Oktay Ekşi

Kime kulak verelim?

30 Eylül 2006
GÜNGÖR Uras ile Ege Cansen dostlarımız da uyarmasa -bizim gibi- ekonomiden anlamak iddiasında olmayan insanlar bugünküne göre çok daha çabuk aldatılır, "mucize" diye yutturulanların "sanal" olduğu anlaşılıncaya kadar iş işten geçerdi. Hoş şimdi de çoğu kez öyle oluyor ya...

Güngör Uras dünkü Milliyet’te Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 27 Eylül günü İstanbul’daki konuşmasında, "Söylemekten çekinmeyeceğimiz tek engel cari açık" şeklindeki sözlerini değerlendirdi.

Biliyorsunuz "cari açığın" yani "ithalat ile ihracat arasındaki dış ticaret açığının" büyüklüğü bir kısım ekonomistleri uzunca süredir korkutuyordu. Buna karşılık Başbakan Tayyip Erdoğan, "Tutturmuşlar cari açık, cari açık diye gidiyorlar. Cari açık güçlü bir Türkiye için hiçbir zaman tehlike arzetmiyor. Biz bunu kortrolümüz altında götürüyoruz, götüreceğiz" (15 Mart 2006 Zaman) diyor, "Bu konuda hiçbir endişelerinin olmadığını" ekliyordu.

Aynı yöndeki öteki sözlerini aktarmaya gerek yok. Oysa yukarıda görüldüğü gibi Başbakan, artık cari açıktan söz ederken ekonominin önündeki tek engelin "cari açık" olduğunu itirafa mecbur kaldı.

Güngör Uras dün diyordu ki: "Sorunu küçükken çözmek kolaydır. Cari açık 2002 yılında 1.5 milyar dolar iken, 2003 yılında 8 milyar dolara yükselince ’uyarı yapıldı’. Sorunu bir an önce çözelim. Yoksa açık büyüyecek. Başımıza iş çıkacak denilerek yazıldı.

IMF büyükleri ile Türk büyükleri, (...) uyarı yapanları azarladı."

Uras, "Cari açık neden tehlikelidir?" sorusuna da şu yanıtı veriyor:

"Cari işlemler açığının büyümesi, el kesesinden hovardalık yapmakta ölçüyü kaçırdığımızın göstergesidir."

Demek ki ülke olarak halimiz, "kredi kartıyla, ödeyebileceğinden çok harcama yapan, sonra borcunu kapatabilmek için elinde avcunda ne varsa satmaya mecbur kalan" insanlarımızınkine benziyor.

Gerçi cari açığın nasıl oluştuğunu biliyoruz ama konuya özel ilgi duyanlar hariç, bunun gerçek nedeni nedir, pek üstünde durmuyoruz.

Odalar Birliği Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu konunun çok önemli olduğunu söylüyor. Bize gönderdiği 11 Eylül 2006 tarihli mektupta şöyle diyor:

"(...) İhracat yaparken kullandığımız üretim içindeki ithalat payı artmaktadır. (...) İçeride üretmek yerine artık dışarıdan daha fazla alıp yeniden dışarıya satıyoruz. (Nitekim) 1997-2005 döneminde, ithalatın üretime oranı da neredeyse 2 katına çıkmıştır. Yani daha fazla üretmek yerine daha fazla dışarıya bağımlı hale geliyoruz.

(...) Büyüyen dış açık finanse edilse, finansman kalitesi iyileşse
(daha kolay ve daha ucuz borç bulsanız) bile ciddi bir risktir. Açık büyüdükçe dışarıya daha fazla bağımlı hale geliyoruz. (...) Mesela Avrupa’daki televizyon pazarının yarısını Türkiye’de üretilen televizyonlar oluştursa da, yan sanayiini kuramadığımızdan yüzde 90 ithal girdiye bağımlıyız."

Ekonominin
patronu Ali Babacan ise geçenlerde "Artık Türkiye ekonomisi için korkacak bir şey yok" (15 Eylül 2006 Hürriyet) diyordu.

Ona mı inanalım, "tehlike var" diyenlere mi? Hangisi doğru konuşuyor diye tartışırken post elden gitmesin de...
Yazının Devamını Oku

Ayıbın daniskası...

29 Eylül 2006
TÜRK vatandaşı Ermeni ve Rum azınlıklar adına 26 Eylül 2006 tarihli gazetelerde yayınlanan bildirideki "Biz bu ülkede rehine değil, vatandaşız" isyanı, uzun yıllardır duyduğumuz en güçlü cümlelerden biriydi.<br><br>O bildirideki hukuk aynasını yüzümüze tutunca itiraf edelim, utandık. Gerçekten bizim hem benimsiyor göründüğümüz hem de göz ardı etmekte sakınca görmediğimiz iki kavramdan biri "demokrasi" öteki de bu bildiride "Neredesin?" diye yardıma çağrılan "hukuk devleti" ilkesidir.

Biliyorsunuz son üç-dört yıldan beri Türkiye ile Avrupa Birliği arasında çok konuşulan meseleler arasına -daha önce biz Türklerin pek de sözünü etmediğimiz- "azınlık vakıfları" konusu girdi.

Neymiş, kaç taneymiş, ne istiyorlarmış, derken anlaşıldı ki 1935’te çıkarılan bir yasa vakıflarla ilgili tüm kuralları düzenlerken "Azınlık vakıflarının, ne kadar taşınmaz malları varsa bunu belli bir süre içinde tapuya bildirmeleri ve kaydettirmeleri" istenmiş.

Ancak Yargıtay, 8 Mayıs 1974 tarihli bir içtihadında bunları "yabancı" sayıp "1936’ya kadar yapılan bildirimlerdeki mallarla vakıf senedindekinden başka mal edinemeyeceklerine" karar verince, sorun çıkmış. Çünkü örneğin bu vakıfların 1936’dan sonra edindikleri mallar hep Hazine’ye aktarılmış.

Bir de bunlar arasında, devletin 1935 tarihli yasayla "yasal veya fiili bir varlığı kalmamış" diyerek neyi var neyi yoksa Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devrettiği "Mazbut Vakıflar" var.

Bitmedi... Hazine’ye veya Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne geçmiş ama sonra üçüncü şahıslara satılmış taşınmazlar sorunu da çözüm istiyor.

Şimdi azınlık dediğimiz yurttaşlarımız "Hem elimizden aldığınız vakıfları hem de onlara ait iken Hazine’ye geçen malları bize geri verin" diyor.

Bundan daha tabii, bundan daha masum ne gibi bir talep olabilir?

İşte şimdi TBMM’de görüşülen Vakıflar yasa tasarısının özü bu. Ama biz, -daha doğrusu büyüklerimiz- şanlı(!) ve şerefli(!) bir kavga vererek, Hazine’ye veya Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ait olmayan malları asıl sahiplerine vermemenin yolunu ve çaresini arıyorlar.

Nitekim 2002 tarihinden beri bu konuyla ilgili kaç adet yasal düzenleme yaptık ama haklıya hakkını teslim etmeyi hiçbir zaman içimize sindiremedik.

Oysa "Hukuk Devleti" deyince mangalda kül bırakmayan da biziz.

Efendim "verecekmişiz ama mütekabiliyet koşuluyla" verecekmişiz.

Bundan daha büyük ayıp arasanız bulamazsınız...

Bu adamlar hangi ülkenin vatandaşı da o ülkeden mütekabiliyet talebinde bulunuyorsunuz?

Başka ülkenin yanlışı varsa, becerin siz de onu yola getirin...

Patrik Bartholomeos’un "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı" olduğunu unutup ona "Atina’daki caminin açılmasını siz sağlayın biz de Ruhban okuluna bakalım" diyen bir başbakanın yönettiği ülkede bunların hepsi olur.
Yazının Devamını Oku

Lanet olsun desek mi?

28 Eylül 2006
BAZILARININ annesinin rahmine "haklı" olarak düştüğünü ifade eden bir söz var. Onlar ne yapsa "haklı"dır. Aksini düşünmek bile abestir.<br><br>Genel olarak Avrupa’nın, özel olarak da Avrupa ülkelerinin ve hatta birey olarak Avrupa’lıların hali budur. Onlar hep haklıdır. Tipik bir örneği dün ve bugün gazetelerde okudunuz:

Hollanda’da 22 Kasım günü yapılacak milletvekili genel seçiminde aday konumuna yükselen Erdinç Saçan, İşçi Partisi aday listesinden; Ayhan Tonca ile Osman Elmacı da Hıristiyan Demokrat Parti adaylığından çıkarılmışlar.

Bunların yolsuzluğu, uğursuzluğu, kısaca bir suçu olsa anlarsınız. Suçları 2 yıl önce Hollanda Parlamentosu’nun "Türkler Ermenilere soykırım uygulamıştır" anlamındaki kararını benimsediklerini söylememeleri imiş.

Daha doğrusu Hırıstiyan Demokrat Parti’den aday olmak isteyen Elmacı ile Tonca ilk baskılar üzerine biraz esnek davranmışlar. Ama işin içine "Bir de yazıyla beyanda bulunun" talebi girince direnmişler. Direnince de adaylıktan çıkartılmışlar.

Bu tür bir olay Türkiye’de olsaydı ne faşistliğimiz kalırdı, ne geri kalmışlığımız... Avrupa Birliği’nin (AB) müfettişleri (!) gider Avrupa Konseyi’ninki gelirdi. Onu da savınca karşımıza Avrupa Parlamentosu’nun ukalaları dikilirdi. Üstelik bunların en zarifi de ağzını açtığı zaman:

"Türkiye AB’ye üye olmak istiyorsa aklını başına almalı, insanları düşüncelerinden dolayı dışlayan tavırlardan vaz geçmelidir. Aksi halde üye müye olamazsınız" türü bir şantajı laflarının arasına sıkıştırırdı.

Peki şimdi demokrasisi ile övünen, hoşgörü ülkesi geçinen, kendisini uygarlığın mihenk taşı sanan Hollanda’ya ne diyeceğiz?

"Aferin... Siz yapınca yakışıyor. Üstelik demokrasiye, düşünceleri ifade özgürlüğüne, insan haklarına, hoşgörülü toplum modeline çok uygun bir iş yaptınız" diye kutlayacak mıyız?

Bize "Kopenhag Kriterleri"ni dayatan onlar değil miydi? Kopenhag Kriterleri’nin içinde "düşüncelere baskı meşrudur" diye bir madde mi vardı?

Zaten kendilerinin bir tek vatandaşının burnu kanasa dünyayı ayağa kaldıran Avrupalı dostlarımızın öteki eylemlerine bakarsanız, fazla yorulmadan durumu görürsünüz. Örneğin Türkiye üzerinden Avrupa’ya kaçırılan insanlardan yakaladıklarını küreksiz ve motorsuz teknelere bindirip Ege denizinin ortasında bırakan Yunanlılar aynı kültürün insanı değil mi?

Yunanlıların daha birkaç gün önce ölüp gitsinler diye denize attıkları 31 kaçak mülteciden, Türk tekneleri yetişinceye kadar boğulan 6’sının cesetleri dünkü gazetelerde teşhir edilmedi mi?

Vahşet ise (Sırp’ların Bosna’lılara yaptıkları hariç) bundan daha acımasızını bulabilir misiniz?

İfade özgürlüğü deyince bizim 301 ortaya çıkacak ama onların "Soykırımın olmadığını söylemek suçtur" diyen yasasına ses çıkartılmayacak. Bizim yaptığımız "asimilasyon" sayılıp suç olacak, onlarınkine "entegrasyon" denecek, alkışlanacak. Türklere sövmek serbest olacak, Yahudilere yan bakmak suç olacak...

Keşke başbakan olsaydık da "Alın ananızı gidin" diyebilseydik.
Yazının Devamını Oku

Talabani’nin himmeti...

27 Eylül 2006
BAŞLADIĞI cümle bitmeden, tek ayağı üstünde 40 kere dönebilen birinin hangi konuşmasına güvenebilir, hangi sözünü ciddiye alabilirsiniz? Geçen yılın mart ayından beri Irak Cumhurbaşkanı sıfatını taşıyan Kürdistan Yurtseverler Birliği lideri Celal Talabani yukarıdaki sözleri bize söyleten kişidir.

Talabani’nin iki gün önce Time dergisine, "PKK’yı çatışmaları durdurması yönünde ikna ettik. PKK birkaç gün içinde resmi ateşkes ilan edecek" dediği, dünkü gazetelerde bildirilmekteydi.

Daha o sözlerinin mürekkebi kurumadan, "Türkiye dahil komşu ülkeler bizim içişimize karışırsa, biz de Türkiye’nin içişlerine karışır muhalif güçlere destek veririz" dediği de dün haber ajansları tarafından bildirildi.

Bu zata haddini bildirmek için ne yapmak gerektiğine ayrı bir yazıda değiniriz. Ama ondan önce, "ateşkese ikna ettik" sözünün altında yatan, PKK ile dostluk ilişkisini görmemek mümkün mü?

Oysa aynı Talabani, Irak Cumhurbaşkanlığına seçilmesinden kısa bir süre önce kendisiyle görüşen Büyükelçi Osman Korutürk başkanlığındaki heyete, "Şiilerin İran’ı varsa bizim de Türkiyemiz var" (26 Şubat 2005 Milliyet) diyor, "Yeni dönemde de en büyük güvencemiz Türkiye’dir" diye ilave ediyordu.

Görüşmede elbet "PKK" konusu da geçmişti. Talabani o konuda, "Bu bölgeden size tehdit oluşmasına kesinlikle izin vermeyeceğiz. Irak’ın, komşularını tehdit eden unsurlardan temizlenmesine önem vereceğiz" güvencesini vermişti.

Aynı Talabani, Irak Cumhurbaşkanı sıfatıyla Rusya’ya yaptığı ziyaret sırasında gazetecilere "ABD askerleri yarın Irak’tan çıkarsa, Türkiye’nin Türkmenleri savunma iddiasıyla Irak’ın kuzeyine girmesini kim engelleyecek?" diyor (13 Eylül 2005 Hürriyet) ama Türkmenlerin savunulması zorunluluğu doğurmayacak eşitlikçi, adil bir politika izlemeye yanaşmıyordu.

Bundan üç gün sonra Başbakan Tayyip Erdoğan’la New York’taki Birleşmiş Milletler binasında yaptığı görüşmede ise ağzından yine bal damlıyor, "PKK terör örgütünün Türkiye’ye karşı bütün saldırılarını kınadığını" söylüyor hatta daha da ileri giderek "PKK’nın Türkiye’den önce Kürt halkının ulusal çıkarını tehdit ettiğini" vurguluyordu. (16 Eylül 2005 Milliyet)

Talabani, "PKK’ya karşı somut eylem yapacak mısınız?" diye soran gazeteciye de, "Elimizden gelen her şeyi yapacağız" yanıtını veriyordu.

Aynı toplantıda Rusya’daki sözleri anımsatılınca "Ben Türkiye’yi değil başkalarını kastettim" diyecek kadar pişkinlik sergiliyordu.

Talabani’nin nedense elinden hiçbir şey gelmedi. O nedenle PKK’ya karşı hiçbir şey yapmadı. Taa ki Türkiye, sabrının bittiği mesajını bir kere daha verip ABD’yi bir nebze kımıldatıncaya kadar... O tarihten beri de aylar geçti. Ama Talabani ve Irak hükümeti üç beş PKK bürosunun kapısına "kapalı" tabelası asmak dışında hiçbir şey yapmadı.

Gördüğünüz gibi, ABD’nin Türkiye’yi oyalama sürecine Irak da katıldı. Bizimle -daha önce de yazdığımız gibi- dalga geçmeye devam ediyorlar.

İsterseniz biraz da Celal Talabani’ye bel bağlayın...
Yazının Devamını Oku

Mehmet Aydın ve irtica...

26 Eylül 2006
BU siyasi iktidarın en isabetli tercih ve kararlarından biri, öyle sanıyoruz ki bir din felsefesi bilim adamı olan Prof. Dr. Mehmet Aydın’ı Diyanet İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı yapmak ve Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nu Diyanet İşleri Başkanlığı’na getirmektir. Ancak, Yeni Şafak Gazetesi’nde Mehmet Gündem’in Sayın Aydın’la yaptığı ve dün yayınlanan mülakattaki iki soru ve yanıtları bizi şaşırttı. Onları okuyalım:

"Bugünlerde yeniden irtica konuşulur oldu. Baktığınız yerden irtica tehlikesi gözüküyor mu?"

"İrtica bizim ’kadim’ (çok eskiden beri sürüp gelen) konumuz. (...) Aklı başında herkes çocuklarına -kız çocukları dahil- en iyi eğitimi vermek istiyor. Bunlar mı irtica? Unutmayalım, ’irtica’ politik bir kavramdır ülkemizde. İttihat ve Terakki döneminde de öyleydi, bugün de öyle."

İrtica’nın siyasal bir kavram olduğu doğrudur, ama ne "kızları okutma"ya "irtica" diyen vardır, ne de "irtica" İttihat ve Terakki döneminden beri süregelen bir sorundur. "İrtica" gören gözler için Patrona Halil isyanından başlar. Sayın Aydın’ın dediği gibi "bugün de", -maalesef- eskisine göre çok daha ciddi sorundur. Sayın Aydın sadece "tarikat yurtları"nı incelerse ne demek istediğimizi görür.

Aydın’la yapılan mülakattaki soru ve yanıtlara devam edelim:

"Günümüzle ilgili birkaç örnek verir misiniz?"

"Mesela bazıları diyor ki, ’Dinin toplumsal hayatta etkin olmasına göz yumulamaz’. Bizzat Cumhuriyet idaremiz tarafından, bizzat Cumhuriyet’in kurucusu (tarafından) dinin toplum üzerinde etkili olmasını sağlamak için kurulmuş bir Diyanet İşleri teşkilatımız var. Din toplumsal hayatta etkili olmayacaksa, nerede etkili olacak? (...) Bu tür iddiaların (...) büyük bir kısmının arkasında güç mücadelesinin yattığını hesap etmek lazım. (...)"

Önce kaydedelim... "Diyanet İşleri Teşkilatı, dinin toplum üzerinde etkili olmasını sağlamak için" kurulmuş değildir. Sayın Bakan ilgili yasaya bakarsa bunu görür.

Kaldı ki, "dinin toplumsal hayatta etkin" veya "etkili" olmasına karşı çıkan yok. Ama biz dahil birçok insan, "dinin siyasal hayatta etkin" veya "etkili" olmasına karşıyız.

Meseleyi Sayın Aydın gibi anlatınca zannedilebilir ki Türkiye’de birileri örneğin "insanların ramazan ayında oruç tutmasına" veya "teravih namazına gitmesine" karşı çıkmaktadır.

Siz elinizi vicdanınıza koyup yanıt verin, "din toplumsal hayatta etkin (veya etkili) olmasın" diyen biriyle karşılaştınız mı?

"Din, kamusal yönetime karışmasın" demek, "toplumsal" bir müdahale midir, "siyasal" bir müdahale mi?

Kendi dinini kendi istediği gibi yaşayan ama başkasına "Sen de benim yaptığımı yapmalısın" demeyen insan bu ülkede saygıdan başka ne gördü ki? Sayın Aydın, "toplumsal hayatta dinin etkili olmasına karşı çıkanlardan" söz edebiliyor.

Sayın Aydın’ın çapında bir bilim adamı ve bir siyasetçi "Laik Cumhuriyetin" temel kuramlarından söz ederken bu yanlışı yaparsa cemaatin ne yapacağını bilmez miyiz?
Yazının Devamını Oku

Hangi doğru daha doğru?

24 Eylül 2006
DOĞRU tek olsa mesele kalmaz. Onun izinden gider sonuca ulaşırsınız.<br><br>Lakin Avrupa Birliği Komisyonu’nun Türkiye Temsilcisi Hans-jörg Kretschmer’in önceki gün Ankara’da yaptığı konuşmada değindiği doğrular, öteki doğrularla çatışınca işler karışıyor. Türkiye’den ayrılmak üzere olan Kretschmer, "Silahlı Kuvvetlerimizin sivil denetim altında olmadığını" belirttikten sonra, "Türkiye’nin (bu açıdan) henüz tam demokratikleşmemiş bir ülke olduğunu ve hesap sorulabilirlik (accountability) konusunda eksiklerin bulunduğunu" söylemiş.

Başka dedikleri de var. Ama bazı gazetelerimiz tarafından "küstahça" bulunan bu sözler üzerinde durmak gereğini duyduk.

Önce konunun özüne bakalım:

Bu sözleri kimin söylediğine mi bakacağız, doğru olup olmadığına mı?

Biz "kim söylerse söylesin, doğru mu değil mi ona bakmalıyız" diye düşünüyoruz.

O sözlerin "doğruyu" yani "gerçeği" ifade ettiğini kabul ediyorsak, -ki bizce doğrudur- o zaman Kretschmer’e saldırmanın ne anlamı var?

İşte biz de tekrarlıyoruz:

"Türkiye’de Silahlı Kuvvetler gerçekten sivil otoritenin denetimi altında değildir. Demokrasinin temel kurallarından biri olan hesap sorulabilirlik kavramı, bu konuda öteki kurumlara göre daha az -veya hiç düzeyinde- işlemektedir."

Bunun "demokrasi" ile bağdaşması mümkün mü? Adam onu söylüyor.

Lakin mesele ondan ibaret değil.

Daha doğrusu sadece "doğruyu söylemek" yetmiyor. "Doğruyu, doğru zamanda ve doğru yerde söylemek" de gerekli.

O açıdan bakınca Kretschmer’in yaptığı -veya söylediği- "Bekára karı boşamak kolaydır" sözünü anımsatıyor.

"Hesap sorulabilirlik" konusunu hariç tutarak konuşalım. Çünkü kamunun bir kuruşunu harcayan kim olursa olsun, yetkili kurumlara ve kişilere onun hesabını vermelidir.

Ama Türkiye’nin bugünkü koşulları değişmedikçe, örneğin laik rejimi savunma görevini CHP üstlenmedikçe, irticaya karşı mücadele bir devlet politikası olmadıkça, irticai cereyanların orduya nüfuz etme çabası önlenmedikçe, Silahlı Kuvvetler’in sivil otoritenin denetimi altında olmasının bu ülkeye yarardan çok zarar getireceği de öteki doğrudur.

Gerçi sivilleşme yönünde -bizce de doğru- adımlar atılmıştır. Örneğin Milli Güvenlik Kurulu’nun görevleri "demokratik hukuk devleti" kurallarına göre değiştirilmiş, sivil yargıda ve YÖK’te asker bırakılmamıştır.

Ama öteki gerçeği de görmek zorundayız:

Türk Silahlı Kuvvetleri eğer Bay Kretschmer’in istediği sivil otoritenin -yani siyasi iktidarın- denetiminde olsaydı, bugün ortada Bay Kretschmer’in "Avrupa Birliği’ne üye olmasını beklediği Türkiye" yerine -geçen gün Osmanlı hanedanı üyelerinden birinin dediği gibi- "Ya Suudi Arabistan’a yahut da Mısır’a benzeyen bir Türkiye" olurdu.

Bay Kretschmer ayrılmadan yanıt verse iyi olur, hangi Türkiye’yi ister?
Yazının Devamını Oku

Bürokrasi yenilmez mi?

23 Eylül 2006
GAZETELER çarpıcı konuları ön plana çıkardıkları için olsa gerek "bürokrasi" hemen hiçbir zaman büyük bir haber konusu sayılmaz. Oysa günlük yaşamımızın en çok konuşulan konularından biri "bürokrasiden şikayet"tir.<br><br>İşin ilginci bürokrasiden en yoğun şekilde şikáyet edenlerin başında da o sorunu çözmekle yükümlü kişi yani Başbakan var. Başbakan Tayyip Erdoğan son olarak Ankara’da "Kamu kesiminde kaynakları etkin kullanma ve maliyetleri düşürme projesi" konulu toplantıda:

"Bürokraside öyle bir anlayış yerleşmiş ki, ’
Siz siyasiler bugün varsınız, yarın gidersiniz ama biz burada kalıcıyız’ mantığı. Bu mantık, bu yaklaşım doğru bir yaklaşım değil. Bürokraside, kamuda çalışan arkadaşlarım şunu da bilmek durumundadır, tarih de onlardan hesap sorar" demiş.

Sayın Erdoğan’ın dünyanın dev şirketlerinin genel müdürlerine 20 Temmuz 2004 tarihinde yatırım teşebbüslerinin önündeki "bürokratik engelleri azaltma" sözü verdiğini anımsıyoruz.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 29 Eylül 2004’te Kızılcahamam’da yaptığı "Değerlendirme Toplantısı"nda da "Bürokrasi, yatırım ve üretimin önündeki en büyük engel" demiş sonra, "Kemikleşmiş bürokrasinin siyaseti ve siyasetçiyi kendisine benzeterek verimsiz kılmak için direnç gösterdiğini" vurgulamıştı.

Öteki örnekleri vermeyelim çünkü yer yok.

Şimdi oturup "İktidarda olan siz değil misiniz? Getirin yasayı, çözün sorunu" demek işin en kolayı.

Oysa yedi düveli (devleti) yenen Mustafa Kemal Paşa’nın bile Osmanlı’dan devraldığı bürokrasiyi yenemediğini biliyoruz.

Ama bunun ilanihaye böyle gitmeyeceğini de "bürokrasi" bilirse iyi olur.

Bizim kanımızca sorunun çözümü için birkaç temel ilkeyi yaşama sokmak -yeterli olmayabilir- ama zorunludur.

Bunlardan biri kamu sektöründeki "sorumluluk sistemini" değiştirmektir. Gerçi buna daha önce de değindik ama, Türkiye’de bir lafın ilgili kulaktan girebilmesi için en az 10 kere bağırmanız gerektiği için tekrar edelim:

Bizim kamu sektöründe ne "yanlış yaptığınız" için sizden hesap sorulur ne de "yapmanız gerektiği halde yapmadığınız" işlerin davacısı vardır.

Zaten sistem, sorumlu olanı bulup cezalandırmayı değil, bulunmasını engellemeyi sağlayacak şekilde işler. Kısaca bizde "ne işi yap, ne de hesap ver" ilkesi uygulanır.

Hele "işinizi zamanında yapmamak veya hiç yapmamak" en güvenli durumdur.

O nedenle önce yapılacak şey, "yetkiyi tek kişiye vermek, sonunda onu sorumlu tutmak" olmalıdır. Ama denetleme sistemini iyi işletmeniz koşuluyla... Yoksa tüm uygulamalar keyfileşir. Her şey daha berbat olur.

En az bunun kadar önemli olan öteki ilke, "liyakat"ı temel almaktır. Ama bunu "partiye veya lidere sadakat" gibi anlarsanız, bugünü de ararsınız.

İşin kötüsü, iktidara geldiği günden beri bürokrasiden şikayet eden AKP iktidarı bu konuda bir tek olumlu adım atmadı.

O zaman onların mı bürokrasiden şikayeti doğrudur, bizim AKP’den mi?
Yazının Devamını Oku

Bizde böyle olur...

22 Eylül 2006
TÜRKİYE’yi pek seven (!) dostlarımızın aylardır tutturdukları "Elif Şafak" davası, daha ilk duruşmada "Kitap bir bütün halinde incelendiğinde suçun yasal unsurları oluşmadığı gibi yeterli delil de bulunmadığı" için beraatle neticelendi. Peki şimdi soralım...

Elif Şafak’ın 1915’li yılların olaylarını konu alan romanında "Türklüğe hakaret edildiğini" ileri süren avukat unvanlı şikáyetçiler, mahkemenin tek duruşmada verdiği karar karşısında acaba hiç utandılar mı?

Utanmayı bırakın... Pek sevdiklerini iddia ettikleri Türkiye’nin adının orada burada, aylarca "düşüncelerinden dolayı insanların hapis tehdidiyle yargılandıkları bir ülke" olarak geçmesine sebep olduklarını hiç düşündüler mi?

Gereksiz yere yaratılmış bu izlenimin bu ülkeyi sevenlerce değil ancak ona düşman olanlar tarafından yaratılabileceğini ve bunun manevi bir sorumluluk gerektirdiğini hiç tarttılar mı?

Biz bu sorulara "medeni" insanlar tarafından verilebilecek yanıtların, o kişilerin ağzından çıkabileceğine inanmıyoruz.

Eğer öyle bir nitelikleri olsaydı, dünkü duruşmayı izleyen Avrupa Birliği-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Eş Başkanı Joost Lagendijk’in salonda bulunmasına itiraz etmenin de en azından ayıp olduğunu fark ederlerdi. Hukukçu geçinen bu insanlar adaletin herkesin gözü önünde dağıtılmasının hak ve görev teşkil ettiğini bilmezse, neyi bilebilir?

Hadi onu bilemediler diyelim, ifade özgürlüğünü ihlal iddiasıyla açılmış öteki davalar sırasında yaptıkları gibi kaba kuvveti mahkeme önüne ve salonuna sokmanın da bu ülkeye kötülük olduğunu idrak ederlerdi.

Demek ki o düzeye gelmeleri için daha uzun süre beklemek gerek.

İkinci nokta olarak yargı sistemimizde yerleşik bir anlayışa da değinmek istiyoruz:

Elif Şafak’ın romanı nedeniyle yukarıda sözünü ettiğimiz gayretli kişilerin Beyoğlu Cumhuriyet Savcılığı’na başvurduklarını, savcının aşağı yukarı dün verilen karardaki gerekçeyle "takipsizlik" kararı verdiğini biliyoruz.

Bunun üzerine şikáyetçiler itiraz haklarını kullandılar. Dosyayı inceleyen İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi, "Delillerin takdiri, kullanılan kelimeler, yazı içeriği ile suç unsurlarının mahkemesince değerlendirilmesi" için itirazı kabul etti ve zorunlu olarak dava açıldı.

Dava açıldı demek, sanığın 6 aydan 3 yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılanması süreci başladı demek...

İyi de, her şey dosyada var ise... O dosyayı okuyan yargıç "Derhal beraat kararı verilmesi gereken hallerde" yararlanılacak hükümleri uyguladığını vurgulayacak kadar durumun net olduğunu söyleyebiliyorsa, koskoca Ağır Ceza Mahkemesi bu basit gerçeği göremez mi?

Bir tarihte haksız olduğu daha ilk bakışta anlaşılan bir tekzip yazısını gönderen yargıçla bir dostumuz arasında geçen konuşmaya tanık olmuştuk. Arkadaşımız, "Sayın yargıç, hiç mi dosyaya bakmadınız?" diye sorunca muhteremden, "Kardeşim ben önüme gelene imzamı basar, gönderirim. Aslında senin telefonuna da çıkmazdım ama adını bildiğim için konuşuyorum" yanıtını almıştı.

Biz de "maaşallah!" çekmiştik.
Yazının Devamını Oku