28 Ekim 2008
KESİNLEŞMİŞ yargı kararını eleştirmek herkesin hakkıdır. O nedenle Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) hem "türban" konulu hem de Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile ilgili kararı üzerinde yapılan yorumları mümkün olduğunca yakından izliyoruz. İtiraf edelim ki bu eleştirilerin bazılarını çok acımasız, hatta saldırgan buluyoruz.
Daha önce de değindik. Bazıları, "AYM bu kararlarıyla Meclis’in yasa yapma hakkını daralttı" diyor. Kimi, "Türbanla ilgili olan kararıyla AYM, Meclis’e ait olan yasa yapma hakkını düpedüz gasp etti" görüşünü savunuyor. Dayandıkları gerekçe de şu:
"Anayasa’nın 148’inci maddesi Yüksek Mahkeme’nin, Anayasa değişikliği ile ilgili bir ’Anayasa’ya aykırılık’ itirazını ancak şekil şartları yönünden inceleyebilir. Yani oylama usulünce yapılmış mı? Diğer usul hükümlerine uyulmuş mu, bunlara bakar. Değişikliğin içeriğini değerlendiremez. Oysa mahkeme, türbanla ilgili 10 ve 42’nci madde değişikliklerini içerik yönünden incelemiş. Üstelik bu değişikliği Anayasa’nın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen ilk dört maddesiyle irtibatlandırarak bundan böyle yapılacak hemen her değişikliği aynı yönden incelemeye kendisini yetkili kılmıştır."
Bunlar ilk bakışta ciddi görünen iddialar. Ama bu iddiaları kabul edebilmek için konuya pek yüzeysel bakmak lazım. Şu nedenle:
AYM’nin "türban" konulu değişikliği, "değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen" maddeler açısından ele alıp incelediği doğrudur. Aslında öyle yapması zorunlu olduğu için Yüksek Mahkeme bunu yapmıştır. Çünkü Anayasa’nın ilk maddesinde "Devlet laiktir" hükmü dururken öteki maddelerde devletin laik temelini çürüten bir değişikliğin yapılmasına -bir başka deyişle Anayasa’ya karşı hile yapılmasına- ses çıkarmamasını beklemek, Anayasa Mahkemesi’nin işlevini sıfıra indirmektir.
Onun ardından laik Cumhuriyet’in üstüne bir bardak soğuk su içmeye sıra gelir.
Fatiha okuma görevi de MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye düşer.
O nedenle AYM, ilk dört maddeye aykırı bir düzenlemeye seyirci kalmayı kabul etmeyerek, Anayasa’nın kendisine verdiği temel görevin gereğini yapmıştır. Bu, yasada bulunmayan hususu yasanın ruhuna uygun bir yorumla tamamlamaktır. O nedenle de Yüksek Mahkeme’yi kutlamak gerekir.
Yüksek Mahkeme’nin yasada olmayan yetkiyi kendi kendine ürettiğini iddia edenlere verilecek yanıt, son günlerde çeşitli sütunlarda dile getirildi. Bunların en meşhuru ABD’de Federal Yüksek Mahkeme’nin 1803 yılında Marbury-Madison davası dolayısıyla verdiği karardır. Mahkeme, Anayasa’da bir hüküm bulunmadığı halde o davada "Anayasa’ya aykırı olan yasa hükmünün uygulanamayacağını" hükme bağlamış, böylece resmen "iptal" etmeden, ilgili yasa hükmünü geçersiz kılmıştır.
Bizde de en çok bilinen örnek, AYM’nin "yürütmeyi durdurma" yetkisi olmadığı halde Yüksek Mahkeme’nin bu yetkiyi üretmesi ve sık olarak da kullanmasıdır.
Keza Anayasa, "İptal kararları, gerekçesi yazılmadan açıklanamaz" dediği halde bunlar, üstelik AYM Başkanı tarafından açıklanıyor. AYM’ye kızanlar nedense buna hiç ses çıkarmıyor.
Yazının Devamını Oku 26 Ekim 2008
ANAYASA Mahkemesi’nin iktidar partisini kapatmayıp parasal yaptırımla yetinmesine ilişkin kararının gerekçesi tartışılıp duruyor.
Kimi bu karar nedeniyle Anayasa Mahkemesi’ni, "yetki gaspında" bulunmakla suçluyor... Kimi "Bu karardan sonra Meclis’in yasama alanı daraldı" diyor. Kimi Mahkeme’yi, "kendisini Anayasa’nın da üstünde görmekle" suçluyor.
Bunların hepsinin yanıtını yeri gelince vereceğiz. Biz bugün özellikle <B>Anayasa Mahkemesi’</B>nin <B>Adalet ve Kalkınma Partisi </B>(AKP) davasıyla ilgili kararının gerekçesine değinmek niyetindeyiz.
Arkadaşımız <B>Oya Armutçu </B>bu kararın gerekçesiyle <B>Yüksek Mahkeme’nin </B>bazı yeni içtihatlar ürettiğini bildirmiş. Onları tek tek saymış. Bu haberi bugünkü <B>Hürriyet’</B>te okuyabilirsiniz.
Onlardan özellikle biri dikkatimiz çekti. <B>Armutçu’</B>nun bildirdiğine göre, parti kapatma davalarında <B>"bürokrat eylemlerinin partiyi bağlamayacağı"</B> görüşü kabul edilmiş.
Gerçi biz gerekçeyi okuyunca bu kadar kategorik bir yaklaşım olmadığı sonucuna vardık, ama bir an için <B>Armutçu’</B>nun aktardığı değerlendirme üzerinden konuşalım:
Bürokrat eylemleri acaba <B>"hiçbir zaman"</B> mı partiyi bağlamaz?
Bir bürokrat anti-laik kararlar alıp uyguladığı halde siyasi iktidar onu cezalandırmıyorsa o gerçek görmezden mi gelinecektir?
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2008
Anayasa Mahkemesi’nin, AKP hakkında verdiği "Kapatılmasın, ama laikliğe aykırı eylemlerin odak noktası haline geldiği kesinleştiği için, Hazine’den aldığı 2008 yılı yardımının yarısını devlete iade etsin" yolundaki kararın gerekçesi açıklanınca aklımıza AKP lideri Tayyip Erdoğan’ın bu kararla ilgili ilk sözleri geldi: Başbakan Tayyip Erdoğan kararın kamuoyuna duyurulduğu 30 Temmuz 2008 akşamı partisinin kapatılmamasından duyduğu sevinci, "Bu kararla sadece AK Parti değil, Türkiye de büyük bir haksızlıktan kurtulmuştur. (...) Millet iradesi, yine millet adına yetki kullanan yargı kurumuyla karşı karşıya getirilmemiştir. İnanıyorum ki demokrasimiz ve hukuk sistemimiz bu sınavdan birlikte güçlenerek çıkma fırsatını yakalamıştır" diyerek ifade etmemiş miydi? Daha sonra:
"Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyetimiz için ’Durmak yok, yola devam ediyoruz’ diyoruz. Bu yol Atatürk’ün işaret ettiği çağdaşlaşma yoludur. Bu yol milletimize hizmet yoludur. (...) Yayınlandığı zaman, yetkili kurullarımızda, gerekçeli kararı en iyi şekilde değerlendireceğiz. Doğru olan neyse onu yapmaya devam edeceğiz. (...)" dememiş miydi?
Şimdi bakıyoruz aynı Tayyip Erdoğan tam tersi anlama gelen sözler söylüyor. Sanki "Anayasa Mahkemesi Anayasa’nın üstündedir" diyen varmış gibi, "Üstünde değil" diyor. Mahkemeyle kavga ediyor.
Özellikle gerekçeli kararı "yetkili kurullarda en iyi şekilde değerlendirme" ve "doğru olan neyse onu yapmaya devam etme (yanlışta ısrar etmeme)" yolundaki sözünü unutmuş gibi davranıyor.
Yargının hükmü "Adalet ve Kalkınma Partisi laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline gelmiştir" demek olduğuna göre, bundan böyle "AKP’nin politikalarında ve eylemlerinde laikliğe aykırı bir husus bulunmamasına dikkat edileceğini" düşünürsünüz değil mi?
Onun da ilk koşulu beyanları, politikaları ve uygulamalarıyla "partiyi laikliğe aykırı eylemlerin odağı" haline getirenleri görevden uzaklaştırmaktır.
Zaten demokrasilerde yetki ve sorumluluk mevkileri bu tür ihtiyaçlar nedeniyle el değiştirir. Onun da ilk adımı, kabineyi bu açıdan gözden geçirmek ve yeni ihtiyaçları karşılayacak isimleri göreve getirmektir.
Bakalım Tayyip Erdoğan bu yönde bir adım atacak mı?
Örneğin Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararında -kendisinden ayrı olarak- adı en fazla geçen Milli (dini) Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’i kabine içinde tutacak mı? Özellikle eğitim dünyamızı, bu "anti-laik" anlayış sahibi kişinin elinde bırakacak mı?
Bunca yıldır izlediğimiz Tayyip Erdoğan’ı artık "biliyor"sak, evet tutacaktır.
Gerçi yukarıda özetini aktardığımız konuşma tam aksi yönde hareket edeceği izlenimini veriyor. Ama o konuşmanın "yazılı" olduğunu unutmayın.
Yazılı konuşmalara inanırsanız Tayyip Erdoğan’ın 22 Temmuz 2007 seçimleri akşamı yaptığı "kardeşlik, hoşgörü, herkese eşit davranmak, herkesi kucaklamak" türü lafların dolu olduğu konuşmanın neden tam tersini yaptığını açıklayamazsınız. O nedenle Tayyip Erdoğan’ın asıl irticalen yaptığı konuşmalara kulak veriniz. O da her şeyin böyle devam edeceğini söylüyor.
Yazının Devamını Oku 24 Ekim 2008
ÖĞRENİRLER dedik. Yine de ısrar ediyoruz. Ama "türban" konulu Anayasa değişikliğinin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesine karşı gösterdikleri tepkiye bakınca itiraf edelim ki umudumuz zayıflıyor.
Bir kısmı kendi başlarından geçen bunca örneğe ve derse rağmen pek de öğrenecekmiş gibi görünmüyorlar.
Bedelini göze aldıktan sonra mesele yok... Devam edebilirler. Nitekim Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dün bu konuda;
"Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın üstünde değildir. Milli irade yorumu hoş değil. Milli iradenin üstünde irade tanımıyoruz" dediği bildiriliyor.
Başbakan’ın etrafında hiç mi hukukçu yok? Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Burhan Kuzu nerede? Meclis’in İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Zafer Üskül nerede? AKP iktidarının demokratik rejimi samimiyetle istediği varsayımıyla onlara bir Anayasa taslağı hazırlayan Prof. Dr. Ergun Özbudun nerede?
Bunların hiçbiri Başbakan Tayyip Erdoğan’a;
"Efendim, milli iradenin üstünde bir irade tanımadığınızı söylerken ilke olarak elbet haklısınız. Ama unutmayın, milli iradenin de üstünde ’hukukun üstünlüğü’ kavramı var. Zaten Anayasa Mahkemesi’nin yasalar üzerindeki denetim yetkisinin kaynağı da ’hukukun üstünlüğü’ ve Anayasa’nın ikinci maddesinde yazılı olan ’hukuk devleti’ kavramıdır" demiyor mu?
Başbakan’a bir nebze olsun "hukuk" bilgisi vermek, "Bir devlete ’demokratik hukuk devleti’ niteliği kazandırmanın ilk koşulu hukuka saygıdır" demek bu kadar zor veya tehlikeli mi?
Anayasa Mahkemesi kararındaki "milli irade" yorumu da hoş değilmiş...
Başbakan bu konuda şöyle diyor:
"(Karar Anayasa değişikliği konusunda) Özellikle uzlaşmadan bahsediyor, yani 411 milletvekili 550 kişilik Parlamento içinde bir uzlaşmayı oluşturmuyor mu? Böyle bir anlayış olmaz. Bu karar, parlamentonun yetkilerini de dışlayan bir karar olması sebebiyle milli egemenlik noktasında da tartışılacaktır."
Başbakan Erdoğan’ın sözleri, bizim de tanık olduğumuz bir Meclis genel kurulu toplantısında Demokrat Parti milletvekillerine dönüp;
"Doğru olanı üç beş profesör mü yoksa yüce hey’etiniz mi bilecek?" diyen merhum Menderes’in sözlerini anımsatıyor.
Doğru olanı bazen üç beş profesör, bazen bir tek yargıç, bazen de tek başına bir birey söyleyebilir.
Meclis’te aynı yönde oy kullananların sayısı 411 olunca onların dediği doğru sayılmalı diye bir mantık, bir hüccet (kanıt), bir yasa, bir icap mı var?
Yeri değil diyeceksiniz ama Başbakan’ın kafasıyla değerlendirme yapınca Galileo’nun "Dünya kendi etrafında dönen bir küreye benzer" tezini kabul etmeyen Engizisyon mahkemesinin hükmünün hálá geçerli olması gerekirdi.
Gördüğünüz gibi başta Başbakan olmak üzere Adalet ve Kalkınma Partisi ileri gelenleri, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın koyduğu temel değerlerle, özellikle de laik rejimi koruyan hükümlerle kavgalarını -gizli açık, her şekilde- sürdürüp duruyorlar.
Ama bir kere daha dostça söyleyelim. Boşu boşuna uğraşıyorlar. Üstelik, hukukun elinin ağır olduğunu da unutuyorlar.
Yazının Devamını Oku 23 Ekim 2008
ADALET ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının ileri gelenleri, Anayasal düzenin temel gerçeklerini anlamakta hálá zorlanıyorlar. Bunu dün de Anayasa Mahkemesi’nin, "Türban serbestliği için yaptıkları Anayasa değişikliğini" iptal gerekçesi açıklanınca ortaya koydular.
Ama biz iyimseriz. Refah Partililer gibi onlar da öğrenecek.
Lakin, inşallah Refah Partisi’nin kaderini paylaşmak zorunda kalmazlar.
Esasa gelince:
Biliyorsunuz geçen yıl Madrid’de "Velev ki türban siyasi simge olsun..." diyerek o konuda yeni bir sayfa açan Başbakan Tayyip Erdoğan, aklınca bu sorunu istediği gibi çözmek için Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) verdiği "gaza" gelerek Anayasa’nın 10 ve 42’nci maddelerinin değiştirilmesine öncülük etmişti. Yapılan değişiklik sözde sadece "herkesin yasa önünde eşitliğini" güçlendiriyor, pratikte de "türbanlı" öğrencilerin üniversiteye girmesini güvence altına alıyordu.
Ama değişikliğin asıl amacının, üniversitelere kıyafet özgürlüğü getirmekten çok "laikliğe aykırı şekilde dini değerlere dayalı kural koymak" ve çevredekilere "dini inanç baskısı" yapmak olduğunu ileri süren, bunun da sonuçta "Anayasa’nın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen" hükümlerini fiilen geçersiz kılmak olduğunu ileri süren Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), yapılan değişikliğin iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştu.
Anımsanacağı gibi yasa iptal edilmiş ancak kararın gerekçesi açıklanmamıştı. Dün o açıklandı.
Gerekçede ayrıntılarıyla anlatıldığı gibi Anayasa Mahkemesi daha önce de verdiği 7 ayrı kararda özetle, "Anayasa değişikliği yapmak elbet yasama organının hakkı ve yetkisi içindedir. Ama Meclis bu yetkiyi, Anayasal sistemin özünü oluşturan ’Başlangıç’ metni ile ilk üç maddesini dolaylı yoldan da olsa geçersiz kılacak şekilde kullanırsa, Anayasal sistemi korumakla yükümlü olan Anayasa Mahkemesi’nin buna izin vermeyeceğini" söylemiş.
AKP iktidarının, bu karar hakkında görüşü sorulan ileri gelenlerinden Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in, "İşin asıl diğer yönü, ’Artık yasama organı, hür ve bağımsız iradesiyle Anayasa değişikliği yapamaz mı?’ konusu Türkiye’nin gündemine geldi" dediği bildiriliyor.
AKP iktidarının laf bilmezlerinden TBMM Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ da, "Anayasa Mahkemesi, TBMM’nin yasama yetkisine yeni kırmızı çizgiler getirmiştir. TBMM’nin Anayasa’yı değiştirme veya Anayasa yapma yetkisi artık Anayasa Mahkemesi’nin onayına tabi kılınmıştır. Anayasa Mahkemesi, sadece değiştirilmesi teklif edilemeyen maddeler değil, diğer bütün maddelerin değişmez veya değiştirilmesi teklif edilemez olup olmadığını tespit etme yetkisini almıştır" demiş.
Biz de onlara, "Siz eğer Anayasa Mahkemesi’ni zorlamasaydınız, yani Anayasa’nın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen temel taşlarıyla -herkesi enayi farz ederek- oynamaya kalkmasaydınız, karşınıza böyle bir sınırlama çıkmazdı" diyoruz.
Bu sınırlamayı içlerine sindiremezlerse de bir gün Refah Partisi’ne benzeyebileceklerini -dostça ve dürüstçe- hatırlatıyoruz.
Anayasa Mahkemesi’nin AKP hakkında verdiği kararın gerekçesi açıklanınca ne demek istediğimizi daha iyi anlayacaklarından eminiz.
Yazının Devamını Oku 22 Ekim 2008
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, 28 Mart 2009’da yapılacak "yerel yönetim seçimleri"nin kampanyasını birkaç gün önce Elazığ ve ardından Kahramanmaraş’ta yaptığı konuşmalarla başlattı. Bu konuşmalardan anlıyoruz ki seçmenin Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (AKP) önümüzdeki seçimde en çok "yolsuzluk" iddiaları yüzünden cezalandıracağından korkuyor.
Nitekim Elazığ’da "Biz yolsuzluk ve yoksullukla mücadele için iktidar olduk. Yolsuzluk yapan milletvekili, belediye başkanı, belediye meclisi üyesi olsa da onunla yolumuzu ayırırız. Biz bu tür olaylara müsaade etmeyiz" demiş.
Kahramanmaraş’ta söyledikleri de özde farklı değil. Ama Akşam gazetesine göre burada "Yolsuzluğu asla kabul etmedik, etmiyoruz. Bu işe bulaşmış arkadaşlar varsa biz asla bu konuda taviz vermedik, vermeyiz. Ve bir kısmını da partimizden ihraç ettik" cümlelerini de eklemiş.
Bu sütunda özelde Başbakan’ın, genelde de AKP’nin "yolsuzlukla mücadele" konusunda samimi olmadığını kaç defa yazdık. Nitekim samimi olsaydı:
Tayyip Erdoğan, Başbakan sıfatıyla 4 Mayıs 2004 tarihinde TBMM’ye sunduğu "Yolsuzlukla Mücadele Kanun Tasarısı"nın Meclis’ten geçmesini ve yürürlüğe girmesini sağlardı. Yapmadı.
Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı sırasında rüşvetle ve yolsuzlukla mücadele iddiasıyla, ancak mahsus "sakat" olarak çıkartılan 3628 sayılı yasanın hiç değilse yolsuzlukla mücadelenin önünü tıkayan maddesini değiştirirdi. Değiştirmedi.
O maddenin içeriğini de söze devam etmeden anlatalım:
Söz konusu yasa önerisini Gökhan Maraş isimli bir milletvekili sunmuştu. O öneriye göre tüm kamu görevlileri ile kamusal nitelikte görev yapan kişiler -örneğin kamuya yararlı dernek yöneticileri, belli görevleri yapan gazeteciler, vakıf yöneticileri- devlete mal bildiriminde bulunacaklar ve bu bildirimler kamuya açık olacaktı.
Özal bunu engelledi. Bildirimin "gizli kalması" ilkesini yasaya koydurttu. Böylece çalan çırpan, rüşvet alan bir kamu görevlisi, hakkında şikayet olmadıkça ve konu savcılığa intikal etmedikçe, her türlü rezilliğini saklama olanağına kavuştu. Erdoğan da bile bile bunu değiştirmedi.
Erdoğan kamuoyu önünde verdiği söze rağmen, milletvekili dokunulmazlığını, hırsızlığı, yolsuzluğu, nüfuz suiistimalini korumaktan çıkaracak yasal değişiklikleri yapmaya yanaşmadı.
Ama tam tersine politikalar izledi. Örneğin yolsuzlukların anası olan "Kamu İhale Kanunu"nu yolsuzluk yapanların önünü açacak şekilde ve tam 15 kere değiştirdi.
Dahası... Elazığ ve Kahramanmaraş’taki sözlerine rağmen AKP’liler tarafından yapılan yolsuzlukları hiçbir zaman "kabul etmedi". Bir başka deyişle onların yolsuzluk yaptığını hep inkár etti. O nedenle de bugüne kadar hırsızlık, yolsuzluk gibi bir nedenle hiç kimseyi partiden ihraç etmediği gibi (attıysa isim versin yayınlayalım), kimseyle de yolunu ayırmadı.
İşte bütün bu gerçekler artık iyice saklanamaz hale geldiği için olsa gerek Avrupa Birliği Komisyonu tarafından önümüzdeki 5 Kasım’da yayınlanacağı bildirilen "İlerleme Raporu"nda "Türkiye’de yolsuzluğun yaygın olduğu" ifade ediliyormuş.
Başbakan kızar diye yalan mı söylesinler. Gerçek bu...
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2008
ANADOLU’daki meslektaşlarımızın kaderidir. Verdikleri haberin gerçekliği kadar akla yakın olup olmadığı da irdelenir. İhtimal Doğan Haber Ajansı Muhabiri Erol Küçükoğlu’nun önceki gün Mesudiye’den verdiği haber, bizim yazı işlerinden, "Bu kadarı da fazla!" türü bir tepki almış. Nitekim dünkü Hürriyet’te o haber yoktu. Anadolu’nun küçücük ilçelerinden birinin, her yıl İsviçre’deki Davos’ta toplanan "Dünya Ekonomik Forumu" gibi bir toplantıyı en geç 2023 yılında yani Cumhuriyet’in 100’üncü yıldönümünde "Dünya Demokrasi Forumu" adıyla Mesudiye’de yapmaya karar verdiği bildirilirse, böyle bir tepki alması normaldir.
Bu karar Mesudiye’de son pazar günü yapılan "18’inci Kurultay Birinci Değerlendirme Toplantısı"nda alındı. Bundan sonraki aşamada da bu kararın uygulamasına ilişkin planların yapılmasına ve yaşama geçirilmesine ihtiyaç olduğu konuşuldu.
Mesudiye küçücük bir ilçe. Merkezdeki nüfusu taş çatlasa 2500’ü buluyor. İçinde Belediye’nin misafirhanesi dışında bir tek oteli bile yok. Ordu iline hálá Halil Rifat Paşa’nın 1894 yılında Sivas Valisi iken yaptırdığı düşük kaliteli bir yolla bağlı. Ekonomik yönden zengin değil. Hatta yoksul bile denebilir.
Böyle bir ilçenin, en ileri ülkelerin devlet başkanlarını, başbakanlarını, bilim adamlarını, nitelikli aydınlarını, gazetecilerini ağırlayan Davos’la kendini kıyaslamaya kalkması, tam anlamıyla bir "kendini bilmezlik" sayılmaz mı?
Anlaşılan Erol Küçükoğlu’nun haberi bu yüzden gürültüye gitmiş.
Ama olayın bildiğimiz başka boyutları var:
Söz konusu ilçenin "iyi yetişmiş" ve "yöresine bağlı" insan kadrosu var.
Üstelik Türkiye’de eşi olmayan bir "doğrudan demokrasi" örneğini 1991’den beri büyük bir başarıyla uyguluyor.
Doğrudan demokrasi en basit tanımıyla, halkın kendi sorunlarını herkese açık bir ortamda görüştüğü, tartıştığı, kararlar aldığı, o kararları yaşama geçirmek için görevlendirmeler yaptığı, bunların yerine getirilip getirilmediğini belli aralıklarla (Mesudiye örneğinde 3 ayda bir yapılan Değerlendirme Toplantısında) kontrol ettiği, alınan sonuçları bir sonraki ana toplantıda (Mesudiye örneğinde her yıl temmuz ayının ilk cumartesi günü saat 10’da her isteyene açık olarak yapılan Kurultay’da) irdeleyip yeni kararlar aldığı bir yaşam anlayışı ve süreç anlamına gelmiyor mu?
Son 18 yıldır düzenli olarak yapılan Mesudiye Kurultayları, bu ilçeyi Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) kalkınmışlık sıralamasına göre 9 senede tam 171 basamak yukarı (782’ncilikten 611’inciliğe) çıkardı.
DPT bu sıralama çalışmasını 2004’ten itibaren durdurduğu için şimdiki durumu bilemiyoruz ama Mesudiye’nin 611’incilikten çok daha yukarıda olduğundan eminiz.
Kendi sorunlarına sadece demokratik yöntemlerle çözüm getirerek kalkınmanın da mümkün olduğunu somut şekilde ortaya koyan bir ilçe, bundan 15 yıl sonra "Dünya Demokrasi Forumu"na ev sahipliği yapmaya kalkarsa bu neden akla aykırı olsun?
Merak edenleri Mesudiye en geç 2023’te bekliyor.
Yazının Devamını Oku 19 Ekim 2008
BUNLARDA bir ruhi sakatlık var. Alkollü içkiyle karşılaşınca kırmızı görmüş boğa gibi huzursuz oluyorlar.<br><br>Belediyelerinin hükmedebildiği her yeri bu yönden Kerbela’ya çevirdikleri yetmiyormuş gibi şimdi de "alkollü içki"nin lafına bile tepki göstermeye başladılar. Anımsayacaksınız. Bu konu hiç de yeni değil:
Bir önceki yani son marifetleri, geride kalan nisan başında yürürlüğe giren 5752 sayılı yasanın "Yetkili olmadıkları halde, açık olarak içki satışı veya sunumu yapanlar ile satışa sunulan tütün mamulleri, etil alkol, metanol ve alkollü içkileri arz ambalajlarını bozmak veya bunları bölmek suretiyle satanlara bin Yeni Türk Lirası’ndan on bin Yeni Türk Lirası’na kadar idari para cezası verilir" diyen yeni 8’inci maddesinin "j" bendi hükmü yüzünden uzun süre tartışma konusu olmuştu. Çünkü uzun yıllardır şarap üreten Nurettin Yazgan, yukarıdaki hükmün muğlak ifadesi yüzünden "içki düşmanı" bir kısım kafaların "ambalajından -örneğin şişesinden- ayrı bir yerdeki -örneğin kadeh içindeki- içkinin müşteriye sunulması yasaktır" diyebileceğini ileri sürmüştü.
O tarihte de yazdığımız gibi yasanın hükmü, yetkililerden izin alarak alkollü içki satanları değil, "yetkili olmadıkları halde" bu tür bir uygulamaya kalkışanları kapsamak amacıyla konulmuş olmalıydı. Ancak "yetkili olmadan içki satmak" cezayı gerektiren bir eylem ise, o içki ha açık, ha ambalajı içinde satılmış, ne fark eder?
Yasanın hükmünü o şekilde kaleme alanların bir başka maksat güttüğü, bu anlamsız ayrıntılar yüzünden akla geldiği için, o tartışma yaşanmıştı.
Nitekim kuşkucu olanlar meğer pek de haksız değillermiş. Bunu da arkadaşımız Nurten Erk Tosuner’in bugünkü Hürriyet’te okuyacağınız haberi yeterince açık şekilde ortaya koyuyor.
Nurten Erk Tosuner’in haberine göre, yukarıda sözünü ettiğimiz yasanın uygulanmasına ilişkin yönetmelik taslağında "içki üreticilerinin -örneğin Kavaklıdere yahut Doluca şarap firmalarının- sporu ve spor kulüplerini desteklemesi ve ticari araçlarında marka, logo ve amblem kullanması" yasaklanıyormuş.
Önünüzde giden bir kapalı kamyonet eğer Kavaklıdere firması şaraplarını bayilere götürüyorsa, onun üzerinde fabrikanın ürettiği şarabın veya logosunun bulunmasından daha tabii ne olabilir?
Nurten Erk Tosuner haklı olarak "Yönetmelik bu şekilde çıkarsa ’Efes’ markasıyla bira üreten ve aynı zamanda ’Efes Pilsen Spor Kulübü’nü bünyesinde bulunduran Anadolu Grubu’nun ya ’Efes Pilsen Spor Kulübü’nü kapatacağını yahut da adını değiştireceğini" söylüyor.
Şimdi siz söyleyin:
Bir viski yahut bira firmasının bir spor kulübüne sponsorluk yapmasına yasak koyan kafa, yasaya ve hukuka uygun şekilde iş yapan o firmaya "Çünkü siz günahkársınınız" demiş olmuyor mu? Bu tavrıyla ilkel ve bağnaz bir zihniyeti yansıtmıyor mu?
Aslında "yasak" bu kadar olsa, öpüp başınıza koyarsınız. Yer kalmadığı için çoğuna değinemiyoruz. Ama içki üreteni de satanı da doğduğuna bin pişman etmek isteyen bir kafa, bir yönetmelik hazırlarsa ne derse onların hepsi taslakta var.
Yazının Devamını Oku