19 Ekim 2006
ÖNCE "geçmiş olsun" dileklerimizi sunuyoruz. Başbakan Tayyip Erdoğan önceki gün başından geçen ve "hipoglisemi" (kan şekerinin ani düşmesi) nedeniyle başta yakınları olmak üzere olayı duyan herkesi korkuttu. Dileriz bir daha olmaz ve -siyasi çizgisine ne kadar karşı olsak da- Sayın Tayyip Erdoğan ülkeye uzun yıllar hizmet verir.
Biz dediğimiz gibi Sayın Erdoğan’ın "hizmet" saydığı birçok politikanın ve uygulamanın uzun vadede bu ülkeye zarar vereceğine inanıyor ve bunu yüzüne karşı söylüyoruz.
Tıpkı merhum Turgut Özal döneminde olduğu gibi.
İyi anımsarız o tarihlerde "Aman dikkat, bu gidiş iyi değil" diyenlere "Semra Hanım’ı görmüyor musun? Kızının yaşam şekline bakmıyor musun? Senin dediğini istese önce eşine ve kızına engel olur" diyorlardı.
Şimdi sesleri kesildi.
Bu yazının konusu Sayın Başbakan’ın izlediği politikalar değil, sağlığı olduğu için biz o noktaya dönelim:
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yaşadığı olay birkaç gerçeği ortaya çıkardı:
Biz İstanbul’un her gün biraz daha yaklaşan büyük depremi karşısında nasıl duyarsız ve hazırlıksız isek, belli ki Başbakan’ın sağlığı veya ona benzer acil sorunlar konusunda da o kadar hazırlıksızız. Daha doğrusu Arap’ın "Etrak-ı bi idrak" yani "Türkler idraksizdir" sözünü doğrulamak istiyor gibiyiz.
Gerçekten idrak sahibi olanlar, geleceği görürler, önlemi ondan önce alırlar. Bizim gibiler de önce "Bir şey olmaz abi!" ahmaklığına sığınırlar. Başlarına felaket gelince de ya "Allahın hikmeti" der, yahut "Kader böyle imiş"le avunurlar.
Nitekim Başbakan’ın makam şoförü bile böyle bir durumda şoför olarak ne yapması gerektiğini bilmediği gibi, mümkün olan en büyük yanlışı yapıp hayati tehlikeye maruz Başbakan’ı arabanın içinde kilitliyor.
Haberlere göre "Koruma Emniyet Amiri" daha iyi değilmiş.
Öteki tedbirsizlikler de tüy dikecek kadar kötü ve ilkel...
Anlaşılan, Başbakan gibi her an "suikast" türü bir tehlikeye maruz kalabilecek kişiyi en kolay ve en seri şekilde nasıl kurtarabiliriz sorusunu bugüne kadar düşünüp yanıtlayan -daha doğrusu gerekli önlemi alan- olmamış.
Biz Turgut Özal merhumu da aynı ihmalkarlığımız yüzünden kaybetmedik mi?
Demek ki önce bu eksiğin -eğitim, donanım dahil- tüm boyutlarıyla giderilmesi lazım.
İkincisi, galiba daha az önemli değil:
Nedense bu tür olayları çok abartıyoruz. Bizi bilmeyen biri halimizi görse, "Allah Allah! Bu Türkiye’de Cumhurbaşkanı, Başbakan gibi kimseler hiç rahatsız olmazlar mı?" diye sorabilir.
Olurlar efendim, olurlar... Ama biz oraya çıkanı peygamberleştirdiğimiz için, en küçük bir hastalığı bile "felaket" gibi görür ve gösteririz.
Neyse... Sayın Başbakan’a biz tekrar sağlık dileyerek noktayı koyalım.
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2006
LÜKSEMBURG’dan gelen haberler pek parlak değil. Galiba bizim "kırmızı çizgi" şampiyonu hükümet, daha önce ilan ettiği "kırmızı çizgi"leri bu defa Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’a sildirecek. Çünkü o çizgiler o şekilde durursa, anlaşılan Avrupa Birliği ile müzakereler kesintiye uğrayacak. Yazının belki de en sonunda söylenmesi gerekenleri baştan ifade ettik. O nedenle filmlerdeki gibi "flash-back" yapalım, yani daha önce ne olmuştu ona bakalım da, vardığımız sonuç doğru mu değil mi o noktaya sonra gelelim:
Kıbrıs sorunuyla ilgili son dönem bilindiği gibi, 24 Nisan 2004 tarihinde tüm Kıbrıs’ta oya sunulan Kofi Annan Planı’nın Türkler tarafından kabul edilmesine karşılık Rumlar tarafından reddedilmesiyle başladı.
Türkiye’deki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetiyle KKTC’deki Cumhuriyetçi Toplum Partisi (CTP) bilindiği gibi "Hele siz Annan Planı’nı kabul edin, gerisi kolay. KKTC’yi dünyadan izole etmek için konulmuş önlemler kalkacak. Hatta, zamanı gelince AB’den tam yararlanması için şimdiden KKTC’ye ciddi yardım yapılacak" türü propagandalara bolca destek verdi.
Lakin bunların hemen hiçbiri gerçekleşmedi. Yani Türkler aldandıklarıyla kaldı.
Buna karşılık elimizdeki yegáne koz, Türkiye’nin, Rum uçak ve gemilerine, hava ve deniz limanlarını açmaması idi. Bunun mantığı da vardı, çünkü Türkiye "Hava ve deniz limanlarımızı açarız ama önce AB de izolasyonları kaldırma konusunda verdiği sözü tutsun" diyordu.
Lakin biliyorsunuz 8 Kasım tarihinde AB, Türkiye ile ilişkilerin son bir yıllık durumunu içeren raporu yayınlayacak. Bu raporda ya "Türkiye daha önce attığı imzaya rağmen Rumları tanımıyor. Limanlarını açmıyor. Öyleyse müzakerelere devamda anlam yok" diyecek ve ilişkiler donacak, yahut da bizim meşhur kırmızı çizgilerin sonuncusundan da Türkiye vazgeçecek. Kısaca Rumlar adına AB’nin istediği ödünler verilecek.
Lüksemburg’da işte bunun pazarlığı yapıldı. Zemin olarak da AB’nin dönem Başkanı Finlandiya’nın Dışişleri Bakanı Erkki Tuomioja’nın yaptığı öneriler kullanıldı. Buna göre Kıbrıs’taki "Maraş bölgesi 2 yıl için Birleşmiş Milletler’e (BM) bırakılacak"mış. "Gazi Magosa limanı KKTC ile AB (veya BM) tarafından ortaklaşa yönetilecek"miş. "Türkiye de ’bazı’ limanlarını (zaten İstanbul, İzmir ve Mersin yeter de artar bile) Rum gemilerine açacak"mış.
Peki KKTC’nin veya Türkiye’nin aldığı ne olacakmış?
"Müzakerelere devam edeceğiz ya! Daha ne istiyorsunuz?" diyorlar.
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün dün Lüksemburg’daki basın toplantısında "Fin Planı" hakkında verdiği yanıt ilginçti. Sayın Bakan, "Vallaa... Kıbrıslı Türklerle Rumlar evet derse, biz neden itiraz edelim"e getiriyordu.
Sanki bunca yıl, "Kıbrıs’ın Türkiye için stratejik önemi büyük" diyen biz değilmişiz gibi.
İyi de Maraş gitmiş, Magosa Limanı’nda Rumlar söz sahibi olmuş. İzolasyonları kaldırma yönünde tek adım atılmamış, garanti de verilmemiş... Yine de "Onlar anlaşırsa mesele yok" diyoruz.
Bu durumda geriye, bir bez alıp kırmızı çizgileri silmek kalıyor.
Ama dedik ya... Bu defa hükümet o işi KKTC’ye bırakmak istiyor.
Yazının Devamını Oku 17 Ekim 2006
FRANSIZ Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın son pazar günkü gazetelerimizde yayınlanan haberlerle ilgili tekzibini Milliyet’te okuyunca, "Acaba dedik, bizim bildiklerimizde mi bir eksik veya yanlış var, yoksa bu tür tekzibe sebep olanlarda mı?" Gazeteci Sabetay Varol’un verdiği bilgiye göre:
"Fransa Cumhurbaşkanlığı kaynakları, Başbakan Erdoğan tarafından, Chirac’ın kendisini telefonla arayarak üzüntülerini bildirdiği ve yasal süreci engellemek için her şeyi yapacağı yönünde kamuoyuna verdiği bilgileri teyit etme"miş.
Fransız AFP Ajansı, Chirac’ın Erdoğan’a sadece, "Türkiye’nin bellek çalışması yapmasının zorunlu olduğunu (ancak) Ulusal Meclis’te oylanan yasa metninin gereksizliğini" ifade ettiğini bildirmiş.
Varol’un haberine göre, "Kaynaklar, Chirac’ın Erdoğan’a ülkesinin Türkiye’ye bağlılığını belirttiğini ve (Ermenistan’ın başkenti) Erivan’da yaptığı açıklamaları tekrarladığını" vurgulamışlar.
Biliyorsunuz Chirac, Erivan’da Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan ile düzenledikleri ortak basın toplantısında, "Ermeni soykırımını Yahudi soykırımıyla bir" tutmuş, "Türkiye, AB üyesi olmak için Ermeni soykırımını tanımalı mı?" şeklindeki bir soruya karşılık;
"Dürüstçe konuşacaksak, öyle olması gerektiğine inanıyorum" demişti.
Chirac bununla kalmamış:
"Türkiye’nin soykırımı kabul etmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü ülkeler hatalarını ve dramlarını kabul ederek büyürler. Almanya, Yahudi soykırımını kabul ederek büyüdü. Bir ülke, eğer bir topluma ait olmak, inandıklarını, değerlerini paylaşmak istiyorsa, Türkiye de tarihine, geleneklerine ve kültürüne bakarak kendine ders çıkarmalıdır" diye eklemişti.
Şimdi içinden çıkamadığımız birinci husus şu:
Yukarıdaki sözleri Erdoğan’a telefonda da tekrarladığını ileri süren Chirac mı doğru söylüyor, yoksa Chirac’a "Ermenistan’a ziyareti sırasında soykırım iddialarıyla ilgili söylediklerinin de Türk kamuoyunda tepkiyle karşılandığını" vurgulayıp "AB üyeliğine yaklaşımınızı benimsememiz de mümkün değildir" diye -deyim yerindeyse- fırça çektiği bildirilen Erdoğan mı?
Keza "Chirac, Ermeni soykırımının inkárını suç sayan önerinin yasalaşmaması için elinden geleni yapmaya" söz verdi mi vermedi mi?
Öyle ya... Ulusal Meclis’teki görüşmeler sırasında Fransa Hükümeti gerçi öneriyi desteklememişti ama engellemeye de kalkmamıştı.
İkinci mesele, yani "Acaba yanlış mı biliyoruz?" dediğimiz husus da şu:
İki veya daha çok ülkenin yetkilileri arasındaki görüşmeler, eğer biz yanlış bilmiyorsak, "ancak iki tarafın mutabık kalması koşuluyla" açıklanabilir. Çünkü bir tarafın içtenlikle söylediği sözler onun izni almadan açıklanırsa, o kişinin başı derde girebilir.
Oysa ilamaşallah bizim "yetkili"lerimiz karşı tarafın izni olup olmadığına bakmadan, yaradana sığınıp o ikili görüşmeyi üstelik işlerine geldiği şekilde açıklayıveriyorlar.
İyi anımsarız eski bir başbakanımızı, bu tür hafiflikleri yüzünden o zamanki Almanya Şansölyesi Helmut Kohl bir daha muhatap alıp konuşmamıştı.
Bir insanın mevkii yükselince kendisini "devlet adamı" sanması kolay ama "devlet adamı" sıfatını gerçekten hak etmek, anlaşılan hiç de kolay değil.
Yazının Devamını Oku 15 Ekim 2006
TÜRKİYE eğer "Türkiye" değil de örneğin "İngiltere" olsaydı, yani politikacı politikacılığının, asker de askerliğinin gereklerini yerine getirerek yaşasaydı, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’a; "Bir dakika Paşam! Siz kendi kararlarınızı değil, meşru hükümetin kararlarını uygulamak için orada bulunuyorsunuz" demek kolaydı.
Onunla kalmaz, Doğru Yol Partisi (DYP) Genel Başkanı Mehmet Ağar’a yanıt olarak dünkü Milliyet’te çıkan sözlerinin de "düpedüz siyaset yapmak" olduğunu ileri sürebilirdiniz.
Ne yazık ki siyasetçiler, "Cumhuriyetin temel ilkelerini hedef alan tehlikeleri bertaraf etme" konusunda kendilerine düşeni yapmadıkları için, asker zaman zaman konuşuyor. Konuşmasını, "Biz cumhuriyetin temel değerlerini savunuyoruz. Bu, siyasetten önce gelen bir Anayasal görevdir" gerekçesiyle açıkladığı zaman, mantıklı bir laf bulup karşı çıkamıyorsunuz.
İngiltere örneğini boşuna vermedik. Orada da son günlerde "askerin siyasete karışması" gibi bir olay yaşandı, ama yer olmadığı için ayrıntılara giremiyoruz.
DYP Genel Başkanı Ağar tartışmayı önce, 4 Ekim 2006 tarihinde, Abbas Güçlü’nün Kanal D TV’de yayınlanan Genç Bakış programında "Benim dönemimde asker konuşamaz. Asker konuşuyorsa hükümet yok demektir" diyerek başlattı. Onun ardından Diyarbakır’a gitti. Orada sarf ettiği bazı sözlerin "PKK’ya genel af" anlamına gelip gelmediğin soran gazetecilere;
"Mesele bir daha silahların patlamamasını sağlamaktır. Sabırla, sükûnet ortamında yürümeli. Devlet husumet yeri olamaz. Ha babam dağda silah sesleri olacağına, düz ovada siyaset yapsın" yanıtını verdi.
Yaşar Büyükanıt’ın şimdi bu sözlerden duyduğu rahatsızlığı dile getirdiği ve "Bunu çok talihsiz bir konuşma olarak görüyorum. (...) Ben Türkiye’nin geleceği, rejimin laik yapısıyla ilgili olarak konuştum. Bu başlıklar hakkında konuşmanın iç siyasetle bir ilgisi yok. O zat iktidarda olsa da biz bu konuları konuşuruz" dediği bildiriliyor.
Büyükanıt ayrıca, "Bu bir genel af çağrısıdır. Bunu şiddetle kınıyorum" dedikten sonra ilginç bir soru yöneltmiş:
"Dağdan inen insan nasıl siyaset yapacak ki?"
Gerçekten Turgut Özal’ın da Ağar’ınkine benzer arayışları olduğu sırada çözemediği sorun, Büyükanıt’ın sorduğu idi.
Geçenlerde Başbakan Tayyip Erdoğan da, PKK’dan söz ederken, "Eylem olmazsa durduk yerde ateş etmeyiz" demiş, bir bakıma "yaptığı hırsızlıkların cezasını çekmeyen kişi eğer ’artık vazgeçtim’ derse, polisin ona dokunmayabileceğini" ifade etmişti.
Gördüğünüz gibi asker, PKK ile sonuna kadar mücadeleden yana. Kaç yıldır PKK konusunda kılını kıpırdatmamasından yakındığımız ABD’nin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Sean McCormack da olaya askerler gibi bakıyor. Nitekim önceki gün, "PKK bir terör örgütüdür ve silahlarını koşulsuz olarak bırakmalıdır. Bizim görüşümüz bu" dediği bildiriliyor.
Oysa biz burada "dağdaki adamın işlediği cinayetleri görmezden gelip, onu siyasete sokalım mı sokmayalım mı" sorusunu tartışıyoruz. İşin tuhafı, hükümet de bu tartışmaya zemin hazırlıyor.
Peki ama Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, Ağar’ın sözlerini kınayıp "Terörle mücadele eden güçlerimizin şevkini kırdığını" söylerken hükümetin görüşünü mü dile getiriyordu, Genelkurmay’ınkini mi?
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2006
BAKALIM meşhur Fransız arogansı (kendini beğenmişliği) onlara bir yarar sağlayacak mı?<br><br>Biliyorsunuz, bazı insanlar gibi bazı uluslar da kendilerinin "hata yapmaz"lığına inanırlar. Meşhur sözdeki gibi "analarının rahmine düştükleri andan itibaren haklı olanlar" vardır. Fransa ve Fransız öyledir. Ama beğenmedikleri Türklere darbe olsun diye Ulusal Meclis’in kabul ettiği yasa önerisi, daha mürekkebi kurumadan suratlarına şamar gibi inmeye başladı.
Okuyoruz...
Fransızların gözünün içine bakmakla şöhretli Belçika’dan bile, Fransız Ulusal Meclisi kararının aptalca olduğu mesajları geliyor. Kabul edilen önerinin "çirkin ve bilinçsiz bir siyasi menfaat oyununu" yansıttığı, "Avrupa’nın Türkiye’ye karşı hatalarının giderek arttığı" yazılıyor.
Geçen yıl Belçika Parlamentosu’na "Ermeni soykırımı olmadığını söyleyenin cezalandırılması" yolunda bir öneri veren Valon Liberal Parti’li (MR) Christine Defraigne ile François Roelands du Vivier, "Önerileriyle ilgili görüşmelerin devam edeceğini ve Fransa örneğinin göz önünde bulundurulacağını umduklarını" söylemişler.
Belli ki henüz akılları başlarına gelmemiş.
Beklesinler... Fransız Ulusal Meclisi’nin yaptığı eğer Fransa’ya yarar sağlarsa, durmayıp hemen onlar da kendi önerilerinin yasalaşmasını sağlasınlar.
Ne de olsa Afrika’nın zavallı yerlilerini 150-200 yıl boyunca iliklerine, kemiklerine kadar sömürmek, buna isyan edenleri soykırımdan geçirmek, sonra da utanmadan "onlara özgürlüklerini verdik" diyerek ortalıkta boy göstermek gibi bir ortak geçmişleri var.
Ama bakın, Ermeni diasporası tarafından satın alınmamış veya susturulamamış sesler başka çıkıyor. Örneğin, İngiltere’de yayınlanan ciddi gazetelerden Financial Times, Fransız Ulusal Meclisi tarafından alınan kararın "ifade özgürlüğüne büyük tehdit oluşturduğunu, meclisin en kısa zamanda bu, tarihi yargılama girişiminden vazgeçmesi gerektiğini" söylüyor.
Fransa’da bile Le Monde ile Le Figaro’dan sonra sol eğilimli Liberation Gazetesi de, kabul edilen yasa önerisinin Fransa’ya "zararlı" olduğunu yazdı.
Kanada ve ABD’nin ciddi gazetelerinin eleştirilerinden belki daha ilginci, Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen’den geldi. Biliyorsunuz Rasmussen, meşhur "karikatür krizi"nde de, Türkiye’nin Roj TV ile ilgili "kapatma" talebi karşısına çıktığı zaman da "ifade özgürlüğü"nü gerekçe göstererek her iki olaya da müdahalede bulunmamıştı. Şimdi aynı Rasmussen’in tutarlılığını koruduğu ve "Bence insanların düşünceleri ve tutumlarını yasalarla yasaklamak doğru değil" dediği bildiriliyor.
Gördüğünüz gibi "Ermeni soykırımı" iddiaları söz konusu olunca Türkiye’yi desteklemeyenler bile Fransa’nın "ifade özgürlüğü" konusundaki ikiyüzlülüğü karşısında Türkiye’den yana tavır koydular. Demek ki biz "ifade özgürlüğü" konusunda dürüst ve samimi adımlar atarsak Fransa’yı susturmakla kalmaz, öteki ülke kamuoylarını da yanımıza alabiliriz.
Yazının Devamını Oku 13 Ekim 2006
ÖNEMLİ iki olay üst üste geldi. Dün "ifade özgürlüğü şampiyonu" geçinen Fransa’nın "ifade özgürlüğünü giyotine gönderen" bir yasa önerisini Ulusal Meclis’inin kabul etmesine tanık olduk. Bu Fransa için utanç verici olayın etkisini henüz üstümüzden atamadan yazar Orhan Pamuk’un 2006 yılı Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldüğünü öğrendik.
Orhan Pamuk’un aldığı ödül sadece onun değil aynı zamanda "Türkçe"nin ödülüdür. Çünkü bu ödül dilimizin Nobel ödülü kazandıracak zenginlikte ve edebi incelikte olduğunu da ispat etmektedir.
Elbet tüm ulusumuz adına gurur verici bir olay.
Sadece gurur verici değil, bu ödül, kendi ulusunu beğenmeyip ikide bir "Bugüne kadar Nobel almış bir Türk çıktı mı?" diyen, "Türkler geridir, ilkeldir, köylüdür, kabadır" propagandası yapan aile boyu yazarlara verilmiş bir yanıttır.
İlginçtir bunlar Türk ulusunun Nobel ödülü almamasını eleştirirler ama "yazar" olarak kendilerinin neden alamadıklarını sorgulamazlar.
Lafı bu konudan açmışken devam edelim:
Orhan Pamuk’un aldığı ödül evet çok önemlidir ama Pamuk’un bu ödülü almak için yaptığı "atraksiyon"ların unutulmadığı da bir gerçektir.
Ne yazık ki Orhan Pamuk Batı dünyasının özellikle "Edebiyat ödülü almak istiyorsan -haklı olmak şart değil- kendi ülkenle ters düşmelisin" kuralını benimseyip uyguladı:
Tuttu, önce İsviçre’de yayınlanan bir gazeteye "Bu topraklarda bir milyon Ermeni, 30 bin Kürt öldürüldü" diye demeç verdi.
Orhan Pamuk kendisinin sadece "edebiyatçı" değil aynı zamanda "tarihçi" olduğunu söylese, idddiasını ispat edecek kanıtlardan söz etse, dediklerine "bilim" adına kulak vermek gerekirdi.
Ama ortaya ne bir kanıt ne de ciddi bir gerekçe varken kendi milletini böyle ağır bir iftira ile yerin dibine sokmak ancak maksatlı olabilirdi.
Orhan Pamuk’un bir romancı, bir edebiyatçı olarak değerini konunun uzmanları beyan etsinler.
Bize gelince... Sayın Pamuk’a Nobel ile birlikte ahlaki zafiyet ödülü de verilse iyi olurdu diye düşünüyoruz.
Gelelim birinci olaya... Bu konuda bize düşen, bundan böyle her yerde, her fırsatta, her ağzımızı açışta Fransa Ulusal Meclisi’nin "faşizm" ile "özgürlük" arasındaki tercihi faşizm lehine yaptığını vurgulamak olmalı.
Taa ki aynada çehrelerini görsünler, tükürdüklerini yalasınlar.
Daha önce de yazdık. Artık hiçbir Amerikalı karşımıza çıkıp "hukuk" dersi veremez. Hiçbir İngiliz, "İnsan Hakları"nın babası Thomas Pain’le övünemez. Çünkü her iki ülke de "Terörle Mücadele" gerekçesiyle çıkardıkları yasalarla, perişan edilmedik ne hukuk ilkesi bıraktılar ne insan hakkı tanıdılar.
Hollanda’nın, Belçika’nın, Almanya’nın marifetlerini saymaya yer yok.
Ama Fransa tüy dikti. Gerekçesi ne olursa olsun, bir anda karanlık ortaçağ zihniyetinin çağımızdaki temsilcisi konumuna düştü.
Belki de zaten öyle idi ama, biz kendimizi aldatıyorduk.
Yazının Devamını Oku 12 Ekim 2006
FRANSA bizleri şaşırttı mı, yoksa yıllardır zihnimizde taşıdığımız özgürlükçü Fransa’nın değil, şu anda karşımızda bulunan ifade özgürlüğü karşıtı, bağnaz, "tek doğru"lu despotik kafalı Fransa’nın gerçek Fransa olduğunu mu gösterdi? <br><br>Galiba ilk defa kralı çıplak gördük. Ondan şaşkınız. "Ermeni soykırımı olmamıştır dersen, 5 yıla kadar hapis yatar, 45 Euro da para cezası ödersin" diyen -gerçeği bilsen de söyleyemezsin demenin ne kadar utanç verici olduğunu göremeyen- bir Fransa, altını çize çize söylüyoruz... Uygarlık álemi için bir yüz karasıdır.
Bakın "Ermenilere katliam yapılmadı" filan demiyoruz. Gerçi inancımız öyle ama o konuya girmiyoruz.
Olaya "ifade özgürlüğü" yönünden bakıyor ve Fransa Ulusal Meclisi’nin bugün görüşeceği -çok muhtemelen de kabul edeceği- önerinin sadece Fransa için değil Avrupa Birliği için de büyük ayıp teşkil edeceğini söylüyoruz.
Avrupa Birliği demişken "Genişlemeden Sorumlu" Komiser Olli Rehn’in bu konuda Fransa’yı eleştiren sözlerine dikkatinizi çekmek isteriz:
Olli Rehn "Fransız Milli Meclisi’nin öneriyi onaylaması halinde bunun yapıcı olmayan bir etki yaratmasından korkuyorum" diyordu.
Türkiye’ye gelip "Ceza Yasası’nın 301’inci maddesini kaldırın" diye akıl veren, bu maddenin "ifade özgürlüğü ile bağdaşmadığını" söyleyen Olli Rehn sıra Fransa’ya gelince lafı neden dolandırıyor? Olli Rehn bu önerinin "ifade özgürlüğüyle taban tabana zıt olduğunu" söylemeyi bilmiyor mu?
Yoksa bir ülke bir kere Avrupa Birliği üyesi sıfatını kazanırsa artık onun her naneyi yemekte özgür olduğu gibi bir varsayım mı var?
"Avrupa bir kültür ve değerler bütünüdür" diye kasım kasım kasılan "entelektüel"ler nerdeler? Bay Giscard d’Estaign’in yani "Türk" lafı geçince tüyleri diken diken olan eski Fransız Cumhurbaşkanı’nın sesi neden çıkmıyor? Le Monde’un aleme akıl dağıtan makalelerinde bu konu neden işlenmiyor?
Bu öneri nedeniyle Fransa’yı hayalarından (lütfen lügate bakınız) yakalamış bulunmaktayız. Onlara bu çağın değil artık, Galile’nin "Dünya kendi ekseni etrafından dönen bir küredir" demeyi yasaklayan Engizisyon dönemi Fransası olduklarını söyleme hakkımız var.
Abarttığımızı düşünmeyin. Biz "Ermeni soykırımı" iftirasıyla başlayan bu kavgadan başarıyla çıkmaya mecburuz. Çünkü aksi halde o iftirayı sicilimizden temizleyemeyiz. Bu da -dün bu sütunda yazdığımız gibi- kavgayı çok akıllıca yürütmemizi gerektiriyor. Taha Akyol’un da kendi sütununda ifade ettiği gibi bu kavgada bizi etkili ve güçlü kılan silah "ifade özgürlüğü" konusunda Fransa’nın içine düştüğü -veya düşmek üzere olduğu- durumdur.
Ancak başkasına "Yaptığınız ifade özgürlüğü yönünden büyük ayıptır" diyecek olan Türkiye’nin kendi ayıplarından kurtulması öncelikli koşuldur. Örneğin yeni Ceza Yasası’nın 301’inci maddesi değiştirilmedikçe, sayısız defa yazdığımız diğer sakıncalı maddeleri düzeltilmedikçe, sözümüzü dinletemeyiz. Dinletemediğimiz gibi, sonunda sesimizi kesmeye de mecbur oluruz.
Gördüğünüz gibi bizi yine "ifade özgürlüğü" selamete çıkarır.
Yazının Devamını Oku 11 Ekim 2006
FRANSA’nın bunca yıldır övündüğü temel değerleri ayaklar altına almakta kararlı görünmesi belli ki bizim kamuoyunu çok rahatsız etti. Öyle ya sen "özgürlük, adalet, eşitlik" sloganıyla yola çık, tüm dünyaya örnek olduk diye böbürlene böbürlene bugünlere gel...
Sonra da "Ya Ermeni soykırımı yapıldı dersin, yahut hapsi boylarsın" diyen bir öneriyi, 12 Ekim 2006 günü Ulusal Meclis’ten geçirmeye kalk!
Faşizmin bir başka tanımı var mı?
Öneri sahibi Sosyalist Parti milletvekilleri, yapmak istediklerinin kendi tarihleri için yüz karası olduğunu nasıl göremez, insan anlayamıyor.
Aslında bu tartışma bugün başlamadı. Fransa bildiğiniz gibi 2001 yılında "Ermenilere karşı soykırım yapıldığını" resmen yani Meclis kararıyla tanıdı.
O zaman kendi kamuoyumuzu avutmak için söylenenler hálá belleğimizde duruyor. Yok, "Oylama sırasında Meclis’te topu topu 55 milletvekili varmış da... Kalanlar da gelseymiş bu öneri kabul edilmezmiş de..."
Bunları bizim alçaklar söyledi. Oysa her şey tezgahlandığı gibi yürüdü. Örneğin Cumhurbaşkanı Jacques Chirac başta olmak üzere Fransız politikacıları ile yöneticilerin pek çoğu öneriyi destekliyordu. Nitekim ondan bir süre önce de teşebbüs etmişler ama Türkiye’nin tepkisi üzerine konuyu dondurmuşlardı. İkinci hamlede yasalaştırdılar.
O zaman "Ermeni soykırımı yoktur diyenleri cezalandırma" önerisi de gündeme geldi ama o kadarını göze alamadıkları için beklemeyi tercih ettiler.
Şimdi "zamanı geldi" diye düşünmüş olmalılar. O nedenle 12 Ekim’de kabul eder de öneriyi Senato’ya gönderirlerse şaşmayalım. Bir süre sonra Senato’dan da geçer ve yasalaşır.
İyi de bu duruma biz nasıl tepki koymalıyız?
Önce unutmayalım... Serinkanlı ve akıllı olmak zorundayız. Yoksa çık sokağa... Jacques Chirac’ın kuklasını ipe çek, Fransız bayrağını yak...
Bunlar ilkel tepkiler.
Kimileri de "Fransız malını boykot edelim" diyor...
Kaç kişiyle bunu yapacaksın? Böyle bir boykotun altyapısını hazırladın mı? Örgütlendin mi? İnsanları ikna etmek için ne yaptın, ne yapacaksın? Tüm bunları gerçekleştirmek için gerekli maddi kaynağı nereden bulacaksın? Bu boykotu ne zamana kadar, nasıl sürdüreceksin?
Efendim, nükleer santral ihalesine Fransızları almayacakmışız?
Sanıyoruz ki biz üç beş Fransız firmasını ihaleye sokmayınca elimize ayağımıza düşecekler. Airbus uçakları alırsak Avrupa Birliği’nin kapılarını açarlar sanmamız -üstelik utanmadan böyle düşündüğümüzü açıklamamız- gibi.
Airbus’ları almaya karar verdik, fiyakalı imza törenleri yaptık da ne oldu?
Bu anlayışın kukla asmaktan, bayrak yakmaktan farkı ne?
Akıllı çok... Biri de "Ermeni soykırımı yapılmıştır demeyi suç haline getirelim. Türkiye’de şirket kurarken sorulsun. ’Yapılmıştır’ diyene izin verilmesin. Vize isteyene de aynı şeyi yapalım. Yurda sokmayalım" diyor.
Yaradana sığınıp sallamak kolay. Öyle değil, geçerli ve etkili çare arayalım. Onu da bir başka yazıda yapalım.
Yazının Devamını Oku