Oktay Ekşi

Çarşambanın gelişi

13 Aralık 2008
OYLAMAYA üç gün kala, "doğru olan şudur" demenin bir yarar sağlayacağını sanmıyoruz. Nitekim İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü için adaylığını koyan 13 profesör, aylardır yürüttükleri kulis faaliyetini, hız kesmeden sürdürüyorlar.

Demokrasi, gerekli koşulları taşıyan herkese "aday olma" hakkı tanıdığına göre denecek bir şey yok.

Yok ama, bunun dışında bazı gerçekler var:

Daha önce de yazdığımız gibi İstanbul Üniversitesi, Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) Başkanı’nın bile tam olarak söyleyemeyeceği kadar çok sayıdaki "üniversite"lerimiz içinde özel bir yere sahiptir. Deyim yerindeyse "amiral gemisi" konumundadır.

Görevini her zaman konumuna uygun bir şekilde yerine getirebilmiş midir sorusuna gönül rahatlığı ile "Evet" yanıtı vermek mümkün değildir. Ama yine de "amiral gemisi" hálá o’dur.

Amiral gemisi, öteki gemilere yön verme yetki ve etkisine sahiptir.

O nedenle bu üniversitenin rektörünü seçmek üzere sandık başına gidecek olan 2400 kadar öğretim üyesinin üzerindeki sorumluluk, bir "X" üniversitesininkinden çok farklıdır.

Aday olan 13 öğretim üyesi keşke, şimdi oy verecek öğretim üyelerinden beklediğimiz sorumluluğu göstermiş olsalar ve demokrasilerde "iddia sahibi" olmak kadar "özveri sahibi" olmanın da önemli bir yer işgal ettiğini görselerdi.

Ve bazıları, "Yaptığım yoklamalarda bana destek vaat edenlerden bir kısmının sırf nezaketen bu sözü söylediğini anlıyorum, o nedenle benimle aynı yaşam anlayışını, aynı bilim adamı duyarlığını paylaşan ve benden daha güçlü bir şekilde seçime katılan şu aday lehine çekiliyorum" diyebilseydi.

Yarışın başında çekilen Prof. Dr. Emin Darendeliler dışında böyle bir örnek -varsa da- göremedik.

Oysa gidin, aynı öğretim üyeleriyle bir başka örnek üzerinden bu konuları konuşun. Aynı yaşam anlayışlarına sahip birkaç partinin aynı yerde, aynı sandalye için seçime girmesi karşısında ne düşündüğünü sorun.

Size çok muhtemelen, "Aralarında hiç de önemli bir fark yok. O nedenle zayıf parti seçim mücadelesinden çekilip güçlü olanı desteklese memlekete çok daha yararlı olur" yanıtı verirler.

Çünkü biz, "doğru" olanı başkalarında ararız. Sıra kendimize gelince, aynı terazide tartılmaya razı olmayız.

Aslında bu tabloyu İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mesut Parlak da eminiz görüyordu. Oylar arasındaki bölünmenin, bilim dünyamızın amiral gemisini gerici bir zihniyete teslim etme tehlikesine davetiye çıkaracağını biliyordu. Tüm üniversitede bir "önseçim" oylaması yapmasında yasal veya ahlaki açıdan hiçbir engel yoktu. Nitekim böyle bir öneri -yanlış bilmiyorsak- kendisine götürüldü. Ama yapmadı. Çünkü seçimde kendisi -gereksiz yere- "taraf" oldu.

Şimdi 13 adaydan 12’si birbirinin oyunu kıracak. Adaylardan sadece biri, bunun avantajını yaşayacak. Böylece çok muhtemelen, yasa gereği ismi Yüksek Öğretim Kurulu’na (YÖK) sunulacak 6 isim arasında yer alacak.

Ve böyle bir sonucu bekleyen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül işte o adayı rektör olarak atayacak.
Yazının Devamını Oku

Farkınız ne?

12 Aralık 2008
KADERİN cilvesi mi dersiniz, "siyasetin yasası hükmü" diye mi tanımlarsınız, hangisini isterseniz söyleyin. Ama dün, Anayasa’nın iki maddesini değiştirip "Üniversitelerde türbanın önünü açtık" diye övünen Devlet Bahçeli’nin bugün CHP’yi eleştirmesine ve "Çarşaflı siyaset başlamış. Bu ılımlı siyasi İslam’ın neresindedir? demesine şaşırmayın. Olacağı bu idi.

Aslında geride kalan Ocak ayında "Anayasa’nın 10’uncu maddesine bir fıkra ekleyelim. Türbanla üniversiteye girmeyi serbest bırakalım" diyen MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli değil miydi?

O zaman yaptığı yazılı açıklamada:

"Devletin sunduğu hizmetlerden yararlanmada eşitsizliğe yol açması nedeniyle Milliyetçi Hareket Partisi başörtüsü (türban) yasağı uygulanmasına karşıdır" dememiş miydi?

"Böyle bir düzenlemeden sonra tartışma konusu olan yasal düzenlemelerin anayasaya aykırılığı da laiklik ve eşitlik ilkesi ile birlikte değerlendirilip yorumlanacağından, daha dengeli bir sonuca ulaşılması da mümkün hale gelecektir" diyen de Bahçeli’ydi.

Unutmadan söyleyelim:

Anayasa Mahkemesi tam da kendisinin istediği gibi yani 10 ve 42’nci maddelerde yapılan değişikliği, Anayasa’nın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen "laiklik" ilkesiyle "birlikte" değerlendirerek "laikliğe aykırı" bulunca kıyameti kopartan kimdi? O kızgınlıkla Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerini kısıp kuşa çevirmeyi öneren Bahçeli değil miydi?

Yine "türban" konusuna dönecek olursak:

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın, (çarşaflı kadınları CHP’ye alarak değil) çarşaflı kadınların CHP’ye girmesini, seçimde oy alma amaçlı bir gösteriye dönüştürerek yaptığı vahim yanlışı herkes eleştirebilir ama bu konuda en son konuşacak kişi MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’dir.

Tayyip Erdoğan’ın meşhur "Velev ki..."li açılımı üzerine "türban"dan büyük bir oy patlaması sağlayabileceği endişesiyle o pastaya ortak olmak için "Anayasayı birlikte değiştirelim. Türbanı serbest bırakalım" atılımını yapan Devlet Bahçeli’den başka biri miydi?

O öneri üzerine "Sarık, çarşaf, peçe, cüppe gibi kıyafetlerle üniversitelere girilebileceği yönündeki endişe ve iddiaların yersiz olduğunu" o zaman Devlet Bahçeli söylüyordu.

Bugün de Deniz Baykal aynı tür lafları ediyor. Ediyor ama ötede, CHP Genel Sekreter Yardımcısı tüm türbanlılardan ve çarşaflılardan partisi adına özür diliyor. CHP’nin Sultanbeyli Belediye Başkanı adayı ise, Genel Sekreter Yardımcısı’nın huzurunda "sarıklıları, cüppelileri bağrına basma" vaadinde bulunuyor.

Kimse CHP sarıklıları, cüppelileri bağrına basmasın demiyor. İsterlerse yataklarına alsınlar. "Bunu siyasi amaçla yapmayın. Dini, politikaya alet etmeyin. Daha doğrusu laik Cumhuriyete ihanet etmeyin." Denen bu!

Bahçeli şimdi Baykal’a, "Ilımlı İslam’ın sol ayağı mı oluşturulmak istendiğini" soruyor.

Peki aynı soruyu kendisine yöneltip, "Siz AKP’nin türban politikasına payanda olmak için koşarken ılımlı İslam’ın sağ ayağını mı oluşturma gayreti içindeydiniz?" diyene ne yanıt verecek?
Yazının Devamını Oku

Baykal’lı demokrasi

11 Aralık 2008
KAÇ gündür gazeteler 29 Mart’ta yapılacak yerel yönetim seçimlerinde Belediye Başkanı adayı olması beklenen isimleri yayınlayıp duruyor. Aday adayı olanlar biliyor ki, gazetelerin isim yayınlamasının pratikte pek bir faydası yoktur. Çok çok isminiz liderin gözüne çarpar ama, son söz yine liderindir.

Çünkü içinde bulunduğumuz ortamda aday olma sizin yeteneğinize, partinin başarısı için şu kadar çalışmış olmanıza, projelerinize bağlı bir sürecin sonucu değil.

O sizin yaptığınız kulisin -Allah bilir ama belki partide birilerini yemlemiş olmanızın- başarısı ile ortaya çıkan bir durum.

Bu dediklerimiz hemen tüm partiler için aynen böyle... Sadece ayrıntıda farklar var. Örneğin Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), halen görevdeki AKP’li belediyeler için parti örgütünün "performans değerlendirmesi" dedikleri bir not vermesini istiyor.

Yeni adayların da bazı kriterlere göre (bu kriterler içinde şu veya bu cemaate bağlılık herhalde önemli bir yere sahiptir) seçilip örgütün bir üst kademesine sunulacağı, sonunda kararı Genel Merkez’in vereceği bildiriliyor.

Bu usul aslında milletvekili seçiminde de uygulandı. Ama gerçek şu ki örgütten gelen mesaj ne olursa olsun son söz Genel Başkan Tayyip Erdoğan’ındır. Yani "demokrat"lık, oraya kadardır.

CHP’ye gelince, herkes biliyor ki sadece son değil orada ilk söz de Genel Başkan Deniz Baykal’a aittir.

Eskiden -yani Deniz Baykal’ın eleştirdiği tek parti dönemi dahil, 1980’e kadar- CHP böyle değildi. Tek parti döneminde aday adayları örgütün önerileri dikkate alınarak belirlenirdi. Çok partili dönemde adayları örgüt önerdi, genel merkez son kararı verdi. Ama sonra bir adım daha atıldı. Adayların yüzde 70’ini belirleme hakkı 1950 seçimlerinden önce örgüte bırakıldı. Genel Merkez adayların ancak yüzde 30’unu belirleyebiliyordu.

CHP 1950’de seçimi kaybedip iktidardan düştükten sonra aday belirleme yetkisi tamamen örgüte bırakıldı. Nitekim Kurtuluş Savaşı kahramanlığına ek olarak Atatürk’ün Başbakanlığı ve 12 yıl Cumhurbaşkanlığı gibi pek az faniye nasip olacak kadar önemli ve şerefli siciline rağmen Genel Başkan İsmet İnönü, aday belirleme konusunda Genel Merkez’e de kontenjan tanınmasını sağlamak için yıllarca çaba sarf etti. Ama örgütü ikna edemedi.

En sonunda 24 Ağustos 1961 tarihli 15’nci Kurultay, "İşçi ve esnafın yoğun olduğu illerde parti (il, ilçe) yönetim kurullarının da onayını almak koşuluyla, yüzde 15 oranında aday gösterme yetkisini" partinin Genel Merkezi’ne (dikkat edin Genel Başkan’a değil) bırakmayı kabul etti.

Sonra ne oldu?

CHP’den aday olmak isteyenler örgüte gittiler. Ön seçime girdiler. Kazananlar aday gösterildi. Çünkü parti içi demokrasi işledi. Seçilenler de "liderin" değil "milletin" vekili olmanın onuruyla görev yaptılar.

Peki -kısa bir dönem hariç- 1992’den beri Deniz Baykal’ın Genel Başkan olduğu CHP’deki durum ne?

Deniz Baykal’ın eleştirdiği Milli Şef’li CHP, Atatürk Bulvarı’nda köylülerin görünmesine izin vermediği noktadan yukarıda anlattığımız noktaya gelmişti, Deniz Baykal’lı CHP nereye gidiyor?
Yazının Devamını Oku

Bu kafayla bu kadar

10 Aralık 2008
TÜRKİYE’nin "kurban kesme" gerçeğini özetleyen bilgi, dünkü Hürriyet’in birinci sayfasında vardı: Kurban Bayramı’nın birinci günü mahalle aralarını, yol kenarlarını, herkese açık arsaları kan gölüne çevirerek "kurban kesme" marifetimizi yerinde görmek için Avrupa’dan gelen heyet, bir apartmanın önünde kesim yapan bir vatandaşa:

"Kurban kesmek için ehliyetiniz var mı?" diye sorunca, "Var ama şoför ehliyeti" yanıtını almış.

Oto yıkayıcılarında kesilen kurbanları, iş makinesine bacağından asılarak boynu kesilen inek, boğa gibi hayvanlara yapılan işkenceyi, çocuklara, "cana kıymanızda hiçbir sakınca yok" mesajı veren kanlı sahneleri gören heyet başkanı hanım, "Hiç değilse iyi bir şeyden söz edeyim" dercesine, "Belediyenin kesim yeri nispeten iyi" demekle yetinmiş.

Kurban kesme işini medeni bir topluma yakışır hale getirmesi gereken Çevre Bakanı Veysel Eroğlu’nun, "Avrupalılar önce kendilerine baksınlar" anlamındaki sözlerini okuduysa, ona yanıt verecek değil ya, elbet böyle konuşur.

Zaten "şoför ehliyeti" ile hayvan kesebileceğini savunan insanlara karşı bundan fazlasını söyleseniz neye yarar?

Ama yine de Avrupa Birliği isimli medeni áleme üye olmaya kendisini layık gören biziz.

Eğer bu isteğimizde haklı isek, her yıl Kurban Bayramı vesilesiyle yaşadığımız bu ilkelliğin bir şekilde bitmesi lazım.

Onun da ilk koşulu, devletin Avrupa Birliği standartlarına uygun kuralları koymakla kalmayıp uygulamasıdır.

"Bütün belediyeler kurban kesim yerleri hazırlayacaklar" deneli kaç sene geçti.

Belediyeniz hálá bunu yapmadıysa bilin ki belediye başkanınız sokakta kurban kesen kişiden çok daha ilkeldir.

Kurallara gelince, 4 ayrı yasanın bu konuyla ilgili hükümleri olduğunu saptadık:

1- "Kabahatler" hakkındaki 5326 sayılı yasa, "İl Kurban Hizmetleri Kurulu"nun kararlarına aykırı davrananlara Belediye Zabıtası tarafından 125 YTL. para cezası verilmesini emrediyor.

- Aynı yasanın 41’inci maddesi, "Hayvan kesimine ayrılan yerler dışında hayvan kesen veya atıklarını ortalıkta bırakan" kişiye 62 YTL ceza yazılmasını zorunlu sayıyor.

2- 2872 sayılı Çevre Yasası, "Her türlü atık ve artığı çevreye zarar verecek şekilde" bırakan kişilere 692 YTL para cezası verilmesini öngörüyor.

3- "Hayvan Sağlığı ve Zabıtası" hakkındaki 3285 sayılı yasa, önceden belirlenen yerler dışında hayvan satana 250 YTL; "menşe şahadetnamesi ve sağlık raporu" bulunmayan hayvanı nakledene 750 YTL; hastalıklı olanı nakledene 1000 YTL; bunların kesimini yapan mezbaha sahibine 5000 YTL; bu hayvanların etini satana 1000 YTL ceza verilmesini emrediyor.

4- "Hayvanları Koruma" hakkındaki 5199 sayılı yasa da hayvanlara eziyet eden ve/veya ehliyetsiz kimseye kestiren kişilere 600 YTL ceza öngörüyor.

Bu yasaların uygulandığını iddia eden var mı?
Yazının Devamını Oku

Yine polis

9 Aralık 2008
İSTANBUL Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, komşumuz Yunanistan’daki olayları öğrenince sanırız mutlu olmuştur. Öyle ya... Polis, gösteri yürüyüşü yapanlar içinde 16 yaşındaki bir çocuğu öldürdü diye Atina ve Selanik’te olaylar çıktı. Gençler birçok araba yaktı, bankalara, marketlere saldırıldı. İşyerleri ateşe verildi.

Cerrah’ın mutlu olması için iki sebep var:

Önce bizim gençler, "Bir çocuk, polis kurşunuyla öldürüldü" diye kendiliklerinden ayağa kalkmazlar. Onların ayağa kalkması için arkalarında "ağabey" gibi birileri yahut ortalığı karıştırmak için fırsat gözetleyen birtakım örgütler olması gerekir. Çünkü bizde insan haklarına sahip çıkmanın, hukuk devleti kavramını korumanın, demokrasinin sokak düzeyinde değeri pek yoktur. O yüzden bizim polis, sokaktaki fevri gençlerden üçünü beşini yakalayıp nezarete atsa bile meselenin orada bitmediğini bilir. Eğer "Bunların merkezini de basın" emri almazsa ileri gitmez. Emir alınca, kıra döke orayı da basar ve adaletten önce cezayı kendisi verir. Adalete de, cezanın polisten artan kısmı kalır.

İkincisi, polisin sadece bizde değil komşuda da tepki ile algılanan bir örgüt olması, Cerrah’ı yalnızlık duygusundan kurtarmış olmalıdır.

Ama bunlar, Celalettin Cerrah’ın -aslında onun adını veriyoruz ama bu lafların doğru muhatabı Emniyet Genel Müdürü Oğuz Kaan Köksal olmak gerekir- durumunu ve polisin hukuk tanımaz davranışlarıyla ilgili gerçekleri değiştirmiyor.

Nitekim, çalıştığı gazinodan "polis yelekli" kişiler tarafından saçından sürüklene sürüklene bir arabaya tıkılan, sonra ırzına geçilen kadınla ilgili olayda, "Polisim diyenlere oradakiler kimlik sorsaydı" diyecek kadar İstanbul ve polis gerçeğinden habersiz görünen Cerrah’a "Görevini yaparken önce kendi kimliğini açıklamadığı için şimdiye kadar kaç polis cezalandırıldı?" şeklindeki sorumuza hálá yanıt vermedi.

Cerrah’ın vermediği bilgiyi bakalım Emniyet Genel Müdürlüğü veya İçişleri Bakanlığı -olayı ve zamanını belirterek- verebilecek mi?

Onu öğrenebilirsek bir önceki yazımızda geçen "Bizim polisin asıl marifetinin yasaları hiçe saymak olduğunu bilmeyen mi var?" şeklindeki cümleyi eleştiren emniyet mensuplarının haklı olabileceğini dikkate alacağız.

Söz konusu eleştiriyi yapanlar, benzeri her konuda her kurumun dile getirdiği bir argümanı kullanıyorlar. "Her kurumun, her mesleğin içinde çürük meyvelerin olacağını" savunuyorlar. "Gazeteciler içinde yanlış yapan yok mu?" diye de soruyorlar.

Söyleyelim... Gazetecilerin içinde de çürük, hatta çok çürük olanlar var. Ama her gazeteci kendi sicilini, kamuoyu önünde yazar. O yüzden çürükler kolay tasfiye edilir. Kalan da hep azınlıktır. Oysa polislik gibi dışa kapalı mesleklerde eğer "yanlış yapan" çoğunlukta olursa, orada artık çürük meyve lafı edilmez. Orada "sağlam meyve"lerin tasfiye edilmesidir söz konusu olan.

Kimse ne kendisini ne kamuoyunu aldatmaya kalksın!

Yunan polisini bilmiyoruz. Ama bizimki ile her gün iç içe yaşıyoruz. Bizimkinin "A"dan "Z"ye düzelmesinin kaçınılmaz bir ihtiyaç olduğunu -herkes gibi biz de- biliyoruz. Polisi iyi olmayan bir ülkede hukukun da, demokrasinin de yaşamayacağına inanıyoruz. Konu üzerinde onun için ısrarla duruyoruz.



Yazının Devamını Oku

Bu telaş niye?

7 Aralık 2008
SEÇİMİN "S" harfinden anlayan bilir ki, seçmen iradesinin ırzına geçmek isteyenler işe "Seçmen Kütüğü"nden başlarlar. Çünkü seçmenler -özellikle bizde- isimlerinin kütüğüne kayıtlı olup olmadığını kontrol etmeye üşenirler. Nitekim kanımızca, yüz kişiden 5’i bile zahmet edip, "adım yazılı mı?" diye seçmen listelerine bakmaz.

Üstelik biz hem 1946 hem de 1957 seçimlerini yaşamış, özellikle 1977 seçimindeki seçmen sayısının neden normalden 3 milyon kadar fazla olduğunu hálá izah edememiş bir toplumuz.

O nedenle Türkiye İstatistik Kurumu Başkanlığı’nın önümüzdeki 29 Mart yerel seçimlerinde kullanılacak seçmen kütüğünün dayanağı olan belgeleri imha ettirmesi akıl alacak bir şey değildir.

Efendim, konuyla ilgili 5490 sayılı yasanın Geçici 2. Maddesi’nin "f" bendinde, bu kütüğün dayandığı belgelerin bir başka yasa hükmüne göre "imha" edilmesi emrediliyormuş.

Öteki yani 3473 sayılı yasanın hükmünü Radikal yazarı Tarhan Erdem önceki günkü yazısında aktardı. Bu yasa "İleride kullanılmasına ve muhafazasına lüzum görülmeyen, arşiv malzemesi ve arşivlik malzeme dışında kalan, hukuki kıymeti ve bir delil olma vasfını kaybetmiş malzemenin ayrılarak, yönetmelikte belirtilecek usul ve esaslara göre imhası"nı emrediyor.

Demek ki imha edilecek malzemenin:

a) Arşivlenmeyi gerektiren niteliği;

b) Hukuki değeri;

c) Kanıt teşkil etmesi ihtimali olmayacak. Bunlar varsa imha edilmeyecek.

İmha edilen belgelere bakıyorsunuz, yukarıdaki koşullara göre bunların "kesinlikle imha edilmemesi gerektiği" -hatta kanımızca imha etmenin suç oluşturması gerektiği- ortaya çıkıyor.

Ama Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Başkanvekili Ömer Toprak, "il ve ilçe yürütme komitelerinin" kendi imzasını taşıyan 20 Kasım 2008 tarihli genelge doğrultusunda, "bu evrakları imha işlemine başladıklarını" söylemiş. Bu da 5 Aralık 2008 tarihli Hürriyet’te vardı.

İyi de bu "İmha edelim, bitsin gitsin" telaşının sebebi ne?

Arkadaşlarımız eski Baro Başkanı Sadık Erdoğan’la konuşmuşlar. Erdoğan "imha" işleminin nüfusu 2000’den az olduğu için lağvedilen beldeler yönünden de önemli olduğunu anımsatmış.

Bu durumdaki beldelerden birçoğu -sayıyı bilen yok- idari yargıya başvurarak, "Buradaki nüfus 2000’den az değil" iddiasıyla dava açmıştı. Erdoğan imha edilen belgelerin, bu davaların karara bağlanması için "kanıt" teşkil ettiğini söylüyor ve "Belediyeler nüfuslarının 2 binin üstünde olduğunu bu dokümanlar olmadan nasıl ispat edecekler?" diye soruyor.

Kanımızca dava açan belediyeler, TÜİK Başkanvekili hakkında suç duyurusunda bulunabilirler.

TÜİK Başkanvekili Ömer Toprak’ın bir başka argümanı daha var:

"Biraz insaf! Dün muhtarlara güveniyorduk, şimdi niye İçişleri Bakanlığı’na (Seçmen kütüğü bilindiği gibi bu bakanlığın sorumluluğunda yapılan adrese dayalı kayıt sistemine göre düzenlendi) güvenilmiyor?" demiş.

Bu zata, sağlıklı seçim yapmanın ilk koşulu olarak bu işlere hükümetin bulaşmaması gerektiğini kim öğretecek?
Yazının Devamını Oku

Açılım mı, çözülüm mü?

6 Aralık 2008
TESTİ çatlayınca onun su tutması artık mümkün değildir. Testiyi Deniz Baykal çatlattı. CHP’nin Atatürk devrimlerine bakışı değişti mi değişmedi mi kuşkusunun doğmasına yol açtı. Ve devrimlerin düşmanlığını kimliğinin temeli haline getiren kişilerin gözdesi oldu.

Tayyip Erdoğan’ın desteği Baykal’ı ayıltmaya yetmiyor mu?

Yakında Bülent Arınç’tan da takdir ve teşvik demeçleri gelirse şaşmayın. Çünkü "Anayasa’daki laiklik ilkesini yeniden yorumlamak lazım" diyen Arınç’a en sert ifadelerle karşı çıkan Deniz Baykal şimdi Arınç’la aynı kanaatte olduğu anlamına gelen sözler söylüyor.

"Biz kimsenin kıyafetiyle meşgul değiliz. Biz insanların kafasının içiyle meşgulüz" lafı siyaseten de güzel, mantık itibarıyla da yerinde...

"Eğer bugünkü tavrınızın anlamı bu ise, dünkü tavrınız hangi anlama geliyordu?" sorusuna Deniz Baykal’ın vereceği yanıtı siz merak etmiyor musunuz?

"Eğer bir şey değişmediyse, şimdi sizi beğenenlerle dün neyi tartışıyordunuz, onun bir açıklaması var mı?"

Sayalım hiçbir şey değişmedi. Yani bizim gözlemlerimiz doğru değil. O zaman biri lütfen bize açıklar mı? CHP Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet Sevigen’in, CHP’nin Sultanbeyli Belediye Başkanı adayını açıklamak için düzenlenen toplantıda, çoğunun başının örtük olduğu bildirilen hanımlara:

"Biz bugüne kadar sizi göremediğimiz için, size sahip çıkamadığımız için siz bu yöneticilerin (AKP’lilerin) elinde kaldınız. Bu yüzden ben kendi adıma ve bugüne kadar buraya gelmeyen yönetici arkadaşlarım adına özür diliyorum" diyerek haber verdiği değişiklik neyi ifade ediyordu?

Kimse kendini aldatmasın. Deniz Baykal önümüzdeki 29 Mart seçimi sonuçlarından yenik çıkacağından endişe ediyor. Böyle bir sonucun kendisini CHP liderliğinden götüreceğini de biliyor. Tüm bu çarşaf, türban, sarık (neyse ki henüz fes yok) açılımlarının arkasında o korku yatıyor.

Sarık lafını biz uydurmadık.

Dünkü gazetelerde vardı. O söz de yukarıda sözünü ettiğimiz toplantıda geçmiş. Sultanbeyli’de CHP adayı olduğu ilan edilen emekli imam Osman Nuri Bedir, herkesi kucaklamaya hazır olduğunu anlatırken, "Çarşaflısıyla, cüppelisiyle, sarıklısıyla, Alevisiyle, Sünnisiyle (...)" herkesi baş tacı etmeye söz vermiş.

Demek daha birinci günden Devrim Kanunları’nın en önemlilerinden biri olan Şapka iktisası (giyilmesi) hakkında"ki 30 Kasım 1925 tarihli yasanın, "Türkiye halkının da genel başlığı şapka olup, buna aykırı bir alışkanlığın sürdürülmesini hükümet yasaklar" diyen hükmünü yok saymaya başladık.

Hoş, "Tekke ve zaviyelerin kapatılmasına dair kanun" orada dururken, "Alevi-Bektaşi derneklerinin (...) gündeme getirdiği (...) Sütlüce’deki Bektaşi Tekkesi sorununa Başbakan Tayyip Erdoğan’ın el koyduğu, İstanbul AKP milletvekili Reha Çamuroğlu’nun (da) bir bölümüne AKP teşkilat binasının yapılacağı arsada bir Bektaşi Tekkesi kurulacağını" müjdelediği 4 Aralık 2008 tarihli Hürriyet’te bildiriliyordu.

Keşke çabuk yapsalar da kurdeleyi Deniz Baykal kesse...
Yazının Devamını Oku

Tarihi yanılgı

5 Aralık 2008
DOĞRU olanı en doğru şekilde CHP İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Necla Arat söyledi. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın "kara çarşaf açılımı" ile kalmayıp "Tek parti döneminde üstü başı hırpani olanların caddelerden geçmesine izin verilmezdi" iddiasıyla süren sözlerinin "reddi miras" amaçlı olup olmadığını sorguladı. Arat ayrıca "çarşaflı üyelere alışılacağını" söyleyen Baykal’a karşı onurlu bir duruş da sergiledi, "Alışmayacağız" dedi.

Bu konuya devam etmeden Arat’ın hiçbir milletvekilinin dile getiremediği ikinci önemli gerçeği de anımsatalım:

Arat bu vesileyle "çarşaf" konusundan daha da önemli olan "parti içi demokrasi"ye değindi. "Tek parti dönemini antidemokratik olmakla suçluyorsak, bugün sosyal demokrat bir partide (CHP’de O.E.) yeterince demokrasi var mı bunu sorgulamamız lazım" dedi.

Bu sütunda bilmiyoruz kaç kere yazdık. Hem CHP’de, hem AKP’de, hem de MHP’de parti içi demokrasinin "d" harfi dahi yoktur. Nitekim koskoca CHP’de bu "çarşaf" açılımına milletvekillerinden sadece Prof. Dr. Haluk Koç, Prof. Dr. Necla Arat ve Fatih Altay açıkça karşı çıktı. Bir de eski CHP Meclisi üyesi Doç. Dr. Örsan K.Öymen itirazlarını dile getirdi.

Partinin hiçbir yetkili organında konuşulmadan, tartışılmadan, sadece Genel Başkan’ın kararıyla ortaya atılan bu yeni açılıma kimsenin ses çıkartamaması da, CHP’de parti içi demokrasinin bulunmadığının açık bir kanıtı oldu.

Bizim "demokrasiye áşık" liderlerimizin hiçbiri bunu düzeltemye kalmaz. O nedenle Anayasa’nın ve Siyasi Partiler Yasası’nın "partilerin işleyişlerinin demokratik esaslara aykırı olamayacağına" ilişkin hükümleri göstermeliktir. Sonuçta Meclis, "milletin" değil "liderin" seçtiklerinden oluşur. İşin tuhafı her şeye burnunu sokan Avrupa Birliği nedense bu demokrasi ayıbını görmezden gelir.

Çarşaf hikáyesine gelince:

Deniz Baykal konuştukça anlıyoruz ki, tam bir popülist anlayışla üzerine atladığı "çarşaflı, türbanlı üyeler" kampanyasının gerisinde Baykal’ın, "CHP 29 Mart seçiminden de yenik çıkarsa siyasi hayatının biteceği" korkusu yatmaktadır. Mahmutpaşa işportacıları kafasıyla siyaset yapanların kendisine sunduğu "çabuk ve kolay kazanç" formülünü bu kadar çabuk ve bu kadar heyecanla benimsemesinin sebebi budur.

Daha önce sayısız vesileyle "CHP’nin şanlı geçmişinden" söz eden Deniz Baykal’ın şimdi, "27 senelik tek parti dönemini" (1923-1950 arasını) Adnan Menderes’in diliyle eleştirmesi tek kelimeyle "vahim"dir.

Aslında Deniz Baykal’ın bu söyleminin bir "ilk" olduğunu sananlar varsa anlatalım:

CHP’de parti içi iktidarı ele geçirenler, "Ben meğer neymişim?" sendromuna yakayı kaptırdıkları zaman Atatürk ve İnönü dönemlerine laf etmeyi severler. Hatta 1973-74’te, Atatürk devrimlerini "gardırop devrimi" sayanlarla, çağdaşlaşmamızı "öğretmen ve eğitim" temeline oturtma politikamızı, "imamların köydeki rolü ihmal edildi" gerekçesiyle "tarihi yanılgı" olarak niteleyenler oldu. Ama bunların hepsi, asıl kendilerinin yanıldığını sonra öğrendiler.

Bugün de Deniz Baykal’ın ciddi bir "tarihi yanılgı" içinde olduğunu yaşayanlar görür. Görür de o zamana kadar CHP’den geriye ne kalmış olur, işte o asıl mesele odur.
Yazının Devamını Oku