Oktay Ekşi

Öğretmenler Günü

25 Kasım 2008
ADINI "bayram" diye anmaya alıştığımız iki gün var. Biri 24 Temmuz’a rastlayan ve "sansürün basın yaşamımızdan kaldırılmasının yıldönümü" denerek kutlanan(!) "Gazeteciler Günü", öteki de 24 Kasım’a rastlayan "Öğretmenler Günü."<br><br>Bu ikisinin arasında ne gibi bir benzerlik olduğunu hiç düşündünüz mü?

İkisinde de o mesleğin mensuplarının yüzünden o gün sevinç değil, hüzün akar.     

Sadece onlar mı öyle? 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde kadınların, 14 Mart’ta doktorların, 27 Mart’ta tiyatro sanatçılarının, İşçi Bayramı diye bilinen 1 Mayıs’ta işçilerin, Adli Yıl’ın açılışına rastlayan 6 Eylül’de yargıçların ve savcıların yüzü mü gülüyor ki, gazetecilerle öğretmenlerin bir farkı olsun diyebilirsiniz.

Yanlış yaygın olunca yanlışlıktan çıksaydı mesele yoktu.

Bu günlerin hiçbirinde, ona önem verenlerin yüzünü güldüremiyorsak, boşuna övünmeyelim. Başarılı değiliz demektir.

Yazının Devamını Oku

Onlarda böyle

23 Kasım 2008
BİZİM gazetelerde de çıktı. ABD’nin yeni seçilen Başkanı Barack Obama, devletin en itibarlı ve önemli makamlarından biri -belki de birincisi- sayılan Dışişleri Bakanlığı’na, başkanlık yarışındaki rakibesi Hillary Clinton’ı getiriyor.<BR><BR>Daha doğrusu Obama ile Clinton’ların bu konuda mutabık kaldıkları yazıldı. Buraya kadar olayda anormal bir taraf yok. Hatta kendileri açısından sadece buraya kadar değil, bundan sonrası için de kimsenin bir "anormallikten" söz etmesi beklenmiyor. Çünkü Hillary R.Clinton saygın bir senatör olarak biliniyor.

O nedenle bizi Bayan Clinton’ın Dışişleri Bakanı olması değil, bu makama gelmeden öncesine ilişkin süreç ilgilendiriyor. Daha doğrusu bu süreci aktarmak istiyoruz:

Bizim yönümüzden ilk önemli ders, rakibini sıfırlamak yani yok saymak yerine onu değerlendirmek noktasında başlıyor.

İlgi gösterince öğrendik ki Amerikan demokrasisinde bu bir "ilk" değilmiş. Hatta "bir gelenektir" denecek kadar çok sayıda örnek yaşanmış. Geleneği 1825’te başkan seçilen John Quincy Adams başlatmış. Adams, rakibi Hendy Clay’i Dışişleri Bakanı yapmış. Gerçi siyasi düşmanları bu tayinin ikisi arasında rekabet değil aslında "danışıklı dövüş" olduğunu ortaya koyduğunu ileri sürmüşler. Ama onlar aldırış etmemiş. Nitekim daha sonraki başkanlar Millard Fillmore, Franklin Pierce ve James Buchanan da rakiplerini Dışişleri Bakanlığı’na tayin etmişler. Abraham Lincoln daha ileri gitmiş, eski rakiplerinden dördünü kabinesine almış.

Bayan Clinton’ın tayinine gelince:

Clinton’larla Obama’nın kampı arasında mutabakat sağlanmadan önce karşılarına eski Başkan Bill Clinton’ın yabancı ülkelere gidip para karşılığı konuşmalar yapıyor ve yardım kampanyaları için başka ülkelerden para topluyor olması meselesi çıkmış.

Bill Clinton meğer kendisinden önceki birçok başkanın yaptığı kendi adını yaşatmak ve "Bill Clinton nasıl bir başkandı?" konusunda araştırma yapmak isteyenlere kolaylık sağlamak için bir vakıf kurmuşmuş. Bu amaçla Suudi Arabistan Kraliyet ailesinden, Fas Kralı’ndan, Birleşik Arap Emirlikleri’nden, Kuveyt ve Katar Emirlerinden yüklüce bağış almış. Ayrıca milyarder işadamı Ronald Burkle’e 2002 yılından beri danışmanlık yapıyormuş. Bu nedenle şimdiye kadar 12 milyon 600 bin dolar almış.

Obama
kampı Hilary Clinton’ın Dışişleri Bakanı olabilmesi için tüm bu çıkar ilişkilerine son verilmesi gerektiğini söylemişler. Bill Clinton da eşinin bu göreve getirilmesi halinde tüm bunlardan vazgeçmeyi taahhüt etmiş.

Öyle ya, eşinin bağış aldığı bir ülkenin Devlet Başkanı yahut Dışişleri Bakanı ile görüşen bir ABD Dışişleri Bakanı, yeterince rahat ve bağımsız olabilir mi?

Görüyorsunuz, ABD’de önemli bir devlet görevine gelmeden önce sizin geçmişinizi, halihazır durumunuzu tek tek masanın üstüne koyuyorlar. Siz de hepsinin hesabını veriyorsunuz.

Öyle, "Annem vefat edince yastığının altından 550 bin Alman Markı, 350 Cumhuriyet Altını, 200 bin ABD Doları çıktı" yahut "148 kilo altını maaşımla biriktirdim" masallarına kimse yüz vermiyor.
Yazının Devamını Oku

Butto’nun izinde

22 Kasım 2008
BU tartışma Türkiye için yararlı oldu. Birbirimizi anlama noktasına geliyoruz. Çünkü, kafamızda bazı kıyafetlerin dinsel bir simge olduğu algısı var. Bu tartışmadan, baskıcı ve karşısındakini dışlayan hatta faşizme kayan bir laiklik anlayışı yerine; gerçek laik, demokratik bir anlayışın ortaya çıkmasını umut ediyorum."<br><br>Yukarıdaki sözleri CHP Genel Başkanı Deniz Baykal dün söyledi. Bu tartışmanın Türkiye için yararlı olacağı doğru da, ondan "Baskıcı ve karşısındakini dışlayan hatta faşizme kayan bir laiklik anlayışı" mı yoksa "gerçek laik, demokratik bir anlayış" mı doğacak o pek belli değil.

Belki de biz onu veya ötekini beklerken tamamen başka bir şey yani, "laikliği koruyamaz hale gelmiş bir Türkiye" çıkacak.

Örneğin Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın 10’uncu ve 42’nci maddelerini değiştiren yeni bir yasanın Anayasa’ya aykırı olup olmadığı konusu karşısına geldiği zaman;

"Anayasa’nın değişmez maddeleri başka, bunlar başka! Yasa koyucu belli usullere uyarak Anayasa’yı değiştirdiyse, bize laf düşmez" diyecek.

Başta -belki de Tayyip Erdoğan’dan daha da heyecanlı bir şekilde- Deniz Baykal olmak üzere pek çok politikacımız, "Üniversite öğrencilerinin türbanlı olarak öğretim kurumlarına girmesi, onların şahsi tercihleridir. Buna kimse karışamaz" görüşünü savunacak.

Türkiye yıllardır çözemediği bir problemi çözdüğünü sanmanın bayramını yaşayacak.

Tamam da... "Türban bir siyasi simgedir. Bunu kamusal alanlarda, özellikle okullarda kullanmakta ısrar edenler aslında şeriat özlemcilerinin siyasi emellerine hizmet ediyorlar. Onunla kalmayıp öteki öğrenciler üzerinde de baskı kurmak istiyorlar. O nedenle gerçek özgürlükçü yaklaşım, bu baskıya izin vermemeyi gerektirir" diyenler bugüne kadar kendilerini mi yoksa başkalarını mı aldatıyorlardı, sorusuna kim ne yanıt verecek?

Bu ödünü ötekiler izleyince, yani "Üniversiteden mezun olan türbanlı bir kız öğrenci kaymakam olunca neden türbanını çıkartsın?" denince ne olacak?

Kamu görevlilerinin de türbanla veya çarşafla işe gelmelerine ve o kıyafetle çalışmalarına sıra gelince Deniz Baykal, "Yooo! O kadar değil! Biz Atatürk devrimlerine bağlı bir partiyiz. Kamu kurumlarında çarşafla görev yapılmasına karşıyız" diyerek engel olabilecek mi?

Deniz Baykal bu son "çarşaf" olayında kendi sözlerindeki kadar "samimi" de olabilir, "seçim" yatırımı olarak bu ödünü verebilir de... Bizce iki halde de sonuç değişmez:

Sonuç dediğimiz, "laiklikten bir kere ödün verince onu ötekilerin izlemesine kimsenin engel olamayacağı" gerçeğidir.

Bu dediklerimiz doğru mu değil mi merak edenler hem bizim yakın çağ siyasi tarihimize hem de -kendisi de laik bir kişi olan- Zülfikar Ali Butto’nun açtığı taviz yolundan giden Pakistan’ın bugün geldiği noktaya baksınlar.

"Bir defadan bir şey olmaz" mı diyorsunuz?

Olur mu olmaz mı, bekleyin, görürsünüz.
Yazının Devamını Oku

Kritik sorular

21 Kasım 2008
ERGENEKON soruşturması sırasında bizleri, "Neden yazmıyorsun?", "Yoksa sen de Ergenekoncu musun?" türü soru ve saldırı yağmuruna tutanlara, "Soruşturma gizlidir. Hem gizliliği ihlal etmek hem de yargıyı etkileyici yayın yapmak suçtur. O yüzden biz objektif habercilik dışında yayın yapmayız" diyor fakat anlatamıyorduk. Dünkü Cumhuriyet Gazetesi yazdı:

CHP Manisa Milletvekili Şahin Mengü, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in yanıtlaması istemiyle bir soru önergesi vermiş. Ama sorarken bazı iddialar da ortaya atmış. Örneğin, "Ergenekon soruşturmasının sekizinci dalga" diye bilinen gözaltına alma uygulamasının başladığı gece "Adalet Bakanlığı Müsteşarı Ahmet Kahraman’ın İstanbul’a gelerek üç gün kalıp kalmadığını" sormuş. Müsteşarın İstanbul’a gelişi ile o sırada verilen tutuklama kararları arasında bir bağ olabileceğini ihsas etmiş. Ve bakana:

"Müsteşarınız aracılığıyla soruşturmaya müdahale ettiğiniz doğru mudur?" diye sormuş.

Dünya yüzünde bu soruya, "Evet doğrudur" yanıtı verecek bir Adalet Bakanı yoktur. Bunu Şahin Mengü de bilir. Ama yine de Bakan’ın vereceği yanıtın ne kadar doyurucu olduğu önemlidir.

Mengü’nün bir tek "Hayır" kelimesiyle yanıtlanamayacak sorularına gelince:

"İstanbul Ticaret Mahkemelerinin bulunduğu Levent Adliyesi’nin üst katında, Ergenekon soruşturması iddianamesini hazırlamak için özel bir birim kurulmuş mudur?

Burada iddianame yazım çalışmalarına katılan sivil uzmanlar var mıdır?

Var ise kimlerdir?

Bunlara iş karşılığında ne kadar para ödenmiştir veya ödenecektir?

Ergenekon soruşturması iddianame çalışmalarına Emniyet Genel Müdürlüğü’nce görevlendirilmiş kaç görevli katılmıştır?

Emniyet Genel Müdürlüğü Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanı, İstihbarat Daire Başkanı, Rize Emniyet Müdürü, Karabük İl Emniyet Müdürü’nün bu çalışmalara katıldıkları doğru mudur?"
diyor.

Mengü’nün sorduklarından kaçının birebir gerçeği yansıttığını bilmiyoruz. Ama bunlardan sadece bazılarının, örneğin "İddianamenin yazımına (görevli savcı dışında) birtakım sivillerin de karıştığı ve bunun için özel bir birim kurulduğu" iddiaları eğer doğru ise, ortada hem adil yargılanma hakkını hem de soruşturmanın gizliliğini ihlal eden bir durum var demektir.

Özellikle Emniyet Genel Müdürlüğü’nde görevli kişilerin eli iddianame yazma işine girdiyse polis, kanıt toplamakla sınırlı görevinin dışına çıkıp, kanıtları değerlendirmeye de yetkili kılınmış olur ki, kanımızca bu, iddianameyi ciddi şekilde sakatlar.

En önemlisi de "yargıyı etkileme" amaçlı birtakım çabaların gösterildiği iddiasıdır.

Böyle bir duruma izin vermemesi gereken Adalet Bakanı üstelik onun içinde rol sahibi ise, durum daha da vahim bir hal alır.

Bize, "Soruşturmaya neden burnunu sokmuyorsun?" diye saldıranlar umarız adaleti etki altına almama konusundaki duyarlığımızın sebeplerini nihayet anlamışlardır.
Yazının Devamını Oku

İyi de maksat ne?

20 Kasım 2008
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal başta parti içi kamuoyu olmak üzere, hemen herkese kendisini anlatmakta çok zorluk çekeceği bir adım attı. Tuttu, İstanbul’daki Sultangazi’de yaşayan bazıları çarşaf giyinmiş kadınlardan oluşan bir grup vatandaşın CHP’ye girmesine destek verdi.<br><br>Ne var bunda demeyin. Deniz Baykal’ın önceki gün CHP Meclis Grubu’nda yaptığı konuşmaya bakarsanız. Bunda gerçekten zihin kurcalayacak hiçbir şey yok. Onlar CHP’ye, "Bazılarımız türbanlı hatta çarşaflıyız. (...) Bizi kabul eder misiniz?" demişler. Baykal da kendisine soran arkadaşlarına, "Elbette, başımızla beraber" demiş. Çünkü "Parti olarak kimseyi kılık kıyafetiyle, sakalıyla, bıyığıyla yargılamıyoruz" diye ilave etmiş.

Káğıt üstünde çok doğru, çok medeni ve çok demokratik bir bakış. Olay orada bitse, mesele yok.

Oysa bitmiyor. Çünkü Türkiye’nin kendine özgü gerçekleri var. Bunların başında da laik sistemde açılacak en küçük gedikten şeriat tehlikesinin girmesi tehlikesi geliyor.

Bunu Deniz Baykal da bilir. Bildiği halde öyle hareket ettiğine göre, 28 Mart 2009 tarihinde yapılacak yerel yönetim seçimlerinde türbanlı, çarşaflı kesimden oy almak için bu şovu yapmış olamaz mı?

O takdirde karşımıza başka sorular çıkıyor:

Ya CHP yönetimi -Kurultay’dan sonraki en yetkili organ olan Parti Meclisi’nin haberi olmadan- çok önemli bir politika değişikliği yapmış ve "türban"ı artık sorgulamamaya karar vermiştir. Yahut da "seçim taktiği" sayılacak bu şovla yetinecektir.

İkincisi söz konusuysa, 22 Temmuz öncesindeki türbanlı genç kız afişleri ne kadar işe yaradıysa, bu defaki de en çok o kadar işe yarar. Daha doğrusu hiç işe yaramaz.

Çünkü aklı olan hiç kimse "aslı" orada iken "taklit" mala itibar etmez.

O nedenle CHP seçim kazanmak için AKP’ye benzeyeceğine, laiklik ilkesinden ödün vermeden çarşaflılar dahil toplumun geniş kesiminin desteğini kazanacak politika üretmeyi öğrenmelidir.

Bu zor geldiği için kolaycılığa kaçmak ne CHP’yi iflah eder ne de Baykal’ı.

Yok o değil de birinci ihtimalden söz ediyorsak, o takdirde CHP’nin bu noktaya gelmeden önce bazı temel soruları bugüne kadar olduğundan farklı şekilde yanıtlamış olması gerekir:

Örneğin "türban"ın (veya çarşafın) CHP kimliğinin temel çizgisi olan Atatürk devrimleri ile çatışan bir boyutu bulunmadığı sonucuna varılmışsa bu politika değişikliği -kanımızca savunulması imkánsız olsa da- anlaşılabilir. Nihayet "CHP ile AKP arasında fark kalmadı" der, bitirirsiniz.

Sadece onu değil, Atatürk devrimlerinin kazanımlarını da toprağa gömer, unutursunuz. Çünkü "türban ve çarşafın" sadece sokakta değil, okullarda ve kamu kurumlarında da geçerli bir kıyafet olduğunu kabul edip, sesinizi kesmeniz gerekir.

Bu yaşamımızın her alanı şer’i kuralların istilasına uğramış bir Türkiye’ye doğru tüm hızımızla gideriz.

Hani şimdi milletvekili olan Ömer Dinçer’in istediği Türkiye vardı ya, ona!
Yazının Devamını Oku

Rektör seçimi

19 Kasım 2008
SÜRESİ bitenlerin yerine 21 üniversiteye yeni rektör seçileceği zaman da yazdık ama rektör adaylarına laf anlatamadık.<br><br>Onlar yüzünden oylar bölündü. İktidardaki zihniyetin Çankaya’daki temsilcisi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de fırsatı kaçırmadı. Yeni rektörleri seçerken "cemaatçi"lere ağırlık verdi. Şimdi yine aynı noktadayız.

Hatta bir bakıma ondan daha da önemli bir dönüm noktasındayız. Çünkü gelecek ayın 16’sında İstanbul Üniversitesi’nin 2462 öğretim üyesi, 13 rektör adayından birine oy verecek.

Bunlardan en yüksek oy alan 6’sının isimleri Yüksek Öğretim Kurumu’na (YÖK) gidecek. Orada yapılacak yeni oylamayla ilk 3’ünün adı Çankaya’ya sunulacak. Cumhurbaşkanı da bunlardan birini İstanbul Üniversitesi Rektörü olarak atayacak.

Biz söz konusu rektör adayları hakkında en azından bu aşamada bir düşünce ifade edecek değiliz. Ondan önce gelen hususu yazmak istiyoruz:

İstanbul Üniversitesi, üniversite yaşamımızın amiral gemisi konumundadır. O nedenle İstanbul Üniversitesi’ndeki uygulamalar, öteki üniversiteleri de etkiler.

Üniversitelerimizin hukuken haklı olmalarına rağmen maruz kaldıkları büyük baskıya ve "türban işgaline" hálá direnebilmelerinin ardında yatan gerçek İstanbul Üniversitesi’nin kararlı tutumudur.

O nedenle diyoruz ki, rektör olmak için şimdi adaylığını ilan eden saygıdeğer öğretim üyelerinden, "Atatürk devrimlerinin korunmasını" ülkemiz için ve üniversitelerimiz için öncelikli bir görev olarak görenler, durumlarını bir kere daha gözden geçirmelidirler.

"Biz çoğunluktayız" bakışı bu konuda işe yaramaz. Bir tarafta sadece 1 aday, onun karşısında da 12 aday varsa, zafer tek adayındır. Çünkü onun oyları bölünmeyecektir.

Örnek arayan İstanbul Teknik Üniversitesi’ne bakabilir.

Peki ama 12 adayın teke indirilmesi nasıl mümkün olabilir?

Söyleyelim:

En azından kendisini "güçlü" sayanlar bir araya gelirler, birlikte güven duydukları bir kamuoyu araştırma şirketiyle anlaşırlar. O şirket üniversite içinde bir kamuoyu yoklaması yapar. Anlaşanlar sonuca katlanıp aralarındaki en güçlü olan lehine çekilirler, olay biter.

Yoksa sadece onlar değil, tüm ülke çok şey kaybeder.

Not: Bilkent Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Osman Gürzumar yeni bir e-mail gönderdi. "Anayasanın değiştirilemez maddeleriyle ilgili sempozyuma tüm yüksek yargı başkan ve üyelerine sempozyumun duyurulduğunu bildirmiştim ama bunu yazmadınız" dedi.

Prof. Gürzumar’ın davetli listesinde yüksek yargı organlarının sadece "başkanlarına" davetiye gönderildiği görülüyor. Ama Sermaye Piyayası Kurulu ve benzerlerinin bütün üyelerine tek tek davetiye gönderip Yüksek Yargı’dan sadece 4 başkanı çağırmanın dengesizliğini ve "duyurma" ile "çağırma" arasındaki farkı belli ki Prof. Gürzumar göremiyor. O.E.
Yazının Devamını Oku

İsterseniz sevinin

18 Kasım 2008
BUSH yönetiminin 5 senedir süren Irak işgalinin hukuki sonu belli oldu:<br><br>Irak hükümetinin onayladığı anlaşmaya göre Amerikan askerleri en geç 2011 yılının son günü Irak’tan çekileceklermiş. ABD’ye en az 1 trilyon dolar ile 4 bin kadar askere patlayan bir ders bu!

Sadece ABD’ye patlasa neyse, bu ders tüm dünyaya da bir ekonomik krize mal oldu.

Ama bizi ABD’nin değil Türkiye’nin çıkarları ilgilendirdiği için, Washington ile Bağdat arasındaki anlaşmanın -bilinen hükümlerinin elverdiği ölçüde- Türkiye açısından nasıl göründüğüne değinmek istiyoruz:

Arkadaşımız Uğur Ergan anlaşmanın bizi kısa zamanda en çok ilgilendirecek kısmını dün Ankara’dan verdiği haberde duyurdu:

Irak’ın kuzeyindeki PKK kamplarını bombalayan hava kuvvetlerimiz, yılbaşından itibaren ABD ile değil Bağdat’la işbirliği yapmaya mecbur olacak. Çünkü ABD, Irak hava sahasının kontrolünü 1 Ocak’tan itibaren Irak’a devredecek.

Yani Irak’ta bulunan ABD kuvvetleri, Irak topraklarındaki PKK hareketliliği hakkında bizim Genelkurmay’a bilgi verse bile, Bağdat’tan onay almadıkça, jetlerimiz PKK’ya karşı operasyon düzenleyemeyecek.

Sonuçta bu anlaşmanın ilk ve en önemli mağduru biz olacağız. Taa ki -hiç de muhtemel görünmeyen- yeni bir formülle bu engel aşılabilsin.

Kaldı ki Türkiye’nin önündeki engellerden en önemlisi, ABD’nin zoruyla son günlerde Türkiye’ye gülücükler gönderen Mesud Barzani’dir. O nedenle ipin ucu Bağdat’ın değil Barzani’nin elindedir.

Barzani yönünden PKK değil, Kerkük’ün bir "Kürt şehri" olduğunu özellikle Türkiye’ye kabul ettirmek önemlidir. O nedenle Barzani’nin Türkiye’yi "Kerkük’ten siz vazgeçin, PKK’dan biz vazgeçelim" noktasına itmek için elinden geleni yapacağı bellidir.

Bu durumdan da anlaşılacağı gibi Türkiye’nin stratejik çıkarlarının, "stratejik müttefikimiz" (!?) ABD yönünden hiçbir önemi yoktur.

Daha açık söylemek gerekirse ABD bu tutumuyla Türkiye’yi Barzani’nin insafına terk etmiş olmaktadır.

Anlaşmanın yine bizi ilgilendiren öteki bir hükmüne göre, "ABD, Irak topraklarını bu ülkenin komşusu olan bir ülkeye zarar verecek herhangi bir harekát için kullanmayacak"tır.

Kısaca demek isteniyor ki, "George Bush’un Irak’taki ABD güçlerini kullanarak İran’a saldırması artık söz konusu değildir."

İyi de... Orada Irak topraklarını kullanarak komşu ülkeye saldıran başka bir güç var. Bundan zarar gören ülkeye yani Türkiye’ye karşı Washington’un ve Bağdat’ın ahlaki ve hukuki bir sorumluluğu yok mu? O konuda ne diyorsunuz?

Gerçek şu ki hiçbir şey demedikleri gibi demeyi de düşünmüyorlar.

Son nokta şu:

Amerikan askerleri 2011 sonunda çekilince biz Irak’la (ve Barzani ile) baş başa kalacağız diye düşünen varsa, o da yanlış. ABD aslında Irak’tan değil Türkiye’den çekilip Irak’ın kuzeyine yani orada yaptığı askeri üslere yerleşiyor. Bunun ne demek olduğu anlaşılıyor mu?
Yazının Devamını Oku

Yeni haberler var

16 Kasım 2008
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan uçağa binince yahut yurtdışına gidince bizim işimiz çok kolaylaşır. Çünkü çenesi daha da açılır. Ayaküstü aklına gelenleri hemen ortaya döker. Biz de yazacak konu bulmakta sıkıntı çekmeyiz.

O nedenle kendisine teşekkürlerimizi sunalım da söze sonra devam edelim.

Başbakan Erdoğan şu anda bulunduğu Washington’da bizim yönümüzden önemli sözlerini Brookings Enstitüsü’ndeki konuşmasında söylemiş.

"Bizim yönümüzden" dememizin nedeni şu:

İran’ın nükleer silah yapma çabalarına ilişkin bir soruya, Amerikalıları ifrit edecek bir yanıt vermiş. "İran, böyle bir nükleer silahı eğer kitle imha silahı olarak yapıyorsa, her şeyden önce ona bunu yapma diyenlerin de kendilerinin nükleer silahlarının olmaması gerekir. Sizde nükleer silah olacak, karşı tarafa sen yapma diyeceksin. O da kendine göre savunmaya geçiyor, bu her ülke için geçerli" demiş.

Kısaca "Kör kadıya ’kör’ demek" ne kadar isabetliyse, işte o da o kadar isabetli konuşmuş. Ama meselenin o tarafı bizi değil ABD’lileri ilgilendirir.

Biz "Anayasa değişiklikleri" ve "seçim yasası" ile ilgili sözlerine değineceğiz.

Başbakan, "Anayasa’yı değiştirmek için muhalefetle mutabık kalmaya mecbur oldukları için sürecin tıkandığını" söylemiş.

İyi de neden tıkandı, onu da söylesene!

"Biz muhalefeti filan dinlemiyorduk. Onlara da soracakmışız gibi gösterdik, ama o laftı. Maksadımız kafamıza uygun bir yeni Anayasa yapmaktı. Ama kamuoyu ayağa kalkınca geri adım atmaya mecbur kaldık. Dahası, muhalefetle anlaşmadan bu işin içinden çıkamayacağımızı gördük. Ama onların özellikle dokunulmazlıkla ilgili hükümlerin değiştirilmesi isteğini kabul etmediğimiz için de onlar bizimle oturup bu konuları görüşmüyor. Süreç bu yüzden tıkandı" desene...

Onu dememiş, ama "seçimlerle" ilgili düşüncelerini söylemiş. İlk defa "yüzde 10 baraj"ın yüksek olduğunu kabul etmiş.

Bu iyi bir işaret...

Keza, "Eğer genelde yüzde 10 barajı korunmak istenirse 100 sandalyeyi Türkiye milletvekilliği için ayırırız, o kesim için barajı örneğin yüzde 1’e indiririz" demiş.

Bu da iyi bir haber.

Lafı buraya kadar getirmişken "Seçimlerin Temel Hükümleri ile ilgili yasayla Milletvekili Seçim Yasası’nın ve bir de Siyasi Partiler Yasası’nın günün koşullarına uymayan hükümlerini demokrasiyi geliştirecek yönde değiştireceğiz" diye ekleseydi sevinirdik.

Ama bakarsınız onu da söyler. Öyle ya, bizimkilerin dili uçakta daha çok açılıyor.

Not: Bilkent Üniversitesi’nde düzenlenen ve birkaç gündür bu sütunda konu edilen Anayasa konulu sempozyuma çağrılmamalarını eleştirdiğim Anayasa profesörlerinden söz ederken Prof. Erdal Onar yerine maalesef merhum Prof. Dr. Yavuz Sabuncu’nun adını yazmışım. Kuşkusuz listeye ilave edilmesi gereken başka isimler de var. Örneğin, Cem Eroğul neden yok? Halen siyasi kimlik taşıyanları yazmadım ama daha başka unuttuklarım olabilir. Onlardan özür diliyorum. O.E.
Yazının Devamını Oku