14 Kasım 2006
CUMHURBAŞKANI Ahmet Necdet Sezer dün Ankara’da çalışmalarına başlayan 17’nci Milli Eğitim Şûrası’na katılmadığı gibi, herhangi bir mesaj da göndermemiş. İlk bakışta yadırganabilecek bir durum... Çünkü Sayın Cumhurbaşkanı’nın eğitim konularına ilgi duyduğu biliniyor.
Lakin Cumhurbaşkanı’nın eğitim kadar, hatta ondan da fazla, laik eğitimin ne durumda olduğuna da ilgi duyduğu ve olanı biteni izlediği biliniyor.
Büyük Atatürk’ün gerçekleştirdiği tüm devrimleri benimsemiş bir Cumhurbaşkanı’nın bugünkü Milli Eğitim Bakanı’nın ve bugünkü iktidarın izlediği eğitim politikasını onayladığı anlamına gelecek her türlü sözden ve hareketten kaçınmasından doğru ne olabilir?
Biraz daha açalım:
Her Eğitim Şûrası’nda olduğu gibi elbet bunda da "eğitim" politikalarıyla ilgili çeşitli görüşler ileri sürülecek, çeşitli öneriler tartışılıp karara bağlanacak.
Siz sanıyor musunuz ki bu görüşler ve bu öneriler "özgürlük" temelinde üretilen görüş ve öneriler olacaktır?
Yok öyle şey! Bunlar eminiz ki çoktan siparişi verilmiş, onayı alınmış senaryolarla ortaya çıkacak ve önceden belirlenen sonuçlara ulaşacaktır.
İsterseniz bu önerilerden 12 Kasım 2006 tarihli Milliyet’e yansıyan birkaçını özetleyelim:
İmam Hatip Liseleri (İHL) meslek lisesi kapsamından çıkartılıp özel statüde değerlendirilmeli. (Batman’ın önerisi)
Kur’an-ı Kerim seçmeli ders olmalı. İlköğretim 4+4 olarak düzenlenmeli. (Denizli’nin önerisi)
İlköğretim 5+3 veya 4+4 olmalı. Din kültürü ve Ahlak Bilgisi süresi artırılmalı (Elazığ’ın önerisi)
Zorunlu eğitim 5+3 şeklinde planlanmalı. İHL’ler meslek lisesi statüsünden çıkarılıp din eğitimi ağırlıklı sosyal bilimler lisesi olarak düzenlenmeli. (Gaziantep’in önerisi)
Öğretmen Liseleri ve İHL’ler genel lise kapsamına alınmalı. (İstanbul’un önerisi)
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ders saati artırılmalı. (Uşak’ın önerisi)
Gördüğünüz gibi öneriler iki çizgide yoğunlaşıyor. Biri İmam Hatip Liselerini ne yapıp yapıp "genel lise" statüsüne kavuşturmak. Öteki de "din kültürü ve ahlak dersini artırma" gerekçesiyle okulları medreseleştirmek.
İHL’ler konusunda önce onları meslek lisesi statüsünden çıkarmak lazım. Çünkü meslek lisesi olarak kalınca, kendi mesleğinin dışındaki bir fakülteye girmek isteyene uygulanan katsayı, genel liselerden gelenlere göre az oluyor. Oysa bakan, İHL’leri genel lise konumuna getirirse oradan mezun olanların her fakülteye girmesi sağlanabilir. O zaman da bir gün ülkeyi o ellere teslim etmek mümkün olur.
Tüm öteki yanlışlarını ve laik Cumhuriyet’i işlemez hale getirme çabalarını bir kenara koyun... Sadece bu bile yetmez mi Sezer’in protestosuna?
Yazının Devamını Oku 13 Kasım 2006
ÜZERİNDEN bir gün bile geçmeden bu satırların yazarını pişman ettiniz Sayın Başbakan!<br><br>Önceki gün toplanan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) 2’nci Büyük Kongresi’nde yaptığınız konuşmayı gazetelerde dün okuyunca anladık ki gözünüzün içine baka baka: "Türkiye laiktir, laik kalacak!" diye haykıran on binler var ya... Onlar haklıymış. Çünkü siz ona müstahak imişsiniz.
Oysa biz, Bülent Ecevit’in cenaze törenine katılanların sizi ve TBMM Başkanı Bülent Arınç’ı görünce "Türkiye laiktir, laik kalacak!" diye protesto gösterisi yapmalarını dün bu sütunda çok sert ifadelerle eleştirerek:
"Sevgili halkımız "cenaze töreninin siyasi parti mitingi olmadığını" belli ki hálá anlayamıyor...
Uğur Mumcu gibi, Çetin Emeç yahut Ahmet Taner Kışlalı gibi, alçakça bir suikast ardından yapılan cenaze töreninde duyguların taşması anlaşılabilir. Orada slogan da atılabilir, pankart da taşınabilir ama kimsenin kusuru yahut kastı olmadan hayata veda etmiş birinin cenaze töreninde siyasi sloganlar atmak yahut onu bunu alkışlamak tek kelimeyle ayıptır. En azından sizinle karşıt görüşte olsa bile, üzüntünüze katılmak için ayağınıza kadar gelmiş insana karşı kabalıktır. (...)
Gerçek şu ki kabalık savunulamaz" demiştik.
O tezahüratı birkaç saat sonra AKP Kongresi’nde:
"Bazı yerlerde şu tür bağrışmalarla, çağrışmalarla karşılaşıyoruz. ’Türkiye laiktir, laik kalacak!’ Bunu kime söylüyorsunuz? Bunun kavgasını, mücadelesini verenlere söylüyorsunuz. Bunu söylemenin ne anlamı var? Bu iş söylenmez, yaşanır. Bunun dışında bir şeyler yapanlar mı var da söylüyorsunuz? İlgili ilgisiz adeta futbol maçı seyreder gibi, sloganlarla bağırıp çağıranlar var. Bunlar hoş şeyler değil. Siyasi partiler bunun üzerinden rant bekliyorsa aldanıyor (...)" sözleriyle eleştirdiniz.
Sayın Başbakan önce bilin ki "Türkiye laiktir, laik kalacak!" sloganı, halkın size bir bildirimidir. O ne "Sarı Kanarya"ya ne "Kara Kartal"a ne de "Aslan Cimbom"a yapılan taraftar tezahüratıyla kıyaslanabilir.
Zaten sizin "laiklik"le veya "laik rejim"le en büyük sorununuz, bu temel değeri, futbol kulübü taraftarlığı gibi görmenizden kaynaklanıyor. Resmi konuşmalarınızda arada bir "Türkiye laiktir. Biz laikliğe bağlıyız" türü laf etmeyi o yüzden "yeterli" görüyor, hatta kendinizin "laikliği savunduğunuzu" sanıyorsunuz. Belki de kendi durumunuzu biliyorsunuz ama bu sözlerle kamuoyunu kandırabileceğinizi düşünüyorsunuz.
Hayır Sayın Başbakan! Siz laik cumhuriyetin o en temel ilkesini savunan bir hükümetin başbakanı değilsiniz. Yer kalmadığı için tek örnekle yetinmek zorundayım:
Eğer laikliği savunan bir hükümetin başbakanı olsaydınız, laik cumhuriyete karşı olduğunu açıkça ilan etmiş ve bu görüşünü değiştirmemiş bir kimseyi "Başbakanlık Müsteşarı" sıfatıyla devlet bürokrasisinin başına oturtmaz ve onun sistemi baştan sona değiştirmeyi amaçlayan çabalarına destek vermezdiniz.
O nedenle üzgünüm ama biliniz ki siz böyle devam ettikçe Türkiye’nin sokakları size, "Türkiye laiktir, laik kalacak!" diye haykırma hakkını her zaman kullanacaktır.
Yazının Devamını Oku 12 Kasım 2006
ANKARA dün unutulmaz bir gün yaşadı. Günlük yaşamlarında en çok andıkları politikacılardan biri olan Bülent Ecevit’in cenaze töreni nedeniyle nerdeyse tüm Ankara sokaklardaydı. Daha doğrusu Ankaralılar dün ister fiilen katılmış olsunlar, ister evlerinde, işyerlerinde ve hatta hastane yahut hapishanede olsunlar, Ecevit’i konuştular, Ecevit’i yaşadılar.
O nedenle cenaze törenine katılanlarla ilgili kim hangi rakamı verirse versin, bize kalırsa tüm Ankara oradaydı.
Oysa Bülent Ecevit’in kurup iktidara taşıdığı Demokratik Sol Parti’nin son milletvekili genel seçiminde aldığı yüzde 1 küsurluk oya bakınca, dün yaşananların bunun tam tersi olması beklenirdi.
Dünkü törene katılan onbinler o nedenle "oyumuzu değil ama kalbimizi verdik" demiş oldular.
Nitekim Bülent Ecevit, top arabasıyla taşınan tabutu içinde ve gerçek bir sevgi selinin ortasında Ankara caddelerinden akarak Devlet Mezarlığı’ndaki ebedi istirahatgáhına tevdi edildi. Kaldırımlarda toplanan Ankara halkı, Ecevit’in tabutunu, kilometreler uzunluğundaki yol boyunca beyaz karanfil yağmuruna tutarak selamladı.
Dahası, dün "cami avlusundaki cenaze törenlerinin de düzgün hale getirilebileceği" görülmüş oldu.
Önce bir temel gözlemimizi aktaralım:
Kocatepe Camii’nde dün 5 Cumhurbaşkanı başta olmak üzere, tüm üst protokol mensupları vardı. Onlar dışındaki halkın abartısız yüzde 90’ı kısaca, dar gelirliydi. İstanbul cenaze törenlerinin alışılmış tiplerinden hemen kimse yoktu.
Törende protokole mensup kişilerin ve başsağlığı dileklerini kabul edecek aile bireylerinin yerleri belliydi. Böylece, "cenaze töreni" türü bir olayı düzenli şekilde yaşamanın da mümkün olduğu görüldü.
Nitekim Kocatepe Camii’nin avlusunu dolduran onbinlerce insan hayli ılımlı ve kurallara hayli saygılıydı. Gerçi zaman zaman "Türkiye laiktir, laik kalacak!" ve "Halkçı Ecevit!" sloganları duyuldu, bazı kişiler alkışlandı ve iktidar partisinin ileri gelenlerine yer yer "Yuuh!" çekildi ama bunlardan ileri bir taşkınlık yaşanmadı.
Bu noktada halkımızın sosyal terbiyesinin eksikliğinden söz etmek lazım:
Sevgili halkımız "cenaze töreninin siyasi parti mitingi olmadığını" belli ki hálá anlayamıyor...
Uğur Mumcu gibi, Çetin Emeç yahut Ahmet Taner Kışlalı gibi, alçakça bir suikast ardından yapılan cenaze töreninde duyguların taşması anlaşılabilir. Orada slogan da atılabilir, pankart da taşınabilir ama kimsenin kusuru yahut kastı olmadan hayata veda etmiş birinin cenaze töreninde siyasi sloganlar atmak yahut onu bunu alkışlamak tek kelimeyle ayıptır. En azından sizinle karşıt görüşte olsa bile, üzüntünüze katılmak için ayağınıza kadar gelmiş insana karşı kabalıktır. Kaldı ki bu tür tezahürat, karşıt görüş taşımasına rağmen iyi niyetle gelip başsağlığı dilemek isteyen öteki insanları da bundan vazgeçirir.
Gerçek şu ki kabalık savunulamaz.
Yazının Devamını Oku 11 Kasım 2006
ÜNİVERSİTELERİN Anayasa tarafından da öngörüldüğü gibi "bilimsel özerkliğe" sahip olmasını bu siyasi iktidar nedense bir türlü içine sindiremedi. Aslında "nedense" diye sormaya gerek yok. Çünkü "her türlü partizanlıktan uzak" bir kamu yönetimi getireceğini vaat ederek iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) bu konuda gelmiş geçmiş tüm iktidarlardan kötü çıktı.
Son örneği TBMM Milli Eğitim Komisyonu Başkanı Tayyar Altıkulaç eliyle Meclis’e verdikleri ve önceki gün Komisyon’dan geçerek Genel Kurul’a gönderilen yasa önerisiyle ortaya koydular:
Konu 1 Mart 2006 tarihli ve 5467 sayılı yasayla kurulan 15 üniversiteye Kurucu Rektör atanmasıyla ilgili.
Anımsayacağınız gibi bu yasa, yeni üniversiteleri kuracak rektörlerin, Milli Eğitim Bakanı ve Başbakan tarafından belirlenip Cumhurbaşkanına sunulan 3 isimden birini Cumhurbaşkanının ataması yoluyla belirlenmesini öngörüyordu.
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer bu işe yürütme gücünün karışmasının "üniversitenin bilimsel özerkliğine" aykırı olduğunu ileri sürdü ve yasayı tekrar görüşülmek üzere TBMM’ye gönderdi. Ama siyasi iktidarımız "Biz dediğimizi yaptırırız arkadaş!" kafasında olduğu ve ne yapıp yapıp rektörlüklere kendi adamlarını getirmeyi aklına koyduğu için yasayı Meclis’ten aynen geçirdi ve yürürlüğe girmesini sağladı.
Ancak Anayasa Mahkemesi söz konusu hükmü iptal etti. Bir bakıma o da "hükümetin eli bu işin içine giremez" dedi.
Böylece "rektör tayini" konusunda boşluk doğunca, Anayasa’ya göre "Yüksek öğrenim kurumlarının öğretimini planlamak, düzenlemek, yönetmek ve (...) bu kurumların kanunda belirtilen amaç ve ilkeler doğrultusunda kurulmasını, geliştirilmesini" sağlamakla görevli olan Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) devreye girdi ve bazı rektörleri, yeni üniversitelerin kuruluşunu tamamlamakla görevlendirdi.
Nitekim söz konusu 15 üniversitenin önemli bir kısmı yakında "rektör seçimi yapmak" için oy verecekler. Böylece seçilecek 6 isimden 3’ünü YÖK belirleyerek Cumhurbaşkanına sunacak. O da yeni rektörleri atayacak.
İşte tam bu noktada AKP iktidarı telaşlandı. Tayyar Altıkulaç imzasıyla Meclis’e bir yasa önerisi verdirerek, "Kurulan üniversitelerin kurucu rektörleri, iki yıllığına, Milli Eğitim Bakanı’nca belirlenen dört profesör adaydan, Yükseköğretim Kurulu’nun 15 gün içinde seçerek Cumhurbaşkanına sunduğu iki aday arasından Cumhurbaşkanınca atanır" diyen bir yasayı alelacele yürürlüğe koyma derdine düştü.
Şimdi bu yasa önerisinin TBMM Genel Kurulu’ndan hızla geçirilmesi amaçlanıyor. Böylece yeni üniversite rektörlerinin bugünkü Milli Eğitim Bakanı ile Başbakan’ın arzularını yerine getirecek isimlerden oluşmasını sağlanacak.
Peki ama "bilimsel özerklik" nerede kalacak? Onu düşünen yok. Çünkü mesele ülkenin iyiliği değil, iktidarın çıkarı...
Bir başka soru... "Çıkardığınız yasayı Cumhurbaşkanı tekrar Meclis’e gönderirse... Sonra da atanmasını istediğiniz rektörleri atamazsa ne yapacaksınız?"
Yazının Devamını Oku 10 Kasım 2006
ANADOLU’nun kıyıda kenarda kalmış güzel sözleri vardır. Biri "Aklın fazlası ayağa dolanabilir" der. Ayağınıza bir şey dolanınca düşersiniz.<br><br>Donald Rumsfeld yani ABD’nin önceki gün sabah saatlerine kadarki Savunma Bakanı da "fazla akıllı" biriydi. Ama aklı ayağına dolandı. Ve sonunda gitti.
Aklının fazlası sadece kendisine zarar verse mesele yoktu. Ne yazık ki o yüzden Irak’ta üç yılda ölen insanların sayısı 655 bini buldu.
Amerika Birleşik Devletleri’ni tamamen yalan ve iftiralara dayalı gerekçelerle Irak’a savaş açmaya zorlayanların başında (öteki birkaç isimle birlikte) Rumsfeld geliyordu.
Ortadoğu’ya sözde "barış, istikrar ve özellikle demokrasi" getirmek iddiasıyla -kanımızca yalanıyla- başlayan kampanya sadece 655 bin Iraklı’nın hayatına mal olmakla kalmadı, Amerikan vergi yükümlüsünün cebinden -en son rakamlara göre- 340 milyar dolar paranın da Irak çöllerine gömülmesine ve 3 bine yakın Amerikan askerinin ölmesine yol açtı.
Bugün geriye bakınca görüyorsunuz ki, zarar çok ama kazanç hanesinde sıfırdan başka bir şey yok. Tabii Barzani ve Talabani’yi "kazanç" saymazsanız.
Yani savaşa girmek için kullanılan gerekçelerin hiçbiri doğru çıkmamış. Savaşın amaçlarından -Saddam Hüseyin isimli aşağılık bir despotun devrilmesi dışında- hiçbiri gerçekleşmemiş...
Tam tersine, Irak’ın bütünlüğü mahvedilmiş, ülke bir kanlı iç savaşın ve üçe bölünmenin eşiğine gelmiş...
Ve... Irak’taki Şii halkın, bizzat ABD Başkanı George Bush tarafından "haydut devlet" ilan edilen İran’la daha fazla yakınlaşması sağlanmış.
Söyleyin Allah aşkına... Şu durumun akılla, barış severlikle, demokrasiye bağlılıkla, hukukla açıklanabilir bir tarafı var mı?
İşte bu -George Bush, Başkan Yardımcısı Dick Cheney ve Savunma Bakanı Donald Rumsfeld dışında- hemen hemen kimsenin katılmadığı politika, en sonunda, 7 Kasım Salı günü Temsilciler Meclisi üyelerinin tamamı ve Senato üyelerinin üçte biri ile bir kısım Eyalet Valilikleri için yapılan seçimde karaya oturdu.
Bildiğiniz gibi Demokratlar hem Temsilciler Meclisi’nde hem de Senato’da çoğunluğu ele geçirdi.
Ama Irak politikasının mimarı Donald Rumsfeld’in sonu, sadece Cumhuriyetçiler’in seçimde uğradığı hezimet nedeniyle gelmedi:
Oylamadan iki gün önce, daha çok ABD askeri çevrelerinin okuduğu bilinen Army Times; Navy Times; Air Force Times ve Marine Corps Times isimli gazetelerin dördü birden, Donald Rumsfeld’in istifasını istediler.
Seçimde uğranılan hezimet de buna tüy dikti.
Şimdi başkent Washington’daki yasama organında, Bush’un Cumhuriyetçi Parti’sinin değil, Clinton dönemi Demokratlarının borusu ötecek.
Ama daha önemlisi ABD -büyük laflara bakmayın- tıpkı 1970’li yıllarda Vietnam’da uğradığı yenilgi gibi bir yenilgiyi de Irak’ta kabul edecek.
Tamam... ABD büyük ve güçlü devlettir. Bu yenilgi onu yıkmaz. Keza hemen Irak’tan çekilmesi de söz konusu olmaz. Ama her yenilgi gibi bu da kendi sonuçlarını getirir.
Yazının Devamını Oku 9 Kasım 2006
AVRUPA Birliği Komisyonu’nun, aylardır hazırladığı bilinen, yayımlanma tarihi bir kere ertelenen, içinden tavşan mı papaz mı çıkacak diye merakla beklenen Türkiye İlerleme Raporu nihayet dün yayınlandı. Baktık... Hiç de "ecelimizin geldiğini" söyleyen bir şeyle karşılaşmadık.
İçinden bir bakıma bilinen şeyler çıktı:
Sivil-asker ilişkilerini Avrupa Birliği (AB) standartlarına uydurmamız lazımmış.
Doğru... Ama bu standardı bu ülkeye getirebilmemiz için önce siyasi iktidarın, laik rejimin altını oyan politikalardan vazgeçmesi lazım. Ne yazık ki bu devam ediyor. Laikliğe öncelikle sahip çıkması gereken CHP de sadece sevgi ve saygı ile bakmakla kalıyor. O zaman asker, "laiklik bir siyasi mesele değil, temel bir hayati meseledir" gerekçesiyle devreye giriyor.
AB kusura bakmasın... Türkiye’deki tablo böyle devam ettikçe asker-sivil ilişkisi onların istediği şekle gelmez. Gelmezse ne olur? Türkiye belki AB’ye üye olamaz ama ondan daha önemlisini, yani laik rejimi korur.
Raporda Türk Ceza Kanunu’nun 301’inci maddesinin, "şiddet içermeyen fikirlerin ifadesini kısıtlamaya yönelik kullanılmasından" şikáyet ediliyor.
AB belki her konuda laf edebilir ama bu madde bu şekilde kabul edilirken bizlerin itirazlarına kulak vermeyen, tam tersine alkış tutan aynı AB idi. Kaldı ki AB, bazı üye ülkelerde de bunun benzeri yasa hükmü olduğunu göz ardı ediyor. Hatta ifade özgürlüğünü daha da faşizan bir anlayışla kısan ve "Yahudi soykırımını" inkár edenlerle "anti-semitik" (Yahudiler aleyhine) yayın yapanları hapisle cezalandıran yasalar Avusturya’da, Fransa’da, Almanya’da, Hollanda’da, Belçika’da, kısaca AB üyelerinin birçoğunda var. Buna şimdi bir de "Ermeni soykırımı iddiası yalandır" demeyi suç sayma modası eklendi. Bunlar "şiddet içermeyen fikirlerin ifadesini kısıtlama" değil mi? O nedenle AB önce kendi evinin önünü temizlesin, sonra Türkiye’ye laf etsin.
Bu sözlerimiz bizdeki yanlışları koruyalım anlamına gelmiyor. Onları elbet düzeltmemiz lazım. Ama kendi gözündeki merteği görmeyenler de biraz haddini bilsin diyoruz.
Raporda beklendiği gibi hava ve deniz limanlarımızın Güney Kıbrıs Rum Yönetimi gemi ve uçaklarına açılması isteği var.
İstek elbet yerinde... Çünkü Türkiye, Aralık 2004’te AB ile müzakerelerin başlaması için 1963 Ankara ve 1996 Gümrük Birliği anlaşmalarını Güney Kıbrıs Rum yönetimine de uygulama sözü vermişti. Vermişti ama ondan önce de Avrupa Birliği’nin "Annan Planı"na "evet" demesi halinde KKTC üzerindeki izolasyonları kaldırma sözü vardı. Şimdi AB kendisinin daha önce verdiği sözü tutmadan Türkiye’nin sözünü tutmasını istiyor.
Bu Avrupalılar dünyanın en akıllı insanları kendileri mi sanıyorlar?
İnsan bir şey ister ama istemeye yüzü varsa ister...
Not: Bülent Ecevit’le ilgili bir yazımda, ona Çiğli’de (İzmir) yapılmak istenen suikast sırasında yaralanan dostu Mehmet İsvan’ın sonra da o nedenle vefat ettiğini yazmıştım. Yanılmışım. Merhum Mehmet İsvan’ın vefatı birkaç yıl sonra ve kanser nedeniyle meydana gelmiş. Düzeltiyor, özür diliyorum. O.E.
Yazının Devamını Oku 8 Kasım 2006
BAZI okuyucularımız son üç gündür Bülent Ecevit’in meziyetlerini yazıyor olmamızı yadırgamışlar. "Hiç mi yanlışı yoktu? Hiç mi kusuru yoktu?" anlamında mesajlar alıyoruz. Kusursuz insan var mı? Elbet Bülent Ecevit’in de "kusurlu" saydığımız tarafları, bizce "yanlış" politikaları ve uygulamaları vardı.
Bunları üstelik kendisinin politikada aktif olduğu yıllar boyu, her fırsatta dile getirdik.
Tıpkı merhum Turgut Özal gibi... Onun da sorumluluk ve cumhurbaşkanlığı döneminde, yüzüne karşı yapmadığımız eleştiri kalmadı. Ama aramızdan ayrılması üzerine yazdığımız yazılar, tam da geleneklerimizin çok doğru bir şekilde bizden beklediği gibiydi:
Hep iyi taraflarını ön plana çıkardık.
Ama sonraki aylarda ve yıllarda yeri gelince, merhumun hayatta iken bizden okuduğu eleştirileri tekrarlamakta hiç sakınca görmedik. Zaten yapmamız gereken de -kanımızca- o idi.
Kamusal bir sorumluluk üstlenmiş, ülke kaderine hükmedecek yetkiler kullanmış bir insanın yanlışları o aramızdan ayrılınca silinip gitmiyor ki... O kararlar sonraki kuşakların yaşamını ve hatta geleceğini etkileyebiliyor. Bu da elbet yeri gelince eleştiriyle, yeri gelince de övgü ile o konuya değinmeyi gerektiriyor.
Kaldı ki Bülent Ecevit gerçekten, eksikleri ve kusurlarıyla kıyaslanmayacak kadar çok ve büyük meziyetlere sahip bir aydın, bir politikacı daha doğrusu bir devlet adamıydı.
Devlet adamıydı deyince o noktada bir nebze durmak gerek:
Bizde üst düzeyde bir devlet makamını işgal eden veya "bakan" olan herkes kendisine "devlet adamı" denilmesi gerektiğini sanır veya öyle anılmak ister.
Oysa "devlet adamlığı" gazilik gibi, şehitlik gibi, bir faninin sahip olabileceği en üst itibar noktasına ulaşmış olanların hak ettiği bir sıfattır. Nitekim Vali, Genel Müdür, Müsteşar olursunuz, Profesör, Büyükelçi yahut en üst rütbeye sahip bir General olursunuz ama "devlet adamı" olamayabilirsiniz. Çünkü devlet adamı, -önceki gün CNN Türk’te vurgulandığı gibi- "gelecek nesilleri" düşünerek karar alan adamdır. Ötekiler özellikle politikacılar "gelecek seçimi" düşünürler.
Ecevit bizim gözümüzde "devlet adamlığı" mertebesine önce 1974 Kıbrıs Harekatı ile ulaştı. Bu sıfatını son başbakanlığı sırasında perçinledi. Çünkü izlediği politikaların kendi partisini sandığa gömeceğini biliyordu.
Tıpkı Türkiye’de çok partili yaşamı başlatan İsmet İnönü’nün bunun sonunda iktidardan indirilebileceğini bile bile demokratik rejimi yaşatmaya ve yerleştirmeye çalışması gibi...
Nitekim İnönü de -daha önceki dönemde ülkeye yaptığı büyük hizmetleri yok saysanız bile- sırf 14 Mayıs 1950’de seçimi kaybedip iktidarı usulüne uygun şekilde Demokrat Parti’ye devrettiği gün, "devlet adamı" sıfatını bir kere daha hak etmişti.
Ecevit de öyle yaptı. Bir önceki seçimde aldığı yüzde 22.2 oranındaki oyun yüzde 1.22’ye düşmesine -ve düşeceğini bilmesine- rağmen, ülkeyi selamete götürecek politikaları izlemekte ısrar etti.
Zaten, o tarihte sandığa gömüldüğünü düşündüğümüz Ecevit asıl o nedenle bugün, karşıtları dahil herkesin kalbine gömülmeyi hak etti.
Yazının Devamını Oku 7 Kasım 2006
BÜLENT Ecevit’in aramızdan ayrılması nedeniyle program yapan bir televizyon kanalı dün bize "Ecevit’i nasıl değerlendiriyorsunuz?" türü bir soru yöneltti. "Ecevit’in hangi yönünü soruyorsunuz? Önce onu belirleyelim de sonra yanıt vermeye çalışayım" demek zorunda kaldık.
Evet... Hangi yönünü anlatalım?
Kişiliğini mi?
Çok zarif, son derece mütevazı, çok dikkatli, titiz, fevkalade dürüst tabiatlı, "karınca ezmez" denecek kadar yufka yürekli, ama Cumhuriyet tarihimizin yabancı bir ülkeye karşı savaş nitelikli yegáne harekátının kararını alacak kadar aslan yürekli Bülent Ecevit’ten mi söz edelim?
Bülent Ecevit bir sevgi ve şefkat okyanusuydu. Orada yer almayacak kimse veya hiçbir yaratık olamazdı.
Başkalarına saygılıydı; çünkü öncelikle kendi kişiliğine saygılıydı.
Herkese karşı iyi niyetliydi. Ama iyi niyetinin kötüye kullanılmasını cezasız bırakmazdı.
Ecevit "görev" söz konusu olunca son derece ciddi ve sorumlu idi. Özellikle iyi niyetten yoksun olan kusuru affetmezdi.
Çok boyutlu bir kişiliği vardı:
Gençlik yıllarında dünyadaki fikir, edebiyat, san’at hareketleri ve akımlarıyla ilgileniyordu. San’at eleştirileri yazıyordu. Ama şiir onun kendisini en yakın hissettiği san’at dalıydı.
Siyaset öncesinde çok etkili bir sütun yazarıydı. Türkçe’yi kullanmaktaki ustalığı övgü alırdı. Bugün kullandığımız kelimelerin çoğunu, örneğin "olanak" kelimesini, "ivedi"yi, "seçenek"i, "eşgüdüm"ü ve daha nicelerini bize o verdi.
Siyasete girdikten sonra kendisini ülke sorunlarına adadı. Şiiri ve öteki san’at faaliyetlerini ikinci plana itti.
Geri plana ittiklerinin yerini bir yandan sorunlara somut çözüm üretme çabaları, öte yandan da dış politika konuları doldurdu. "Kıt’a sahanlığı" ve "karasuları sınırı" gibi konularda Yunanistan’ın yayılmacı emellerini engelleyen onun politikalarıydı.
Bülent Ecevit, İsmet İnönü’nün ebediyete uğurlanması ardından verdiği bir demeçte, "Herkes İnönü’den kendi yeteneği kadar ders almıştır" mealinde bir cümle kullanmıştı. Maksadı öyle sanıyoruz ki, İsmet İnönü’nün en iyi öğrencilerinden birinin kendisi olduğunu ima etmekti.
Gerçekten Atatürk devrimlerini her koşulda savunmayı, demokrasiyi, hukuk devletini geliştirip yerleştirmeyi, devlete sahip çıkmayı ve tüm kurumlarını işletmeyi, ulusumuzun ve ülkemizin bütünlüğünü en önemli değer olarak savunmayı, ülkenin saygınlığını korumayı, devletin bir kuruşunun boşa harcanmasına izin vermemeyi, hırsızlığın her türüyle mücadele etmeyi öyle sanıyoruz ki İsmet İnönü’den devralmıştı.
İnönü’den devraldıklarına "sosyal demokrasi" boyutunu o ilave etti. Nitekim İnönü’nün 1965’te ortaya attığı "CHP ortanın solunda bir partidir" sloganından önce o Çalışma Bakanı sıfatıyla emeğin en güçlü savunucusu olmuş, "iş" dünyamızı düzenleyen yasaları çıkarmıştı.
Ecevit kişiliğiyle, tutumuyla, politikalarıyla bir ekoldü. Dileriz akademisyenlerimiz bunu görür, politikacılarımız bundan ders alır.
Yazının Devamını Oku