsanız, terörü ancak onlara verilen yetkiler genişletilirse önleyebiliriz.
Bugünkü Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ ise çözümün anahtarı olarak "önce terör örgütüne katılımların önlenmesini" istiyordu.
Bu ülke uzun süre de terör örgütünün faaliyetinin yoğunlaştığı yöreleri ekonomik ve sosyal yönden kalkındıracak önlemleri tartıştı. Kaç kere "ekonomik kalkınma paketi" ilan edildi. Kiminin içi boş çıktı. Kimi kısmen uygulandı. Ama yine de özellikle altyapı yatırımları (yol, su, elektrik, sağlık, kültür, spor) yönünden Güneydoğu ve Doğu Anadolu’nun kırsal alanları İç Anadolu Bölgesi’nden de, Karadeniz Bölgesi’nden de çok ileri düzeye geldi.
Ama değişen bir şey olmadı.
Olamazdı da...
Çünkü geçen gün CHP İstanbul Milletvekili Şükrü Elekdağ’ın TBMM Genel Kurulu’nda açıkça ifade ettiği gibi, hükümetin bu konuda bir stratejisi ve ona dayanan politikası yok.
O yüzden bir süre önce kendisinin "Türkiye’deki terörün kaynağı" olduğunu ileri sürdüğü, hatta PKK’yı terör örgütü olarak nitelendirmedikçe yüzüne bakmayacağını söylediği Mesut Barzani’ye "Büyükelçi" düzeyinde temsilci gönderiyor. Çünkü bu konularda Türkiye’nin değil Washington’un politikalarıyla sonuç alınmasına çalışılıyor.
Washington ise hem Türkiye’yi rahatsız eden terör örgütünün kökünün kazınmasını engelliyor -yani bir bakıma terör örgütüne destek veriyor- hem de başka ülkeleri "terörist devlet" diye ilan ediyor.
Oysa gerçek çok basit:
Terör örgütünün önce sahada yenilmesi lazım. Bu sağlanmadıkça, hangi önlemden söz ederseniz edin, istenen sonuç alınmaz.
Terör örgütünü sahada yenmenin birinci koşulu da buna ilişkin politikaların -örneğin sıcak takip hakkının- başta Washington olmak üzere hiçbir yabancı iradenin kontrolüne tabi olmamasıdır.
Türkiye’de egemenliğin "Türk milletine" ait olduğunu buradaki kürsülerde söylemek yetmiyor. Washington’a söyleyebiliyor musunuz?
Yazının Devamını Oku 17 Ekim 2008
BİZ yıllardan beri yazar dururuz. Merhum Bülent Ecevit’in de Başbakan olduğu 1978-79 döneminde aynı fikri savunduğunu anımsarız. Yeri gelince başka yetkililerin, örneğin "Herkes işini adam gibi yapacak" diyen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın da aynı şekilde düşündüğünü biliriz.<br><br>Ama nedense bir arpa boyu yol alamayız. Bizim yıllardır kimseye işittiremediğimiz konuya son olarak cezaevinde gördüğü işkence sonucu ölen Engin Çeber olayı nedeniyle, TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı, Mersin AKP Milletvekili Prof. Dr. Zafer Üskül değinmiş. Üskül, başında bulunduğu komisyonun çeşitli cezaevlerinde incelemeler yapacağını belirttikten sonra, "Nerede bir kamu görevlisi hata yapmış ve tazminat ödenmesine neden olmuşsa, o tazminat o kişiye rücu edilmeli (kendisi tarafından ödenmesi sağlanmalı)" demiş.
Arkadaşlarımız Üskül’ün aslında bu yolun açık olduğunu, nitekim Anayasa’nın 129’uncu maddesindeki "Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davaları, kendine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabilir" hükmünü anımsattığını da bildiriyorlar.
Üskül’ün dediği doğru ama bu hükmün uygulanmasını sağlayacak yasa yok. Yasa olmadığı için de bir memur, bir yargıç, bir başka kamu görevlisi görevini kötüye kullansa, örneğin bir belediyenin ilgili birimlerindeki görevliler kaçak bir inşaatın yapılıp tamamlanmasına göz yumsalar, bunu rüşvet karşılığı yaptıkları da bilinse bile, bir maraza çıkmadıkça kimse onlardan hesap sormaz.
Hoş sorulsa da sonuç alınamaz. Çünkü her evrakın altında o kadar çok paraf ve imza vardır ki, gerçek sorumluyu saptayıp tazminatı ona ödetmek veya suçlu diye hapse atmak mümkün değildir.
Zafer Üskül yukarıdaki sözleri, Engin Çeber’in ölümünden sorumlu görülen 19 görevlinin açığa alınması nedeniyle söylemiş. Ama yine de bir yere varılamayacağını bildiği için olsa gerek, Anayasa’nın 129’uncu maddesindeki hükmün işletilmesi gerektiğini vurgulamış.
Gerçekten Kadir Topbaş’ı, "Herkes işini adam gibi yapsın" demeye zorlayan olay geçen yılın, yani 2007’nin Mart ayında yaşanmıştı. Anımsayacaksınız... Belediyeye hizmet veren bir şirket görevlilerinin açık bıraktığı rögara düşen 4 yaşındaki Dilara Dumru boğulup ölünce bu rezaletin sorumlusu kim diye sorulmuştu.
Hemen belirtelim... O sırada İSKİ Genel Müdürü olan Dursun Ali Çodur’un görevden uzaklaştırıldığı bilgisi dışında hiçbir gelişme kamuoyuna yansımadı. Belki de Dilara Dumru öldüğüyle kaldı.
Sadece o değil, biliyorsunuz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, kamu görevlilerinin yetkilerini doğru dürüst (hukuka uygun şekilde) kullanmamaları yüzünden Türkiye devletini tazminata mahkûm edip duruyor. Nitekim Cemil Çiçek Adalet Bakanı iken yani 2005 yılında, bir soru önergesini yanıtlarken bu yüzden Türkiye’nin 567 davada haksız bulunarak toplam 33 milyon Euro ödemeye mahkûm edildiğini açıklamıştı. Bu 33 milyon Euro’nun bir kuruşunu gerçek kusurlu ödemediyse, biz daha bu lafları çok ederiz.
Yazının Devamını Oku 16 Ekim 2008
GENELKURMAY Başkanı Org. İlker Başbuğ’un dünkü asabi ifadeli açıklaması bize 1970’li yılların meşhur "Pentagon Belgeleri" olayını anımsattı.<br><br>O belgelere gelmeden önce Sayın Başbuğ’un dün Balıkesir’de yanına Kara ve Hava Kuvvetleri Komutanları ile Jandarma Genel Komutanı’nı alarak yaptığı konuşmayı birlikte okuyalım: "İlk önce şunu herkesin iyi anlamasını istiyorum. Bayraktepe’de meydana gelen olay, bölücü terör örgütü açısından adeta bir intihar saldırısıdır. Bunu açın okuyun, öğrenin. Bayraktepe’de, çarpışan askerlerimiz açısından ise daha önce de ifade edildiği gibi bu bir kahramanlık destanıdır.
Değerli basın mensupları,
Olayın hemen akabinde, her zaman olduğu gibi, olayın bütün boyutlarının incelenmesi görevi Kara Kuvvetleri Komutanı tarafından, İkinci Ordu Komutanı’na verilmiştir. Kendine güvenen bütün kurumlar gibi, -ki Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kendine olan güveni tamdır- bu incelemenin sonuçlanmasını müteakip, elbette kamuoyuyla paylaşılması gereken hususlar kamuoyuna bilgi olarak verilecektir.
Ayrıca bu konulara ilişkin bilgileri sızdıranlar ve bu gizli bilgileri kullananlar hakkında da adli işlemler başlatılmıştır.
Şimdi şu söyleyeceğim hususa dikkatinizi çekmek istiyorum:
Bütün bunlara rağmen, bölücü terör örgütünün yaptığı eylemleri, altını çiziyorum başarılı gibi gösterenler, tekrar ifade ediyorum başarılı gibi gösterenler, akan ve akacak olan her damla kanın sorumluluğuna ortak olurlar. Bunu herkesin iyi anlamasını istiyorum."
Bu tepkiye özellikle Taraf Gazetesi’nin son Aktütün baskını olayı ile ilgili yayınlarının sebep olduğu anlaşılıyor.
Gazete, baskının önceden bilindiği halde gerekli önlemlerin zamanında alınmadığı mesajını içeren haberler ve daha da önemlisi, üzerinde "Gizli" olduğu yazılı askeri haberleşme belgeleri yayınlamıştı. Buna ek olarak adını vermek istemediğimiz iki ayrı gazetenin Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratmayı amaçladığı izlenimini veren sistemli yayınları da yukarıdaki sözlerin söylenmesine yol açmış olabilir.
Sayın Başbuğ’un başında bulunduğu kurumu her koşulda savunması elbette hakkıdır, görevidir. Yasaları çiğneyen yayınlar nedeniyle yargıyı tahrik etmesine de saygı ile bakılır. Ama nasıl sivil politikacılara, özellikle Başbakan Tayyip Erdoğan’a anımsatmak zorunda kalıyorsak, Sayın Başbuğ’a da söylemek zorundayız:
"Gazetecinin verdiği haber gerçek ise, gazeteciden davacı olmak çıkar yol değildir. Çıkar yollardan biri, sözü edilen gerçek -özellikle kötü bir gerçek ise- onun değişmesi, düzelmesi ve tüm çabanın bu yönde olmasıdır. İkinci yol da gazeteciye değil o bilgi gerçekten devlet sırrı türünden ise, bunu medyaya verene fatura çıkarmaktır."
Yeri gelmişken yukarıda değindiğimiz olayı özetleyelim:
ABD hükümetinin Vietnam savaşı ile ilgili planlarını, izlediği ve izleyeceği politikaları içeren "Gizli" damgalı bir rapor 1971 yılında The New York Times Gazetesi tarafından yayınlanınca ABD’de kıyamet koptu. Başkan Richard Nixon’un emriyle gazete ve ilgili muhabir hakkında dava açıldı. Ama uzun süren hukuk kavgasını The New York Times kazandı. Böylece kusuru "gazetecide" değil, "kendi kurumunda" aramak gerektiği tartışmasız şekilde kabul edildi.
Yazının Devamını Oku 15 Ekim 2008
BU ülkeyi yönetme sorumluluğu üstlenenlerde "utanma" duygusunun ve hatta "özür dileme" olgunluğunun da bulunabileceğine ilişkin bir örneği Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in vermesi nedeniyle pek memnun olduğumuzu ifade ederek lafa başlayalım.<br><br>Bu bizde eşine belki de hiç rastlanmayan bir örnek. Şahin’in, polis tarafından gözaltına alınan, sonra tutuklanan ve ardından da gördüğü işkence nedeniyle hastaneye kaldırılan 29 yaşındaki Engin Ceber’in burada ölmesi üzerine "Adalet Bakanı olarak devlet ve hükümet adına" yakınlarından özür dilediği bildiriliyor.
Olayla ilgisi olduğu tespit edilen 19 kişiye de müfettişlerce işten el çektirilmiş.
Bu kadarı bile iyi çünkü hiç değilse "özür dileyerek" bir yerinden başladılar.
Tesadüf bu ya, dünkü haberlerden biri de 1997 yılında gözaltına alınarak ağır işkenceye maruz kalan ve iki yıl sonra ölen sendikacı Süleyman Yeter’in yakınları tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türkiye Cumhuriyeti Devleti aleyhine açılan davanın sonuçlandığını bildiriyordu.
Devletimiz bu olayda ciddi şekilde kusurlu bulunduğu için Yeter’in yakınlarına tam 65 bin Euro tazminat ödemeye mahkûm edilmiş.
Gördüğünüz gibi "işkence" bizim için yeni değil. Hatta "Türkiye’de işkence, kötü muamele ve diğer zalimane, gayri insani veya küçültücü muamele veya ceza sorunu" konularında bir inceleme başlatan Helsinki Yurttaşlar Derneği ile İnsan Hakları Gündemi Derneği’nin hazırladığı rapora göre işkence ve kötü muamele bize Osmanlı’dan kalan ve hálá tüketip sıfırlayamadığımız bir miras. Bu utanç verici mirastan kurtulmamız için yıllardır Avrupa’dakiler başta olmak üzere pek çok uluslararası kuruluş Türkiye’ye baskı yapar. Dönem dönem raporlar yayınlayıp ülkemizi medeni álem içine çıkamayacağımız kadar ağır sözlerle kınarlar.
O raporları ve tavsiyeleri ciddiye alıyormuş gibi yapan yöneticilerimiz -o sırada iktidarda bulunan her kim ise onlar- gayet açık taahhütlerde bulunurlar. Ama sonunda dönüp bakınca görürsünüz ki bir arpa boyu bile yol alınmış değildir.
Nitekim son taahhüdü bundan iki yıl kadar önce Başbakan Tayyip Erdoğan’dan işitmiştik. Dediğine bakılırsa bundan böyle Türkiye’de "işkenceye sıfır tolerans" politikası uygulanacaktı.
Biliyorsunuz Başbakan Tayyip Erdoğan kampanya başlatma hususunda iyi ama sonunu getirmede pek o kadar başarılı değil. Nitekim "işkenceye sıfır tolerans" kampanyasından sonra sadece "gözaltı"nda veya "cezaevi"nde ölen bireylerin sayısı, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın verilerine göre 2006 yılında 11 idi. Bu rakam 2007’de 10, ama kampanyanın asıl sonuç vermesi beklenen 2008 yılında (13 Ekim 2008’e kadar) tam 29 olarak tespit edildi.
Çoğu polis veya jandarma karakolunda, bir kısmı da ceza ve tutuklu evinde yapılan işkencelerin bedelini bunu yapanların ödemesi gerekirken olayın mağduru ile ülke olarak biz ödüyoruz.
Bu böyle devam ettikçe de hiçbir şey değişmiyor. Olayın aslı bu.
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2008
AFRA ve tafrayla ikide bir kırmızı çizgiler ilan eden hükümetin "Irak Özel Temsilcimiz Murat Özçelik’i Irak’ın kuzeyini yöneten Mesut Barzani ile görüşme yapmaya gönderdiğine" ilişkin haber gelince, TBMM’de yapılan son "tezkere" görüşmelerini anımsadık.<br><br>Meğer Bağdat’tan başka yönetim tanımama fiyakası buraya kadarmış. Tezkere bildiğiniz gibi geçen yıl 17 Ekim’de Türk Silahlı Kuvvetleri’ne verilen "1 yıl süreyle sınırötesi harekát yapma yetkisi"nin önümüzdeki yıl da geçerli olmasını öngörüyordu.
Meclis Genel Kurul tartışmaları, kamuoyuna gerektiği gibi yansımadı. O nedenle bir özet yapmaya gerek duyduk.
Tutanaklardan da izleneceği gibi o gün CHP İstanbul Milletvekili Şükrü Elekdağ, hükümetin terörle mücadele konusunda "caydırıcı" bir stratejisi olmadığını vurgulamış. Bunun ilk şartı, "tehdidin saptanması"dır demiş. Tehdidin Irak’ın kuzeyinde Mesut Barzani tarafından yönetilen bölgeden geldiğini belirtmiş. "Türkiye eğer PKK’nın Kuzey Irak’taki mevcudiyetine son vermek istiyorsa, Barzani’nin PKK’yı koruma ve destekleme iradesini ve azmini kırması lazımdır" demiş.
"Türkiye’nin Kuzey Irak’taki siyasi otoriteye, PKK’ya sağladığı desteğin çok ağır bir bedeli olacağını göstermek gibi bir görevi ve sorumluluğu vardır. (...) Türkiye caydırıcı politikasıyla Barzani’yi ’PKK mı? Türkiye mi?’ tercihini yapmaya zorlamalıdır. Ankara bunu yapmazsa tezkere blöfle eşanlamlı olur ve dağ fare doğurur" diye ilave etmiş.
Elekdağ bu stratejinin başarılı örneklerini de söylemiş. Örneğin, "Karasularını 6 milin üstüne çıkarmasını savaş sebebi sayacağımızı resmen ilan ettiğimiz için Yunanistan buna cesaret edemedi. Keza Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş, Reyhanlı’da PKK liderini korumaması için Suriye’ye ültimatom verince Suriye liderinin yelkenleri indirdiğini" anlatmış. Bu sayede şimdi "hem Yunanistan hem de Suriye ile daha iyi ilişkiler içinde olduğumuza" dikkat çekmiş.
Ama Elekdağ asıl, bu hükümetin "terörle" mücadelede neden "zaaf" içinde olduğunu anlatmış. Asıl meselenin Başbakan Erdoğan ile ABD Başkanı Bush arasında 5 Kasım 2007’de yapılan görüşmede varılan mutabakattan kaynaklandığını söylemiş. Bu mutabakata göre Türkiye’nin ABD’den istihbarat alma karşılığında, "ABD’nin izni olmadan Kuzey Irak’taki PKK unsurlarına karşı askeri harekát yapmama" sözü verdiğini, böylece "uluslararası hukuktan doğan meşru savunma hakkımızı bir başka devletin iznine bağladığını" söylemiş. Nitekim ABD Kongresi’ne bilgi veren ABD’li komutanlar Odierno ile Oramiral Fallen’in, "PKK ile Türkiye’yi müzakereye oturtmaya çalıştıklarına" ilişkin sözlerini aktarmış.
Elekdağ bu inanılmaz derecedeki yanlış politikanın Barzani’ye, "Türkiye’den korkmadan istediğini yapma" güvencesi verdiğine değinmiş. Bunun gerçek sorumlusunun da "İstihbarat yardımının, Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahale hakkından feragat etmesi şartına bağlanmasını" kabul eden Başbakan Tayyip Erdoğan olduğunu vurgulamış.
MHP adına konuşan Deniz Bölükbaşı da aşağı yukarı aynı yönde görüşler ileri sürmüş. Peki hükümet adına yanıt veren Cemil Çiçek ne mi demiş? Bu çok ağır eleştirileri hiç duymamış.
Yazının Devamını Oku 7 Ekim 2008
BAYRAM bitti. Tatili de bitti. Ama nerdeyse biz de bittik. O kadar ki tatilden değil, bir araba dolusu dayak yemekten geliyor gibiyiz. O yüzden herkes burnundan soluyor. <br><br>Nasıl solumasın ki? Bayram bize 17 yiğide patladı. Ayrıca 23 yaralı verdik.
Onlar yetmiyormuş gibi her bayramda trafiğe ödemeye alıştığımız can borcu bu defa tam 146’yı buldu. Bunlara 649 da yaralı ilave edin.
Ekonomi mengenesi giderek herkesi sıkıştırıyor. Cari açık ekonomi barajının duvarını ha patlattı ha patlatacak korkusu iş dünyasının yüreğini ağzına getiriyor.
Ama biz bu ortamda "Bu bayramın adı ’Şeker’ mi ’Ramazan’ mı?" sorusunu tartışıyoruz.
İstanbul kuşatma altında iken "meleklerin cinsiyetini" tartışan Ortodoks papazları gibiyiz.
Cumhurbaşkanı tutuyor Eskişehir’de katıldığı bir törenden dönerken kendisini protesto eden genci polislere gösterip "Onu gözaltına alın" talimatı veriyor.
Gülüp geçmek yok mu? Bunca yıl Dışişleri Bakanlığı yapan Abdullah Gül bin kere gidip geldiği Avrupa’da bir devlet adamının böyle bir durumda gülüp geçtiğini öğrenememiş mi?
Biz bu kadar mı tahammülsüz olduk?
Nitekim Edremit’in Altınova Beldesi, ölümle biten bir kavga yüzünden bir anda karışıyor. Çünkü olayda adı geçen saldırganın "Kürt" kökenli olması birdenbire ön plana çıkıyor.
Dün de Adana’dan Altınova’dakine benzeyen bir haber geldi. Hadırlı mahallesinde bir gencin motosikletini çalmaya kalkışan -iddiaya göre- Kürt kökenli üç kişi, bu genci bıçaklayıp öldürünce mahalle karışıvermiş.
Gazetelere bakın... Türkiye’nin her tarafı elinde bayrakla sokağa fırlamış insanlarla dolu.
Dikkat ediyor musunuz? Bu yazıda bile kaç yerde "Doğu" veya "Kürt" kökenlilerden söz ettik.
Böyle bir söz daha önce aklımıza gelir miydi? Ölen Ahmet, öldüren Mehmet derdik biterdi.
Zaten çeyrek asırdır süregelen "terör" belasına rağmen insanlarımız hálá komşularının kökeniyle değil de insani değerleriyle ilgileniyorsa onu, bize din, ırk, cins, soy sop farkı aramadan "Türk ulusu"nun bireyi olmayı öğreten laik eğitim sistemine borçluyuz.
Gerçi o eğitim sistemi bize "herkesle kardeş olmayı" öğreteceğim diye tarihin bazı sayfalarını atladı. Örneğin Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında Ermenilerle Türkler arasında cereyan eden olayları ve Ermeni tehciri konularını anlatmadı. O yüzden insanlarımız "Ermeni soykırımı" iddiaları karşısında uzun süre şaşkına döndü.
Keza Şeyh Said’inki dışında hiçbir "Kürt isyanı" olmamış gibi gösterildi. Ama kabul edelim ki Ermeniler karşısında bizi savunmasız bırakan hümanist eğitim burada işimize yaradı. İçimizde düşmanlık duygusu olmadığı için teröriste kızınca, hıncımızı komşudan almaya kalkmadık. İyi de ettik. Ama bunun ilanihaye böyle gidemeyeceğini bilmek lazım. Gerçek lidere işte orada ihtiyaç var.
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2008
BİLMEDEN kimsenin kimseyi suçlama gibi bir hakkı yok. O nedenle 3 Ekim günü öğleden sonra Şemdinli sınırları içindeki Aktütün Jandarma Sınır Bölüğü’ne ve bölüğün güvenliğini sağlamakla görevli Bayraktepe’deki askerlerimize yapılan PKK saldırısıyla ilgili gerçekleri öğrenmek için bir süre beklemek zorundayız.
Ama elimizde insanı düşündüren bazı veriler var:
Bu beşinci saldırı imiş. Daha önce, ilki 1992’de olmak üzere 4 saldırı daha yapılmış.
Bu defa 15 yiğidimizi şehit verdik. İlk, yani 1992’dekinde verdiğimiz şehit 22 imiş.
Ve bugüne kadar aynı yerde verdiğimiz şehitlerin sayısı 44’ü bulmuş.
Bu bilgilere bakınca "İkide bir saldırıya uğrayacağı belli olan bu birliğin güvenliği için gerekli tüm önlemlerin ihmal edilmiş olmasını düşünmek bile abestir" diyorsunuz.
Peki ama aksayan nedir?
Yukarıda dediğimiz gibi "harekátın" hangi koşullar içinde sürdürüldüğünü bilemiyoruz. Ama PKK bu saldırıda gerçekten 350 kadar silahlı terörist kullandıysa bizim de onlara 1350 kadar askerle yanıt verme şansımız yok muydu?
Keza askerimizin silah gücü, kullandığı teknoloji PKK’nınkiyle kıyaslanamayacak kadar yüksek olduğuna göre, 5 saat süren çarpışmadan alabileceğimiz en iyi sonuç (henüz bilinmeyenler hariç) "23 PKK’lıyı etkisiz hale getirmek"ten ibaret mi olmalıydı?
Aslında öteden beri üstünde durduğumuz ama ilgililere bir türlü duyuramadığımız bir husus daha var:
Bu tür büyük bir olay yaşandığı zaman acaba o olay ardından "Yapılmış bir yanlış var mı? Varsa sorumlu kimdir?" sorusu soruluyor mu? Resmi bir inceleme yapılıyor, kusurlu görünen varsa bunun bedelini ödemeye mecbur ediliyor mu?
Örneğin, 1992’deki Aktütün baskınında 22 şehit verdiğimiz zaman o olay soruşturma konusu yapılmış mıydı? Yapıldıysa ne sonuca ulaşılmıştı? Bir kusur söz konusu idiyse bu yüzden yargılanan olmuş muydu?
Bu soruların yanıtlarını bilmiyoruz. Kamuoyu da bilmiyor.
Bilinmeyince "kusuru olanın üstüne gidilmiyor" diye düşünenler haksız mı oluyor?
Bu açıdan bir örnek verelim:
Mayıs 1993’te 33 askerimiz Bingöl-Elazığ arasında alçakça kurşuna dizildiği zaman yeterli güvenlik önlemi almadan o evlatlarımızı otobüse doldurup gönderen komutanlardan hesap sorulması gerektiğini yazdığımızı anımsarız. Bu yüzden başlatılan soruşturmanın yıllarca savsaklandıktan sonra göstermelik birkaç ceza ile kapatıldığının farkındayız.
Ama bir gerçek var:
Kusuru olan varsa onu ortaya çıkarmak ve hesabını sormak amacıyla soruşturma yapılmadığı zaman, bu ihmalin bedelini bir sonraki baskında şehit olan yavrularımız ödüyor.
Tekrar ediyoruz:
Kimseyi suçlamaya hakkımız olmadığının bilincindeyiz. Ama evladını askere gönderen anaların yüreğinin bir ölçüde olsun rahat edebilmesi için, evlatlarına gerektiği gibi sahip çıkmayanların da bedel ödediğini görmeleri gerektiğini savunuyoruz.
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2008
GÜNGÖR Uras dostumuzun hayali bir "Ayşe Teyze"si vardır. Böyle günlerde ona akıl verir. Ayşe Teyze’nin aklının almadığı kavramları onun anlayacağı gibi anlatır. Bazen, "Senin yerinde olsam bankadaki paramı dolardan çıkarır altına yatırırım" gibisinden pratik bir çözüm de önerir. Baktık Güngör Uras bayram nedeniyle gittiği Harput’tan da yetişmiş. ABD’de başlayan ekonomik krizin Türkiye’deki yabancı sermayeli bankaları etkilemeyeceğini yazmış. Bunların yabancı sermayenin ait olduğu ülke yasalarına değil, Türk yasalarına tabi olduğunu vurgulamış:
"Yabancı ortaklı bankalarda mevduatı olan, kredi kullanan kişi ve kurumların paniğe kapılmasına gerek yok. Dışarıdaki finansal kriz, bizim bankaların dışarıdan döviz kredisi bulmasını güçleştirir. Maliyetini artırır. Şimdilik o kadar bir risk var. Bizim bankalarımızın portföylerinde Amerikan kaynaklı dandik bonolar, tahvil(ler) yok.
Bizim banka sistemimiz için en büyük risk, halkın gereksiz paniği ve para çekmesi olur. İşte o zaman kendi ayağımıza kurşun sıkmış oluruz. Bunları ben yazıyorum ama bunları halka anlatmak Başbakanın, BDDK (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu) Başkanı’nın görevi" demiş.
İyi de... Onlar bugüne kadar gazetecilere ayaküstü verilmiş yanıtlar dışında işe yarar bir şey söylemediler ki.
Eğer imanınız kavi ise Başbakan’ın, "Şu anda 2000’li yılların krizlerinden ibret almış bir Türkiye var. Bu krizleri çok ciddi olarak ele aldık. Mali disiplinden taviz vermedik. Finans sektöründe, özellikle kredilerde geri dönüş, 2000’li yılların geri dönüşleriyle karşılaştırılmayacak nokta(da). Bizde (geri dönüşü olmayan kredi) sadece yüzde 2-3 oranında. O dönemlerde yüzde 30-35’e varan, geri dönüşü olmayan krediler vardı" şeklindeki sözlerini esas alıp rahat bir uyku çekebilirsiniz.
Oysa finans konularında uzman olduğu için kabineye alınan Devlet Bakanı Mehmet Şimşek:
"Bu, yüzyılın en büyük krizi. Tabii bizi de etkileyecek. Türkiye de dahil kimse krizden bağımsız değil. Türkiye güçlü yapıya sahip. Bir adım gerekiyorsa atarız" diyor.
Demek ki ortam Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dediği kadar da güvenli değil. Nitekim ekonomistler sadece "2001 krizinden aldığımız ders"le ve kredilerde geri dönüşün halen iyi olmasıyla veya "mortgage" uygulamasının Türkiye’de henüz küçük bir kitleyi ilgilendirmesiyle sınırlı olmadığını savunuyorlar.
Örneğin Türkiye ekonomisinin yumuşak karnının "döviz açığı" olduğu biliniyor. Ekonomist İbrahim Ekinci, hükümetin bu soruna çözüm üretmek için hálá ciddi bir adım atmadığından yakınıyor:
"Global kriz, Türkiye ekonomisini özellikle ihracat ve dış kaynak temini üzerinden etkileyecek gibi görünüyor. Her iki etki de sonuçta büyümeyi baskılayacak. İhracat, Türkiye ekonomisinin büyümesi ve cari açık finansmanı açısından çok önemli. Cari açığı en fazla besleyen dış ticaret açığının tırmanması, krize çok yüksek ve artan bir cari açıkla yakalanan Türkiye ekonomisinin zorluklarını artırabilir" diyor.
ABD kendi yarasını bir şekilde sarar... Biz yaramızı nasıl saracağız, bilen var mı?
Yazının Devamını Oku