10 Ekim 2006
WINSTON Churchill’e atfedilen bir laf vardır. İddiaya göre bir mülakat sırasında, "Demokrasilerde halk, tüm yanlışları denedikten sonra doğru olanı bulur" demiş. Sözün, Winston Churchill’in pek bilinen "yergi" (hicvetme) yeteneğinin ürünü olması da mümkün, söylenmiş olması da... Bunu ilgililere bırakalım.
Bilirsiniz bizim de "Yüce Meclis abesle (yersiz, boş) uğraşmaz" diye bir sözümüz var.
TBMM’nin bugünkü genel kurul çalışmaları sırasında "milletvekili seçilme yaşının 30’dan 25’e indirilmesine" ilişkin öneriyi görüşeceğini bildiren haberler, yukarıdaki sözleri anımsamamıza sebep oldu:
Milletvekili seçilme yaşını 30’dan 25’e indirme önerisi ilk defa bundan 45 yıl önce, o zamanki Kurucu Meclis’te Bülent Ecevit tarafından ortaya atılmış, ikinci konuşmayı da bu satırların yazarı yaparak onu desteklemişti.
Lakin ister "Meclis bu öneriyi o tarihte abes bulduğu için" deyin, ister Churchill’in sözüne sığınıp "Demek ki bizim Parlamento doğru olanı bulmak için 45 yıldır tüm yanlışları deneyip durmuş" hükmüne varın, fark etmez.
"Geç olsun da güç olmasın" dedikleri gibi, geç de olsa memnuniyetle kaydedelim ki TBMM bugün -önerinin gördüğü destekten anlaşıldığına göre- seçilme yaşını 25’e indirecek.
Gerçi "seçimden bir yıl öncesine kadar olan sürede kabul edilen yasalar, onu izleyen ilk seçimde uygulanamayacağı için" şimdi bir teknik tartışmadır sürüp gidiyor. Acaba bu öneri derhal kabul edilse bile, önümüzdeki seçimde uygulanabilir mi, uygulanamaz mı konusu sorgulanıyor.
Biz o noktaya girecek değiliz.
Bu değişikliğin siyasal yaşamımıza genç insanları da davet etmesi nedeniyle çok yerinde olduğunu ve saireyi de tekrar etmeyi düşünmüyoruz. Çünkü bu basit gerçekleri artık görmeyen, bilmeyen kalmadı.
Biz, "seçilme yaşını 25’e indirmek" acaba istediğimiz sonucu verecek mi veya ne ölçüde verecek sorusuna yanıt aramak istiyoruz.
Önce bir gerçeği görelim:
Anayasa’nın 69’uncu maddesindeki "Siyasi partilerin faaliyetleri, parti içi düzenlemeleri ve çalışmaları demokrasi ilkelerine uygun olur" hükmünün bugün, herhangi bir parti tarafından benimsenip uygulandığını söyleyebilir miyiz?
Biz söyleyemiyoruz. Çünkü hepsinde "Lider Diktası" olduğunu ve seçilme yaşını kaça indirirseniz indirin, yetenekli gençlerin değil liderin gözüne giren veya lider tarafından istenen kişilerin aday gösterileceğini biliyoruz.
O zaman daha genç yaşta lider gözüne girmenin türlü hokkabazlıklarını öğrenmeye zorlayacağınız, böylece kişiliğini bozacağınız genç adamları Meclis’e soksanız neye yarar?
O nedenle önce parti içi demokrasiyi işler hale getirmenin, parti üyeliği kurumunu örgüt sahtekárlarının elinden kurtarmanın, adayları dürüstçe yapılan önseçim yoluyla belirlemenin çaresini bulalım. Gerisi kolay.
Yazının Devamını Oku 8 Ekim 2006
TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Köksal Toptan’ın açıkladığına göre, "Türkiye’de, Ermeni soykırımı vardır, diyene 3 yıl hapis cezası verilmesini" öngören yasa önerisi ile "Fransa’nın Cezayir’de soykırım yapmadığını" iddia edenlerin hapisle cezalandırılmasını isteyen öneri komisyonda görüşülecekmiş. Uluslararası ilişkilerde kullanılan en etkili silah, bildiğiniz gibi "karşılıklılık" ilkesine dayanır. Fransız Milli Meclisi’nin bu ayın 12’sinde, "Ermeni soykırımı yoktur" diyenlerin hapisle cezalandırılmasını isteyen yasa önerisini görüşeceğini dikkate alırsanız, Köksal Toptan’ın açıklaması makul ve zamanında görünür.
Kaldı ki Sayın Toptan, söz konusu önerileri hükümetin onayıyla gündeme aldıklarını söylüyor.
Tüm bunlara bakınca "Tebrikler!" dememizi bekliyorsanız, aldanıyorsunuz.
Tamam... Fransa’nın yaptığı ne "düşünceleri ifade özgürlüğü" ile bağdaşır, ne "demokrasi", ne de "hukuk devleti" ilkesiyle...
Zaten biz de Fransa’ya yönelttiğimiz eleştirileri, yapılanın "hukuka aykırılığı" temeline dayandırmıyor muyuz?
Şimdi bizim parlamentomuz da yukarıda özetini verdiğimiz üç yasa önerisini kabul edip yasalaştırırsa yaptığımız "hukuka uygun" mu olacak?
Biz de düşüncesini özgürce ifade etmek isteyenin, örneğin "Cezayir’de Fransızların yaptığına soykırım denemez" diyenin, yahut "Türkler Ermenilere karşı soykırım uygulamıştır" görüşünü savunan insanın ağzını tıkamış, onu kendisini ifade etme hakkından mahrum bırakmış olmayacak mıyız?
O takdirde bizim yaptığımızın, Fransızların "yanlış" hatta "faşizan" olduğunu söylediğimiz eyleminden ne farkı olur?
Tamam "uluslararası ilişkilerde karşılıklılık ilkesi önemli ve etkili"dir. Ama "karşılıklılık" adına alıp uyguladığınız önlemin hukuka aykırı olmaması öncelikli koşuldur.
Gerçi uluslararası ilişkilerde "hukuk"tan çok "kuvvet"in sözü geçer. Nitekim bunun sayısız örneğini her gün görmekteyiz.
Ama hepimize, özellikle TBMM’ye düşen, Türkiye’nin saygınlığını tartıştıracak bir karar almak değil, yükseltecek karar almaktır.
Peki "Onlar yapacak biz de elimiz kolumuz bağlı bekleyecek miyiz?"
Hayır... Sonunda bizi zararlı çıkartmayacak "ambargo"lar, "boykot"lar uygulayacağız. Uzun vadeli ve bol bütçeli (Türkiye’nin bu konuya ayıracağı her yıl 100 milyon doları yok mu?) bir tanıtım kampanyasıyla tezimizi anlatacağız. Resmi ağızların "Elimizden gelen her türlü tedbiri alıyoruz" cümleleriyle bir yere ulaşamayacağımızı bileceğiz. Kesintisiz, sistemli, seviyeli ve etkili kampanyalar yapacağız.
Yetmedi... Sayın Şükrü Elekdağ’ın yıllar önce ortaya attığı projeyi gerçekleştireceğiz... Nasıl Ermeniler kendi aralarında para toplayıp Washington D.C.’de Türkleri hedef alan bir müze kurdularsa biz de aynı şekilde hareket edip orada bir "Anadolu Medeniyetleri Müzesi" kuracağız. Bunu mümkün olan her ülkede örneğin Almanya, Fransa ve İngiltere’de de yapacağız.
Kısaca, artık savunma taktiğini terk edip saldırıya geçeceğiz.
Yazının Devamını Oku 7 Ekim 2006
ÇILGINLIK bulaşıcı bir hastalık galiba... Önce yani 11 Eylül 2001 terör eyleminden sonra ABD’de görüldü. Şimdi Avrupa’ya yayıldı. Son olarak Fransa’da, Hollanda’da, İsviçre’de ortaya çıktı.<br><br>ABD’de önce Başkanlık Emirnamesi ile, sonra "Patriot Act" dedikleri "Yurttaş Yasası"yla hukukun ırzına geçildi. "Terörle bağlantılı" sandıkları her kişi ve eylem için Ortaçağ engizisyonunu aratmayan kurallar ve uygulamalar getirdiler.
İngiltere’nin aynı amaçla getirdiği yasaların uygulaması, onların becerisi sayesinde dünya kamuoyunu karıştırmadı. Ama hukukun çiğnenmesi orada da mazur ve makul sayıldı. Kimse de hesap sormadı.
Fransa ve İsviçre’nin tüm tarihleri boyunca savundukları "düşünceleri ifade özgürlüğü"nü hiçe sayıp insanlara, "Ya resmi politikalarımıza uygun düşünürsün yahut cezalandırılırsın" dediğini biliyoruz. Bunu "Biz Ermenilere karşı Türkler soykırım uygulamıştır diye karara bağladık. Aksini söyleyen -söylediği gerçek olsa da- hapisle cezalandırılır" diyerek ortaya koydular.
Demek ki yasal prosedür tamamlanınca ancak en aşağılık faşist ülkelerde görülen uygulamalar bu "demokratik"(!) ve "uygar"(!) ülkelerde de başlayacak.
Ama bu faşist baskıların en yenisi ve belki de en iğrenci, kendisini "hoşgörünün ve liberal değerlerin kalesi" gören Hollanda’da ortaya çıktı:
Gelecek ayın 22’sinde yapılacak Parlamento seçimlerinde Hıristiyan Demokrat Birliği’nden (CDA) aday olan Osman Elmacı ile Ayhan Tonca partilerinin "Ermeni soykırımı olmuştur" şeklindeki görüşünü kabul ettiklerini alenen söylemedikleri için adaylıktan çıkarıldılar.
Yani söylediklerinden değil, söylemediklerinden sorumlu tutuldular.
Aynı şeyi daha önce adaylardan Erdinç Saçan’a yapan Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (PvdA) şimdi de Nebahat Albayrak’ı baskı altına aldığı bildiriliyor. "Ya Ermeni soykırımı olmuştur dersin yahut adalıktan çıkarsın!"
İnanılmaz bir hukuk ihlali...
Bitmedi... Hamburg Başkonsolosluğu’ndan emekli dostumuz Ülkü Başsoy, Hollanda milletvekillerinden Bayan Tineke Huisinga-Heranga’nın, "Ermeni soykırımı olmamıştır" diyenlere ceza verilmesini isteyen bir yasa önerisini parlamentoya sunduğunu bildiriyor.
Ülkü Başsoy bu hanıma bir mektup göndermiş, "Sizin demokratik değerleriniz, ahenk içinde farklılık iddialarınız nerede?" diye soruyor. "Sizden farklı düşünenlerin ağzını kapatırsanız ifade ve ikna özgürlüğünü nasıl savunacaksınız? Biliniz ki sizinki dahil, siyasi partileriniz Avrupa’nın 1930’dan 1945’e kadar yaşamaya mecbur olduklarını tekrar diriltmekle iftihar edebilirsiniz. (...) Bu uygulamalar ancak Nazi Almanyası’nda, Sovyetler Birliği’nde ve Pol Pot Kamboçyası’nda yaşananlarla mukayese edilebilir" demiş.
Başsoy ve öteki duyarlı Türk aydınları -Türkiye’nin aktif desteğini almadıkça- ne kadar başarılı olabilirler, bize hukuk, insan hakları, ifade özgürlüğü dersi vermeye kalkanlara aynadaki çehrelerini nasıl gösterebilirler bilmiyoruz.
Asıl önemlisi, -kendimizle ilgili yanlışları savunmaksızın söyleyelim- bize Orhan Pamuk, Hırant Dink, Elif Şafak dersi verenlerin yediği naneyi görüyor musunuz?
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2006
DÖNDÜK dolaştık, TBMM’nin taa 29 Nisan 1920’de kabul edip yürürlüğe koyduğu 2 sayılı "Hıyaneti Vataniye" yasasının birinci maddesinde tanımladığı "irtica" eylemi ile, bir önceki Ceza Yasası’nın 163’üncü maddesindeki "irtica"yı "İrtica da ne demekmiş?" diye araştırmaya başladık. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ABD dönüşü, beraberindeki gazetecilere "irtica varsa üzerine gideceklerini ama, irtica diyenlerin neyi kastettiğinin belli olmadığını" söylediğini anlıyoruz.
Bu yaklaşıma eğer başka bir şey demezlerse, en zarif ifadeyle "tecahül-ü arifane" yani "biliyor ama bilmezden geliyor" derler.
Ama biz yine de Başbakan’ın iyi niyetine verelim ve yukarıda sözünü ettiğimiz yasa hükümlerini anımsatalım:
Hıyaneti Vataniye yasası tam bir İhtilal dönemi ürünüydü. O nedenle getirdiği cezalar ağır, çoğu kez de "idam"dı. Gerçi uzun süre yürürlükte kaldı ama uygulanmadı. Sonraki yıllarda çıkartılan 765 sayılı Ceza Yasası’na konan 163’üncü madde onun yerini aldı. Böylece "irticai" eylemleri cezalandırırken o hüküm kullanıldı.
Her iki yasanın da bu konuda getirdiği tanımlama öz olarak aynı idi. Eylemi daha ayrıntılı olarak tanımlayan 163’üncü madde:
"Devletin sosyal ve ekonomik veya siyasi veya hukuki düzenini, kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya siyasi menfaat temin ve tesis eylemek maksadıyla, dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek (...) propaganda yapan veya telkinde bulunan kimse, beş yıldan on yıla kadar hapisle cezalandırılır" diyordu.
Anımsanacağı gibi Turgut Özal, 1991 yılında Terörle Mücadele gerekçesiyle 3713 sayılı yasayı çıkarttırırken, kendisine bir de "özgürlükçülük" süsü vererek Ceza Yasası’nın, hem 163’üncü maddesini hem de "sol aydınlara" şirin görünmek için 141 ve 142’nci maddelerini yürürlükten kaldırttı. Gerçi 141 ve 142 yerine dolambaçlı ifadeyle 7 ve 8’inci maddeleri koydu ama 163’ün kaldırılmasından doğan boşluk hiçbir zaman dolmadı. Pek ilerici geçinen sol aydınlar da buna alkış tuttu.
Oysa doğrusu 163’ü kaldırmak değil, "laik cumhuriyeti koruyacak" fakat "din ve vicdan özgürlüğüyle çelişmeyecek" şekilde değiştirmekti. O da olmadı.
Şimdi elimizde tek dayanak olarak Anayasa’nın, "dinin siyasete alet edilmesini" yasaklayan 24’üncü maddesi var. Ne var ki 163’üncü madde kaldırılalı beri onu ihlal etmenin cezası yok.
Dahası... Geçen yıl yürürlüğe giren yeni Ceza Yasası görüşülürken, şimdi "İrtica da nedir ki?" diye numara yapanlar, irticanın kaynağı olan "Kaçak Kuran Kursu" açanlara "6 aydan 3 yıla kadar hapis" hapis cezası verilmesini emreden hükmü değiştirdiler. Cezayı "üç aydan bir yıla kadar hapis veya adli para cezası"na çevirdiler. "İki yıldan az" hapis cezaları "paraya" çevrilebildiği için, irtica merkezi kuranları böylece "teşvik" etmiş oldular.
Şimdi uzatmayalım. Eğer samimilerse, Anayasa’nın 24’üncü maddesine aykırı hareket edenleri cezalandıracak bir hüküm getirsinler, biz de dediklerine inanalım.
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2006
DİPLOMATLARIN genellikle ağzından çıkanı kulağı duyan kimselerden oluştuğu sanılır, ama sözünün nereye varacağını hesap etmeyenleri ile yontulmamışları sayıca az değildir.<br><br>Bazıları da konumunu karıştırır. "Temsilci" olduğunu unutur. Nezdinde bulunduğu ülkeyi adeta yönetmeye kalkar. Özellikle o ülkeyi yönetenler, kendi ulusal onurlarına sahip çıkma konusunda gereken duyarlığı göstermiyorlarsa, yerini karıştıran diplomatların işi kolaylaşır. İkide bir o ülkeye akıl veren demeçlerle, amirane tavırlarla ve pervasız hareketlerle dikkati çekerler.
Bu kadar soyut lafı elbet son günlerde karşılaştığımız örnekler yüzünden yazdık.
Önce Avrupa Birliği’nin (AB) Türkiye Temsilcisi Bay Hansjörg Kretschmer’le başladık. Onu ABD’nin Ankara Büyükelçisi Bay Ross Wilson izledi. Noktayı da AB’nin "Genişlemeden Sorumlu Komiseri" Bay Olli Rehn koydu.
Bay Kretschmer biliyoruz, Avusturya/Alman kültürü ürünü bir kişidir. Bu kültür, insanların ince olmasını değil doğru olmasını ister. O yüzden en sonda söylenecek lafı en başta söylerler. Kırıcı olurlar.
Bay Kretschmer şimdiye kadar Türkiye hakkında sayısız laf etti. Ama hiçbiri "Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sivil denetim altında olmadığı"na ve "Türkiye’nin (bu açıdan) henüz tam demokratikleşmemiş bir ülke" görüntüsü verdiğine ilişkin sözleri kadar gürültü yaratmadı.
Bu sütunda geçenlerde söyledik. Bay Kretschmer’in dedikleri değil, onları ne zaman ve hangi ortamda, hangi üslupla dile getirdiği sorun yarattı.
Böylece ne oldu? Bay Kretschmer bir diplomattan beklenenin tam tersini yaptı. Çünkü onun temel görevi "temsil ettiği dünya ile nezdinde görev yaptığı dünya arasında anlayış ve işbirliğini geliştirme"dir, "bozma" değil.
Yeri gelince ilişkiler bozulabilir ama o yetki diplomatın değil, ona temsil görevini veren irade ne ise, nerede ise, onundur.
Aynı hatayı Bay Kretschmer’in pek sevimsiz selefi Bayan Karen Fogg da yapmadı mı? "Mubassır" edalı konuşmaları ve demeçleri yüzünden AB’ye lanet okumayan insan mı kaldı.
ABD’nin Ankara Büyükelçisi Bay Ross Wilson biliyorsunuz göreve geleli az pot kırmadı. Ama "Türkiye’de irtica tehdidi var mı yok mu?" tartışmalarının ayyuka çıktığı gün tutup bunları -ve genelde siyasi tartışmaları- "kakofonik" diye nitelemesi, yani ahenksiz ve anlamsız laf yığını olduğunu söylemesi, tartışmaya katılanlara karşı açık bir saygısızlık oluşturdu.
Buna "son örnek" demeli mi dememeli mi tereddüt ediyoruz. Ama AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn de son günlerdeki koroya katıldı:
Bay Rehn, -hadi Ceza Yasası’nın şimdi yerden yere vurdukları 301’inci maddesine biz itiraz ederken, "Aferin! Türkler AB kriterlerine uygun bir Ceza Yasası çıkardı" dediklerini unutalım- şimdi o maddenin tamamen kaldırılmasını talep ediyor. Oysa söz konusu maddenin tamamen kaldırılması değil, değiştirilerek AB ifade özgürlüğünü gereksiz yere kısıtlamasına imkán bırakılmaması" lazım.
Yazının Devamını Oku 4 Ekim 2006
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın Başkan Bush’la görüşmek için yaptığı Washington gezisini izleyen meslektaşlarımızın önemli bir kısmının değerlendirme ve yorumlarını okuyunca zihnimiz ister istemez frenklerin kullandığı "euphoria" kavramına kilitlendi. Bu bilindiği gibi yeterince sebep olmadan duyulan aşırı iyimserliği ifade eder:
Yaptınız her şey iyidir. Söyledikleriniz mükemmeldir. Aldığınız sonuç eşsizdir. Kısaca yanlış, eksik ne varsa sizin dışınızda veya karşınızdadır.
Dikkat edin... Hangi devlet büyüğü yabancı ülkeye gitse bizim medya "başarı" hikayeleriyle dolar taşar. Sonu da çoğu kez fos çıkar.
Doğrusu Türkiye Başbakanı’nın bir başka ülkeye yaptığı ziyaretin başarılı geçmesi, somut ve kalıcı sonuçlar alması hepimizi sevindirecek bir husustur.
Ama gerçek eğer öyle ise... Aksi halde daha önce sayısız defa örneğini gördüğümüz gibi, bugünkü aşırı iyimserlikler, yarınki derin hayal kırıklıklarını doğurur.
İyimser yorumların nedeni ne imiş?
İki liderin görüşmesi için bir saat ayrıldığı halde görüşme bir saat 45 dakika sürmüş. Bu Başkan Bush’un konuğuna verdiği önemin göstergesi imiş.
Başkan Bush’un Başbakanımıza planlanandan daha uzun vakit vermesi elbet iyi... Ama o, sonuç yönünden önemli değil. Önemli olan o süre içinde ne konuşulduğu, daha doğrusu ne gibi sonuçların garantiye bağlandığı...
Bu açıdan bakınca elde maalesef dişe dokunur bir şey görünmüyor.
Gerçi Başbakan Tayyip Erdoğan, görüşme sırasında Başkan Bush’un PKK’ya karşı mücadele konusunda "kararlı" olduğu izlenimi aldığını söylüyor.
O da iyi... Ama bu kararlılık Başkan Bush tarafından ifade edilirse iyi... Yoksa sonuç bizim (Basın Konseyi adına) geçen yılın mart ayında Sayın Başbakan’a yaptığımız ziyarete döner.
O zaman yeni Ceza Yasası’nın ifade özgürlüğüne aykırı hükümlerinin (bu arada halen pek tartışılan 301’inci maddenin de) düzeltilmesi için Başbakan’la Ankara’da yaptığımız görüşmeden biz de "iyimserlikle" ayrıldığımızı söylemiş ama sonunda hiçbir şeyin değişmediğine tanık olmuştuk.
Başbakan Erdoğan’ı Washington’a götüren öteki sebepler nelerdi?
Kuzey Kıbrıs’a Avrupa Birliği ve ABD tarafından uygulanan izolasyon politikasının bitmesi mi?
O konuda yeni bir şey yok.
Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde katkı ve destek mi?
Yeni bir şey orada da yok.
Ortadoğu’da işbirliği mi?
ABD belli ki Türkiye’den bir talepte bulunmamış. Türkiye’nin taleplerine karşılık olarak da baş sallamakla yetinmiş. Bir tek somut konu var:
"Kerkük’e özel statü verilmesini" istemişiz. Oysa onu ABD değil gelecek yıl yapılacak halk oylaması belirleyecek. Buna ABD ne diyebilirdi? "Oylama sonuçlarını değiştiririz, siz merak etmeyin" mi diyecekti?
Biz yorumları okuyup yayınları izleyince bu sonuçlara vardık.
İnşallah aldanıyoruzdur... Keşke aldansak da hep birlikte sevinsek.
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2006
CUMHURBAŞKANI Sayın Ahmet Necdet Sezer’i pazar günü, TBMM’nin yeni Yasama Yılı’nı açış konuşmasını yaparken dinledik. Dün de kamuoyunun karşısında Genelkurmay Başkanı Sayın Yaşar Büyükanıt vardı. Bu iki önemli ismin de Türkiye’nin bir "irtica" tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu vurgulamaları, acaba gördükleri hayali sahi zannetmelerinden mi kaynaklanıyor?
Yoksa bize söylemedikleri bir hesapları var da, onu gerçekleştirmek için zihinlerimizi bulandırmakta, toplumu huzursuz etmekte yarar mı görüyorlar?
Cumhurbaşkanı Sezer topu topu 8 ay sonra görevinden ayrılıp kendi özel dünyasına çekilecek. Demek ki ilerisi için bir hesap yapmasına sebep yok.
Genelkurmay Başkanı sadece dün değil, kamuoyuna sesini duyurabildiği ilk günden beri aynı şeyleri söylüyor. Laik Cumhuriyet’in altının oyulmasına izin verilmemesini isteyip duruyor.
Daha doğrusu söylemeye kendisini mecbur hissediyor. Çünkü iş başındaki hükümet -bizim kanımızca da- yaptıkları ve yapılmasına göz yumdukları ile gerçekten laik sistemin altının oyulmasında aktif rol oynuyor.
Anamuhalefet partisi CHP ise laik sistemi koruma görevini Silahlı Kuvvetler’e ihale etmiş olmanın huzur ve keyfi içinde olup biteni seyrediyor.
O nedenle, bazı komutanlar zaman zaman siyasi denebilecek türden, o nedenle doğru bulmadığımız sözler söylüyorsa, sorumluyu başka yerde aramayın:
Başlıca iki sorumludan biri yukarıda değindiğimiz nedenlerle Başbakan Tayyip Erdoğan, öteki de anamuhalefet lideri Deniz Baykal’dır.
Kaldı ki laik Cumhuriyet’in düşmanı olduğunu saklamayan bir kişiyi Başbakanlık Müsteşarlığı’na getiren ve onu orada tutan bir zihniyet, laik sistemi koruduğunu söyleyemez. Çünkü herkes bilir ki bürokrasinin en kritik ve etkili makamı Başbakanlık Müsteşarlığı’dır.
"Milli" olması gereken "eğitim"i, türlü tertiplerle "dini"leştirmeye çalışan bir politikacı, çocuklarımızın zihniyetini ve kişiliğini etkileme gücüne sahip olduğu sürece kimse Türkiye’de laik eğitim sistemi uygulandığını savunamaz. Savunursa kendisinden başka kimseyi inandıramaz.
Öteki sayısız örneğe girmiyoruz. Sadece diyoruz ki, bu gerçekler iktidar tarafından da görülüp yanlış gidişten dönülmedikçe, ne bu tartışmanın biteceğine, ne de Türkiye’nin önünün açılacağına inanıyoruz.
Sayın Cumhurbaşkanı ile Sayın Büyükanıt’ın konuşmalarını tek yazıda değerlendirmeye kalkınca elbet belirli ifadeleri ele alma olanağı kalmıyor. Ancak Sayın Sezer’in yaptığı konuşmanın önümüzdeki yıllarda da zaman zaman gönderme yapılacak kadar önemli ve içerikli olduğuna işaret etmek istiyoruz.
Büyükanıt’ın konuşması nedeniyle biraz hayal kırıklığına uğradık. Çünkü konuşmanın "teknik" denebilecek birinci bölümünü tartışma dışı bırakırsak:
Sayın Büyükanıt, "PKK terörüne karşı verilen mücadele" konusunda güçlü ifadeler kullandı ama "laiklik ve irtica" konularını Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri Komutanlarının konuşmalarına atıfta bulunarak geçiştirdi. Oysa bu konuda somut bilgilere dayalı bir bugünkü Türkiye resmi çizebilirdi.
Sayın Büyükanıt’ın bir de, bir vakıf tarafından hazırlanmış bir raporu uzun uzun eleştirmesini yadırgadık. Bu eleştirinin o vakfa yaradığını Sayın Büyükanıt hiç dikkate aldı mı doğrusu merak ettik.
Yazının Devamını Oku 1 Ekim 2006
ÖNÜMÜZDE hayli gergin günler olduğu görülüyor. Çünkü Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ABD gezisine katılan gazetecilere uçakta söylediklerinden, özellikle "irtica tehlikesi" konusundaki uyarıları hálá algılamadığı anlaşılıyor.<br><br>Söz konusu uyarılara gelmeden Başbakan Erdoğan’ın uçaktaki sözlerine gelelim. Gazetecilerle arasında şu konuşma geçmiş:
"- Genelkurmay Başkanı ile yaptığınız görüşmede irtica meselesini de gündeme getirdiniz mi?
İrtica meselesi gündeme gelmedi. Ancak Türkiye’de gerilime vesile olacak açıklamalardan kaçınmak gerektiğini söyledim.
- Bunu söylediniz mi?
Evet söyledim. Çünkü bu süreç ekonomiyi etkiliyor. Bırakalım akışına gitsin; ben söylerim, isterse ekonomi batsın demek olmaz.
- Siz bunu söyleyince Genelkurmay Başkanı’nın tavrı ne oldu?
Yaşar (Büyükanıt) Paşa bu konularda hassastır. (...)
- Son günlerdeki irtica tartışması konusunda ne diyorsunuz?
İrtica bugünün tartışması değil. Bana göre sağlıksız bir kavram olarak gündemde tutuluyor. Bundan nemalananlar var. (...)"
Gördüğünüz gibi Başbakan yönünden bir sorun yok. Bu da normal. Çünkü kendisine en yakın çalışma arkadaşı olarak seçtiği kişi (Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer) alenen ve resmen bu ülkede "İslami bir rejim kurulmasını" isteyen kişi.
Bülent Ecevit’in son başbakanlığı sırasında, tüm ülkedeki irticai faaliyetleri izlemek için kurulan Başbakanlık Takip Kurulu’nu kaldıran kim?
Başbakan Tayyip Erdoğan ile Müsteşarı Ömer Dinçer!
Anadolu’daki irticai faaliyetleri takip edip öğrenme ve engelleme yolu tıkandığına göre, Başbakanlığa herhangi bir "irtica" eyleminin yansımamasıdan tabii ne olabilir?
Kısaca, Başbakan devletten "kendi istediği" bilgiyi alıyor. O da "irtica yok ki tehlike olsun" demesine sebep oluyor.
Oysa irtica gerçekten büyük ve ciddi bir tehlike... O kadar ki Türkiye’yi dışarıdan izleyen yabancılar bile artık "Türkiye bu gidişle Batı’dan kopar mı kopmaz mı, İranlaşır mı İranlaşmaz mı?" tartışması yapıyor. Bir tek bizim yöneticilerimiz, daha doğrusu iktidar kadromuz rahat. Doğrusu bir de CHP’nin fazla bir derdi yok. Kalan tüm Atatürkçü aydınlar tedirgin. Bu tedirginlik Silahlı Kuvvetler’in komuta kademesinde de yoğun bir şekilde hissedildiği için olsa gerek, son günlerde o taraftan gelen -kanımızca ölçülmüş biçilmiş, orkestrasyonu yapılmış- konuşmalardaki irtica tehdidi uyarılarının dozu her gün artıyor.
Nitekim Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri Komutanları sırasıyla alarm sesi verdiler. Son olarak TBMM’nin Yeni Yasama Yılı’nı bugün açacak olan Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in ve 2 Ekim günü Harp Akademileri’nin yeni eğitim yılını açacak olan Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın -kanımızca iyi değerlendirilmesi gereken- uyarıları yapması bekleniyor.
İktidar, içmeyen insanları bile sarhoş eder. Ama sarhoşken bile insan, dosta ve doğru sözler söyleyip uyaranlara kulak verecek kadar akıllı olmalı.
Yazının Devamını Oku