4 Aralık 2008
CELALETTİN Cerrah yani İstanbul Emniyet Müdürü, belli ki mizah duygusu hayli yüksek biri. Aksi eğer söz konusu olsaydı, şu "polis" kılığına girip bir gazinoda çalışan kadını saçından sürükleye sürükleye arabaya tıkan, sonra da ırzına geçip sokağa atan hayvanlara "Kimliğinizi gösterin" demeyenleri suçlamazdı. Belki mizah duygusu yüksek değildir de yaklaşık 6 yıldır görev yaptığı İstanbul’da -hatta Türkiye’de- değil, Mars’ta yahut Satürn’de yaşarken bir günlüğüne İstanbul’a gelmiştir.
Önce belirtelim:
Polislerin bir temel yasası var. Adı "Polis Vazife ve Selahiyet (yetki) Yasası." Bunun 4/A numaralı maddesi, "Polis, görevini yerine getirirken, kendisinin polis olduğunu belirleyen belgeyi gösterdikten sonra, kişilere kimliğini sorabilir" diyor.
Celalettin Cerrah hepimizin enayi olduğuna kendisini iyice inandırmış olmalı ki, artık tüm Türkiye’nin bildiği o olaydaki zorbalara "Bir dakika! Sayın Haydut bey kardeşim. Lütfen polis kimliğinizi bize gösterir misiniz?" denmesi gerektiğini savunuyor.
Kendisi o sert ifadeli çehresine rağmen, kim olduğunu bilmeyen polislerin bulunduğu bir ortamda herhangi bir polis memuruna, "Önce kimliğini göster, sonra benim üzerimi ara!" demeye kalksa başına ne geleceğini dahi bugüne kadar öğrenemediyse, İstanbul’da geçen 6 senesinin boşa gitmediğini nasıl savunacak?
Bizim polisin asıl marifetinin yasaları hiçe saymak olduğunu bilmeyen mi var?
Bu dediğimiz gerçek herkes tarafından benimsenmiş olmalı ki, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün resmi web sitesini açar da sözünü ettiğimiz Polis Vazife ve Selahiyeti Yasası’nı ararsanız, öyle bir şey bulamazsınız.
Emniyet Genel Müdürlüğü yetkilileri belli ki "yok" saydıkları yasayı oraya koyarak bir de yer israfına sebep olmak istememişler.
Bu kafayla yönetilen bir güvenlik gücünün yasalara -öncelikle hukuka- uymasını beklemek beyhude değil midir?
Nitekim Celalettin Cerrah’ın başından geçmesini temenni ettiğimiz bir olay bir iddiaya göre 1 Aralık 2008 günü İstanbul’un Bahçelievler semtinde üstelik üç polis memurunun başından geçmiş. Üç memur bir tartışma nedeniyle görev yapmaya gittikleri restorandaki tartışmaya karışan sivil bir kişiye "Kimliğinizi gösterin" dediler diye görevden uzaklaştırılmışlar. Çünkü kimlik sordukları zat Celalettin Cerrah’ın yardımcısı bir Emniyet Müdürü imiş.
Zihniyet bu... Oysa yasa "polis isen, önce kimliğini göster" diyor, ama polisin üstelik Emniyet Müdürü sıfatını taşıyanı bile, kimlik sorulunca kendisini hakarete uğramış hissediyor.
Neyse ki olayla ilgili görülen polisler "görevden uzaklaştırılma" ile kurtarmışlar.
Restoranda kimlik soran kişi eğer "sivil" yani Emniyetle ilgisi bulunmayan biri olsaydı hemen "Görev başında polise mukavemet etti" denerek düzenlenen bir tutanakla kendisini önce nezarette sonra mahkemede bulurdu.
Uzatmayalım. Celalettin Cerrah samimi ise "Görevini yaparken önce kendi kimliğini açıklamadığı için şimdiye kadar kaç polis cezalandırılmış" isimleriyle açıklasın da öğrenelim.
Yazının Devamını Oku 3 Aralık 2008
Our friend Suleyman Demirkan informed us about a book that writes about Turkey's regrettable situation in the United States. The book was published by Ercument Kilic, who has been living in this country for 30 years and chaired organizations founded by Turkish citizens.
It seems that the lobbying companies in this country have for years been creating a "stripping" Turkey profession.
Aside from this, Turkish officials who have been struggling to prevent "genocide" bill, have missed a number of opportunities because they did not focus on the weak spots of the U.S. Congress' code.
What is more... According to this book, working with former republican Congress member Bob Livingston’s lobbying company was the reason for the rejection of the Turkish officials' appointment proposals after the Democrats took the majority in the House of Representatives two years ago. And here we were thinking that this decision was someone else's fault.
We can recall a concrete example of just such thinking:
Yazının Devamını Oku 3 Aralık 2008
ABD’de 30 yıl yaşayan, o sırada Türk kökenli insanlarımızın kurduğu derneklerde başkanlık yapan Ercüment Kılıç’ın, oradaki hal-i pür melalimizi (üzüntü veren durumumuzu) anlatan bir kitap yayınladığını arkadaşımız Süleyman Demirkan bildirdi.<br><br>Meğer oradaki lobi şirketleri yıllardır, Türkiye’yi "söğüşlemeyi" bir meslek haline getirmişler. Sadece o değil, "soykırım" tasarılarını önlenmek için çırpınıp duran Türk yetkilileri, ABD Kongresi tüzüğünün püf noktalarını bilmedikleri için birçok fırsatı kaçırıvermişler.
Dahası... Demokratlar bundan 2 yıl önceki seçimlerde Temsilciler Meclisi’nde egemenliği ele geçirdikten sonra, Türk yetkililerin randevu talepleri meğer, Bob Livingston adında Cumhuriyetçi bir eski Kongre üyesinin lobi şirketi ile çalıştığımız için geri çevrilir dururmuş da biz kabahati başkasına bulurmuşuz.
Bunun somut örneğini hepimiz anımsarız:
Temsilciler Meclisi’nin Demokrat Partili Başkanı Bayan Nancy Pelosi biliyorsunuz, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e, Dışişleri Bakanı sıfatıyla Washington’a gittiği zaman lütfedip randevu vermemişti.
Meğer Nancy Pelosi daha sonra aynı şeyi eski Washington Büyükelçimiz (CHP İstanbul Milletvekili) Şükrü Elekdağ ve beraberindeki Türk Milletvekillerine de yapmış. Onların randevu talebini de kabul etmemiş. Elekdağ da durumu görünce, "Eskiden kazanmış olduğumuz mevzileri (kitapta mevki deniyor) kaybetmişiz" demeye mecbur kalmış.
Elekdağ çok haklı. Eğer doğru zamanda doğru Lobi şirketleriyle çalışsak, yetkililerimiz bu incitici muameleye maruz kalmazlardı.
Washington’daki Lobi şirketleri ile çürüğe çıkmış bir kısım eski Kongre üyelerinin cebine para koyarak bu işleri çözemeyeceğimizi anlamadıkça bunda şaşılacak hiçbir şey yok.
Kitabın bir yerinde kendimizle de karşılaştık. Ercüment Kılıç’ın uyarısından yola çıkarak 11 Haziran 2003 tarihli Hürriyet’te, "Ermeni soykırımı sorununun bundan böyle karşımıza (daha çok) tazminat konusu olarak çıkacağını" söylemişiz.
Konu şu: Dr. Varteks Yeghiayan (Yağcıyan) adında bir hukukçu, Martin Maroutian adında bir zamanlar Osmanlı vatandaşı olan bir Ermeni’nin hayat sigortası tazminatının ödenmesini sağlamış. Üstelik bu davayı "soykırıma uğrayan öteki Ermeniler" adına da açtığını kabul ettirmiş.
Biz de, bu gelişmeye engel olamazsak sigorta şirketlerinin poliçe sahiplerine ödediklerini dönüp Türkiye’den isteyeceklerini eklemişiz.
Nitekim Los Angeles Bölge Mahkemesi 20 Şubat 2004’te "New York Life" isimli sigorta şirketini 20 milyon ABD Doları tazminat ödemeye mahkum etmiş. New York Life’ı bizim Oyakbank’ı satın alan Fransız Axa Sigorta şirketi izledi. Demek ki biz Ermenistan ile muhabbet tazelerken Ermeni diasporası boş durmuyor. Zaten duracağını sanmak da anlamsız.
Nitekim diaspora son olarak Los Angeles Başkonsolosumuz Kemal Arıkan’ı katleden Hampig Sasunyan’ın (Sassuonian) cezasının "tecil" edilmesini ve gelecek yıl serbest bırakılmasını sağlamaya çalışıyor. Biz onu da sahipsiz bırakırsak kabahati başkasında aramayalım.
Yazının Devamını Oku 2 Aralık 2008
YÖK (Yükseköğretim Kurulu) Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, çok demokrat bir kişi olarak sahneye çıktı ya... Bunu gösterecek bir genelge yayınlamış. Genelgeye göre rektörler, "talep etmeleri halinde", Yahudi ve Ermeni kökenli Türk vatandaşı öğrencileri ve personeli "kendi dini bayramlarında" izinli sayacaklarmış.<br><br>Dün arkadaşımız Sefa Kaplan’ın bu haberini görünce ilk tepkimiz "çok güzel!" demek oldu. Öyle ya, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, din, mezhep farkı olmaksızın yasalar önünde hepimiz eşit isek, neden sadece Müslüman çoğunluğun dini bayramları "bayram" olsun da ötekilerinki yok sayılsın?
YÖK Başkanı elbet kendi kendine "Onlarınkini de bayram sayalım" diyecek değil. Olsa olsa kendi inançlarına göre "bayram" saydıkları günlerde o insanları "izinli" sayma yetkisini kullanabilir.
Nitekim öyle yapmış.
Lakin Türkiye’deki Müslüman halk dışında sadece Ermeni ve Yahudiler mi yaşıyor ki! Örneğin sayıları hayli azalmış olsa da, Rum vatandaşlarımız yok mu? YÖK Başkanı onları neden yok saymış, belli değil. Belli olan şu ki, Rum vatandaşlarımızı konu alan bir genelge göndermemiş.
Bu bir.
Peki ama üniversite öğrencilerimiz -ve öğretim üyelerimiz- arasında Türk vatandaşı olmayanlar yok mu?
Genelge neden sadece "vatandaş"lara bu hakkı mubah görüyor da, ötekileri görmüyor?
"İki"yi yazdık. Üçüncü noktaya gelince:
Hadi Rum vatandaşlarımızı da gören yeni bir genelge ile Lozan Antlaşması’nın kapsamına giren "azınlık"lara bu olanağı tanıdınız. Diyelim ki iyi de ettiniz.
Süryani vatandaşlarımızın böyle bir hakkı yok mu?
Ona da bir genelgeyle çözüm getirdiniz diyelim.
Madem dini inanca saygı bağlamında böyle bir genelgeye ihtiyaç duyuldu, aynı gerekçe yarın yeni talepleri -veya en azından soruları- karşımıza çıkartırsa ne yanıt vereceğiz?
Örnek mi istiyorsunuz?
Müslüman çoğunluk için "kandil" günlerinin bayramdan daha az önemli olduğunu kim söyleyecek?
Bu yola bir kere girince toplumun diğer kesimlerinin de kendi inançlarına göre "bayram" saydıkları yahut "kutsal gün" diye nitelendirdikleri tarihlerde ne yapılacak? Örneğin Kürt kökenli bireylerimiz her yılın 21 Mart gününü "Nevruz Bayramı" olarak hem kutsarlar hem de kutlarlar.
Önümüzdeki 21 Mart günü bulundukları fakültenin dekanlığına dilekçe verip, "Ben Kürt kökenli bir Türk vatandaşıyım. 21 Mart günü kutlanacak Nevruz’da izinli sayılmamı talep ediyorum" diyen öğretim üyelerine veya öğrencilere "izinlisiniz" denecek mi?
Tamam, YÖK Başkanımız -uygulamaları öyle olmasa da- çok demokrat geçiniyor. Bu da iyi ama acaba merak edip "Avrupa’da, -örneğin Almanya’da- öğrenim gören Türklerin dini bayramında onlara izin veriliyor mu?" diye hiç sordu mu?
Hadi onu sormadı diyelim, şimdi açtığı yolun sonu nereye varır, hiç düşündü mü?
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2008
GEORGE W.Bush yani bundan 50 gün sonra tüm dünyanın "nihayet gitti" demeyi beklediği adam, Beyaz Saray’daki son günlerinde bir vicdan muhasebesi yapma zorunluğu hissetmiş olmalı ki, kız kardeşine, "50 milyon kişiyi özgürlüğe kavuşturan ve barışı gerçekleştiren başkan olarak bilinmek istiyorum" demiş. Demek ki bir insanın Beyaz Saray gibi, dünyanın en güçlü iktidar merkezinde 8 yıl geçirmiş olması da idrak düzeyini yükseltmeye yetmiyor.
Yetseydi özgürlüğe kavuşturduğu bir tek kişiden bile söz etmek mümkün değilken "50 milyon kişi"den söz etmezdi.
G.W.Bush eğer hak, hukuk dinlemeden girdiği Irak’ta ölümüne sebep olduğu sivillerden söz ediyorsa, biz güvence verelim:
Onların sayısı en çok 1 milyon gösteriliyor.
Neyse ki, Sudan’ın Darfur bölgesindeki katliamları önlemek için kılını dahi kımıldatmaması yüzünden ölen 300 bin sivili de ilave etsek, 50 milyonu bulmaz.
Oysa insanların terör, açlık, sefalet, hastalık yüzünden Darfur’da binlerle, on binlerle ölüp gitmesini önlemenin tüm maliyeti, Başkan Bush’un bir Amerikan şirketini kurtarmak için ayırdığı kaynağın belki 10’da, belki de 100’de biri kadardı.
Pek yüksek manevi değerlere sahip olduğunu ileri süren ve "Washington’a bir değerler dizisiyle geldim ve de onlarla ayrılıyorum" diyen G.W.Bush bunun tam tersini yaparak herkesi yanılttığını fark etmiyor mu?
Bunu dahi fark edemeyen bir insan 8 yıl boyunca tüm dünyanın kaderine hükmedecek bir noktada bulunduğu için ne büyük bir badire atlatmış olduğumuz anlaşılmıyor mu?
Kız kardeşine sekiz senede başarabildiği tek ve somut şey olarak "ilkokul öğrencileri arasındaki eğitim farklılığını ortadan kaldırmak için atılan adımları" göstermiş.
Keşke ondan daha önemli bir başarısını da zikretseydi:
Sekiz senede ABD ekonomisini iflas noktasına getirebilmek az bir şey mi?
Böylesine büyük bir beceriksizlik "başarı"dan başka bir nitelemeyle anlatılabilir mi?
Ya ABD’nin "hukukun üstünlüğü" gibi, "insan hakları" gibi değerleri hiçe sayan itibarsız ve sevimsiz bir devlet haline gelmesindeki payı?
George W.Bush, kardeşine bir de "Siyasetçilere tavsiyem, kamuoyu önünde inanç konusunda dikkatli olmalarıdır. Siyasetçiler, din temelinde önyargılı olmamalılar. Benim inandığım gibi inanmıyorsan kötüsün düşüncesi doğru değil" demiş.
Başka dinlere hoşgörülü olan insan 11 Eylül 2001 felaketi üzerine verdiği ilk demeçte, teröre "Haçlı zihniyetiyle" karşı koyacaklarını, yani öteki dinlerle mücadele edeceklerini söyler mi?
Irak’a sonra geliriz mi demiştik?
Saddam Hüseyin kötüydü ama onu devirmek için iftiraya, yalana sığınmak Saddam’ın yaptıklarından daha ahlaklı bir tutum değildi.
Irak petrollerine el koymak için tüm dünyayı aldatmak, Bush’un hangi ahlaki değerlerinin gereği idi. Ayrılırken bari onu söylese de öğrenseydik.
Yazının Devamını Oku 29 Kasım 2008
SADECE ne Tarhan Erdem ne de biz bu "seçmen kütükleri" meselesinin önemini savunuyormuşuz. Yüksek Seçim Kurulu Başkanı’nın verdiği rakamların "Bu işin bir yerinde yanlış var" dedirtmesi yüzünden meğer CHP’sinden DTP’sine, şu sütun yazarından bu sütun yazarına birçok kişinin kafası karışmış.
Güvenilir seçmen kütüğü, sağlıklı bir seçimin ilk koşuludur ama tek koşulu değildir.
O sadece başlangıç noktasıdır.
Demek istiyoruz ki sırf önümüzdeki seçimin değil, bundan sonra yapılacak tüm seçimlerin de sağlıklı olabilmesi için yapılacak hayli şey var.
Konunun hukuk yönünden bir sakınca yaratmaması için öncelikle "seçmen kütüğü" düzenleme işine hükümetin veya herhangi bir bakanlığın burnunu sokmaması lazım. Şimdi ilan edilen seçmen kütüğü, İçişleri Bakanlığı’nın sorumluluğunda düzenlenen "Adres Kayıt Sistemi" esas alınarak oluşturulduğuna göre, bu yapılan çıkmaza girebilir.
Nasıl mı derseniz, söyleyelim:
Birileri yetkiyi aslında İçişleri Bakanlığı’na bırakan 5749 sayılı yasa hükümlerinin Anayasa’ya aykırı olduğunu ileri sürer ve bunu yargı denetimine sunmanın yolunu bulursa, konu Anayasa Mahkemesi’ne gidebilir. Oradan da "iptal" kararı çıkarsa işler karışır.
Bugünkü kuşaklar bilmezler ama bu konuları düzenleyen 298 sayılı yasa 1961 tarihli Kurucu Meclis tarafından kabul edilmeden önceki dönemde seçim hilesi, seçmen kütüğünde başlardı.
Hatta bu konuda yapılan yolsuzluklar yüzünden o dönemin İçişleri Bakanı, anamuhalefet partisi CHP’nin lideri İsmet İnönü tarafından "Kütük Bakanı" diye anılırdı. Nitekim 27 Ekim 1957 günü yapılan milletvekili genel seçiminin temiz ve dürüst olup olmadığı o yüzden uzun süre tartışıldı.
Lakin, 298 sayılı yasanın da sağlıklı bir sonuç vermediği, seçmen sayılarının her seçimde tutarsız bir şekilde karşımıza çıkmasından anlaşılıyor. Demek ki bu soruna sağlıklı bir çözüm bulunması kaçınılmaz bir ihtiyaç. Bu bir.
İkincisi, seçimlerde kullanılan oylarla ilgili rakamların değiştirilip değiştirilmediği kuşkusu, her seçimin en önemli tartışma konusudur.
Onun için alınacak teknik önlemler var mı yok mu, onu uzmanlar bilir. Ama bir gerçek var ki, buna en fazla dikkat etmesi gereken CHP, 22 Temmuz 2007 seçimine hazırlıksız yakalandığı için sonuçlara itiraz edememiştir. Çünkü örgütünü, rakamların bir üst kademeye dürüstçe aktarılıp aktarılmadığını, ilan edilen sonuçların gerçek rakamlara dayanıp dayanmadığını ortaya çıkartacak şekilde eğitmemiştir.
Oysa ülkenin en az 15-20 yerindeki rakamların akıbetini gizlice izleseler, gerçeği ortaya çıkartabilirlerdi.
Seçimin sağlıklı olmasının başka koşulları da var. Örneğin, seçimlerde yapılan harcamalarla ilgili olarak "paranın kaynağının açıklanması, harcamaya tavan konulması ve yapılmış harcamaların seçmene açıklanması, yasaya aykırı durum var ve seçimin iptalini gerektirecek kadar önemli ise, yetkili seçim kurulunun o seçim sonucunu iptal etme yetkisine sahip olması" sistemimizde yer alması gereken bir başka eksiğimizdir.
Daha çok var. Onlara da yeri gelince değiniriz.
Yazının Devamını Oku 28 Kasım 2008
HENÜZ tam anlamıyla gündemin ortasına gelmemiş olsa da 29 Mart 2009 günü yapılacak yerel seçimleri kıyısından kenarından konuşmayanımız kalmadı. Seçim döneminin aşamaları var. Bunlara yeri gelince değiniriz. Ama hepsinin başında dün Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Muammer Aydın’ın da değindiği "seçmen sayısı" geliyor.
Seçmen sayısı bilindiği gibi Seçmen Kütüğü ile ortaya çıkıyor. Bizim sistemimizde Seçmen Kütüğü’nü düzenleme görevi 1961 yılından beri Yüksek Seçim Kurulu’na bağlı olarak görev yapan Seçmen Kütüğü Genel Müdürlüğü’ne ait.
1961’den beri çok seçim geçirdik ama hálá güvenilir bir "Seçmen Kütüğü" düzenine kavuşamadık.
Bu konularda uzmanlığıyla tanınan Sayın Tarhan Erdem de Radikal’deki sütununda birkaç kere yazdı. Örneğin son nüfus sayımı ile ilan edilen seçmen sayısı rakamlarından ya birinin yahut ikisinin de sağlıksız olduğunu ileri sürdü. Gerekçesi de hem çok basit hem de çok sağlamdı:
Eğer nüfusumuz resmen ilan edildiği gibi 70 milyon 600 bin ise, 18 yaşından büyük yani seçmen sayılacak yaşa gelmiş insanlarımızın sayısı Yüksek Seçim Kurulu’nun geçen yıl (22 Temmuz 2007 seçimlerinde) ilan ettiği gibi 42 milyon 600 bin değil, 47 milyon kadar olmalıdır dedi.
Aynı mantıkla, "Eğer seçmen sayısı doğru ise, nüfusumuz 70 değil 63 milyon olmak gerekir" diye de resmin öteki açıdan nasıl göründüğünü anlattı.
Erdem gerçi, yetkilileri bu konuda kamuoyunu aydınlatmaya çağırdı ama bizdeki yetkililer "sağır" olmayı devlet adamlığı sandığı için kimseden ses çıkmadı.
Neyse ki Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Muammer Aydın’ın verdiği son bilgi, geçen yılki seçmen kütüğünü çöpe atıp yeni nüfus sayımına dayalı bilgiyi esas almamız gerektiğini ortaya koydu. Böylece önceki gün askıya çıkan Seçmen Listeleri kesinleşince seçmen sayısının 48 milyon 250 bini aşabileceğini öğrendik.
Peki bu kütük ve bu rakam ne kadar doğru derseniz, söyleyelim ki bizzat Yüksek Seçim Kurulu Başkanı da kendi kütüğünün yüzde yüz güvenilir olduğunu söyleyemiyor.
Aslında haklı:
Çünkü geriye doğru baktığımız zaman da böyle tuhaf farklılıklar görüyoruz. Örneğin seçmen yaşı dahil temel kurallarda bir değişiklik olmadığı halde 14 Ekim 1973’te yapılan milletvekili genel seçimlerindeki seçmen sayısı 16 milyon 798 bin iken, 5 Haziran 1977’de yapılan genel seçimde bu sayının 21 milyon 207 bine çıktığı görülüyor (Kaynak: Erol Tuncer, "Osmanlı’dan Günümüze Seçimler, TESAV yayınları).
Oysa daha önceki seçim aralarında seçmen sayısı, nüfusa paralel ve istiktarlı bir artış göstermiş. Örneğin önce ortalama 700 bin, sonra 1 milyonun az üstünde, bir basamak sonra 2 milyon kadar artış olmuş ama dört yılda yaklaşık 5 milyonluk sıçrama sadece 1973-77 arasında yaşanmış. İşin tuhafı bir sonraki seçimde yani 1983’te sayı 19 milyon 797 bine düşmüş. Biz de uyumuşuz.
Seçimin temeli sağlam olmayınca sonucu sağlam sayılabilir mi?
Yazının Devamını Oku 26 Kasım 2008
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın İstanbul’un varoşlarından Sultangazi’de yaşayan bir ailenin dördü çarşaflı, diğerleri türbanlı ve başörtülü bireylerini CHP’ye üye kaydettirmesi belli ki sadece Deniz Baykal’ı değil Başbakan Tayyip Erdoğan’ı da pek mutlu kılmış. Böyle bir tablodan kim memnun olmaz ki?
Nitekim partisinin Meclis Grup toplantısında dün konuşan Başbakan Tayyip Erdoğan, bir süre önce "artık muhatap saymadığını ve saymayacağını" ilan ettiği Baykal’ı nerdeyse şefkatle bağrına basacakmış gibi konuşmuş:
"Bunlar beni sevindiriyor. Eğer hakikaten asil bir çıkışsa, bu değişim ve dönüşümü yapanları kutluyorum. Bu bir uyanıştır. Benim aziz milletim, kendisini tezyif eden bu çevrelere karşı hep cevabını verdi. Türkiye’yi bugüne kadar tanımayanlar vardı. Şimdi Türkiye’yi bütün gerçekleriyle tanımaya başladılar, bu güzel bir gelişme" demiş. Sonra da Baykal’ı yüreklendirmek için:
"Temennim odur ki bunun arkası da gelsin, kesilmesin. Olumsuz çıkışlar olacaktır. Sayın genel başkan boyun eğmemeli. Bunlar her yerde olabilir. Bundan sonraki süreçte bu duruş böyle devam ederse ülkenin birçok sorunu çok daha çabuk çözülür. Siyasetin temeli tutarlı, dürüst olmaktır. Uzun soluklu aynı çizgide yürüyebilmektir. Aksi hep kaybettirir" demiş.
Söze devam etmeden Deniz Baykal’ın da CHP Meclis Grubu’nda söylediklerini aktaralım. Baykal önce "O insanlar, CHP’yi bilerek, kabul ederek geldikleri halde, ’sizin bu partide yeriniz yok’ dediğimde, görevimi mi yapmış olacaktım?" diyerek kendini savunmuş. Sonra da:
Yazının Devamını Oku