3 Ocak 2009
BAŞTAN belirtelim. İyi bir yılbaşı gecesi yaşamak için bir araya gelen 7 öğrencinin, doğalgaz kaçağı sonucu ölümlerinden "Başbakan Tayyip Erdoğan sorumludur" diyecek değiliz. Ama açık söyleyelim, bu tür olayların sorumlularını cezalandıracak yasaları çıkartmadığı için doğruca Başbakan Tayyip Erdoğan’ı sorumlu görüyoruz. Çünkü bu ne ilk ne de son!
Belediye, yollardaki rögar kapağını açık bırakır. Oraya masum insanlar düşer boğulur. Kimseden hesap sorulmaz.
Belediyelerin gözü önünde yapılan kaçak binalar çöker, içinde yaşayan veya çöküntü altında kalan insanlar ölür, savcılık kusuru ve kusurluyu binanın yapımına ilişkin teknik hususlara bakarak arar.
Oysa faciaya yol açan binalar çoğu kez kaçak inşa edilen binalarda meydana gelir. Üstelik bu, ilgili belediye yetkililerinin gözü önünde yapılır.
Ama kimse dönüp de belediye sorumlularına, "Burayı denetlemek sizin görevinizdi. Eğer görevinizi yapsaydınız bu bina inşa edilemez, bu facia yaşanmazdı. Şimdi gelin görevinizi yapmamış olmanın hesabı verin" demez. İmar planına aykırı şekilde ruhsat verene nedeni sorulmaz.
Bilmiyoruz tamamını temizlediler mi? İstanbullular uzun süre, üstünde ikametgáh olan petrol istasyonları ile yaşadılar. Belediye sorumlularının gözü önünde tehlikeli (bazıları üstelik patlayıcı) madde ile imalat yapan işyerleri infilak etti. Bazılarında ölü sayısı 30’u-35’i buldu. Kimse hesap vermedi.
Böyle bir yaşamın sorumlusu öncelikle o ülkeyi yöneten Başbakan ve onun başında olduğu hükümet değilse kimdir?
Ankara’daki facianın akla gelen ilk sorumlusu olan Başkent Doğalgaz Anonim Şirketi’nin Genel Müdürü Veysel Karani Demir’in gazetecilere bilgi verip kamuoyunu aydınlatma amacıyla düzenlediği basın toplantısında, sorulardan bunalınca çareyi "Cuma namazına yetişmek" amacıyla toplantıyı kısa kesmekte bulduğu bildiriliyor.
Halka karşı sorumluluğunun tüm kendi şahsi inançlarından ve ihtiyaçlarından önce geldiğini idrak edemeyen bir kafaya bu kadar büyük bir sorumluluk yüklerseniz, alacağınız sonuç, pırıl pırıl 7 gencin başına gelenden farklı olmaz.
Nitekim Ankara’daki faciadan sonra öğreniyoruz ki, doğalgaz bağlantılarında kullanılan boruların çelikle yapılanları da varmış alüminyumla yapılanlar da kullanılabilirmiş. Çelikten yapılanlar daha güvenli ve sağlam ama biraz pahalıymış.
Ankaralılar daha güvenli olan boruları almaya mecbur edildiler de onlar mı alüminyumdan yapılanı tercih ettiler?
Abonelere verdiği sayaçları bedelinden 123 ABD Doları fazla fiyata satmaya utanmayan Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, acaba aynı makama yeniden aday olduğunun ilan edildiği sabah meydana gelen bu facia nedeniyle zerre kadar vicdan azabı duydu mu?
Yoksa olayı, o bir Belediye Başkanından çok arsız çocuk çehresine yakışan gülüşüyle mi karşıladı?
Yazının Devamını Oku 2 Ocak 2009
HER şey akla gelirdi de, Anayasa’nın, "Herkes haberleşme hürriyetine sahiptir. Haberleşmenin gizliliği esastır" diyen 22’nci maddesinin, Adalet Bakanlığı müfettişleri tarafından çiğnenmesine Bakanlığın izin vereceğini kimse düşünemezdi.
Türkiye öyle bir uyduruk "hukuk devleti"dir ki, bu gerçeği üstelik bizzat Bakanlık, "Teftiş Yönetmeliği"nde itiraf ediyor.
Konu biraz teknik nitelikli olduğu için izninizle bir açıklama yapalım:
Anayasa’nın 22’nci maddesi yukarıdaki hükmü koyuyor ama elbet bir suçla ilgili soruşturma varsa, "ilgilinin telefonu dinlenemez" demiyor. Tam tersine, Cumhuriyet Savcısı yetkili yargıca başvurup o kişinin telefonlarının dinlenmesi için karar alınca yasal dinleme yolunu açık tutuyor.
Ama hem bu kararın alınması için "zaruret" olması lazım hem de alınan karara rağmen ortada bir suç olmadığı anlaşılırsa telefonu dinlenen kişiye savcı tarafından bu konuda bilgi verilmesi ve dinleme ile ilgili tüm verilerin imha edilmesi lazım.
Bunlar yasanın dedikleri ama onlara da uyulmaz. Uymayanlara da -kural olarak- kimse bir şey yapamaz.
Nitekim Mayıs 1998’den Mayıs 1999’a kadar olan sürede Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün yasalara aykırı bir şekilde Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı gibi en önde ve en dokunulmaz sanılan makamlar dahil- tam 963 telefonu dinlediği ortaya çıktı, sorumlular yargılandı ama bu kanunsuzluk önlenemedi.
Aslında önlenemezdi, çünkü yasaya aykırı dinleme yapma talebi -aynen Adalet Bakanlığı müfettişlerine yetki verilmesini isteyen Bakanlık gibi- en üst makamlardan geliyordu.
Üstelik böyle tek tek kişileri kanunsuz şekilde dinlemek tatmin etmediği için Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Yedek Hákimliği 12 Ocak 1995 tarihinde, "Emniyetin tüm Türkiye’de istediği kişiyi, mahkemeden ayrıca karar almadan dinlemesine" izin vermişti.
Sonra, sözde "gizli dinleme" işindeki başıbozukluğu önleme gerekçesiyle Türkiye Telekomünikasyon Kurumu kuruldu. Yetki oradaki İletişim Dairesi Başkanlığı’na bırakıldı. Ama o da işe yaramadı. Çünkü tüm dinlemeleri tek elde toplayacak bu daireyi kimse "takmadı". Hem Emniyet Genel Müdürlüğü, hem de Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarlığı yargıya filan başvurmadan her istediği kişiyi dinlemeye devam etti.
Aynı şekilde keyfi dinleme yetkisini Jandarma Genel Komutanlığı da isteyince, ona engel olundu.
Bu konudaki keşmekeş tüm kepazeliğiyle sürüp giderken karşımıza bir de yargıç ve savcıların telefonlarının Adalet Bakanlığı müfettişleri tarafından dinletilebileceği meselesi çıktı.
Tamam, yasalara göre suç işlemiş ise elbet yargıçların da telefonu dinlenebilir. Ama bu "disiplin soruşturması" için değil, yasaların suç saydığı eylem için geçerlidir.
Gerçekten "tuzun koktuğu" bir Türkiye’yi yaşıyoruz. Yok mu bunun bir çıkış yolu?
Yazının Devamını Oku 1 Ocak 2009
YAŞLANANLAR açısından geride çok yıl kaldı. Yeni doğanlar ve genç olanlar için bilinmez büyüklükte bir ömür ve onun içerdiği kadar zaman bekliyor onları.
Ve 2008 yılı bu dediklerimiz için bitiyor.
Ya gidenler?
Onlar için bilinçlerini kaybettikleri saniyede zaman da durdu.
O nedenle Büyük İskender için Hazreti İsa’lı bir dünya da hiç olmadı, Hazreti Muhammed’i de bilemeden ömrünü tamamladı. Çünkü o 33 yaşında gözlerini kapattıktan sonra Hazreti İsa’lı dünya için daha 3 yüz yıl geçmesi gerekiyordu. Hazreti Muhammed için de 900 yıla ihtiyaç vardı.
Fatih Sultan Mehmed de ne otomobilli bir dünyayı düşündü, ne televizyonlu ve cep telefonlu bir gelecekten haberdardı. Çünkü hangi takvime göre yaşamış olursa olsun bize göre son olarak 1480’in 31 Aralık tarihini gördü.
Ve son nefesini verdiği 3 Mayıs 1481’den itibaren ne "mutlu yıllar" dileyeni oldu, ne de geriye dönüp "21 yaşında İstanbul’u fetheden deha" olduğunu bir kere daha anımsayabildi.
Ama Büyük İskender, Hazreti İsa, Hazreti Muhammed ve Fatih Sultan Mehmed için biten zaman, onlardan sonrakiler için vardı.
Tıpkı bizden önce gidenler için bittiği ve biz yani bu satırları yazan, bunları okuyan, okumayan ama şu anda yaşayan herkes için "var" olan zamanın, son nefesimizi verdiğimiz anda bizler için de biteceği gibi.
Belki de insanlar bu gerçeği kabullenmek istemedikleri için son nefeslerini verdikten sonra da yaşamak istiyorlar.
Büyük Atatürk’ün Cumhuriyet’in 10’uncu yıldönümü dolayısıyla verdiği meşhur nutkun sonunda Türk milletine, "Beni hatırlayınız!" diye hitap etmek istediği ama yakınlarının, "Bayram gününe hüzün ifadesi koymayınız" uyarısı üzerine bunu söylemekten vazgeçtiği bilinir.
İsmet İnönü de "unutulmaktan" çok korkardı.
Sadece unutulmamayı değil, aynı zamanda "saygı ile" anılmayı isterdi.
Büyük adamlar ile sıradan insanlar arasındaki farkı ortaya çıkaran da işte bu nokta değil mi?
Kimi insan ağaç gibi ölür gider, kimi eylemleriyle veya eserleriyle yüzyıllar boyu yaşar.
Zaman, onların fani bedenleri için bitmiş olsa da, unutulmadıkları sürece ebedi varlıkları için devam eder.
Bunlar, bu satırları yazanın bireysel düşünceleri. Doğru diyen olur, yanlış bulan olur. Önemli olan bu denenlerin bir mesaj değeri taşıyıp taşımadığıdır.
Mesaj, hangi görüşe mensup olursanız olunuz, hangi yaşta, hangi koşulda bulunursanız bulununuz, sahip olduğunuz ömrü nasıl kullandığınızı gözden geçirmenizdir.
Hiçbirimiz bilmiyoruz bu son yılbaşımız mı yoksa birkaç yılbaşı daha görecek miyiz?
Ama hepimiz önümüzdeki zamanı bizden sonrakiler tarafından da sevgi ve saygı ile anımsanabilecek bir şekilde kullanma şansına sahibiz.
Yaşayan insanlarla ancak o suretle yaşarız. Onların mutluluğunu da böylece paylaşmış oluruz.
Yeni yılınızı bu düşüncelerle kutluyoruz.
Yazının Devamını Oku 31 Aralık 2008
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’ne Prof. Dr. Yunus Söylet’i tayin etti. Böylece sadece bir rektör değişikliği olmadı. Bugünkü siyasi iktidarın bakış açısına göre "yeni bir kale daha" zapt edildi. Sadece o da olmadı. Şişkin egoların havaya attıkları taş, döndü dolaştı kendi başlarına düştü. Biz Yunus Söylet’i tanımayız. Meslektaşlarından "iyi bir hekim, iyi bir bilim adamı" olduğunu duyarız. İyi bir bilim adamının üniversite rektörlüğüne tayin edilmesini de -konunun boyutu sadece bundan ibaret olsa- büyük bir memnuniyetle karşılarız.
Bir başka niteliğinden daha söz ediliyor:
Eşinin "tessettür"lü olduğu, kendisinin "tarikat-cemaat" dünyasına yakın biri diye tanındığı bildiriliyor. Zaten bazı bildirilere attığı imzalar ve bilinen ilişkileri de hakkındaki bu iddiayı teyit ediyor.
Zaten sorun da oradan çıkıyor:
Tarikat-cemaat takımı bu seçimle, uzun vadeli bir çabanın sonucunu aldı.
Önce kendilerinden saydıkları gençleri akademik dünyaya aldılar. Sınavlarda onları korudular. "Daha yeteneklilere" değil, "kendilerinden" saydıklarına öncelik verdiler. Sonra onların doktora yapmasını, doçent olmasını, profesörlüğe yükselmesini sağladılar. "Adamlarını" yetiştirdiler.
Ve günü gelince de onları "Daha yeteneklisi var mı?" diye bakmadan mümkün olan en üst makamlara getirdiler.
Çünkü öncelik "ülkenin" değil, "cemaatin" ihtiyacı olan adamı yetiştirmekte idi.
Bu dediklerimizin örneği çoktur ama en belirgin olanı bugünkü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’dür.
Elbet aralarında gerçekten iyi bilim adamları da var. Onları saygıyla ayırıyoruz.
Ama bugün meselenin, "tarikat-cemaat" takımı tarafından "liyakat" değil "sadakat" konusu olarak görülmesinin sonuçlarını yaşadığımızı anlatmak istiyoruz.
O nedenle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü bu tayin yüzünden eleştirecek değiliz. Onun zaten beklediği ve istediği de kendisine Yunus Söylet’i tayin etme fırsatının verilmesiydi. O da verildi.
Şimdi Yunus Söylet kendisinden beklenenleri yerine getirecektir.
Oysa İstanbul Üniversitesi’nin her biri ötekinden değerli rektör adayları, seçimde "iyi", "dürüst", "çalışkan" olmanın yetmediğini, sonucu o dönemdeki "konjonktürün" tayin ettiğini dikkate alsalardı bu tayin engellenebilirdi.
Ne yapmaları gerekirdi?
Bir defa görevi biten Rektör Prof. Dr. Mesut Parlak üniversitede "eğilim yoklaması" nitelikli bir oylama ile bölünmeleri önleyebilirdi. Ama yapmadı. Çünkü kendisi kavgaya taraf oldu.
İkincisi... Adaylar "ego"larına esir düşmeyecek kadar gerçekçi olsalardı, özverili davranırlardı. Oylama günü yaklaşınca durumu değerlendirir, kendilerine yakın ve kendilerinden daha güçlü adayı desteklerlerdi. Böylece üniversiteyi cemaate bırakmazlardı.
Kimse kabahati başkasında aramasın.
Yazının Devamını Oku 30 Aralık 2008
İSRAİL, Gazze’yi bombalarken; "Özür"cüler öterken; "yargı" birbirine girmişken; Türkiye, kaç yıldır bilinen "gerici gelişmeyi" lütfedip nihayet gören araştırmayı tartışırken size İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın mektubunu aktaracağız. Çünkü "yanıt hakkı" mukaddestir. Bizi bağışlayın. Sayın Cerrah’ın yanıtını yayınlayacağız ama yanıtını da vereceğiz.
Cerrah adına vekilinin gönderdiği mektupta şöyle deniyor:
"Gazetenizin 09.12.2008 tarihli nüshasının 21. sayfasında Oktay Ekşi tarafından kaleme alınan ’Yine Polis’ başlıklı yazıda müvekkilime yönelik gerçeği yansıtmayan, yalnızca karalama mahiyetinde olan isnatlarda bulunulmuştur. Söz konusu yazıda İstanbul Emniyet Müdürü Sayın Celalettin Cerrah hakkında, hukuk tanımaz davranışlarda bulunduğu ileri sürülmüş, iddiaya dayanak olarak da Avcılar’da yaşanan olayı ima edecek şekilde ’polis yelekli’ kişiler tarafından saçından sürüklenerek bir araca bindirilen ve akabinde ırzına geçilen kadınla ilgili olayda İstanbul Emniyet Müdürlüğü ve İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın ifadesi gösterilmiştir.
Kaldı ki, Avcılar’da yaşanan olay ile ilgili olarak Sayın Celalettin Cerrah’ın televizyon kanallarında yaptığı açıklamalar ile, ilgili yazıda bahsedilen beyanların ilgisi bulunmamaktadır. Nitekim, Sayın Celalettin Cerrah’ın vatandaşların bu konuda hassas olmaları gerektiğini, yaşanan olay akabinde ortada var olan aykırı davranışın vatandaşlar tarafından da 155’e ihbar edilmesi gerektiğini ancak yaşanan olayda böyle bir ihbarın olmadığı, böylesine aykırı bir tutumun varlığı halinde vatandaşların durumu derhal 155 Polis İmdat’a ihbar etmeleri gerektiğini, yaşanan olayları tasvip etmediğini dile getirmiştir. Basın etik kuralları gereği haber yapılacak olan konunun çok yönlü araştırması yapılmalı ve akabinde kamuoyuna intikal ettirilmesi gerekirken müvekkili yıpratmaya yönelik isnatlar hukuken kabul edilebilir nitelikte değildir.
Şunu ifade etmek isteriz ki; suç ve suçlular ile mücadelede canını dişine takarak gece gündüz demeden çabalayan müvekkili bu şekilde gerçeğe aykırı ve yersiz iddialarla yıpratmaya kimsenin hakkı yoktur ve bu girişimler sağduyulu halkımızın vicdanında hak ettiği yeri bulacaktır.
İmza: Cerrah vekili Av. Halil İbrahim Koca"
Demek ki neymiş?
Biz Cerrah’ın, "hukuk tanımaz davranışlarda bulunduğunu" ileri sürmüşüz. Oysa yazıda ne böyle ne de bu anlama gelebilecek bir söz vardı. Avukat bey uyduruyor. Biz o olay hakkında Ortaköy Polis Okulu’nda konuşan Cerrah’ın, "Sivil olarak ya da polis yeleği giyen, ’ben polisim’ diyen kişilerden vatandaşlarımızın kimliklerini sormaları gerekiyor" demesinin gerçekçi olmadığını vurgulamış sonra da Cerrah’tan;
"Görevini yaparken önce kendi kimliğini açıklamadığı için şimdiye kadar kaç polis cezalandırıldı?" şeklindeki sorumuza yanıt vermesini (ikinci kere) talep etmiştik.
Cerrah -veya vekili- laf kalabalığı ile gerçeği örtemez. Cerrah önce söylesin, "Kimliğini göstermediği için cezalandırılan kaç polis var?"
Rakamı versin, listeyi açıklasın, sonra konuşalım.
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2008
İSRAİL savaş uçaklarının vurduğu yerde gül bitmediğini, tam tersine, yerdeki kızıllığın birçoğu sivil olmak üzere masum insanların kanından geldiğini, başta ABD olmak üzere Batı dünyası kabul edinceye kadar bu kanlı oyun belli ki devam edecek. İsrail tamamen haksız mı?
Buna "evet" demek zor. Çünkü Filistin’in Gazze şeridine egemen olan Hamas yönetimi, İsrail’le 6 aydır süren "ateşkes" anlaşmasının süresi bitince İsrail Başbakanı Ehud Olmert kendi topraklarına yapılacak herhangi bir saldırıya hemen yanıt vereceklerini baştan ilan etmişti.
Hamas bunu önemsemeyip roketle saldırıda bulununca elbet bir karşılık verilecekti.
Ama karşılık vermenin yolu en az 155 insanın ölümüne, 200’den fazla insanın yaralanmasına sebep olacak kadar büyük çaplı bir katliam yapmak mı?
İşte burada İsrail’in meşru savunma hakkını kötüye kullandığı, hatta daha da ileri giderek Hamas yönetimini değil Gazze’de yaşayan sivil ve masum insanları cezalandırarak tam bir saldırgan ülke konumuna düştüğü gerçeği çıkıyor karşımıza.
Ama İsrail bilindiği gibi tüm Batı dünyasında "imtiyazlı" bir konuma sahiptir. Bu gerçek káğıt üstünde görünmez ama İsrail’in hukuk tanımaz eylemlerine karşı gösterilen hoşgörü veya bunları görmezden gelme politikası hemen her olayda ortaya çıkar.
Örneğin, Filistin’li 10 çocuk bir İsrail askeri gücü tarafından öldürülse, Batı dünyası için bu "yol kazası" gibi bir olaydır.
Ama İsrailli bir çocuk, Filistinliler tarafından bilerek veya bilmeyerek açılan bir ateş sonucu hayatını kaybetse, olay derhal "Filistinli teröristlerin yaptığı insanlık dışı bir eylem" olarak sunulur.
Aynı çifte standart, Filistinlilerin kendilerini savunma hakkı konusunda da geçerlidir.
Batı’ya göre Filistinlilerin kendilerini savunma hakkı -káğıt üstünde varmış gibi görünse de aslında- yoktur. Onlara düşen İsrail’in tayin ettiği kadarıyla yetinmekten ibarettir.
Bir örnek verelim:
Sovyetler Birliği’nin 1961 yılında Berlin’i ikiye bölen bir duvar çekerek kendi bölgelerini Batı Berlin’den ayırdığını anımsıyorsunuz değil mi?
Hani Winston Churchill’in "Demirperde" diye nitelendirdiği -1989’da Komünist Blok’un çökmesi üzerine yıkılan- meşhur duvardan söz ediyoruz.
Aynı şeyi dört-beş sene önce İsrail yaptı. Filistin’in Batı Şeria bölümü ile İsrail toprakları arasına boydan boya, aşılmaz bir duvar çekti.
Batı dünyasından kimsenin "Demir" veya "Beton" perdeden söz ettiğini hiç duyuyor musunuz?
Berlinliler insandır ama Filistinliler insan değildir diyebilir misiniz?
Hadi onu da "güvenlik" gerekçesiyle hoş görmeye çalışalım.
George W.Bush’un "El Kaide zanlısı" diyerek Guantanamo’ya tıktırdığı insanlara uygulanan hukuk dışı muamelelerin nerdeyse tamamının kökü, İsrail’in işgal altında tuttuğu topraklarda Filistinlilere uyguladığı hukuk dışı politikalara uzanır.
Bu nedenle İsrail’in ciddi şekilde eleştirildiğini hiç anımsıyor musunuz?
Yazının Devamını Oku 27 Aralık 2008
YÜKSEK mahkemeler arasındaki polemiği okuyup da "şu haklı" diyecek bir babayiğit varsa önce ortaya çıksın ve hepimizi aydınlatsın.<br><br>Sadece onu değil, Başbakan’ın bir yüksek mahkemeyi, "yetki gaspı yapmakla" suçladığı, iki yüksek mahkemenin birbirine girdiği bir ülke varsa, biri de onu söylesin. Liste orada bitmiyor. Bir de -bazen doğru karar da vermekle şöhretli- Yüksek Seçim Kurulu var.
Konuyu biliyorsunuz:
AKP iktidarı, nüfusu 2000’in altına düşen 862 belde belediyesini kapatmak için yasa çıkardı. Ancak Anayasa Mahkemesi kapatılması söz konusu belediyelerden "Nüfusumuz aslında 2 binin üstündedir" iddiasıyla idari yargıya dava açan 122 belediye için 29 Mart 2009 seçimine girme olanağı tanıdı.
Derken Giresun’un Bulancak İlçesi Kovanlık Belde Belediyesi konuyla ilgili "İçişleri Bakanlığı genelgesinin iptali" için dava açtı. Danıştay’ın 8’inci dairesi istemi kabul etti. Ederken de bu kararı sırf "davayı açan belediyeye hasren" verdi. Yani başkaları da yararlanabilir demedi. Ancak aynı kararla öteki belediyelere "isterlerse dava açma olanağı veren" bir kapı açtı. Özetle dedi ki, "Anayasa Mahkemesi kararıyla söz konusu belediyeler yönünden yeni bir hukuki durum doğduğu için" bu kararın yayınlandığı 6 Aralık 2008 tarihinden itibaren isteyen dava açabilir.
Peki, Anayasa Mahkemesi kararı gerçekten "yeni bir hukuki durum" doğurdu mu? Bizce doğurmadı.
Yüksek Seçim Kurulu, Kovanlık Belediyesi ile ilgili kararı tartışıp, "Öteki belediyelerin de dava açma hakkı doğduğuna göre, onlar da -dava açmak koşuluyla- seçime girebilir" diye özetlenecek bir karar verince iş şirazesinden çıktı.
Bu arada önemli bir nokta daha var:
Hem Danıştay hem de Yüksek Seçim Kurulu, kararlarında son zamanlardaki tüm gürültüyü çıkaran "adrese dayalı" nüfus sayımına atıfta bulunuyorlar. Türkiye İstatistik Kurumu’nun uyguladığı, sonra İçişleri Bakanlığı’nın benimsediği nüfus sayımı sonuçları Resmi Gazete’de yayımlanmadığına, ayrıca hiçbir belediyeye tebliğ edilmediğine göre, o belediyelerin hakları çiğnenmiş olmuyor mu diyorlar.
Peki burada Danıştay haksız diyebilir misiniz?
Gördüğünüz gibi Prof. Dr. Ülkü Azrak’ın ifadesiyle çorbaya dönmüş bir durum söz konusu.
Şimdi Anayasa Mahkemesi Başkanı, başında bulunduğu mahkeme tarafından verilen kararın Danıştay ve sonra Yüksek Seçim Kurulu tarafından "geçersiz hale getirilmesine" karşı çıkıyor.
Haksız diyebilir misiniz?
Konuya Başbakan’ın girmesine ve Danıştay’ın "kendini Anayasa Mahkemesi yerine koyduğunu söylemesine" karşı çıkanlar var.
Başbakan’ın böyle "yargı" içindeki bir polemiğin tarafı olması doğrudur diyebilir misiniz?
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın, mahkemede bu konuyu usulünce tartışıp ortak bir görüş oluşturmadan -üstelik Başbakan’ı desteklercesine- konuşmasını eleştirenler haksız mı?
Yani neresinden baksanız, bize özgü bir durum. Ve hiç de güzel değil.
Yazının Devamını Oku 14 Aralık 2008
BİRİLERİ ya hesap bilmiyor yahut da bizim bilmediğimizi düşünüyor. O nedenle gözümüzün içine baka baka, uygulanması tasavvur dahi edilemeyecek palavralarla kamuoyunu -daha doğrusu 29 Mart’ta oy verecek seçmeni- kandırmaya kalkanlar çıkıyor karşımıza.
Bir örneği önceki gün bir gazetemize yansıyan haberden aktaralım.
Gazetenin adını vermiyoruz, çünkü yazan muhabirin kendi iyi niyetinin kurbanı olduğunu düşünüyoruz.
Habere göre "Hükümet seçim öncesi sosyal yardım sistemini değiştiriyor"muş. Hazırlanan 51 maddelik yasa taslağına göre devlet bir "fakirlik tanımı" yapacakmış. Fakir olan vatandaşların isimlerini, adreslerini vs. bilgilerini içeren bir "muhtaçlar veri tabanı" oluşturulacakmış. Belediyeler dahil tüm kamu kurumlarının yaptığı yardımlar tek elde toplanacak ve ancak bu veri tabanında kayıtlı olanlara yardım yapılacakmış. Bu yardımlar -örneğin yaşlılık aylığı ödemeleri, yeşil kart üzerinden yürütülen sağlık yardımı ve benzerleri- kurulacak olan "Sosyal Kalkınma Fonu"ndan karşılanacakmış. Fonun kaynağı da -anlaşıldığına göre- halen Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu olarak görev yapan örgütün gelirlerinden sağlanacakmış.
Buraya kadar okuduklarınıza bakıp, "Bunun neresi palavra?" diyebilirsiniz. Zaten proje bundan ibaret değil. Nitekim habere göre bu işi yapacak olan Sosyal Kalkınma Genel Müdürlüğü faaliyete geçince -muhtaçlar veri tabanında kayıtlı olan- her yaşlıya ayda 200.YTL, her engelliye ayda 275 YTL, 7 yaşındaki çocukların her birine ayda 17.5 YTL, 18 yaşına kadar eğitim gören çocuklara ayda 25; 30 ve 40’ar YTL (farklılığın nedeni belli değil), hamile kadınlara ayda 52.5 YTL ödenecekmiş.
Ama asıl ödeme, "Geçim Yardımı" adıyla yapılacakmış. Bunun miktarı "yoksulluk sınırının iki katı" kadarmış. O da bugünkü verilere göre ayda 1412 YTL ediyormuş.
Evi olmayan aileye, asgari ücretin yarısı kadar -yani ayda 310 YTL- kira yardımı yapılacak, ayrıca iş kurmak isteyenlere faizsiz olarak asgari ücretin 34 katı yani 20 bin YTL kadar yardım yapılacakmış.
Peki bu kaça patlar hiç hesap eden var mı?
Bizdeki sosyal güvenlik sisteminin (yani yukarıdaki projenin getireceği yükün belki dörtte birinin) sadece 2007 yılında 30 milyar YTL tutarında AÇIK VERDİĞİNİ dikkate alırsanız, bu projenin insanlarımızı enayi yerine koymaktan başka bir amacı olmadığı ortaya çıkmaz mı?
Kaldı ki 30 sene çalışan, her ay maaşından emeklilik keseneği ödeyen bir kamu görevlisine ayda 800 YTL maaş bağladığınızı unutup, sadece sizin "fakirdir" dediğiniz insana ayda 1400 YTL vereceksiniz.
Hem de bunu, kahramanlıkları nedeniyle TBMM tarafından kendilerine "Vatana Hizmet Edenler" tertibinden ayda sadece 300 YTL ödediğiniz insanları unutarak yapacaksınız.
Hayır! Yapacak filan değilsiniz. Sadece insanlarımızın enayi olduğu varsayımına dayanarak seçmenleri aldatmaya çalışıyorsunuz.
Kimse yanlış anlamasın. Muhtaç vatandaşa yardım elbet yapılmalıdır. Anayasamızın dediği "sosyal devlet" zaten bunu yapmak zorundadır. Ama onun bir hesabı, kitabı olmazsa, sadece iyi niyetli insanları değil, sosyal devlet kavramının kendisini de mahvedersiniz.
Yazının Devamını Oku