28 Ekim 2006
ADALET Bakanı Cemil Çiçek dün bu sütunda çıkan yazımız nedeniyle aradı. YİMPAŞ olayının kamuoyuna yanlış izlenim verecek şekilde yansıtıldığından ve bizim de bu yanlışlığa katkıda bulunduğumuzdan yakındı. Örneğin, bakanlık olarak kendilerine düşeni hiç gecikmeden yapmalarına rağmen sanki bu dosyayı savsaklıyormuş gibi gösterilmelerinin haksızlık olduğunu söyledi.
Sayın Çiçek biliyorsunuz "ağzı iyi laf yapan" bir politikacıdır. Doğrusu, "gerçeklerin arasındaki boşlukları kullanmayı" bilir. O nedenle olacak, kendisini dinlerken, "sadece bakanlık değil, tüm yargı sistemi de kendine düşeni yapmış" gibi bir izlenim edindik.
Çiçek’in verdiği bilgiye göre YİMPAŞ hakkında -dün itibarıyla- Yozgat’ta savcılığa 117 şikáyet gelmiş. Bunların 113’ü hakkında "Takipsizlik" kararı verilmiş. Kalan 4’üyle ilgili işlemler halen devam ediyormuş.
Aslında YİMPAŞ’la ilgili öteki şikáyetlerin 15’i, artık kamuoyunda "Rahşan Affı" diye bilinen 4616 sayılı af yasası kapsamında görüldüğü için "işlem yapılması ertelenmiş". Kalan 3 dosyadan 1’i işlem aşamasındaymış. İkinci dosya nedeniyle mahkeme, YİMPAŞ yöneticilerinin 3’er yıl hapislerine, 15 biner YTL tutarında para cezası ödemelerine (bu biliyorsunuz zamanaşımına uğraması ihtimalinden söz edilen dosyadır) karar vermiş.
Bir tane de Yozgat Sulh Ceza Mahkemesi tarafından 7 milyon 605 bin lira para cezasına hükmedilen dosya varmış.
Sayın Çiçek, Almanya ve İsviçre ile yapılan yazışmalarda da hiçbir gecikme veya ihmal olmadığında ısrarlı. Almanya’dan istenen dosya 20 cilt imiş. Henüz Türkiye’ye gönderilmemiş. O nedenle bir işlem yapamamışlar.
İsviçre’den istenen dosya gelmiş. Bu 14 cilt imiş ama çevirisi bitmemiş.
Kısaca, Sayın Çiçek’in bulunduğu yerden bakınca anlaşılıyor ki, "yapılması gereken ne varsa" yapılmış.
İyi de... Din duyguları da istismar edilmek suretiyle aldatılarak elinden parası alınmış yurttaşlarımızın sorunlarını araştıran TBMM Komisyonu Başkanı AKP Ankara Milletvekili Telat Karapınar dün Habertürk Televizyonu’nun bir yayınında konuştu. Evirdi çevirdi, "Hakkında Interpol tarafından difüzyon (yakalanıp gözaltına alınması talebi) çıkarılan YİMPAŞ Yönetim Kurulu Başkanı Dursun Uyar’ın neden bir ifade vermeye dahi çağrılmadığı?" sorusuna yanıt veremedi. Ona göre "Bizim ülke olarak bir şey yapmamız mümkün değil"miş.
Peki bir şey yapmayacaktık da o "Adli yardımlaşma anlaşmalarını, polisin uluslararası yükümlülüklerini" düzenleyen anlaşmaları neden imzaladık?
Nitekim dün gelen haberlerde, İsviçre Federal Başsavcılığı’nın YİMPAŞ hakkında dava açmak için "adli yardım" istemesine rağmen Türkiye’nin kendine düşeni yapmadığı bildiriliyordu.
Zaten İstanbul CHP Milletvekili Bihlun Tamaylıgil’in "Bu konu Meclis tarafından araştırılsın" diye ilk önerge verdiği tarihin 7 Ocak 2003 olduğunu, ama AKP’nin bu önergeyi ikibuçuk sene sonra ele aldığını göz önünde tutarsanız, siyasi iradenin bu işin üstüne gitmeyi istemediğini görürsünüz.
Bizim de söylediğimiz bu!
Not: En güzel kahkahaların adamı, iyi insan, büyük Karikatürist Semih Balcıoğlu da yok artık... Herkese başsağlığı... O.E.
Yazının Devamını Oku 27 Ekim 2006
SİZ kendinize düşeni zamanında yapmazsanız, başkaları girer devreye. Nitekim Yozgat’taki meşhur YİMPAŞ’ın Yönetim Kurulu Başkanı Dursun Uyar hakkında Mannheim Savcılığı’nın "dolandırıcılık" suçlamasıyla "tutuklanması" talebiyle 8 Şubat 2005 tarihinde (yani bir buçuk sene önce) çıkarttırdığı "difüzyon" Türk makamlarınca işleme konulmayınca, öteki haberler sökün etmeye başladı: Almanya’da çıkan Die Welt gazetesinde dün yayımlanan Boris Kalnoky imzalı haberde, YİMPAŞ’ın Avrupalı Türklerden topladığı paraların bir bölümünün tarikatlara aktarıldığı öne sürülüyordu.
Meğer YİMPAŞ hakkında, "yüksek kár vaadiyle para toplayarak insanları aldattığı" iddiasıyla İsviçre’de de soruşturma başlatılmış.
Biliyorsunuz ilk olarak 21 Ekim tarihli Hürriyet’te, "Yozgat 1. Asliye Ceza Mahkemesi’nin, YİMPAŞ Holding A.Ş.’nin Yönetim Kurulu Başkanı Uyar ve 10 Yönetim Kurulu üyesi hakkında yasaya aykırı olarak yurttaşlardan para toplamak suçunu işledikleri için, 3’er yıl hapis ve 15’er milyar lira para cezasına" hükmedildiği bildirilmiş, "bu karar önümüzdeki sekiz ay içinde kesinleşmezse, suç zamanaşımına uğrayacağı için Duyar ve arkadaşlarının yakalarını adaletin pençesinden kurtaracakları" vurgulanmıştı.
İlginçtir... Sermaye Piyasası Kurulu, yasaya aykırı şekilde yurttaşlardan para toplayan YİMPAŞ’çıları adalete sevk ediyor. Yargı kararını veriyor. Ama sıra "yargısal sürecin bitmesine ve adaletin tecelli etmesine" gelince çarklar bir türlü dönmüyor.
Mannheim’deki savcı, Interpol’e başvurarak bundan bir buçuk sene önce "Bu adamı yakalayın" anlamına gelen difüzyon çıkartılmasını sağlıyor...
Ama Adalet Bakanlığı’na gelen "difüzyon" talimatı, bir buçuk yıl boyunca bir türlü sonuca ulaşmıyor. Belli ki talep savsaklanıyor.
Kendisi de YİMPAŞ’ın kurulu olduğu Yozgatlı olan Adalet Bakanı Cemil Çiçek, tanıdığı, "difüzyon"la arandığını bildiği hemşerisi Dursun Uyar için bir girişimde bulunmuyor.
Devletin çarkları dönmüyor. Kimse "Bu zatı polis aramıyor muydu?" demiyor.
Demediği gibi Adalet Bakanı sorulara:
"Biz bu konuda Almanya’ya yazılar yazıp (Dursun Uyar’ın) bizde de yargılanabileceğini bildirdik. Ancak onlar orada yargılamak istiyorlar. (...) Perşembe günü bilgi alıp vereceğim" yanıtını veriyor.
Perşembe günü Bakan’dan ses çıkmadı. Tatilden henüz dönmemiş.
Dursun Uyar’ın Ramazan Bayramı’nda Yozgat Valisi’nin ve Emniyet Müdürü’nün, "bayram tebriklerini kabul ederken" çekilmiş resmini gazetelerde gördünüzse zaten içinizden, "Ört ki ölem!" demek geçmiş olmalı.
İsmailağa Camii’nde -görenlere göre- en az 2000 kişinin gözü önünde cinayet işleniyor, bir kişi linç ediliyor, polis ne bir fail bulabiliyor ne işe yarar bir ifade alıyor.
Tarikatlar korunuyor. Sistem işlemiyor. İktidar seyrediyor.
Ne marifetli bir kadroya teslim etmişiz kaderimizi?
Yazının Devamını Oku 26 Ekim 2006
İSTENMEYEN ziyaretçi yani Marmara Depremi önceki gün İstanbul’un kapısını tıklattı. Richter ölçeğine göre 5.2 büyüklüğünde bir uyarıydı bu. Ama anlaşılan pek aldırış eden olmadı.<br><br>Bunda şaşacak bir şey yok. Çünkü İstanbul duyarsızdır. İstanbul egosantrik, yani kendine dönüktür. Bir İngiliz’in sözleriyle ifade edelim, "İstanbul, dünyanın en cazip keşmekeşidir". Onu aklın gösterdiği yere çekmek nerdeyse olanaksızdır.
Aksi mümkün olsaydı 1999 yılının 17 Ağustos gecesi yaşanan korkunç deprem ardından bir tek adım atar, yeni bir depreme karşı en azından "hazırlıklı olma" iradesi sergilerdi.
Bu satırları okuyanlardan İstanbul’da yaşayanların hiçbiri Büyükşehir Belediyesinin internet sitesindeki 8-10 satırlık bilgiyi yeterli saymadıkça "Bir büyük depreme karşı ne yapacağımıza ilişkin bize devlet şu tavsiyede bulundu" diyemez.
Bir önceki Büyükşehir Belediye Başkanı Ali Müfit Gürtuna, şehrin muhtelif yerlerine hiç değilse, "Büyük bir deprem olursa yararlanılabilecek acil ihtiyaç maddelerini" içeren büyük konteynerler serpiştirmişti.
Gerçi aziz milletimizin o konteynerleri soyup soğana çevirdiği duyulmadı değil. Ama hırsıza çare bulunur ve en azından o önlem korunabilirdi. Kadir Topbaş’ın Büyükşehir Belediyesi öyle yapmadı. Ne var ne yok toplayıp götürdü.
"Yapılanları gözardı ettiğimizi" sanmayasınız diye, bu konudaki çalışmaları anlatan iki dokümandan parçalar aktaralım:
Birincisi Mart 2006 sonlarında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin dağıttığı bir resmi bilgiden alınma. Şöyle diyor:
"17 Ağustos 1999 Büyük Marmara Depremi sonrası Şubede (ne şubesi? O.E.) başlayan deprem çalışmaları, bu dönemde de sürdürülmüştür. Kentsel rehabilitasyon ve depreme hazırlık bakımından önemli bir adımı oluşturan İstanbul Deprem Master Planı çalışmaları izlendi, atölye çalışmaları gerçekleştirildi ve plan nihai raporuna yansıyan katkılar sağlandı. Master Planın amacına uygun gerçekleşmesi, sorunlarının giderilmesi, sürecin izlenmesi ve ortak çalışmalar gerçekleştirilmesi yönünde çalışmalar yürütülmektedir (bozuk Türkçe onlara ait O.E.)."
Ne anladınız?
Öteki, "Ulusal Deprem Konseyi"nin Temmuz 2002’de yani 17 Ağustos depreminden üç yıl sonra açıkladığı ve İstanbul’da yapılması gerekenleri sayan raporundan alınma. Raporda şöyle deniyor:
"İstanbul’da (...) çok özel önlemler ve hatta siyaset üstü bir seferberliğin gündemde tutulması zorunlu görülmelidir. (...) İstanbul’da Büyükşehir Belediyesi ve Valilik yetkililerince ortaklaşa ve işbölümü ile yürütülecek iki ayrı çalışmanın gündeme alınması gereklidir. (...) Belirlenen yüksek riskli alanların birkaçında vakit geçirilmeksizin pilot eylem uygulamalarına girişilmelidir. Belediye, kuracağı yerel bürolarla halkın yanında yer almalı, çok disiplinli ekiplerle kentsel dönüşüm ve iyileştirme projelerini yürütmelidir."
Bu denenlerin onda birinden vazgeçtik, yüzde birinin yapıldığına siz tanık oldunuz mu?
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2006
GÜNLERDİR DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar önemli şeyler söylüyor. Cesaretle konuşuyor. PKK terörüne karşı yapılan mücadele ve alınması gereken önlemler konusunda yeni bir yaklaşım öneriyor. Gerçi dedikleri ne kadar hayalci, ne kadar gerçekçi sorusu tartışılmaya değer ama en azından "Durun bakalım, üzerinde düşünmeye değmez mi?" dedirtecek görüşler ortaya atıyor.
Ve ona en sert yanıtı CHP Genel Başkanı Deniz Baykal veriyor.
Konu genellikle bilinir hale geldiği için ayrıntıya girecek değiliz. Şu kadarını tekrarlayalım:
Ağar’ın görüşü "Eşkıya (PKK) dağda silahla gezeceğine, düz ovada siyaset yapsın" cümlesiyle; Deniz Baykal’ın görüşü de, Hürriyet’e verdiği son mülakattaki "Teröre karşı yumuşak davranırsanız, asıl tehlike o zaman başlar. Teröre karşı gevşek davrananlar, bilmelidirler ki (bu) ülkenin barışına ve kardeşliğine hizmet etmez. Belki onların niyeti barışa ve kardeşliğe hizmet etmektir; iyi niyetle hareket ediyorlardır. Ama bilinmelidir ki teslimiyetçi yaklaşım yarar getirmez, aksine teröre kan verir!" cümlesiyle özetlenebilir.
Daha önce söylediğimiz gibi, bunlar sanki Türkiye’de değil de Mançurya’da tartışılıyormuş gibi olaya uzaktan bakan hükümetin tavrını bir kenara koyalım. Çünkü gerçekten AKP iktidarının bu konularda politika üretecek kadar dahi iktidarı yok.
O zaman hangi politika doğrudur tartışmasını kendi aramızda yapmaya mecburuz.
Baştan belirtelim... İki görüşün de güçlü ve zayıf yanları var.
Ağar’ın tezinin gücü, başka ülkelerde yaşanmış benzeri olayların (Kuzey İrlanda’daki IRA veya İspanya’daki ETA terörlerini örnek gösterebilirsiniz) "terör örgütlerini ezerek değil, ehlileştirerek" çözüm yoluna girmesinden kaynaklanıyor.
Baykal’ın tezinin gücü ise, Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu sorunun sadece PKK teröründen ibaret olmadığını, Türkiye’yi parçalamayı amaçlayan birçok gücün hep birlikte hareket halinde olduğunu görmemizi istemesinden kaynaklanıyor.
Sadece bu değil... PKK’ya karşı mücadelede İngiltere’nin ve İspanya’nınkinden farklı bir başka husus daha var:
IRA ve ETA, İngiltere ve İspanya’nın dost veya komşu dediği ülkelerden yardım almadılar. Daha doğrusu ETA’nın Fransa’dan, IRA’nın İrlanda Cumhuriyeti’nden aldığı -elbet gayri resmi- destek yıllar önce bitti. Oysa PKK hálá Türkiye’nin dostu (!) ve/veya komşusu ülkelerin aktif ve/veya pasif koruması altında. Bu ülkeler arasında ABD’yi görmemek mümkün değil. Başta Irak hükümeti olmak üzere Barzani ve Talabani’yi de listeye ekleyin.
NATO toplantısında bile "Türkiye’yi parçalanmış gösteren" haritaların ortaya çıkabildiği bir ortamda, dağdaki PKK’lıyı "siyaset yapmak üzere ovaya indirmek", Türkiye’yi parçalamak için çalışan güçleri cesaretlendirmek sonucunu doğurmaz mı?
Eşkıya dağdayken bile, ona sempati duyan bir Belediye Başkanı tutup, "o bölgedeki enerji kaynakları gelirinin kendilerine bırakılmasını" öneriyorsa, bunu nelerin izleyeceğini bilmemek safdillikle bile açıklanamaz.
Kaldı ki Baykal basit bir öneride bulunuyor:
"Terör sorununun çözülmesi için Türkiye’nin iki halklı bir devlet olduğu talebinden ve İmralı’da çizilen bayraktan vazgeçilmesi gerekir" diyor.
Dağdaki eşkıyayı ovaya indirmeden önce "Bu sözlerin bir yanıtı var mı?" sorusuna ne dendiğini öğrenmemiz gerekmez mi?
Yazının Devamını Oku 24 Ekim 2006
DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar yaklaşık on gün önce başlattığı polemiği sürdürmeye kararlı olmalı... Nitekim dünkü Hürriyet ve Sabah’ta yayınlanan söyleşilerinde "Eşkıya hiçbir zaman dağda ölmek istemez. Hayalinde düze dönmek vardır. Siyasetçi olarak bunu yaratmamız lazım. Dağda silahla gezeceğine, düz ovada siyaset yapsın. (...)" şeklindeki sözlerinde ısrarlı olduğunu yineledi. İşin tuhafı Ağar’ın karşısına hükümet değil, bu konuda çok radikal söylemleri olması gereken Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) de değil, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) çıktı.
Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın konuyla ilgili sözlerine bu sütunda 15 Ekim günü çıkan yazıda değindiğimiz için tekrar o noktaya dönecek değiliz.
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın:
"Özellikle bu son dönemde AKP hükümeti, terör sorununu PKK’yı idare ederek çözmeye yöneldi. Yani onları tatmin ederek, onlara umut vererek, onların sırtını sıvazlayarak, onlarla diyalog kurarak, onların gönlünü alarak. Muhatap olarak onu gördüler. Onun etkisi altındaki çevreleri ciddiye aldılar" dediği bildiriliyor.
Baykal, "Dağdaki eşkıyayı orada silahla gezmek yerine düz ovada siyaset yapmaya" çağıran Mehmet Ağar’ı da, -dolaylı bir ifadeyle- "safdillikle" suçlamış. Dünkü Milliyet’te bildirildiğine göre, NTV televizyonunda önceki gün "Irak’a bakın, nasıl? Paramparça... Türkiye de birbirine mi girsin isteniyor? Bölgede barışı hedef almanın yolu teröristi hedef almaktır. Yoksa iç savaşa sürükleniriz" demiş.
Görüldüğü gibi PKK’ya karşı mücadele konusunda, Türkiye’de tüm partilerin uzlaştığı bir ulusal politika yok:
Hükümet ne yapacağını bilmiyor. Konuyu Türkiye’yi son üç yıla yakın zamandır oyalayan Amerika Birleşik Devletleri’ne havale etmiş gibi... Biri ABD’li öteki Türk iki emekli general oturup bir strateji benimsesinler. Bunu -hemen PKK’ya ileteceği kesin olan- Irak’lı yetkiliye bildirsinler. PKK gerekli önlemleri aldıktan sonra Türkiye, ABD ve (dostlar alışverişte görsün kabilinden) Irak bu stratejiyi uygulasın deniyor.
Net bir nokta daha var:
ABD bu uygulamada aktif rol almayacak. Anlaşılan sadece Türk askerinin, Irak topraklarının neresine kadar girip neresinde ne yapacağına ilişkin onay verecek.
Belki bir de PKK’yı lojistik yönden sıkıştırmayı amaçlayan önlemler uygulanacak. Tabii bir anlam ifade ederse!
Bir başka deyişle Türkiye-ABD-Irak işbirliğiyle sonuç alma hayalci bir proje gibi görünüyor.
Geriye PKK’ya karşı Türkiye’nin içeride aktif, etkin bir mücadele sürdürmesi yani ya Deniz Baykal’ın ve Yaşar Büyükanıt’ın savunduğu politikayı izlemesi yahut da Mehmet Ağar’ın dillendirdiği hükümetin de "hele biraz daha gelişsin" diye beklediği "yumuşak" yaklaşımı uygulamak kalıyor.
Oysa sorun o veya öteki politikanın doğru olması değil, ne yapacağını bilmeyen ve tayin edemeyen bir kadronun Türkiye’yi yönetiyor olmasıdır.
Yazının Devamını Oku 22 Ekim 2006
İTİRAF edelim ki okuyunca "birileri şaka yapıyor olmalı" diye düşündük. Çünkü dün gazetelere yansıyan bilgiye göre Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)iktidarı, "birden çok evlilik; imam nikáhı; çocuk düşürtme; reşit olmayan biriyle cinsel ilişki; cinsel taciz; çevreyi kasten kirletme; halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme; din hizmetlerini kötüye kullanma; halkı askerlikten soğutma" suçlarını fiilen suç olmaktan çıkartmak niyetindeymiş. Tabii niyetiniz bu da olsa, öneride öyle demezsiniz. Nitekim öneriyi veren AKP’li milletvekilleri de özetle "Bu suçlarla ilgili olarak savcılara yetki verilsin. Onlar da uygun gördükleri takdirde söz konusu olayla ilgili kamu davası açmayı beş yıl geri bıraksın" demişler.
İyi değil mi?
Zaten mahkemeden 5 yıl ceza alan bir suçlunun 2 yılda hapishaneden çıktığı bir infaz sistemimiz var. O yetmiyormuş gibi şimdi 2 yıla kadar hapis cezası gerektiren bir suçu işlediğiniz iddiasıyla hakkınızda soruşturma açılsa bile sorun kalmayacak. Çünkü savcı, "Bu dosyaya beş sene sonra bakarız" deyince elinizi kolunuzu sallayarak yaşamınıza devam edeceksiniz.
İşlediğiniz ileri sürülen suç örneğin "cinsel taciz" veya "18 yaşını doldurmamış biriyle cinsel ilişki" olsa da belli ki AKP’liler açısından bunda ahlaki bir sorun yok.
"Birden fazla kadınla evlenme" zaten muhteremlerin biraz da övünerek işledikleri suç olduğu için, ondan söz etmeyeceğiz. Çünkü bunu galiba "sünnet" yani Hazreti Muhammed’in izinden gitmek diye algılıyorlar. O nedenle Medeni Kanun onlar için pek de uyulması gerekli olmayan hükümler içeriyor.
Ama "hileli evlenme" yani karşındakinin iyi niyetinden yararlanarak onu kandırıp ırzına geçme eylemini hangi ahlak kuralına sığdırabilir veya hoşgörüyle karşılayabilirsiniz.
Demek ki bu da, öneri sahiplerine göre "pekálá mümkün" sayılabilirmiş.
"Görevi sırasında din hizmetlerini kötüye kullanma" nasıl olabilir?
Sizin en kutsal değerlerinizi biri kötü -kimbilir nasıl iğrenç- bir maksat için istismar ediyor. Yaratan adına sizi kandırıyor. Ve siz "zararı yok efendim" diyorsunuz.
Hani manevi ve milli değerlere sahip bir muhafazakár demokrat parti idi AKP?
Muhafazakárlıkta "ahlakla çatışma" veya onu "yok sayma" var mı?
Ötekileri saymayalım. Haberlerde bu yasa çıkarsa 87 ayrı suç türü failinin bundan yararlanacağı -daha doğrusu adalet sisteminin mefluç hale geleceğini- bildiriliyordu.
Geriye hangi suçların kaldığını araştırmadan bir şey söylemek istemiyoruz. Ama iktidara geldiği ilk günden itibaren "Kamu İhale Yasası"nı değiştirip Ali Dibo’lar üretmeye özel bir önem veren AKP iktidarının, "parasal" suçları da araya sıkıştırdığını görürsek hayret etmeyeceğiz.
Konu "fikir özgürlüğüne" gelince en katı hükümleri getirip, cinsel ve parasal suçları olabildiğince yok saymak bu iktidara doğrusu yakışıyor.
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2006
SAVAŞIN kazanılıp kaybedildiği yer muharebe meydanı mı yoksa zihinler midir sorusu çok tartışılmıştır. Genellikle de kaybın önce zihinlerde gerçekleştiği kabul edilir. ABD Başkanı George W.Bush’un önceki gün ABC televizyonuna verdiği mülakatta söylediği bir cümle, Irak savaşını ABD’nin en azından Başkan Bush’un zihninde kaybettiği izlenimini verdi.
Başkan Bush, Irak savaşında gelinen noktanın, 1968 sonlarında Komünist Vietnamlıların, onlara karşı savaşan Amerikan güçlerini yenmek için yaptığı meşhur TET Saldırısı sonrasındaki duruma benzediğini kabul etti.
Vietnam savaşı deyince birçok kişinin "Bu da nereden çıktı?" diyebileceği günleri yaşıyoruz.
Vietnam Savaşı sadece hayli gerilerde kalmadı, ayrıca unutulması için de hayli gayret sarf edildi. Çünkü söz konusu TET saldırısında Komünist güçlerin zafer kazanması, Amerikan kamuoyunun ve ABD yönetiminin moralini bozarken Vietkong diye bilinen Komünist Vietnamlılarla onlara yardım eden ve onlarla aynı ideolojiyi paylaşan Demokratik Vietnam Cumhuriyeti halkının moralini çok yükseltmişti.
Uzatmaya gerek yok...
Şimdi bize insanlık dersi vermeye kalkan Fransa, Vietnam’ı da içine alan Çin Hindi’ni sömürmek için, 1946’dan 1954’e kadar orada çok kan döktü. Beceremeyince kavgayı Amerika Birleşik Devletleri’ne devretti.
ABD önce Güney’deki Vietnam’a yardım etti. Ordusunu eğitti, silah verdi. Ama Güney Vietnam’ı yabancı işgalinden kurtarmak için savaşan Komünistlerle baş edemedi. Onun üzerine ABD askerleri 1965’ten itibaren Güney Kore, Tayland, Yeni Zelanda, Avustralya askerleriyle birlikte savaşa katıldı. Ancak başarılı olamadı. Nitekim ABD yenilgiyi kabul edip son askerini Vietnam’dan çektiği zaman tarih 1973 idi.
Söze devam etmeden, Vietnam’da ölen Güney’lilerin yani ABD’nin desteklediği tarafın verdiği sivil kayıpların 230 bin, Kuzey’lilerin yani Demokratik Vietnam Cumhuriyeti ile Vietkong’un kaybının 1 milyon 100 bin olduğunu anımsatalım. ABD de 58 bin asker kaybetti.
Başkan Bush’un özellikle "Bağdat’ta güvenliği sağlamak için istenen başarıya ulaşılamadığını" kabul etmesi de gösteriyor ki bugüne kadar ileri sürülen "Irak’ta her şey iyi gidiyor" söylemi artık yürümeyecek.
Bunu, her cümlenin içinden çıkan El Kaide iddialarının ve "Önce Irak’ta sonra da Ortadoğu’da demokrasiyi yerleştirmek için sonuna kadar mücadele edileceği" yolundaki söylemlerin terk edilmesi izleyebilir.
Batı ülkeleri medyası ayrıca, "ABD yönetiminin Irak’taki durumu yeniden gözden geçirmesinin beklenmesi gerektiğini" ekliyorlar.
Kuşkusuz sonucun bugün yarın karşımıza çıkmasını beklemek anlamsızdır. Ama gelecek ay yapılacak ABD Kongresi seçimlerinde eğer Başkan Bush’un Cumhuriyetçi Partisi ciddi bir kayba uğrarsa -ki kamuoyu yoklamaları bunu söylüyor- gerisi çabuk gelir diyebiliriz.
Özellikle de ABD’yi Irak Savaşı’na sürükleyenlerin başında gelen Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in siyasi hayatı biterse şaşırmayalım.
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2006
MİLLETVEKİLİ genel seçiminin kendisi değilse de namı göründü: Arkadaşımız Çiğdem Toker’in dünkü Hürriyet’te yayınlanan haberinde, seçimin 2007 yılında yapılacağı dikkate alınarak Hazine’den siyasi partilere ödenen mali yardımın bu defa, normalin üç katına çıkarılacağı bildiriliyordu.
Buna göre örneğin 2005 yılı için Hazine’den 32.2 milyon YTL; 2006 yılı için 40 milyon YTL alan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) bu defa tam 153 milyon 300 bin YTL alacakmış.
Dediğimiz gibi sadece AKP’nin değil ötekilerin de kasaları belli ki bizim vergiler sayesinde para dolacak.
Ötekilerin deyince son seçimde en az yüzde 7 oranında oy alabilmiş Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Doğru Yol Partisi (DYP), Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)ve Genç Parti (GP) ile Meclis’te 21 sandalyesi olduğu için Meclis Grubu kuran Anavatan Partisi de bu nedenle Hazine’den 32 milyon 400 bin YTL alacakmış.
Sadece bizde değil gelişmiş demokrasilerin birçoğunda siyasi partilerin genel bütçeden yardım almasını sağlayan yasalar var. Çünkü hemen hiçbir ülkede partililer, kendi siyasi görüşlerinin iktidara gelmesi için verdikleri kavganın "maddi" yükünü tam olarak üstlenmiyorlar veya üstlenemiyorlar.
Ama Hazine’den alınan yardımın "seçim" gerekçesiyle normal miktarın üç misline çıkartılması doğru mu değil mi sorusu ayrıdır.
Biz yardım miktarını bu kadar yükselten partilerin "nalıncı keseri" gibi, "kendilerine yonttuğunu" düşünüyoruz. Hazine’den yardım alanlarla almayanlar -örneğin yeni kurulmuş olan veya son seçimde yüzde 7’lik asgari düzeyi tutturamayanlar- arasında birinciler lehine bir haksız rekabet durumu oluştuğuna kaniyiz.
Kaldı ki seçimler geliyor diye sadece Hazine Yardımı konusunu ele alıp partileri paraya boğmak "ulusal iradenin en sağlıklı şekilde belirlenmesi" yönünden yeterli değildir.
Hepimiz biliyoruz ki Anayasa’nın "siyasi partilerin faaliyetleri, parti içi düzenlemeleri ve çalışmaları demokrasi ilkelerine uygun olur" diyen 69’uncu maddesi hükmünü dinleyen parti yoktur. Bu hükmün işleyip işlemediğini denetleme mekanizması da mevcut değildir.
O nedenle Hazine Yardımı bugünkü haliyle, sonuçta "parti içi demokrasiyi ayaklar altına alan" parti yöneticilerinin, bu kabul edilemez tutumlarını sürdürmelerine yardım etmesine yaramaktadır.
Öteki nokta, seçimde siyasi partilerin -ve bağımsız adayların- alabilecekleri bağışların ve kullanabilecekleri kaynağın sınırlanması, yapacakları seçim masraflarının denetlenebilmesidir.
Biz seçim sistemimize "kaynak ve masraf denetimi" mekanizmasının girmesi gerektiğini taa 1986’lardan beri yazar dururuz. Hálá sonuç alabilmiş değiliz. Ama bazı teşebbüsler olduğunu da belirtmeliyiz. Örneğin 2005 yılının başlarında Adalet Bakanlığı’nın bu amaçla bir yasa taslağı hazırladığı, böylece "hem kaynak hem de masraf" denetiminin sağlanacağı bildirilmişti.
Hatta aynı taslağa göre siyasi partiler, seçimlerde adayları "ön seçim" yoluyla belirlemeye mecbur olacaklardı. Ne oldu da o taslak rafa kaldırıldı?
Yazının Devamını Oku