21 Eylül 2006
İLETİŞİM (ifade, basın) özgürlüğünün yeterince geniş olmadığı yerde "demokrasi"nin varlığından ancak ahmaklar söz eder. Ne yazık ki Türkiye bu açıdan bir istisna değildir. İkide bir medyaya yansıyan "şu yazar hakkında da dava açıldı" türü haberler bunun kanıtıdır.
Son günlerde bu tür haberler arasında en çok "Baba ve Piç" isimli romanında "Türklüğe hakaret" ettiği ileri sürülen yazar Elif Şafak’ın adı geçiyor.
Dikkat ederseniz "son günlerde" diyoruz. Çünkü biraz eskiye dönüp bakacak olursak Türkiye’de şöhret olmuş hemen her yazarın "toplumun veya yöneticilerin tepkilerine neden olan" görüşler ifade ettikleri için mahkemede hesap verdiğini, birçoğunun da hapishanelerde yattığını görürüz.
Asıl diyeceğimizi unutmadan ilave edelim:
Zaten kimlerin hapse atıldığına, kimlerin hapse hiç düşmediğine bakınca bu ülkedeki demokrasinin halini görüyorsunuz. Nitekim bizim demokrasimiz vergi hırsızlarını değil, düşüncesini açıklayanları hapse atar.
Bunlar yer değiştirmedikçe de demokrasi işte bu kadar olur.
Yukarıda dediğimiz gibi şimdilerde Elif Şafak modası var. Yakın geçmişte de Orhan Pamuk, Hırant Dink gibi isimleri bu haberler içinde bol bol okuduk.
Bu tablo bize, meselenin bir değil, birkaç yerinde bozukluk olduğunu düşündürtüyor:
Bir yanlış Türk Ceza Yasası’nda var.
Gerçi son günlerde yasanın sadece "Türklüğü, Cumhuriyeti, Devletin kurum ve organlarını aşağılama" başlıklı 301’nci maddesi konuşuluyor. Sanki o değiştirilirse her şey düzelecekmiş gibi bir hava yaratılıyor. Oysa -umarız anımsarsınız- söz konusu yasanın çıkmasından önce, burada 23 ayrı maddedeki hükümlerin önemli bir kısmının "İletişim (ifade, basın) özgürlüğünü gereksiz şekilde kısıtladığını" çok yazdık, çok söyledik. Hatta "Biz söyleyince dinlemiyorsunuz ama bunları yarın Avrupa Birliği size üstelik onurunuzla oynayarak yaptıracak" dedik.
Nitekim şimdi -hiç değilse 301’nci madde bağlamında- o noktaya geldik.
İkinci yanlış da şu...
Yazarlar hakkında dava açılıyor da, o davayı açanlar istediklerini yaptırıyorlar mı?
Ne gezer... Başta Avrupa Birliği olmak üzere dünya kamuoyu "Olamaz! Yapamazsınız!" diye bastırınca, yargılananlar sonunda beraat ettiriliyor.
Ve biz -ülke olarak- deyim yerindeyse rezil olduğumuzla kalıyoruz.
Efendim savcı davayı açarmış, karar mahkemeninmiş...
Peki o arada hırpalanan Türkiye kimin?
Son bir yanlış da bu işin rantıyla ilgili...
Tamam... Tartışma yaratan yazar olmanın çekici bir tarafı vardır. O nedenle aykırı görüşler ileri sürer, adınızdan sık sık söz ettirirsiniz. Ama bunu "Hakkımda dava açılacak şekilde yaparsam, hem şöhret olur hem de kitabımı sattırırım. Hatta Nobel’e aday bile gösterilebilirim" hesabıyla yaparsanız, en azından ayıp etmiş olursunuz.
Yazının Devamını Oku 20 Eylül 2006
ACABA tesadüf mü, yoksa son günlerde Kuzey Kıbrıs’ta yaşananlar pek bilinen "kasaba politikacılığı" uygulamasının yeni bir tezahürü mü, henüz sanıyoruz ki çözebilen pek çıkmadı. Sözünü ettiğimiz "tesadüf", Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının bugünlerde bir kırmızı çizgiden daha vazgeçmeye zorlanmasıyla ilgili:
Bildiğiniz gibi yakında Avrupa Birliği ile ilişkilerimizde neyi ne kadar yaptığımızı, neleri yapmamız istendiği halde yapmadığımızı ortaya koyan bir rapor yayınlanacak.
O raporda herhalde, "Türkiye AB ile müzakereleri sürdürmek istiyorsa 1963 tarihli Ankara Anlaşması’na ek protokolün gereğini yerine getirmeli, örneğin hava ve deniz limanlarını, Kıbrıs Devleti’nin (Güney Kıbrıs’taki Rum Yönetimi) uçak ve gemilerine açmalıdır" anlamında bir şey söylenecek.
Oysa AKP hükümeti sayısız defa, "AB Kuzey Kıbrıs’a uyguladığı izolasyonlardan vazgeçmedikçe limanlarımızı açmayacağız" dedi.
Dedi ama aynen Türkiye gibi Avrupa Birliği de görüşlerini değiştirmedi.
Şimdi ya Türkiye daha önce Irak konusunda yaptığı gibi "kırmızı çizgi"sinden vazgeçecek yahut da AB yumuşayacak.
İkisi de olmazsa, bir başka çare bulunacak, yani Türkiye dik duracak ama onun dışındaki bir etken yolu açacak.
Rauf Denktaş’a sorarsanız, AB’ye ve Rumlara ödünü Türkiye değil, KKTC’deki hükümet verecek. Bir başka deyişle önemli birtakım kazanımlardan vazgeçecek. Örneğin Kuzey Kıbrıs Türk Devleti’nin ve Kıbrıs Türklüğü’nün Rumlar içinde erimesinin yollarını açacak.
Bunun önünü Rauf Denktaş’ın oğlu kesiyordu. Çünkü CTP-DP koalisyonu içinde Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı idi. Oysa AKP ile pek uyumlu olan Cumhurbaşkanı Mehmet Talat ile Başbakan Ferdi Soyer, AKP’yi rahatlatmadan yanaydı.
Sonuç olarak bilindiği gibi Başbakan Ferdi Soyer 11 Eylül 2006 günü istifa ederek Serdar Denktaş’sız yeni bir hükümet kurmanın yolunu açtı.
Ancak bu aşamaya ulaşılabilmesi için muhalefette bulunan Ulusal Birlik Partisi’nden 3, Serdar Denktaş’ın başında bulunduğu Demokrat Parti’den 1 milletvekili istifa etti ve Ferdi Soyer’in yanına geçti.
Yaşananların -yukarıda söylediğimiz gibi- kasaba politikacılığı türünden "sen-ben" kavgalarıyla dolu olması; insanı "hálá bir değişiklik yok" demeye zorladığı gibi, ortada Türkiye-AB ilişkilerinin dayattığı bir tertibin varlığını düşündürttüğü de bir gerçek.
Belki tüm bunları "olağan" saymak da mümkün olur ama, bizim anlayamadığımız başka bir husus var:
KKTC’nin "Müftüsü" denilen Din İşleri Başkanı Ahmet Yönlüer diye birinin tüm bu kavgalara karıştığı, AKP adına her şeye burnunu soktuğu iddia ediliyor.
O zat gerçek bir din adamı ise, siyasetten ona ne?
Yazının Devamını Oku 19 Eylül 2006
BİR yöreyi bir insanla özdeşleştirmek niyetinde değiliz, ama Ayetullah Humeyni’nin İran’da gerçekleştirdiği kara devrimin yıldönümünü, sözde "Kudüs Günü" adıyla kutlayan Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız’ı anımsarsınız... Kudüs gününe İran’ın o tarihteki Ankara Büyükelçisi’ni -galiba şimdi İran Dışişleri Bakanı olan da aynı zat idi- Şeref Konuğu olarak çağıran Bekir Yıldız’dan söz ediyoruz.
Sincan’daki Selahattin Akbilek Lisesi Edebiyat Öğretmeni Tarık Sezai Karatepe’nin tam da Bekir Yıldız’ın izinden gittiğini dünkü Hürriyet’te okumuş olmalısınız.
Öğrencilerinin cep telefon numaralarını -anlaşılan o ki, korkutarak- alıyor. Onlara okul öğrencilerinin katılacağı mezuniyet balosu hakkında;
"Bu bir komünist oluşumudur. Komünist oluşuma hayır diyelim. Orada çok büyük kargaşa olacak. Kızlarla erkekler birbirine girecek. Bunu diğer arkadaşlarına da anlat" şeklinde mesajlar çeken; kendisinin Allah yolunda ölmeye hazır olduğunu öğrencilere duyuran ve "Ne mutlu Müslümanım diyene!" şeklinde din içerikli telkinlerde bulunan, Atatürk’e ve diğer bazı önemli Türk büyüklerine öğrencileri huzurunda küfreden; öğrencilerinden bazılarını, onlara haber dahi vermeden Saadet Partisi’nin paralelindeki Anadolu Gençlik Derneği’ne üye kaydettiren... Kısaca düpedüz aktif bir din militanı gibi çalışan bir lise öğretmeninden söz ediyoruz.
İki seneyi aşkın bir süredir bu tür faaliyetlerde bulunduğu bilinen Karatepe’ye belli ki laik Cumhuriyet’in, laikliği korumakla görevli hükümetinin, öğrencilere laik eğitim vermekle yükümlü Milli Eğitim Bakanlığı, öğrenciler isyan edip de okul idaresine dilekçe üzerine dilekçe yağdırıncaya kadar hiçbir işlem yapmamış.
"Bunda hayret edecek ne var?" derseniz, itiraf edelim ki yanıt bulmakta zorlanırız.
Çünkü "Ben laik değilim, ama laikliği korumak durumundayım" diyen bir Başbakan’ın yönettiği Türkiye’de yaşıyoruz. Onun çocuklarımızı emanet ettiği Hüseyin Çelik isimli Milli Eğitim Bakanı’nı herhalde biliyorsunuz. Hani Yatılı İlköğretim Bölge Okulları’nın çalışkan ve yoksul öğrencilerini onlara haber dahi vermeden imam hatip liselerine kaydettiren -yani öğrencilerine karşı bile dürüst davranmayan- Milli Eğitim Bakanı var ya ondan söz ediyoruz...
Okullarda "Kutlu Doğum Haftası" konulu yarışmalar açılmasını teşvik eden... Zonguldak Milli Eğitim Müdürlüğü’nün "Peygamberimize mektup" konulu yarışma açmasına; Kültür Hizmeti diye başlattığı "100 Temel Eser" kampanyasının "din" motifleriyle dejenere edilmesine foya ortaya çıkıncaya kadar "dur" demeyen; ilköğretim okulları ve liselerde "Umre" ödüllü yarışma açılmasına yeşil ışık yakan, Darwin’in "Evrim Teorisi"ni anlattığı için Mersin’deki bazı öğretmenleri başka yere "süren" bir Milli Eğitim Bakanlığımız varsa...
Tüm bunları dikkate alınca, Tarık Sezai Karatepe’nin yaptıklarında hayret verici hiçbir şey yoktur.
Zaten o başa yakışan tıraş budur.
Yazının Devamını Oku 17 Eylül 2006
TÜM içtenliğimizle baştan ifade edelim ki, Yargıtay Birinci Başkanı Sayın Osman Arslan’la işimiz hayli zor görünüyor. Çünkü dün bu sütunda yayınlanan "cevap" nitelikli açıklamasında bir yandan;<br><br>"Diyanet İşleri Başkanlığı, ülkemize özgü bir kurumdur. Anayasamızda ve yasalarımızdaki yerini korumalıdır. Bu teşkilatın kaldırılması ile ilgili görüşlere katılmadığımızı belirtmek isteriz" diyen, öte yandan da Adli Yıl açılış töreninde;
"Laiklik dinin devlet işlerine, devletin ise din işlerine karışmaması, her ikisinin birbirinden ayrılması anlamına gelir. (...) Laik devlet, bütün dinlere ve mezheplere aynı uzaklıktadır" diyen bir Yargıtay Birinci Başkanımız var.
Sayın Başkan açık çelişki dolu bu iki görüşü kendi şahsı adına ifade etmiş olsa, "İnşallah bir gün bu iki ifadenin birbiriyle bağdaşmadığını görür, ya birincisini ya ikincisini benimser" der geçersiniz.
Oysa Yargıtay Birinci Başkanı Osman Arslan, bu -birbiriyle bağdaşmaz- görüşleri Başkanlar Kurulu adına da dile getirdiğini söylüyor. O zaman da "Biz Yargıtay olarak henüz hangi görüşü benimseyeceğimize karar veremedik" der gibi oluyor.
Peki bu görüşler neden bağdaşmaz?
Sayın Arslan "Laik devlet, bütün dinlere ve mezheplere aynı uzaklıktadır" dediği anda, "Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devlet bünyesi içinde yeri yoktur" tezini savunanların yanında yer almaktadır.
Tamam... Diyanet İşleri Başkanlığı gerçekten ülkemize özgü bir kurumdur. Anayasamızda ve yasalarımızdaki yerini korumalıdır, ama "Türkiye’ye özgü" bu durumu olağan sayan ve savunan bir kimse, "laik devlet"in bu ülkedeki "din"lerle ilişkisine değindiği zaman artık, "Laik devlet, bütün dinlere ve mezheplere aynı uzaklıktadır" dememesi gerekir.
Veya "Laik devletin, teorik olarak bütün dinlere ve mezheplere aynı uzaklıkta olması gerekir ama Müslümanların çoğunlukta olduğu bir ülkede onu uygulayabilmek için önce, İslamiyet’in devleti yönetme iddiasından vazgeçmiş olması gerekir" demesi zorunlu olur.
Hem içine düştüğü bu çelişki, hem de "Anayasa’da laikliğin açık tanımı yapılmadığına" ilişkin sözleri Sayın Başkanı -ve maalesef Yargıtay’ı da- şimdiye kadar bulundukları yerden alıp, 23 Nisan 2006 tarihinde "Laiklik yeniden tanımlanmalıdır" diyen TBMM Başkanı Sayın Bülent Arınç ile 9 Haziran 2005 tarihinde yayınlanan bir söyleşisinde "Ben insan olarak laik değilim; devlet laiktir. Buna mukabil laik düzeni korumakla yükümlüyüm" diyen Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bulunduğu adrese taşımaktadır.
Tuhaftır... Sayın Erdoğan’ın "Laik düzeni korumakla yükümlüyüm" cümlesinin benzerini de Sayın Arslan, "Laikliğin koruyucusu yargıdır, Yargıtay’dır" cümlesiyle ifade ediyor.
Sayın Başkan’ın "Laiklik ilkesinin milli birlik ve beraberliğin, uzlaşı ve toplumsal barışın temel unsuru olduğu bilinmelidir" diyerek yaptığı vurgu elbet doğrudur, yerindedir. Ama, bilmek yetmez. Onu sağlayacak görüşleri üretmek ve o görüşleri yaşama geçirmek de gerekir.
Yazının Devamını Oku 16 Eylül 2006
YARGITAY Birinci Başkanı Sayın Osman Arslan, "Yargıtay ve Laiklik" konulu yazımıza aşağıdaki açıklamayı gönderdi. Bunun karşılığını yarın vermek üzere açıklamayı aynen yayınlıyoruz: "Sayın Oktay Ekşi, 13 Eylül 2006 günü yayınlanan başyazınızla ilgili olarak kamuoyunun doğru bilgilendirilmesi amacıyla aşağıdaki hususların açıklanması zorunlu görülmüştür.
1- Sayın Ekşi, yazınızda ’Anayasamızda ve öteki yasalarımızda ’laikliğin tanımı’ diye yazılmış ne bir başlık ne de onu izleyen, ’laiklik şu şu demektir’ türünden bir sözcük vardır. Laikliğin tanımını bu şekilde ararsanız ’laikliğin tanımı burada yok’ diyebilirsiniz’ şeklinde düşüncenizi belirtmektesiniz.
Ben ise konuşmamda ’Anayasa laikliğe özel önem ve değer vermiş, bu bağlamda Anayasa’nın başlangıç bölümü ile 2, 4, 6, 10, 14, 15 ve 24. maddelerinde laiklikle ilgili hükümlere yer verilmiş ise de laikliğin açık tanımı yapılmamıştır’ diyorum (Konuşma kitapçığı sh. 13).
Ben açık tanım yok ifadesini kullanırken; siz, tanım yok demektesiniz. Ben yalnız Anayasa’dan söz ederken; siz, Anayasa ve yasaları konu ediyorsunuz. Söyleminizin bu biçimiyle de yani Anayasa ve yasalarda tanım olmadığını belirtmekle; beni doğrulamakla kalmıyor, benden de ileri gidiyorsunuz. Öncelikle bu hususu vurgulamak isteriz.
Tanım, hüküm, düzenleme... gibi terimlerin anlamları ve ifade amaçları farklıdır. Türkçe’mizi en iyi bilen ve kullanan yazarlardan biri olarak bunu elbette siz de bilirsiniz. Anayasa’da laikliğe özel önem ve değer verildiği belirtilerek açıklama yapılmıştır. Bu konuda farklı düşünmediğimiz de ortadadır. Ancak siz, Anayasa ve yasalardaki hüküm ve düzenlemeleri kastederek ’...laikliğin ne anlama geldiğini gösteren binlerce, onbinlerce tanımı vardır’ diyorsunuz. Bu ifadeniz, görüşünüzle çelişkiye düşmemiş midir? Ben AÇIK TANIMDAN söz ettiğim halde; neden sıfat olan AÇIK sözcüğünü kullanıyor, bu sözcüğü geçiştiriyorsunuz?
Açık tanım, yazınızın ikinci paragrafıyla aynı anlama gelmez mi? Önyargılı olduğunuza ihtimal vermiyor ve inanmak istemiyoruz.
2- Konuşmamda da laikliğin tanımlanması öngörülmemiş, böyle bir dilek ve istekte bulunulmamıştır. Laiklikle ilgili yorum ve değerlendirmeler Anayasa ile Uluslararası Sözleşmelerin açıklanmasından ibarettir.
3- Konuşmada Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili hiçbir sözcük mevcut değildir. Siz yorum yaparak ve söylemediğim hususları varsayarak bu sonuca ulaşıyorsunuz. Diyanet İşleri Başkanlığı, ülkemize özgü bir kurumdur. Anayasa’mızda ve yasalarımızdaki yerini korumalıdır. Bu teşkilatın kaldırılması ile ilgili görüşlere katılmadığımızı belirtmek isteriz.
4- Yargıtay Kanunu’nun 59/2. maddesi gereğince Başkanlar Kurulu 12.06.2006 tarihinde toplantıya çağrılmış, daire başkanlarının görüş ve önerileri alınmıştır.
Yargıtay’ı Yargıtay Başkanı temsil eder ve Yargıtay adına konuşma Başkan tarafından yapılır (Yargıtay Kanunu 17/1). Yargıtay Başkanı’nın konuşması herhangi bir kurulun denetimine tábi değildir.
5- Yargıtay 138 yıldır ülkesinin hizmetinde olmanın onurunu yaşamaktadır. Yargıtay, Anayasa’nın ve yasaların öngördüğü biçimde çağdaş bir Türkiye istemektedir.
Konuşma kitapçığının 16. sayfasındaki iki paragrafı buraya almak zorundayız.
’Laiklik ilkesinin milli birlik ve beraberliğin, uzlaşı ve toplumsal barışın temel unsuru olduğu bilinmelidir.
Laikliğin koruyucusu yargıdır, Yargıtay’dır. Aklın ve bilimin ışığı altında, ülkemizi çağdaş ülkeler düzeyine çıkarmak, her bireyin hedefi ve özlemi olmalıdır.’
Yukarda belirtildiği biçimde görüş ve öneriler alınmıştır.
Adli yıl açış konuşmasının, anlatım dilinin yoruma gerek duyulmayacak kadar açık ve net olduğunu, muğlak ifadelere yer vermediğini düşünüyoruz. Düşüncemiz ne ise açık yüreklilikle ve kesin ifadelerle anlatılmıştır. Altında farklı düşünceler aramaya, gereksiz yorumlara girmeye, varsayımlarla soru işaretleri yaratmaya lüzum yoktur. Kişiliğimiz ne ise duruşumuz da, söylemimiz de odur. Devletimizin en özel kurumlarından birinin başında ve bu yaşımızda iken ne kişiliğimizden, ne tavrımızdan taviz verecek değiliz.
Saygılarımla."
Yazının Devamını Oku 14 Eylül 2006
ÜZERİNDE yaşadığımız dünyanın -bizim kanımızca- en önemli coğrafyasındaki en güzel vatanı cehenneme çevirmek için uğraşanlar, son olarak Diyarbakır’da 7’si çocuk en az 10 kişinin ölümüne sebep oldular.<br><br>Bu aşamada sadece, faillerin hunharlığı, alçaklığı, insanlıktan zerre kadar nasip almamışlığı belli. Onu izleyen soruların pek çoğunun yanıtını bilmiyoruz.
Diyarbakır Valiliği’nin yaptığı resmi açıklamaya bakarsanız, patlama otobüs durağına yakın yerde, önceki akşam saat 21.00 sularında, "el yapımı ve termos içerisine yerleştirilmiş uzaktan kumandalı düzeneğin taşınması sırasında" meydana gelmiş.
Bu kadar bilgi yeterli değil ama özellikle son ikibuçuk yıldır karşılaştığımız terör eylemlerine bakınca bu katliamın da PKK’dan kaynaklandığını ileri sürmek akla yakın geliyor.
Bu tahmin, "uzaktan kumandalı düzenekle" bir patlayıcıyı ateşleme tekniğinin ülkemizde PKK dışında hiçbir terör örgütü tarafından kullanılmamasına dayanıyor.
Ama fail ister PKK, ister kana susamış bir başka alçaklar güruhu olsun fark etmez. Bu Türk ulusunun bir eylemde en çok sayıda evladını kaybettiği olaylardan biri -hafızamız bizi yanıltmıyorsa- hatta birincisidir.
Patlamanın sebebinin Diyarbakır Valiliği’nin açıkladığı gibi "uzaktan kumandalı düzeneğin taşınması sırasında", yani bir bakıma yanlışlıkla meydana gelmesi ile "kasıtla" gerçekleştirilmesi arasında öz itibarıyla hiçbir fark yoktur. Fark sadece ölenlerin isimlerinden ibarettir.
Katliam tertibini yapanlar kendilerine göre "başka" saydıkları insanları hedef almış olabilirler. Bizim için, yani Türk ulusunun -failler dışındaki- tüm bireyleri için acı aynı derecede yürek dağlayıcıdır. Özellikle 7 yavrunun bu olay yüzünden ölmesi, teröre bel bağlayanların acımasız bir katiller sürüsü olduklarının inkár edilmez kanıtıdır.
Diyarbakır katliamının hem PKK’ya dönük "şiddeti bırak" çağrılarının yoğunlaştığı hem de PKK’yı tasfiye etme amacıyla yapılması beklenen Türkiye-ABD-Irak işbirliğine dayalı operasyonun gerçekleşme ihtimalinin yüksek sayıldığı bir zamana rastlaması, kuşkusuz "bunlar arasında bir bağlantı var mı?" sorusunu akla getirmektedir.
Şu anda bilmiyoruz. Belki de vardır.
Bu tür tertipler çoğu kez öylesine karmaşık hesapların ürünüdür ki, gerçeği öğrendiğiniz zaman "Meğer ne kadar safmışım" demek ihtiyacını duyabilirsiniz. Hatta aklınıza hiç gelmeyen bir dış güç bile bu tür olayların tertipçisi olabilir.
Kaldı ki "silaha tapan" veya "terörün sağladığı rant"tan yararlanan birileri de Türkiye’nin yirmi küsur yıldır başını ağrıtan terör eylemlerinin sürmesini isteyebilir.
Şimdi bize düşen, "faili bulma" işini ilgililere bırakmak; tüm dikkatimizi akan kanı bir an önce durdurmaya toplamaktır.
Ama bunu yaparken Cumhuriyetimizin temel değerlerinden zerre kadar ödün vermeden sonuç almak temel koşuldur.
Yazının Devamını Oku 13 Eylül 2006
ÜZERİNDEN eni konu bir hafta geçti ama, Yargıtay Birinci Başkanı Osman Arslan’ın yeni Adli Yıl töreninde durup dururken "Laikliğin açık tanımı yapılmamıştır" diyerek açtığı kılıç yarası hálá orada duruyor.<br><br>Orada Başkan tarafından bir "yara" açıldığını söylüyoruz, çünkü hemen ertesi günden itibaren bu sözler üzerine yapılan yayınlar ve spekülasyonlar, tartışmanın süreceğini gösteriyor.
Tartışmanın zararı yok. Lakin "Laikliğin tanımı yapılmamıştır" gibi bir sözü söyleyen kişi Yargıtay’ın Birinci Başkanı sıfatını taşıyorsa ve konuşmasının başında ilgili yasa hükmü gereğince görüşlerinin "Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun düşüncelerini de yansıttığını" vurguluyorsa, oradan tüm yargı sistemine -savcılara, yargıçlara- bir mesaj gidiyor demektir. O da, "Laikliği bildiğiniz gibi anlayabilirsiniz" anlamı taşır.
Anayasamızda ve öteki yasalarımızda, "Laikliğin Tanımı:" diye yazılmış ne bir başlık ne de onu izleyen, "Laiklik şu şu demektir" türünden bir sözcük vardır. Laikliğin tanımını bu şekilde ararsanız, gerçekten "Laikliğin tanımı burada yok" diyebilirsiniz.
Ama Başkan Arslan’ın da ifade ettiği gibi Anayasa’nın "Başlangıç" bölümü ile birçok maddelerinde "laiklik"le ilgili hükümler vardır.
Kaldı ki, onlara da gerek olmadan "laikliğin" ne anlama geldiğini hem geçmişe bakarak hem de 1982 Anayasası’nın 24’üncü maddesini okuyarak anlamak mümkündür.
Yazının Devamını Oku