13 Ocak 2009
EL Kaide bir terör örgütü müdür? Elbette!<br><br>El Kaide gibi bir cellatlar güruhu yöneticilerinin, mensuplarının, militanlarının bulunup cezalandırılması, örgütün köküyle kazınması tüm insanlık için kaçınılmaz bir görev midir? Elbette!
Peki ama, nerdeyse her terör eylemini El Kaide’ye bağlamak dürüstlük müdür?
Değildir ama tüm insanlığın bir hafta sonra "defolup gitti" diye sevineceği ABD Başkanı George Bush’un yaptığı budur.
Nitekim ondan tüm dünyanın nefret etmesinin nedeni, "El Kaide’nin kökünü kurutmak" bahanesiyle Afganistan’ı, Pakistan’ı kendi nüfuz sahası içine alması, Irak’ı ezmesidir.
Bush bu noktaya Irak’ın, tüm zenginliklerinin talan edilmesine göz yumarak -hatta destek vererek-, insan haklarını, hukukun üstünlüğünü, adil yargılamayı ayaklar altına alarak ve "Ben güçlüyüm, öyleyse her istediğimi yaparım" diyerek, kısaca tüm insanlığı terörize ederek geldi.
Oradan hareketle kendimize bakalım:
Susurluk olayı, devletin içinde bir çeteleşme süreci yaşandığını ortaya koyuyordu. Bunun bütün bağlantılarıyla ortaya çıkarılması, tüm toplumun huzuru için, bu ülkede "hukuk devleti" kavramını yerleştirmek için ve demokratik sistemin iyi işleyebilmesi için zaruri idi.
Peki Susurluk yeterince çözülebildi mi?
Kanımızca hayır!
Susurluk’un devlet içinde ve dışında kalmış aktif mensupları ile destekçileri, çekirdekteki gerçeğe ulaşılmasını engellemeyi başardılar.
Peki Ergenekon ile Susurluk arasında bir bağ olduğunu düşünüyor musunuz?
Evet... Ortaya çıkan -yahut çıktığı iddia edilen- kanıtlar böyle bir ilişkinin söz konusu olabileceğini düşündürüyor.
O zaman, Ergenekon soruşturmasının tüm gerçekleri ortaya çıkarmasının ne zararı olabilir?
Hiç zararı olmaz. Tam tersine, Susurluk ile şimdiki "Ergenekon soruşturması" bağlamında hakkında işlem başlatılanlar ve yargılananlar arasında eylemsel bir ilişki varsa elbet ortaya çıkarılmalıdır.
Çıkarılmakla kalınmamalı, adil bir yargılama sonunda suçlu bulunanlara da cezanın en ağırı verilmelidir.
O halde iktidar ile muhalefet neden birbirine saldırıyor? Birtakım gazeteler ve gazeteciler neden ötekileri suçluyor?
İktidar ile muhalefet birbirine saldırıyor, çünkü iktidarın "Ergenekon" olayına bakışı, aynen George Bush’un "El Kaide"yi bahane ederek aklındaki planları uygulamasına benziyor. Nitekim aklı olan herkes, yaşadığımız sürecin bir gerçeği ortaya çıkarmak ve suçluları cezalandırmaktan çok, birilerine gözdağı vermeyi hatta birilerini susturup bertaraf etmeyi hedeflediğini görüyor.
Birtakım gazetelerin ötekileri suçlaması ise, suçlayanların bugünkü iktidara uşaklık yarışına girmelerinden kaynaklanıyor.
Yoksa, özü itibarıyla farklı düşünen, yani suçlular kurtulsun diyen kimse yok.
Yazının Devamını Oku 11 Ocak 2009
ANLAMAK istemeyene bir şeyi anlatmak, deveye hendek atlatmak kadar zordur. Ama işiniz "anlatmak" ise başka bir yolunuz da yoktur. Bir, olmazsa beş defa deneyecek ve maksadınızı tekrar tekrar anlatacaksınız.
Sadece "Ergenekon" soruşturması nedeniyle değil, her fırsatta söylediğimizi o nedenle tekrarlamak durumundayız:
Bu sütunda ve bu gazetede sadece "hukukun üstünlüğü" savunulur. Bu sütunda ve bu gazetede sadece "yargının bağımsızlığı" istenir. Bu sütunda ve bu gazetede "hukuk devleti"nin gerçekleşmesi ve işlemesi vurgulanır. Bu gazetede ve bu sütunda "insan haklarına saygı"nın kavgası verilir.
Tüm bu dediklerimizin temelinde de Atatürk devrimlerinin Türkiye’si vardır. Demokrasiye "sözde" değil, "özde" bağlılık vardır.
Aksini söyleyen, bir tek kanıt göstermediği sürece, resmen "profesör" olsa da gerçek sıfatı "alçak"tır.
Lafın başında bunları altını çize çize söyledikten sonra konuya girelim:
Ergenekon soruşturması kapsamında yapılan son operasyonlar nedeniyle itirazlarımız oldu. Ama itirazlarımızın hiçbiri "esasa" yani gözaltına alınan veya evi aranan kişilerin "suçlu" yahut "masum" olduğu anlamına gelecek tek kelime içermiyordu.
Zaten içeremezdi de... Çünkü biz "yargı tarafından suçlu bulunmadıkça herkesin masum olduğuna" inanırız ama yine de, bir zanlının "masum" olduğunu peşinen ifade etmeyi bile doğru bulmayız. Çünkü öyle bir sözün yargıyı etkileyebileceğini düşünürüz. O nedenle "masumiyetine" kendimiz kadar inandığımız insanlar için bile bu aşamada o tür değerlendirme yapmayız.
Kaldı ki zanlıları peşinen mahkûm ederek yargıyı etkilemeyi amaçlayan yayınları eleştiren de, bu eylemin Ceza Yasası ve Basın Yasası’na göre suç sayıldığını anımsatan da biziz.
(Sahi, bu nedenle açılan soruşturmalardan niye hiç ses çıkmadı? O yayınlar iktidar partisinin hoşuna gittiği için üstleri örtülmüş olmasın.)
İtiraz ediyoruz, çünkü Karadeniz Teknik Üniversitesi Rektörü, eski TÜBİTAK ve YÖK Başkanı Prof. Dr. Kemal Gürüz’ü, iki koluna girip ite/çeke götüren, ona "Biz adamın burnunu böyle sürteriz" mesajı verecek şekilde başına bastırarak arabaya tıkan polislerin "insan haklarına aykırı" davrandığını söylüyoruz.
İçişleri Bakanı Beşir Atalay, polislerin bu hareketini tasvip etmediğini açıklamadığı sürece, kendisini sorumlu tutacağımızı da buradan ilan ediyoruz.
İtiraz ediyoruz, çünkü bugün hem soruşturması yürütülen, hem de davası görülen Ergenekon konusuyla ilgili bilgiler 2003 yılında önüne gelen Başbakan Tayyip Erdoğan’a, soruşturmanın başlaması için neden beş sene beklediğinin sorulmadığını görüyoruz.
İtiraz ediyoruz, çünkü Başbakan’ın kendisini "savcı" ilan ettiği, iktidar milletvekillerinin "şu kadar adam daha tutuklanacak" diye demeç verdiği, hatta "Şu adam da tutuklanmalıdır" diye hedef gösterdiği bir soruşturmanın içine "yargı"dan başka ellerin girdiğinden kuşku duyuyoruz.
Yoksa, şu zanlının evinde yahut ona ait krokide gösterilen yerde şu kadar silah, bu kadar mühimmat bulmuş... Ötekinde "ölüm listesi" ele geçmiş. Bize ne? Çeteyi kuran varsa versin hesabını.
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2009
BİZ bu ülkede yüksek mahkemeler dışında kalan yargının "bağımsız olmadığını" çok söyledik ama hiçbir zaman "yurtdışında" bulunan veya "uluslararası" türden bir iradenin adalet cihazımızı yönlendirebileceğini kastetmemiştik. "Ergenekon" soruşturması sayesinde yazıldı. Meğer o da varmış.
Oysa aynı kalem(ler) yargımızın bağımsızlığına toz kondurmuyorlar.
Bizim bildiğimiz "bağımsız" yargının temel özelliği, kendisi dışında ve üstünde hiçbir "irade"nin ona yön verememesi olduğuna göre bu "uluslararası irade" neyin nesidir?
Unutmayalım, bu yazar "gözaltına alınacak kişileri" önceden öğrendiğini de itiraf etti.
Keza, "Ergenekon soruşturmasının yürüyor olması, büyük endişelerle girdiğimiz yeni yılın, en önemli ve daha da önemlisi en umut verici olayı olmaya aday... Ne güzel..." dediğine göre hepimizin yüreği ferah olmalı. Demek önümüzde daha görecek çok şey var.
Zaten kendisi de o irade sayesinde Ergenekon sürecinin engellenemeyeceğini müjdeliyor.
İyi de... Tüm adalet sistemimize bundan daha ağır bir hakaret tasavvur edilebilir mi?
Ama son model "liberal"ler için anlaşılan bu olağan bir durum.
Demek ki 1950’li yıllardan bu yana geçen yaklaşık 60 sene zarfında "sabahları kapıyı sütçü yerine polisin çalması korkusu" yer ve anlam değiştirmiş.
Şimdi insanların evinin etrafında minibüsler dolusu polisin toplanmasının, erken saatte burnunuza uzatılan bir yazılı emir ardından memurların içeri dolmasının kimseyi ürkütecek bir tarafı olmamak gerekirmiş.
Oysa biz 1950’li yıllardan yani Demokrat Parti iktidarının "solcu" sayılan insanlara baskı uyguladığı -169 kişiyi bir günde toparlayıp hapse tıktığı- günlerden anımsarız:
Bu yazarın, o tarihte yardımcısı olarak birlikte çalıştığımız babası bir gün, "Ben yokken eve polis gelmiş. Eşim beni almaya geldiğini zannederek o kadar korkmuş ki sütü kesildi" demişti.
Bunu bize demekle kalmamış daha sonra pek çok yazısında ayrıca ifade etmişti.
Annesinden emdiği süt polis korkusu sonucu kesilen çocuk, romanlarıyla, yazarlığıyla ve iddiacı kişiliğiyle bilinen ağabeyi Ahmet Altan’dır.
Darbe tertipçileri arasında staj yapan, polis tarafından yakalanmamak için iki sene köşe bucak saklanan -bunları kendisi de yazdı- sonra da aşırı şekilde "libarel"leşen öteki yazar da son olayları aynı anlayışla değerlendiriyor:
Deniz Baykal’ın, son soruşturmalara ilişkin sözleri çok tehlikeliymiş. Örneğin Baykal’ın, bu olayları değerlendirirken "Cumhuriyet çok köklü bir nitelik değişimiyle karşı karşıyadır" demesi kendisini dehşete düşürecek kadar yanlışmış. Çünkü böylece Türkiye, Baykal tarafından "korkunç şekilde cepheleştiriliyor"muş.
O yazıya, "Yoksa ben başka bir ülkede mi yaşıyorum" diyerek başlayan bu yazarı, yeni bir pişmanlık ifade etme noktasına gelmeden önce uyarmak lazım. Türkiye’deki cepheleşmeyi "iktidara" değil de "muhalefete" mal etmek için gerçekten başka bir ülkede yaşıyor olmalısınız.
Yazının Devamını Oku 9 Ocak 2009
KENDİSİNİN rolü, iştiraki, rızası, teşviki gibi bir şey var mı bilmiyoruz. Ama şu anda Türkiye’yi yönetme sorumluluğunu taşıyan Başbakan Tayyip Erdoğan’a açık bir dille söyleyelim ki, o Hamas’ı kurtarmaya soyunurken Türkiye elinden kaymaktadır. Nereye mi?
Türkiye tek kelimeyle "faşizme" doğru gitmektedir.
İnanmazsa bugünlerde Ankara’da bulunan Avrupa Birliği Genel Sekreteri Javier Solana’ya sorsun.
Aksini düşünen varsa o da bize söylesin:
Olup bitenler üzerine Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un Kuvvet Komutanlarını acilen toplantıya çağırması, bu toplantının 7 saat sürmesi, ertesi gün Genelkurmay Başkanı’nın bir buçuk saat süreyle Başbakan’la görüşme mecburiyetini hissetmesi normal mi?
Bir ülkenin "ulusal güvenliğini" emanet ettiğiniz general dahil 4 emekli orgeneralin sorgusuz sualsiz ve açıklamasız olarak demir parmaklıklar ardına atılması normal mi?
Bunlardan iki emekli orgenerali, haklarında iddianame hazırlayıp adalet huzuruna sevk etmeden bir yılı aşkın süreyle demir parmaklıklar ardında tutmak normal mi?
En üst düzeyde sorumluluklar taşımış ve bilim adamı olarak en saygın insan muamelesi görmüş bir insan olan Prof. Dr. Kemal Gürüz’ü, her an kaçabilecek bir "eroin kaçakçısı" gibi iki koluna girerek arabaya sürmek ve başına bastırarak arabaya tıkmak normal mi?
İçişleri Bakanı, eski rektör Prof. Dr. Beşir Atalay’ın "hukuk" ve "insanlık" anlayışı böyle mi?
Açık konuşalım:
Karşı karşıya bulunduğumuz olay Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in dediği gibi sırf bir "adli süreç" mi yoksa bütün bunların siyasi boyutu ve hatta rejime dönük bir amacı var mı?
Eğer sadece "adli bir süreç" söz konusu ise, iktidar partisinin Nihat Ergün isimli Meclis Grup Başkan Vekilinin, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ı hedef alan ve "onun telefonlarının gizlice dinlenmediğini" ifade eden sözleri, "iktidarla yargı iç içe mi ki bu adam kimin dinlendiğini kimin dinlenmediğini bilsin" dedirtmez mi?
Bütün bunlara tanık olan insanlar, üç yıl kadar önce Van’daki Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yücel Aşkın’ın enti püften sebepler uydurularak ve iftira atılarak tutuklanması ile bu olaylar arasında bir paralellik olduğunu görmez mi?
Yücel Aşkın’ın evini 2005 yılı Temmuz ayında basıp eline kelepçe takan zihniyetin, aslında laik Cumhuriyet’le kavga ettiği o zaman görülmedi mi?
Hadi Yüzüncü Yıl Üniversitesi Genel Sekreter Yardımcısı Enver Arpalı’nın baskılara dayanamayıp hapishanede intihar etmesi ile geçen yıl temmuz ayında hapishanede ölen Ergenekon sanığı Kuddusi Okkır olayı arasında bir benzerlik kurmayalım.
Peki ama karşı karşıya bulunduğumuz olaylara bakınca insanlar, "Yücel Aşkın olayında prova yapmışlardı. Şimdi asıl oyunu sahneye koydular" derse haksız mı olur?
Yazının Devamını Oku 8 Ocak 2009
SABAH başka bir Türkiye ile kalkıyor, akşam bambaşka bir Türkiye ile yatıyoruz. Böyle hukuk devleti olabilir mi? Hepimiz şaşkınlık içinde, "Yaa! Onu da mı almışlar?" sorularıyla bir oraya bir buraya savrulup duruyoruz.<br><br>Konunun "Ergenekon Soruşturması" olduğunu biliyor ama orada karanlığa giriyoruz. Elbet gizli sürdürülmesi gereken bir soruşturmanın içeriğini o gün öğrenmeyi talep edecek değiliz.
Zaten Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’e sorarsanız mesele yok. Çünkü o, "Türkiye’de yargı bağımsızdır. Hákim ve savcılarımız, eldeki delillere göre görevlerini yaparlar" diyor.
Diyor ama kurucularından olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) programındaki, "Yargıç tarafsızlığı ve yargı bağımsızlığı tam olarak sağlanacak, yargıç güvenceleri korunacak" taahhüdü 8 yıldır orada durduğuna ve AKP bu konuda bir tek adım atmadığına göre, Şahin gerçeği söylemiyor.
Nitekim ömrünü "hukukun üstünlüğü" kavramını yerleştirmeye adamış bir hukukçu olan eski Yargıtay Birinci Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk’un son gözaltına alma ve tutuklamaların da dayanağı olan iddianame hakkında;
"(Bunca) yıllık meslek hayatımda böyle iddianame görmedim. İddianamede bazı şeyler özetlenir, neden dolayı, hangi olaydan dolayı suçlandığını bildirmek durumundasınız. Son operasyonlara da şaşırdım açıkçası. Özellikle çok yakından tanıdığım Sayın Sabih Kanadoğlu’nun, -bildiğiniz gibi Başsavcılık’tan emekli olmuştur- böyle bir suç içinde bulunması beni şaşırtıyor. Bu işi (Yargıtay Başsavcılığı’yla ilgili işleri) yürüten arkadaşların çok titiz olduğunu, çok önemli görevler yaptığını bilmelerini dilerim" dediği bildiriliyor.
Gözaltına alınanlara yönlendirilecek suçlamaların ne olduğunu veya neler olacağını elbet bilmiyoruz. Kimseye de şahitlik yapacak değiliz.
Ama başta Prof. Dr. Kemal Gürüz olmak üzere bu ülkeye verdiği büyük hizmetlerle ve bilim adamı kimliğiyle her yerde büyük saygı görmüş bir insanın, birkaç emekli orgeneralin gözaltına alınması, Sabih Kanadoğlu gibi, hukuk devleti uğruna ömür harcamış bir insanın evinin aranması, (bu satırlar yazılırken Kanadoğlu hakkında verilmiş bir gözaltına alma kararı yoktu) şok etkisi yapar diyoruz.
Daha açık söylemek gerekirse, bunun adı dünyanın her yerinde "devlet terörü"dür.
AKP İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Burhan Kuzu’nun, "Gözaltına alınan veya tutuklanan kişiler için söylemiyorum ama bu davanın en önemli faydası; Türkiye’de artık hiç kimse ’Bana kimse dokunamaz’ diyemeyecek. Bu anlamda önemsiyorum ve Türkiye’nin geleceği için yararlı buluyorum..." dediği bildiriliyor.
Sayın Kuzu’nun sözleri "hukuk devleti"nin gerçekten var olduğu ve iyi işlediği bir ülke için çok doğru ve geçerlidir.
Ama yargısı bağımsız olmayan, sabaha karşı kapısı sütçü tarafından değil, polis tarafından çalınacağı korkusuyla yaşayan insanların ülkesinde bu söz hepimizle dalga geçmekten başka hiçbir anlama gelmez.
Yazının Devamını Oku 7 Ocak 2009
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan dün partisinin Meclis Grubu’nda yine Gazze konusunu ele aldı. İsrail’e ağır eleştiriler yöneltti.<br><br>Muhalefet partileri CHP ile MHP’nin de son günlerin olaylarıyla ilgili görüşü, temelde iktidar partisininkinden farklı değil. Çünkü hepsi de İsrail’in Gazze’deki harekátının "katliama" dönüştüğünde birleşiyor. Peki fark nerede görülüyor?
Başbakan Erdoğan daha heyecanlı... Olayı bir uluslararası barış sorunu gibi değil, yakın akrabası vurulmuş bir insanın tepkisiyle ele alıyor.
Zaten Hamas’la yani Gaza bölgesini yöneten fiili güç ile İsrail’i aynı kefeye koymasından da bu anlaşılıyor. Çünkü uluslararası hukukun kurallarını ve gerçeklerini yok sayıyor. Örneğin Türkiye’nin, İsrail’i tanıyan ülkeler sıralamasında 3’üncü olduğunu göz ardı ediyor.
En önemlisi, bu üslupla yaptığı konuşmaların sokakta ne gibi sorunlar yaratabileceğini düşünmüyor.
Dahası, PKK’ya karşı yürüttüğümüz mücadelede İsrail’le yapılan işbirliğini yok sayıyor.
Yarın "Ermenilere soykırım yaptınız" iddiaları Kongrenin gündemine gelince ABD’deki Musevi lobilerinden yardım istemek zorunda kalacağını da düşünmüyor.
Bütün bunlarla "İsrail vursun, Erdoğan da sesini çıkarmasın" diyor değiliz elbette. Tam tersine İsrail’in Gaza’ya karşı yürüttüğü askeri harekatın giderek bir "insanlık suçu"na veya "savaş suçu"na dönüşmekte olduğunu söylemenin, buna tepki göstermenin herkese -özellikle siyasi iktidara- düşen bir insanlık borcu olduğunu söylüyor, savunuyoruz.
Ama bunun yolunun ve üslubunun İsrail’i yönetenlere:
"Biz, dedeleriniz, ecdadınız (15’inci asrın sonunda İspanya’dan) kovulduğu zaman sizi kalkıp da bu topraklarda ağırlayan, bu topraklarda misafir eden Osmanlı’nın torunları olarak konuşuyoruz" demek olmadığını söylüyoruz. Bunu çok kaba bir üslup olarak görüyoruz.
Keza Başbakan Erdoğan’ın -muhtemelen çok doğru bir değerlendirme ile- bu harekátı, 10 Şubat günü İsrail’de yapılacak parlamento (Knesset) seçiminden, sertlik taraftarı Benjamin Netenyahu’ya karşı zaferle çıkmak isteyen Başbakan Ehud Olmert ile onun yerine geçmesi beklenen Dışişleri Bakanı Tzipi Livni’nin "seçim hesabı"na bağlaması doğru değildir.
Çünkü aynı silahı yarın birileri de Erdüoğan’a karşı kullanırsa çok rahatsız olur. Kaldı ki bugün kendisinin Hamas’a bu kadar canla başla sahip çıkmasının gerisinde 29 Mart’ta yapılacak seçim hesabı olup olmadığı da tartışmalıdır.
Başbakan Erdoğan’ın üslup özürlü olduğu bilindiği için bu konu üzerinde fazla laf etmenin belki de artık anlamı yok. Ama yeri gelmişken belirtelim ki, -dünkü konuşmasında da yapmış- devletin görevlilerinden söz ederken, onların layık olduğu sıfat ve unvana saygı gösteren bir üslup yerine babasının uşağından bahsediyormuş gibi konuşması çok yanlıştır:
Erdoğan bir bakandan söz ederken "Benim Bakanım", bir müsteşardan söz ederken "Müsteşarım" demekte, bir genel müdürü "Genel Müdürüm" diyerek anmaktadır. Nitekim dün de Başbakanlık Başdanışmanı Prof.Dr. Ahmet Davutoğlu’nu son olaylarla ilgili olarak Ortadoğu ülkelerine gönderdiğini söylerken, "Şu an Özel Temsilcim Suriye’de" demiş.
Erdoğan ancak vekaletini verdiği avukatından "Özel Temsilcim" diye söz edebilir. Maaşını devletten alan hiçkimse onun ne "özel temsilcisi" ne de kendisinin "genel müdürü"dür.
Yazının Devamını Oku 6 Ocak 2009
BU satırların yazıldığı dakikaya kadar, Gazze’de çoğu sivil halktan olmak üzere 550 kişi ölmüştü. Bunların 120’den fazlası çocuktu. Gazze’deki Acil Servislerin yöneticisi Dr. Muaviye Hasaneyn, CNN International’a 4 Ocak akşamı itibarıyla 371’i "ağır" olmak üzere yaralı sayısının 2 bin 435 olduğunu söylüyordu. O bu bilgiyi verirken İsrail’in Tzipi Livni isimli Bayan Dışişleri Bakanı da, gazeteci Christian Amanpour’a verdiği mülakatta utanmadan;
"Biz Filistin halkına değil terör örgütü olan Hamas’a karşı savaşıyoruz. Onların halkımıza roket atma gücünü kırmayı amaçlıyoruz. Nitekim Beersheba’da bir okulu da hedef aldılar" diyordu. Bayan Livni’ye göre "İsrail’in Gazze’de orantısız güç kullandığı" yolundaki iddialar da tamamen haksızmış. İsrail kendi halkının huzurla yaşama hakkını koruyormuş.
Bu bilgiyi verdikten sonra bu kan gölüne kimin neden sebep olduğuna bakalım.
Bu vesileyle belirtelim ki Hamas’ın çözümü "kan" ve "intikam"da arayan politikalarının İsrail’inkinden daha beter olduğu kanısındayız.
Biz hepimiz son kavganın Hamas’ın İsrail’le imzaladığı ancak 19 Aralık günü süresi dolan "ateşkes"i uzatmayıp İsrail’e roketli saldırılar başlatması üzerine başladığını biliyorduk değil mi?
Öyle biliyorduk, çünkü dünyanın büyük haber ajansları bize hikáyenin oradan başladığını bildiriyorlardı.
Oysa Amerika’da yaşayan bir dostumuz bize "If Americans Knew" isimli bir kaynakta yayınlanan bilgileri gönderdi. Burada deniyor ki:
"Medya hep İsrail’in kendisine saldırılmadıkça kimseye saldırmadığını yazar. Oysa örneğin 2000 yılında Filistinliler isyan etmeden ve bir tek İsrail askeri ölmeden önce (İsrail tarafından) tam 140 Filistinli öldürülmüştü. Keza (bu mücadele nedeniyle) İsrailli bir tek çocuk ölmeden önce Filistinli 82 çocuk ölmüştü.
Son ateşkes de 4 Kasım günü İsrail (Saldırı) kuvvetlerinin Gazze’ye girip 6 Filistinliyi öldürmesiyle bozuldu."
İsrail bu cinayeti, "Onları öldürmeseydik bir askerimizi kaçırmaları ihtimali vardı" diyerek savunmuştu.
Aynı kaynak, söz konusu ateşkes anlaşmasına göre İsrail’in, ateşkes süresince "Gazze etrafındaki ambargoyu ciddi şekilde azaltmaya; Gazze’ye askeri müdahalede bulunmamaya söz verdiğini, buna karşılık Hamas’ın da roket saldırılarını durdurmayı taahhüt ettiğini" belirttikten sonra BBC’den, Washington Post’tan ve İsrail’deki saygın gazetelerden olan Haaretz’den de alıntılar yapmış. Buna göre örneğin Haaretz 9 Kasım 2008 günü, "Kızılay’ın Uluslararası Komitesi dahil uluslararası yardım örgütlerinin Gazze’ye gönderdiği tıbbi malzemenin yerine ulaşamadığını" yazmış.
Aynı gazete 21 Kasım 2008 günü de "İsrail yardım konvoylarını engellemeye devam ederse, Gazze insani bir felaketle karşı karşıya" diye yazmış.
BBC’nin 11 Kasım 2008 günü verdiği habere göre Birleşmiş Milletler’in Gazze’deki ofisi, "İsrail’in utanç verici ve kabul edilemez nitelikteki ambargosu böyle devam ederse Gazze’deki insanların gıdasız kalacağını" söylemiş, bunun "Gazze’deki insanları cezalandırma" anlamına geldiğini belirtmiş.
Kim haklı diye soruyorsanız karar sizin.
Yazının Devamını Oku 4 Ocak 2009
GAZETELERDE Deniz Baykal’ın "Kürtçe TV yayınlarına karşı çıktığını" okuyunca Tanrı biliyor, "Tamam" dedik. "Baykal yine kendisinden beklenenin tam tersi bir laf etmiş."<br><br>Meğer günahını almışız. Daha doğrusu günah onun değil, gerçeğin yarısını yazıp öteki yarısını yazmamak gibi bir şöhreti olan basınımızınmış. Baykal’ın CNN Türk’te yayınlanan bir programda söylediğini, bu kanalın web sitesinde bulduk. Anlaşılan uygulamayı eleştirmiş ama eleştirisi "esasa" yani "Kürtçe yayın yapılmasına" karşı değilmiş. Bu yayının "TRT" gibi "bir devlet kurumu" tarafından yapılmasına karşı çıkmış. İkisinin arasında çok fark var. Nitekim şöyle demiş:
"Devletin bir kurumunun bir etnik çabaya destek olması çok yanlış. Devlet anlayışımıza ters. Herkes kendi anadilinde yayın yapabilir. RTÜK düzeni vardır. Türkiye’nin yasaları içinde yayın yapar."
Kürtçe yayının TRT’de başlatılması Baykal’ın dediği gibi "devletin etnik bir çabaya destek vermesi" anlamına mı gelir?
Yoksa o etnik kökenli gerçekleri görmek ve ihtiyacı, devletin temel değerlerini koruyarak karşılamak mı doğrudur?
İki tezin de güçlü bir şekilde savunulması mümkün.
Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) görevlerini bihakkın yerine getirecek kadar donanımlı ve güçlü olsaydı, biz de Baykal’ın tezi doğrudur derdik. Ama gerçek şu ki RTÜK tüm yayınları etkin şekilde izleme olanağına sahip değil. O zaman ister istemez öteki tez güç kazanıyor.
Keza konu eğer "Kürtçe yazılmış bir dilekçenin işleme konulması" olsa, biz de karşı çıkarız. Aynı şekilde "Okullarda Kürtçe diliyle eğitim yapılması" veya "Kürtçe’nin de resmi okullarda öğretilmesi" isteklerine de karşıyız. Çünkü artık "bireysel haklar"dan değil, "Kürt bütünlüğünün hakları"ndan söz ediliyor demektir. Kaldı ki Türkiye’nin üniter yapısı buna izin vermez.
Ama Kürt kökenli insanlarımızın kendilerini ifade etmeleri önündeki engelleri kaldırmak tamamen başka bir şeydir. Bu zaten bireysel hak ve özgürlüklere dayalı demokrasinin gereğidir.
Örneğin Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, hapishanelerdeki insanların ziyaretçileriyle Türkçe’den başka dille konuşmasını yasaklayan kuralı kaldırma çalışması başlatmış. Doğru yapmış.
Gerçekten bu kadar saçma bir yasak olabilir mi? Kendi ailenizden isteyeceğiniz en basit bir şeyi, onun Türkçe karşılığını bilmediğiniz için isteyememenizin savunulur bir tarafı var mı?
Keza AKP İstanbul Milletvekili Dengir Mir Mehmet Fırat’ın "seçimlerde Türkçe dışında bir dille (örneğin Kürtçe) propaganda yapılmasını yasaklayan yasa hükmünün de kaldırılmasını talep ettiği" bildiriliyor.
"Anadil, anamızın sütü kadar helaldir" diyen eski İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu gibi, Dengir Mir Mehmet Fırat da haklı... Eğer adayın karşısındaki kitle hangi dili anlıyorsa aday görüşlerini elbet dinleyicilerin bildiği dille anlatır. Aksi tam bir sağırlar diyaloğudur.
"Devlet" olma haysiyetine sahip "devlet"e düşen, insanları engellemek değil, özgür bırakmak ama gerekli önlemleri alarak o propagandada suç varsa gereğini yapmaktır. Bu, bu kadar basit.
Yazının Devamını Oku