21 Eylül 2008
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın haftalık "medya" sunumlarından birini de dün partisinin Adalar ilçe kongresinde yapmasını bekliyorduk. Yapmamış.
Onun yerine partisinin icraatını anlatmış.
Herhalde kongre fazla heyecanlı geçmemiştir.
Birinci sayfadan devam
Neyse... Zararı yok. Bir yılda 52 hafta olduğuna göre henüz şansımız var demektir.
Neden dünkü konuşmasında medyaya -özellikle Doğan Grubu yayınlarına- çatmadı diye düşünmekte yarar yok. Çünkü bizzat kendisinin "almayın, evinize sokmayın" dediği gazeteleri dün eminiz önce kendisi okumuştur.
Öyle ya... Sadece yurtiçinde değil, yurtdışında da büyük yankı yapan o -gerçekten tarihi- çağrının etkilerini görmeyi insan istemez mi?
Eğer bizim gibi kendisi de "kim ne demiş?" diye baktıysa eminiz hem gözlerine inanamamış hem de çatmayı planladıysa bundan vazgeçmiştir.
Nitekim dünkü gazetelerde yayınlanan haberlere göre bir tek Tanrı’nın kulu -çirkefliği gazetecilik sanan bir süreli yayındaki bir terbiyesizin küfürnamesi hariç- "Başbakan Tayyip Erdoğan haklıydı" dememiş.
Almanya’daki "Deniz Feneri" derneğinin merhamet hırsızlığı yüzünden ortalık hop oturup hop kalkarken İstanbul’un sokaklarını yazan, "liberal"(!?)lerle; herkese akıl, ahlak, bilim ve demokrasi dersi veren haysiyet sürüngenlerinin bu konuya değinmesi beklenemezdi. O nedenle bu tipleri hesaba katmıyoruz.
Ama bizim bu sütunda dün kendilerine göndermede bulunduğumuz öteki "liberal"ler bile Başbakan Tayyip Erdoğan’ın tutumunu ya "akıl tutulması" diye nitelemişler yahut da basına verdikleri yanıtlarda "Başbakan’ın boykot çağrısını çok anlamsız buluyorum. Hakikaten çıldırmış olmalı böyle bir çağrı yapmak için" diyecek kadar akla aykırı bulduklarını ilan etmişlerdi.
Nitekim "dedi/komplo"cu yandaşı bile, Başbakan’ın boykot çağrısı yapmasının "kabul edilemez" olduğunu söylemeye kendini mecbur hissetmişti.
Yurtiçindeki ve dışındaki meslek kuruluşları ile çeşitli sivil toplum kuruluşlarının isyanlarını yazmıyoruz.
Ama en güzelini galiba Radikal’de Haluk Şahin yazmıştı. Bir bölümünü birlikte okuyalım:
(Başbakan’ın bu tutumu) "Ülkeyi, belirli gazeteleri okuyanlar (Gafiller?) ve okumayanlar (Makbuller?) olarak ayırmak, özünde bölücü bir yaklaşım değil midir?
Ya bu gazeteleri okuyanlarla okumayanlar arasına ekilen husumet şiddete dönüşürse?
(...) Bu ülkede birçok kişinin salt Cumhuriyet gazetesi okudukları için dövüldükleri, hatta öldürüldükleri unutulmasın. Ya yarın öbür gün Hürriyet, Milliyet, Posta, Radikal gazetesi taşıyanlara saldırılar başlarsa? Onları satan bayilere saldırılırsa? Ya polis, Başbakanımız böyle istiyor diye düşünerek görevini gereğince yapmazsa?
Başbakan ne kadar tehlikeli bir silahla oynadığının farkında mı acaba? (...)"
Sahi! Farkında mı acaba?
Yazının Devamını Oku 20 Eylül 2008
BİR başbakanın bir gün ortaya çıkıp, üstelik "en tabii insan hakkı" adına "Şu grubun yayınladığı gazeteleri almayın" diyeceği kimsenin aklına hayaline gelmezdi. Başbakan Tayyip Erdoğan’a kocaman bir "aferin" diyerek lafa başlamak gerekiyor. Çünkü bu müstesna örneği ona borçluyuz.
Her gün pek çoğumuz "Başbakan’ın kavgaları" konulu TV dizisini izlediği için çok muhtemelen "nerede bu çağrıyı yaptı?" sorusunun yanıtını biliyorsunuzdur.
Ama yine de özetleyelim:
Erdoğan önceki akşam, başında bulunduğu partinin Ankara İl Örgütü tarafından verilen "iftara" katılmış. Orada -ceketini çıkartmadan- bir konuşma yapmış. O konuşmada önce hiçbir ayrım yapmadan, "Bu ülkede medya güvenilirliğini yitirmiştir" diye lafa başlamış. Sonra hedefi daraltmış:
"Partimin mensupları olarak, yalan yanlış haberleri yapan medyaya karşı sizler de kampanyanızı yapın. Bu gazeteleri evinize sokmayın. Bu kadar açık konuşuyorum. Siz mi bize yalan yanlış bu tür kampanyalar yapıyorsunuz, (Almanya’daki Deniz Feneri Derneği dolandırıcılığının kamuoyuna duyurulmasını kastediyor O.E.) biz de en doğal hakkımızı kullanıyoruz. Biz de size bu kampanyayı başlatıyoruz, almayacağız. Hangi dilden anlarsanız o dilden konuşacağız. (...)" demiş.
İnsanın aklına önce "Madem medyanın itibarı kalmadı, ne telaş ediyorsun?" sorusu geliyor.
Ama önce bir parantez açmak istiyoruz:
Hani 28 Şubat’ın ardından birtakım sivri akıllılar bazı ticari kuruluşlara karşı boykot başlatınca buna -haklı olarak- karşı çıkan kalemler vardı. Şimdi Tayyip Erdoğan iktidarına akıl hocalığı yapan o kalemler bu çağrıya ne diyor?
Bir de Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyeti beğenmeyip de Tayyip Erdoğan’la birlikte yeni bir Cumhuriyet arayışına giren "özgürlükçü" (!?) kalemlerin bu konudaki görüşlerini okumak isterdik.
Konuya gelince:
Böyle bir "husumet" çağrısının yapıldığı yer ve zamanın uygunsuzluğu bir yana, eminiz hiçbir demokratik ülkede eşi menendi yoktur. Nitekim biz Türkiye’de bu tür bir çağrı yapan (merhum Adnan Menderes ile Necmettin Erbakan dahil) hiçbir Başbakan anımsamıyoruz.
Kaldı ki Başbakan bu çağrıyla düpedüz, "Gerçekleri değil, benim istediklerimi öğrenin, gerisine kafanızı kapatın" demiş oluyor.
Aksi söz konusu olsa yani -daha önce yazdığımız gibi- "Demokrasi"nin "D" harfini bilse tam tersini söyler, örneğin "O gazeteler yalan yanlış yazıyor. Onlardan şikáyetçiyim. Doğruları öğrenmek için hem onları hem de onların dediklerinin aksini yazanları alın. Kendi aklınızla tartın, ölçün biçin. Böylece benim dediklerimin doğru olduğunu siz kendiniz de görün" derdi.
Bu boykot çağrısını ciddiye alan olur mu bilmiyoruz. Ama bu çağrıyı yapan Başbakan’ın ülkesini, Avrupa Birliği gibi, "demokrasinin kök saldığı" bir dünyaya kimsenin almayacağından eminiz.
Hoş Başbakan’ın da artık Avrupa Birliği gibi bir meselesi olmadığına göre, mesele yok demektir.
Yazının Devamını Oku 19 Eylül 2008
GENELKURMAY Başkanı Org. İlker Başbuğ’a, önceki gün teşekkür mektubu yazmadan önce dosyaları karıştırınca karşımıza çıktı: Meğer Genelkurmay’ın "medya" dünyasına "akreditasyon" uygulamasının başladığı zaman gördüğümüz yanlışları ilk olarak Mayıs 2003’te dile getirmişiz.
Ancak o zamanki Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’e sesimizi duyuramamışız.
Sonra Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’a da hem mektup yazdık hem de birkaç defa kamuoyu önünde çağrıda bulunduk.
Yine, ne yüz veren oldu ne de "Yazdığınız, istediğiniz yanlıştır" diyen.
Sayın İlker Başbuğ’a işte o nedenle, yani beş buçuk senedir işitilemeyen sesimize kulak verdiği ve "akreditasyon" konusunu uygar bir yaklaşımla ele aldığı için Basın Konseyi adına teşekkür ettik.
Gerçekten Sayın Başbuğ sadece Genelkurmay yönünden değil, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, İçişleri Bakanlığı başta olmak üzere medya ile ilişkilerini sağlıklı bir zemine oturtmak ihtiyacındaki tüm kurumlar yönünden de çok önemli ve örnek teşkil edecek bir adım attı.
Zaman gibi yüksek tirajlı bir gazete dahil, birkaç medya organının "akredite" kurumlar arasına alınmamış olması, yine de eksikliktir ama o noktanın sonra telafi edileceği umuduyla belirtelim:
Genelkurmay Başkanlığı hem büyük bir özgüven sergiledi hem de demokrasinin temel değerlerinden biri olan "hesap sorulabilirlik" (accountability) ilkesini bilfiil uygulamaya soktuklarını ilan etmiş oldu.
Nitekim artık her Cuma günü Türk Silahlı Kuvvetleri adına medya temsilcilerine brifing verilecek, sorular yanıtlanacakmış.
O demektir ki artık Silahlı Kuvvetlerimiz’in örneğin Kuzey Irak’a yönelik harekátından, askerlik süresine, savunma amaçlı alımlara kadar kamuoyunu ilgilendiren her konuda yetkili biri kamuoyunu aydınlatacaktır.
İyi işletilirse bu çok yararlıdır.
İyi işletilirse dememizin nedeni, özellikle 1954 yılından beri "Bakanlık Sözcülüğü" diye bir makama sahip Dışişleri Bakanlığı ile ilgili deneyimlerimizdir:
Bazen ağzından çıkanı bilen, kişiliğiyle orayı dolduran biri gelir... Rahmetli İsmail Soysal ile Yalım Eralp, İnal Batu gibi gibi isimler böyledir.
Bazen de gölgesinden korkan biri bakan olur. Oraya kendisi gibi pısırığın tekini oturtur. Tabii o "sözcülük"ten kimseye hayır gelmez.
O nedenle Cuma brifinglerini yapacak kişinin seçilmesi ve sadece Genelkurmay Başkanı’na (yahut İkinci Başkan’a) karşı sorumlu olması çok önemlidir.
Sayın Başbuğ’un açıkladığı kararın önemli bir tarafı da, "görevini taşıdığı sıfatın saygınlığına gölge düşürebilecek yöntem ve tutumlarla" yapan yani Basın Meslek İlkeleri’ni çiğneyen gazetecinin tavrını değerlendirme işini, o konuda taraf olmayan meslek kuruluşlarına bırakmaktır.
Kaç kere vaat etmiş olmalarına rağmen hálá bir "sözcü" bile tayin edemeyen öteki kurumlarımız dileriz bu gelişmeden ders alırlar.
Yazının Devamını Oku 17 Eylül 2008
İNSANLARIN din duyguları üzerinden yapılan soygunlar Kombassan’da, YİMPAŞ’ta ve benzeri holdinglerde tüm çirkinliği ve iğrençliği ile ortaya çıkmıştı.<br><br>Ama merhamet üzerinden yapılan soygunu adalet terazisine koyup da tartan -en azından bilgimize göre- henüz yoktu. Alman yargısına teşekkür borcumuz var.
Şu anda Frankfurt’ta yargılanan üç sanık hakkındaki kararı çok muhtemeldir ki, sizin bu satırları okuduğunuz dakikalarda ya öğrenmiş olacağız veya açıklanmasını bekleyeceğiz.
Ama bir şeyi kesinlikle hatta o karar açıklanmadan önce de söyleyebiliriz:
Hukuk devletinin işlediği, yargının adalet dağıttığı bir ciddi devlet düzeninde suç cezasız kalmaz. Toplum ne kadar medeni olursa olsun, işleyişte orada bile yanlışlar yapılır. Ama ana çizgileriyle dediğimiz olur, yani "hak" yerini bulur.
Nitekim Frankfurt’tan gelen haberler, tutuklandığı 27 Nisan 2007 tarihinden beri ağzını açmayan -susma hakkını kullanan- Deniz Feneri e.V. isimli şaibeli derneğin, oradaki en önemli adamı (ayrıca oradaki Kanal 7 Int’in Genel Müdürü) Mehmet Gürhan’ın nihayet çözüldüğünü ve:
"1999 yılında kurulan bu dernekle amacımız daha fazla fakir ve yardıma muhtaç insanlara yardımcı olmaktı. Bu nedenle gelen yardım paralarını sormadan birtakım faaliyetlerde kullandığımız için üzgünüm. Bağışçılarımıza sormamız gerekirdi. Çok iyi niyetle yapılan bu çalışmaların daha sonra farklı şekilde algılanmasını ve yanlış yapacağımızı tahmin edemedik. Başında bulunduğumuz şirketlerin ortaklarına yanlış yansıtılan ve benden kaynaklanan birtakım sıkıntıların onları da üzeceğini tahmin edemezdim. İyi niyetle başladığımız bu iş buralara geldi" dediğini bildiriyor.
Mehmet Gürhan belli ki dernek sayesinde yaptığı merhamet sömürüsünün -veya soygununun- rantını yemeye alışmış. Burada da mahkeme heyetinin merhametini sömürerek, alması söz konusu olan 6 yıl hapsi, 5 yıla indirmeyi amaçlıyor. Nitekim bunu kendi avukatının "Müvekkilime 5 yıl hapis cezası verilmesini talep ediyorum" anlamındaki sözlerinden anlıyoruz.
Gürhan’ın ve onun Almanya’daki ve Türkiye’deki suç ortaklarının, bu yardımları dünyanın bir tarafında felakete uğramış zavallılara değil de Almanya’da taksi şirketi kurmaya veya "ticaret" yapmaya harcamanın hem ahlaken, hem din yönünden hem de hukuken suç teşkil edeceğini bilmediklerini düşünebilir misiniz?
İddianamede yazılı olanlar insana, Varto depremi felaketzedelerine yardım amacıyla Danimarka’dan gönderilen peynirleri, İngiltere’den Almanya’dan gelen giysileri, battaniyeleri ve öteki malzemeyi onlara dağıtmayıp pazara süren ahlaksızları anımsatıyor.
O nedenle yaptıklarına ilişkin haberlere bakınca bu çok basit gerçeği bilip bilmediklerini değil, şeytana pabucu ters giydirebilecek kadar marifeti nerede öğrendiklerini sormak gerekir.
Sadece onu değil, Frankfurt’taki yargılama sonunda ortaya çıkan gerçeklerin Türkiye yönünden neyi gerektirdiğini de bu dava ile yakından ilgilenen Başbakan ile Adalet Bakanı’ndan öğrenmeye ihtiyacımız var.
Yazının Devamını Oku 16 Eylül 2008
BİZ kendisinden söz ettiğimiz insanların yanıt hakkına saygı duyarız. Ama saygı duyduğumuzu bilenlerin bunu kötüye kullanmalarına da izin vermeyiz. Yazının başında bu uyarıyı bir kere daha yaptıktan sonra belirtelim. Aşağıda Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Asım Güzelbey’in açıklaması var. Aynen yayınlıyoruz:
"13.09.2008 tarihli ’Rüşvete Kılıf’ başlıklı yazınızı okudum. Yanlış olan bir konuyu açıklama gereği duydum:
Yazınızda ’Şehitkamil Belediyesine gündemde olan arsanın 27.5 dönümünün bağışlanması, (sizin tabirinizle) rüşvet verilmesi önerildiği halde, hayır dendiği ve bu talebin kabul edilmediğini’ belirtmişsiniz. Oysa (bu) yazı ekinde göndermiş olduğum tapu senedinden de anlaşılacağı üzere 02.04.2008 tarih ve 10799 yevmiye numaralı Şehitkamil 1.Bölge Tapu Müdürlüğünün tapu senedinde toplam arsanın 32.978 metre karesinin Şehitkamil Belediyesi mülkiyetine 02.04.2008 tarihinden itibaren geçtiği anlaşılmaktadır. Tabi sizin belirtmiş olduğunuz ’rüşvet’ tabirine kesinlikle katılmadığımız için ve bu tür uygulamaların gerek 5216 sayılı ve gerekse 5993 sayılı Belediye yasaları ile mümkün olduğunu bildiğimizden, okuyucuda farklı izlenim yaratacak bu hususun açıklanması gereği hissettim.
Ayrıca bahse konu arsa alım satımı ile ilgili olarak Gaziantep Büyükşehir Belediyesi olayın hiçbir tarafında bulunmamaktadır. Arsanın 4220 alıcıları ve satıcıları resmi işlem yaptıkları tapu kaydında bellidir. Olay tamamen speküle edilip bir şekilde belediyemiz ile ilişkilendirilmeye çalışıldığı için, hiçte görevimiz olmadığı halde tapunun kimler tarafından alınıp satıldığı ve bedelin ne olduğu noktasında araştırma yapmak mecburiyetinde kaldık. Yasaya göre herkesin incelemesine açık olan tapu siciline baktığımızda da değere ilişkin haberlerin yanlış olduğunu ve resmi tapu senedindeki değerin 14 milyon değilde, Tapunun 12.02.2008 tarihli işlemi ve 4220 yevmiye no ile 14 milyon, 4221 yevmiye no ile 14 milyon, 4222 yevmiye no ile 14 milyon, 4223 yevmiye no ile 14 milyon, 4424 yevmiye no ile 14 milyon, 4225 yevmiye no ile 14 milyon olmak üzere toplam 14.000.000X6=84 milyon YTL olarak belirtilip alıcı ve satıcıların bu değeri kabul edip imza ve fotoğrafları ile tasdik ettiklerini öğrenmiş olduk. Ancak yine de bu değer doğru mudur? Değil midir? Arsa ne kadara alınıp satılmıştır noktasında hiçbir bilgimiz ve ilgimiz yoktur, ayrıca taraf olmadığımız için olmasına da gerek yoktur. Tamamen Belediyemiz dışında gelişen olayların muhatabı değiliz. Hak kaybına uğradığını iddia eden veya usulsüzlük yapıldığı iddiasında olanların bu iddialarını meşru zeminde ifade etmelerinin önünde hiçbir engel bulunmamaktadır. Saygılarımla.
Gaziantep Büyükşehir Belediyesi
Başkanı Asım Güzelbey"
Başkan yukarıda sözünü ettiği Tapu Senedi fotokopisini göndermiş. Açıklamasında "Gaziantep Büyükşehir Belediyesi olayın hiçbir tarafında bulunmamaktadır" dediği halde söz konusu 120 dönüm arsanın 11/40’ının yani 32 bin 978 metrekaresinin, Gaziantep Büyükşehir; bir o kadarının da Şehitkamil Belediyesi’ne bağışlandığı ve satış bedelinin 48 milyon 125 bin YTL olduğu görülüyor. Biz de bunun "kurumsal rüşvet" olduğunu söylüyoruz, başka bir şey değil.
Yazının Devamını Oku 15 Eylül 2008
BU işe alfabeyle başlamak gerektiğini biliyoruz da konumuz "demokrasi" olduğu için, acaba "a"dan mı başlamak doğru olur "d"den mi noktasında tereddüt ediyoruz. İsterseniz "d"den başlayalım ve Başbakan Tayyip Erdoğan’a, hem "demokrasi" hem de "medya" konusunda ilkokul düzeyinde bilgisi olmadığını anımsatalım.
Olsaydı dün partisinin Şişli ilçe kongresinde lafı bir medya patronuna (örneğimizde Aydın Doğan’a) getirerek:
"Doğan Grubu’nun ’iftira ve hakaretlerini’ örnekleriyle masaya getirdiğim zaman bana ’Sayın Başbakan ne yapayım? Ben bu adamlarla baş edemiyorum ki!’ dedi" diye aktardıktan sonra, "Şimdi bir patron ki kendi yazarlarıyla baş edemiyor. Böyle bir şeyi vatandaşın kabullenmesi mümkün mü?" der miydi?
Medya dünyasında çalışanların "özgürce" görev yapması gerektiğini dahi bilmeyen insan "demokrat" olabilir mi?
Aynı ağızdan geçen hafta, Doğan Grubu’nda çalışan gazetecilere "Siz nasıl özgürlükten söz edebilirsiniz? Patronunuz hakkındaki iddiaları (iftiraları) sütunlarınıza alıp hesap sormuyorsunuz?" türü bir söz çıkarsa bu kabul edilebilir mi?
Burada açık görünen Türkiye’nin şu anda despotik bir zihniyetle yönetilmekte olduğudur.
Despotik zihniyet doğruların değil, sadece kendi beğendiklerinin söylenmesinden memnun olur. O zihniyet için "tutarlı olma" gibi bir gereksinim yoktur. O isteyince bağıracaksınız, o sus deyince susacaksınız.
Hoş partisinin seçimde aldığı oy oranına bakıp, "Biz 47 meşruyuz, sizin meşruiyetiniz yüzde 20" diyen yani seçmen tercihini "meşruiyet" sayan -veya sanan- insanın demokrasiyi bilmesini beklemek fazla iyimserlik olmaz mı?
Doğrusu Tayyip Erdoğan’ın "demokrasi"yi hem bildiğini hem de "özümsediğini" sananlardır asıl ders verilmesi gerekenler. Bunların başında da "Kopenhag Kriteri reformlarını bir senede gerçekleştirdi" diyerek Erdoğan’ı "demokrat" ilan eden Avrupa Birliği (AB) ileri gelenleri vardır.
Bir de Atatürk’e ve devrimlerine karşı olmayı "demokratlık" sayan ve "liberal" geçinen gizli faşistler var. Hani "Aynı gazetede kendisine aykırı görüş sahibi olanların yazmasına tahammül edemediği için oradan ayrılan"lar var ya, onlar...
Bitmedi... "Onlarla (özellikle ulus-devlet konusunda duyarlı davrananlarla) savaş halindeyiz" diye yazan sabıkalı faşistleri de unutmamak gerek.
Galiba Erdoğan’ın sadece "demokrasi"yi değil, onun ayrılmaz parçası "özgür medyayı" da öğrenmesi lazım.
Eğer biliyor olsaydı, Frankfurt’taki bir davanın "iddianamesi"nde yazılı olanları aynen yayınlayan gazetelerin kendisine "iftira" attığını değil, "O iddianamede ileri sürülenlerin yalan yahut yanlış olduğunu" söylerdi.
İddianamenin mi, kendisinin mi doğru söylediği ortaya çıkınca da olay biterdi.
Tabii "demokrasi"yi bilse, "yargının gerçeği ortaya çıkaracağına" inansa ve "hoşgörü" sahibi olsaydı.
Yazının Devamını Oku 14 Eylül 2008
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, dün partisinin Beyoğlu ilçe kongresinde yaptığı konuşmanın tam bir saatlik kısmını Aydın Doğan’ın sahibi olduğu medya organlarına saldırmaya ayırdı. Aslında bu konuda konuşacağını geçen hafta açıklamıştı. O nedenle konuşması sürpriz değildi.
Ama konuşması bir bakıma sürpriz oldu.
Bir bakıma derken bizim gibi düşünmeyenleri kastediyoruz. Çünkü gerçekten yeni bir şeyler söyleyeceği beklentisi yaratmıştı.
Oysa biz bunun "blöf" olduğu inancındaydık. Nitekim tek kelimelik yeni bir şey söylemedi. Geçen haftaki konuşmasını yeni cümlelerle tekrarladı.
O nedenle biz Başbakan Erdoğan’ın doğruca Aydın Doğan’ı hedef alan sözlerini değil, hepimiz için tehdit teşkil eden diğer sözlerini ele almak istiyoruz:
Başbakan Tayyip Erdoğan’a göre, basının görevini özgürce yapmasını hedef alan sözlerine yurtiçinden ve özellikle yurtdışından gösterilen tepkilerin hiç ama hiç önemi yokmuş.
Nitekim "basının görevini özgürce yapmasına" yönelik tehditlere karşı, işbirliği yapmak amacıyla 1950 yılında -yani Başbakan doğmadan 4 yıl önce- kurulan Uluslararası Basın Enstitüsü’nün kendisine yönelik protestosunu hiç dikkate almazmış.
Şöyle söylüyor:
"Basın özgürdür yalan doğru fark etmez istediğimizi yazarız, istemediğimizi yazmayız" dediler. Bugün de üyesi oldukları uluslararası basın kuruluşu, o güya -kendi gazetelerinde yazıyor- ültimatom çekmiş bana. Kimsin sen de ültimatom çekiyorsun bana? Ne ültimatomu? Kendi oluşturmuş oldukları bir kuruluş. Kimsenin benim ülkemde kabul etmediği uluslararası basın konseyi.(Oysa öyle bir basın konseyi yok) (...) Bu ültimatom diyormuş ki, ’Başbakan medyaya olan ültimatomunu geri çeksin’. Ben ne konuşuyorum? Konuştuğuma bak! İyi izle ha!.. Konuştuğumu izleyerek de, bize siyaseti susturmak isteyenlere evet, biz gereken cevabı veriyoruz. Bundan sen de nasibini al, yaptığımız iş bu."
Başbakan belli ki bu konularla ilgili gerçekleri hiç bilmiyor. Daha da kötüsü bilmediğini de bilmiyor. O nedenle biz söyleyelim:
Uluslararası Basın Enstitüsü (International Press Institute) (IPI), 120 çeşitli ülkenin 2 bin kadar deneyimli gazetecisinin üye olduğu son derece saygın bir meslek kuruluşudur. Dünyanın neresinde basına ve basın mensuplarının özgürlüklerine dönük bir tehdit söz konusuysa derhal o konuyla ilgilenir. Aynen Committee to Protect Journalists gibi, World Freedom Forum gibi World Association of Newspapers gibi, World Association of Press Councils gibi ve Reporters Without Frontiers gibi... Konuya el atar. Eğer ortada ciddi bir tehdit veya tehlike varsa, hem ilgili ülkenin cumhurbaşkanına veya başbakanına mektup yazar hem de sesini dünyaya duyurur.
Dahası... IPI, kurulduğu günden beri, Türk basınının özgürlük mücadelesinde her zaman yanımızda yer almış ve bu ülkede demokrasinin yerleşmesine büyük katkıda bulunmuş bir kuruluştur. Başbakan neden söz ettiğini öğrenirse kendisine de yararı olur.
Yazının Devamını Oku 12 Eylül 2008
SON günlerin gürültüsü mü diyelim, gümbürtüsü diye mi ifade edelim, her neyse... O yüzden değinme olanağı bulamamıştık. Şimdi fırsat çıkınca bir küçük haberin altındaki gerçekleri sizinle paylaşmaya karar verdik:
Meğer bizim Dışişleri Bakanlığı’nda Ermenice bilen diplomatımız yokmuş.
Nitekim 10 Eylül tarihli Hürriyet’te bildirildiğine göre, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Erivan’a yaptığı geziye, Kudüs’te görev yapan ve son bir yıldır Ermenice öğrenen Arif Eser Torun adında genç bir diplomatımız, bu nedenle katılmış.
İyi olmuş...
İyi olmuş ama konu orada bitmiyor.
Dışişleri Bakanlığımızda Ermenice bilen diplomatın olup olmamasından daha önemlisi, o bakanlıkta -veya öteki kamu kurumlarında- Ermeni (yahut Musevi veya Rum yahut aklınıza gelebilecek bir başka kökenden gelen, örneğin İngiliz doğmuş da Türk vatandaşı olmuş) kimsenin olmaması değil mi?
Biz sadece Lozan Antlaşması’na göre "azınlık" sayılan insanlarımıza karşı değil, verdiğimiz örnekte olduğu gibi Türk vatandaşlığına geçmiş bir Hans, John yahut Jean-Calude’a karşı da önyargılı değil miyiz?
Değil isek -üniversite öğretim üyeliği gibi birkaç alan dışında- bu insanların hiçbirini neden devlet hizmetinde göremiyoruz?
Yorgo adında bir kaymakam, Moiz adında bir subay, Marcelle yahut Artin adında bir diplomatımızın olması bize zenginlik kazandırmaz mı?
Bir zamanlar TBMM’de azınlıkların temsil edilmesine önem verilirdi. Örneğin, tek partili dönemin, Abravaya Marmaralı gibi, Berç Türker gibi, çok partili dönemin de Salamon Adato, Ahilya Moshos, Andre Vahram Bayar gibi tanınan, bilinen, saygı duyulan milletvekilleri vardı.
1961 Anayasası’nı yapan Kurucu Meclis’in üyeleri arasında Erol Dilek gibi, Hermine Kalustyan gibi saygın üyeler yer almıştı.
Azınlıkları Meclis’te temsil eden son Türk olarak Cefi Kamhi’yi anımsıyoruz.
Biri sorunca "demokratız" diyoruz, "yasalar önünde herkesin eşit olduğunu" savunuyor, kendimiz söylüyor, kendimiz inanıyoruz.
Ama gerçeğin pek de öyle olmadığını bilmek, görmek zorundayız. Daha doğrusu gizli bir ayrımcılığın (buna ırkçılık demek galiba daha doğru) ruhumuzun derinlerine kadar işlediğini, üstelik kimliğimizle bütünleşen bu gerçeği görmezden geldiğimizi kabul etmeliyiz.
Aksi söz konusu olsa Cumhurbaşkanı ile Ermenistan’a giden hey’ette örneğin Vartan Sepetçiyan adında bir Türk diplomatı da bulunur ve biz bunu haber yapmaya bile değer bulmazdık.
Bu yazdıklarımız bazı paranoitleri rahatsız edebilir. Çünkü bizim çocukluğumuzda her yabancıyı İngiliz yahut Alman casusu sanan tipler vardı. Aynı zihniyet várislerinin orada burada hálá var olduğundan eminiz.
Oysa bireyler bazındaki bu tür yaklaşımlar, o insanların bizi, bizim de o insanları kazanmamızı sonuçlandırır. Bundan da ülkemizin geleceği için çok önemli olan ulus-devlet kazanır.
Yazının Devamını Oku