6 Kasım 2006
Siyaset dünyamızın bir efsanesi 5 Kasım’ın son dakikalarında bitti...<br><br>Bülent Ecevit 81 yıllık ömrünün son 49 yılını aktif politika içinde ve ülkesine, ulusuna hizmet yolunda harcadı. Siyasette tertemiz bir isim bıraktı. En umutsuz koşullarda bile doğrultusundan sapmaksızın mücadele etmenin en muhteşem örneklerini ortaya koydu.
Ve ulusumuzun yetiştirdiği son devlet adamı olarak sıfatını hak ettikten sonra aramızdan ayrıldı.
Bülent Ecevit, bir alçağın 17 Mayıs 2006 tarihinde Danıştay’ın İkinci Dairesini basarak şehit ettiği Yüksek Yargıç Mustafa Yücel Özbilgin’in cenazesinde rahatsızlanmış ve bilinçsiz bir halde Gülhane Askeri Tıp Akademisi hastanesine kaldırılmıştı.
Ecevit’i o gün görenler, Yücel Özbilgin’in şahsında Cumhuriyetin temel değerlerini savunan bir kuruma yapılan saldırı nedeniyle çok büyük üzüntü duyduğunu, sağlık durumu elvermediği halde o nedenle cenaze törenine katıldığını ifade etmişlerdi.
Olayların bu niteliği, Ecevit’in de hayatını, Cumhuriyetin temel değerleri uğruna riske attığının kanıtını oluşturdu.
Aslında Ecevit, inandıkları için her türlü tehlikeyi göze alabildiğini çok defa ortaya koymuş bir siyasetçiydi:
Seçim kampanyası için gittiği İzmir’de ona suikast yapmak isteyenler, yakınındaki Mehmet İsvan’ı yaraladılar. İsvan hayatını bu olay yüzünden kaybetti.
Başbakan sıfatıyla Amerika Birleşik Devletleri’ne yaptığı bir gezide bir fanatik Rum’un onu öldürme teşebbüsü, koruma görevlilerinin uyanıklığı sayesinde önlendi.
CHP Genel Başkanı iken, 1977 Milletvekili seçimi kampanyasında Başbakan Süleyman Demirel kendisine, "Taksim’de miting yaparken suikaste hedef olacağınızı öğrendik" diye bilgi verdi. Mitingi ertelemesini veya iptal etmesini istedi. Ecevit bunlara hiç aldırış etmeden Taksim meydanına yüzbinleri toplayıp kürsüye çıktı. Kimse de birşey yapamadı.
Kıbrıs’a askeri müdahale çok ciddi bir cesaret meselesi iken, bu tarihi kararı alıp uygulayan o idi.
Sadece bu noktalarda değil, medeni cesaretin en seçkin örneklerini de özellikle askeri yönetimlere karşı o ortaya koydu. Örneğin 12 Mart 1971 askeri müdahalesi karşısında, böyle bir yönetimle işbirliği yapmayı reddederek CHP Genel Sekreterliğinden istifa etti.
Daha önemli bir cesaret örneğini 12 Eylül döneminde gösterdi... Askeri yönetimin aşırı şekilde kısıtlayıcı kurallarına açıkça isyan eden tek siyasetçi, tek aydın o idi. Nitekim sesini duyurmak için Arayış isimli bir dergi çıkardı. Hem bu dergideki yazıları nedeniyle hem de Türkiye’deki durumu saklamayan bir demeci nedeniyle iki kere hapse atıldı. Ama çizgisinden ve davasından zerre kadar sapma göstermedi.
Ve... Siyaset yapması yasak olduğu için eşi aracılığıyla, en olumsuz koşullarda kurdurduğu Demokratik Sol Parti’yi, sabırla, çileyle büyüterek 1999-2002 arasında iktidar yaptı.
Ecevit sadece sabır ve cesaret adamı değildi. Sayısız meziyetleri nefsinde toplamış bir değer idi. O nedenle Ecevit’i anlatmaya devam edeceğiz. Bugünlük noktayı, tüm ulusumuza başsağlığı dileyerek ve önünde saygıyla eğilerek koyuyoruz.
Yazının Devamını Oku 5 Kasım 2006
ÖNÜMÜZDE çok değil, bugünü sayarsanız üç gün kaldı. Dördüncüsünde yani 8 Kasım günü Avrupa Birliği Komisyonu’nun Türkiye ile ilgili İlerleme Raporu yayınlanacak ve... Belki de dananın kuyruğu kopacak. Sebep bildiğiniz gibi Türkiye’nin, "Güney Kıbrıs gemi ve uçaklarına deniz ve havalimanlarımızın açılmasını istiyorsanız, önce sözünüzü tutun, Kuzey Kıbrıs’a uyguladığınız izolasyonları kaldırın" tezinde ısrar etmesi...
Türkiye dün veya bugün değil, Nisan 2004’ten beri hep bunu söylüyor. Bunu da boşa söylemiyor; çünkü ortada "Kıbrıs’la ilgili Kofi Annan planına Türkler ’evet’ derse Avrupa Birliği’nin (AB) Kuzey Kıbrıs’a artık eskisi gibi olumsuzlukla bakmayacağına" ilişkin vaatler var:
Bugüne kadar hiçbiri tutulmamış vaatler...
Gerçi Avrupa Birliği çevrelerinden;
"Evet ama önce siz sözünüzü tutun; çünkü Annan Planı’na Türkler evet dedikten sonra Türkiye, Avrupa Birliği ile müzakerelerin başlayabilmesi için Gümrük Birliği Anlaşması hükümlerini tüm AB üyelerine -bu arada Güney Kıbrıs’taki Rum yönetimine- uygulayacağına dair taahhütte bulunmuştu. Biz sadece o taahhüdün gereğini yapın diyoruz" itirazı geliyor.
Bu sütunu izleyenler anımsarlar. Türkiye’nin bu tutumunda ısrar etmesini desteklediğimizi çok yazdık. Ancak mutad "kırmızı çizgi" fiyakamızın kaç kere bozulduğuna tanık olduğumuz için zaman zaman kuşkular dile getirdik. Son olarak da Brüksel’de yapılan Troika (AB Dönem Başkanlığı’nı devreden ülke ile devralan ülke dışişleri bakanları ve bir de AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komisyon Üyesi) toplantısına katılan Dışişleri Bakanımız Abdullah Gül’ün sarf ettiği sözlerden duyduğumuz rahatsızlığı ifade ettik. Çünkü Gül şu anda dönem başkanı olan Finlandiya Dışişleri Bakanı’nın "Kıbrıs" konusundaki "çabalarını desteklediğini" söyledi. "Kıbrıs’taki iki toplum anlaşırsa, bizce mesele yok" mesajını verdi.
Bir çabayı desteklemek ancak çıkarınıza uygun ise doğru olur. Oysa bu sözler üzerinden iki gün geçmeden anlaşıldı ki Fin Dışişleri Bakanı Erkki Tuomiojia, "girişim" dediği şeyle, KKTC sınırları içindeki Maraş Bölgesi’ni 2 sene süreyle Birleşmiş Milletler’e bırakıyor. Gazi Magosa limanının işletmesini Avrupa Birliği’ne -pratikte Rumlara- terk ediyor. Sözde bu sayede KKTC mallarının AB ülkelerine ihracına kapı açmış oluyor. Buna karşılık Türkiye de limanlarını Rumlara açıyor. Daha doğrusu Rumları fiilen tanımış oluyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan, Dışişleri Bakanı Gül’ün desteklediği bu önerilere karşılık son derece sert bir tavır koydu ve geçen gün "Biz kendimize düşeni yaptık. Onlar da sözlerini tutsunlar" dedi.
Biz Erdoğan’ın tutumunun ve savunduğu görüşün destekçisiyiz.
AB’nin 8 Kasım günü yayınlaması beklenen raporun, müzakereleri askıya alma sonucu doğurması elbet mümkündür.
Ama sadece Türkiye’nin yükümlülüğünün konuşulduğu, AB’nin hiç vermeden almak suretiyle sürdürmek istediği müzakere, zaten sağlıklı sonuç vermez.
Sünnetçiyle korkutmanın da bir sınırı var...
Yazının Devamını Oku 4 Kasım 2006
BİZ biliyorsunuz akla hayale gelmedik olayların yaşandığı harika bir ülkeyiz ya... <br><br>Öyle bir örneği, bugün eşleriyle birlikte Brezilya, Şili ve Arjantin’e gidecek olan Anayasa Mahkemesi’nin sayın üyeleri sayesinde yaşayacağız: Anayasa Mahkemesi’nin 11 üyesinden, Başkan Sayın Tülay Tuğcu dahil 7’si bugünden itibaren iki hafta süreyle "mesleki incelemelerde bulunmak" üzere, yılın bu mevsiminde bahar aylarını yaşayan Brezilya, Şili ve Arjantin’de olacaklarmış.
Anayasa Mahkemesi’nin 3 raportörü de onlara refakat edecekmiş.
Bize bildirildiğine göre "Yargıtay ve Danıştay üyeleri de zaman zaman yurtdışına bu tür geziler yapıyorlar"mış. "Özellikle öteki ülkelerdeki kurumları ve uygulamaları incelemenin sağlayacağı yararlar" nedeniyle böyle bir geziye karar verilmiş.
Gerekçe iyi de... Maalesef -hadi inandırıcı demeyelim- doyurucu değil.
Önce bir noktayı belirtelim:
Anayasa Mahkemesi’nin Kuruluş ve Yargılama Usullerini düzenleyen 2949 sayılı yasada böyle yurtdışında "mesleki inceleme gezisi yapma" türünden bir görevden söz edilmiyor.
Yasada bulunmayan hükmün Tüzüğe konulması usulden değildir ama, 5 Aralık 2000 tarihli bir hükümde "Anayasa Mahkemesi Başkanı, Başkanvekili, üyeleri ve raportörlerinin, mesleki incelemelerde bulunmak (...) üzere aylık ve ödenekleri, gerçek yol giderleri ve gündelikleri verilmek suretiyle, işlerin aksatılmaması gözetilerek, dış ülkelere gönderilmesine asıl ve yedek üyelerin katılımı ile Kurulca karar verilir" denmiş.
Anlamakta doğrusu zorlanıyoruz:
Bildiğiniz gibi, Anayasa Mahkemesi’nin bir konuda karar alması için Başkan dahil 11 üyenin toplanması zorunludur. Bu 11 üyeden mazereti nedeniyle katılamayanların yerine tamamı 4 olan yedek üyeler katılır ve böylece sayı tamamlanır. Aksi halde Yüksek Mahkeme toplanamaz ve karar alamaz.
Sayalım ki önümüzdeki 2 hafta içinde Anayasa Mahkemesi’nin bir konuda "yürütmeyi durdurma" kararı almasına ihtiyaç doğdu.
Milletçe ne yapacağız? "Mahkememiz kapalıdır" mı diyeceğiz?
Gerçi gezilerinin güzel geçmesini diliyoruz ama Allah korusun, diyelim ki istenmedik bir olay yaşandı...
Ne kadar süreyle Yüksek Mahkemesiz kalırız hiç düşünen yok mu?
Hepsini bırakın... Tüzükteki "işlerin aksatılmamasını gözetme" koşulu nerede kaldı?
Efendim Yargıtay ve Danıştay için "mubah" olan Anayasa Mahkemesi için neden "günah" olsun?
İyi de... Yargıtay ve Danıştay’ın üyeleri böyle dairelerin -veya genel kurulların- karar almasını imkansız kılacak sayıyla hangi geziyi yaptı ki, bu gezi onlarla kıyaslanabilsin?
Sayın üyelere ve eşlerine iyi yolculuk dileklerimizi sunalım. Ama lütfen unutmasınlar... Bu gezi Anayasa Mahkemesi’nin kimliğine, konumuna ve ağırlığına hiç yakışmadı.
Yazının Devamını Oku 3 Kasım 2006
BİZİM ikide bir "sistem işlemiyor" diye yakınıp durmamıza aldırmayın. Öteki açıdan bakınca anlıyorsunuz ki sistem Türkiye’de tıkır tıkır işliyor... Nitekim dolandırıyorsunuz, sahtekárlık yapıyorsunuz, devlete sahte belge veriyorsunuz...<br><br>Sonra birileri görevini yapmak gayretiyle harekete geçiyor. Savcı soruşturma yapıyor. Hatta gerek görürse dava da açıyor...
Siz tam "Sistem daha nasıl işlesin?" deyip huzur duyduktan bir süre sonra öğreniyorsunuz ki sizin dediğiniz sistem değil, öteki işlemiş... Ve yargılananların davası "zamanaşımı" nedeniyle düşmüş.
Bu konuya zaman zaman değindiğimizi bu sütunu izleyenler bilirler. "Zamanaşımı"nın yargıya olan güveni sarstığını, "gizli bir af" niteliği kazandığını bilmiyoruz kaç kere dile getirmişizdir.
Nitekim bu aksaklığı düzeltecek önlemleri alması gereken şimdiki Adalet Bakanı Sayın Cemil Çiçek de 5 Mart 2006 tarihli Vatan Gazetesi’nde yayınlanan demecinde "zamanaşımı"ndan yakınmış, "1 Haziran 2005’ten sonra işlenen suçlar bakımından zamanaşımı süresinin uzatıldığını" söylemişti.
Şimdi öğreniyoruz ki, halen firarda olan işadamı (!) Hayyam Garipoğlu ile ilgili davalarda da zamanaşımı kendine düşen görevi yapmış:
Biliyorsunuz Garipoğlu, sahibi olduğu Sümerbank’ın içini boşaltmak dahil, birçok yasadışı eyleme bulaşması nedeniyle yargılanmıştı. Mahkeme Garipoğlu’nu 27 yıl 3 ay 15 gün hapis, 128 trilyon 602 milyar 617 milyon lira ağır para cezası ve bankanın 42 trilyon 867 milyar 539 milyon lira zararını ödemeye" mahkûm etmiş, o da yurtdışına kaçmıştı.
İşte o davada Garipoğlu ile birlikte yargılanan banka yetkililerinden 41’ü hakkında, bu eylemi "örgüt kurmak ve örgüte üye olmak" suretiyle yaptıklarına ilişkin suçlama yersiz bulunmuş ve beraatlerine (aklanmalarına) karar verilmişti. Şimdi gelen bilgilere göre aklanmasalar da zaten "zamanaşımı" imdatlarına yetişecekmiş. Nitekim Yargıtay, dosyanın "zamanaşımı" gerekçesiyle kapanmasını uygun görmüş.
Hoş Garipoğlu geçen yıl da bu "zamanaşımı" yolundan yararlanmıştı. Nitekim "Türkbank ihalesine fesat karıştırmak" suçundan 1 yıl 7 ay hapse mahkûm edilmiş olmasına rağmen, öteki suç ortakları Korkmaz Yiğit ve Mehmet Kocabaş’la birlikte "dava zamanaşımına uğradığı" için kurtulmuştu.
Sanmayın ki Garipoğlu kendi türü içinde "tek"tir. Yurtbank’ın eski sahibi Ali Balkaner hakkında "tahsis edilmemesi gereken kredinin tahsisi suretiyle dolandırıcılık suçu işlediği" için verilen 3 yıl 7 ay 22 gün hapis ve 260 bin 400 YTL adli para cezası da yakınlarda "zamanaşımına" uğradı.
Cavit Çağlar’ın sahibi olduğu Nergis Holding’in "sahte faturalarla devletten 445 milyar lira tutarında haksız KDV tahsil ettiği" iddiasıyla açılan dava; malum ve meşhur değerlerimizden (!) Yahya Demirel aleyhine açılan "hayali ihracat" davası zamanaşımı ile ortadan kalktı.
Anımsayacaksınız, 1994 yılında batan üç bankanın sahip ve yöneticileri de devleti 1 milyar 700 milyon dolar zarara uğratmalarına rağmen zamanaşımı sayesinde şimdi utanmadan ortalıkta muteber işadamı havası atıyorlar.
Sistemin tıkır tıkır işlediğini anlatmaya bunlar yetmez mi?
Yazının Devamını Oku 2 Kasım 2006
<B>KAÇ </B>gündür sürüp gelen <B>YİMPAŞ </B>rezaleti üzerinde neden konuşmadığını dün sorduğumuz Sayın <B>Başbakan </B>nihayet ağzını açtı.
Daha doğrusu, <B>"açtı ağzını, yumdu gözünü..." </B>ve tabii <B>"hırsızı" </B>değil, meşhur hikáyede <B>"Nasreddin Hoca"</B>yı sorumlu tutan komşular gibi, o da hakkında soruşturma bulunan <B>YİMPAŞ</B>’ı değil, <B>"medya"</B>yı sorumlu tuttu.
Anlaşılan Almanya gezisinde kendisinden yardım ve ilgi isteyen insanlara "Paranızı verirken bana mı sordunuz?" dediği sırada yaptığı yanlışın hálá farkında değil ki:
"Yüzbinlerin canını yakana karşı elbet ben de elimden geleni yaparım" diyeceği yerde, "Son günlerde yeni bir YİMPAŞ modası çıkardılar" diyerek lafa başlayıp...
"Tabii medya da bu işin içerisinde. Ben yine sesleniyorum medyaya. Özellikle bundan bize vurmaya çalışan medyaya sesleniyorum. Bak kendinize yanlış malzeme seçiyorsunuz, yanlış aktörler buluyorsunuz. Buralardan AKP’yi vuramazsınız" diye devam etmiş. O konuda söylediklerinin devamı da şöyle:
Yazının Devamını Oku 1 Kasım 2006
KAÇ gündür Yimpaş’la yatıyor, Yimpaş’la kalkıyoruz. Daha bir süre bu durum devam ederse şaşmayın. Çünkü ortada sadece sayılamayacak kadar çok insanımızın (bazıları yeşil sermaye denen şirketlere para kaptıranların 500 bin kadar olduğunu söylüyor) dolandırılması olayı yok... Meselenin siyasi boyutu var, polisle ilgili boyutu var, yargı ile ilgili boyutu var, medya ile ilgili boyutu var... Ve hepsini bir araya getirip de resmin tamamına baktığınız zaman görüyorsunuz ki hepimizi ilgilendiren bir niteliği var.
Siyasi boyutu, iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin -muhtemelen Yimpaş’tan aldığı maddi destek nedeniyle- konuyu mümkün olduğunca yok saymasından kaynaklanıyor.
Dikkat edin... Son on gündür bu konu, Türkiye gündeminin birinci maddesini işgal ediyor değil mi?
Her gün her şeyi duyup anında tepki vermesiyle bilinen Başbakan Tayyip Erdoğan hálá YİMPAŞ’ın adını ağzına almadı. Bu konuda ne düşündüğünü açıklamadı.
Konuşanlar da bir tuhaf... Yargının bağımsız olmadığını bilen Adalet Bakanı Cemil Çiçek, sanki gerçek bunun tam tersi imiş gibi topu "savcılara" atıyor. Tabii kimsenin kılının kımıldamayacağını, yani yargının görevini yapmayacağını veya yapmaya kalksa bile işlemlerin yürümeyeceğini bile bile...
Sadece o değil, bu gerçeği Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de bildiği halde, hepimizle alay edercesine:
"Bu konunun hükümetle ilgisi yok. Gereken yapılır. (...) Bu ticari bir dava. (...)" diyor. Almanya ve İsviçre’deki savcıların Yimpaş Yönetim Kurulu Başkanı Dursun Uyar hakkında "ticari" nedenle değil "dolandırıcılık" suçlamasıyla soruşturma başlattıklarını görmezden geliyor.
Ticari ihtilaf nedeniyle "yakalama ve tutuklama" emri çıkarılır mı?
Sayın Gül bir de tutmuş "Uyar’ı Almanya’ya iade edemeyiz. Burada da hakim ve savcılar var" demiş.
Var iseler neredeler Sayın Bakan? Bari parmağınızla gösterin de görelim.
Polis kağıt üstünde, "görevini yapmış" görünüyor, değil mi?
Oysa adı bizde saklı bir uzman yetkililerin "Kardeşim o adam hakkında kırmızı bülten yok. Sadece difüzyon var" türü sözlerine güldüğünü söylüyor. Özetle, "Yeri bilinmeyen, bulunamayan kişi için çıkarılan ’Kırmızı Bülten’dir. Yeri, adresi bilinen için ona gerek yoktur. İstek ’Difüzyon’la yapılır. Bu da sonucu değiştirmez. İlgili hakkındaki yakalama/tutuklama kararı varsa gereği yapılır" diyor.
Dursun Uyar hakkında difüzyon geleli 19 ay olduğuna göre, onu bir defa olsun ifade vermeye çağırmayan polis de belli ki görevini yapmamış.
Medya yönünden bir iç’e yani kendimize diyeceğimiz var... Bazı medya organları bu vahim olayı kendileri ortaya çıkarmadığı için zoraki izler gibiler... Oysa bu konuyu tüm yönleriyle ortaya çıkarmakta hepimizin yarış etmesi gerekmez mi?
Hepsini toplayıp bakarsanız, ortaya kendi resmimiz çıkmaz mı?
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2006
HER parlamentoda kamuoyunun dikkatini çekmek için bazen çarpıcı bazen ipe sapa gelmez önerilerin ortaya atıldığı olur. Kimi parlamento üyeleri bunu nerdeyse şaklabanlık sınırına kadar da götürürler.
Ama öyle bir öneri ciddiye alınır da Başbakan tarafından gündeme taşınırsa, onu görmezden gelemezsiniz.
Bu tür yani dikkat çekmeyi amaçladığını sandığımız bir görüşü geçenlerde Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Karaman Milletvekili Mevlüt Akgün dile getirdi. Milletvekili seçilme yaşının 30’dan 25’e indirilmesini öngören Anayasa değişikliği üzerinde yapılan Komisyon görüşmeleri sırasında;
"65 yaşındaki memuru zorunlu emekli ediyoruz. Notere gidip işlem yaptıklarında 65 yaşın üzerinden sağlık raporu istiyorlar. O yüzden 65 yaşın üstündekiler siyaset de yapmamalı" dedi.
O gün pek çoğumuzun gülüp geçtiği bu tuhaf öneriyi, 28 Ekim Cumartesi günü Denizli’de bir konuşma yapan Başbakan Tayyip Erdoğan ciddiye alıp;
"Parlamento çoluk çocukla dolacak deniyor. İşte bunların ufukları bu kadar. İşlerine gelmiyor. İnanın, bana kalsa... Demokrasiye ters düşüyor diyorlar... Aslında bu işin tavanını da belirlemek lazım. Siyaset emeklilikten sonra yapılan bir iş olmamalı. Bunun belli standardını koymak lazım. Bu Türkiye’de biraz tartışılsın, yerine oturur" deyince, üzerinde durmak zorunlu oldu.
Nitekim Mevlüt Akgün de bu sözlerden cesaret almış. Tutmuş bir Anayasa değişikliği önerisi hazırlamış. Şimdi öneriyi Meclis’e resmen sunabilmek için milletvekillerinden imza topluyormuş.
İtiraf edelim... Başbakan Erdoğan’ın, Akgün’ün sözlerini benimseyeceğini hiç tahmin etmemiştik. Ama kendisinin Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu sıralarda İstanbul’un sorunlarını çözmek için "Her aklına gelen soluğu İstanbul’da alamamalı... İstanbul’a ancak vizesi olanlar (bu herhalde bulunduğu il ve ilçede vali ve kaymakamdan izin alanlar anlamına gelir) gelebilmeli" tezini savunduğunu anımsayınca... "Tamam" dedik, "Akgün’ün önerisi özü itibariyle bundan farklı olmadığına göre, hata eden biziz".
Madem bunları üzerinde konuşmaya değer bulduk... Önce belirtelim:
Dikkat ederseniz "Meclis’e seçilenler 65 yaşından yukarı olmasın" demiyorlar. "Siyaset yapanlar 65 yaşından yukarı olmasın" diyorlar. Böylece bir bakıma "65’ini geçenler ticaret yapmasın... Yazı yazmasın... Bilimle uğraşmasın... Doktorluk yapmasın... İşadamlığını bıraksın" demek bu!
Aradık, taradık... Dünyada böyle bir örnek bulamadık. Sorduk, soruşturduk... Bilene de rastlayamadık. Neticede, dünya siyaset literatürüne Meclis üyeliği için tavan yaş önerisi getirenlerle iftihar (!) ettik.
İşin tuhafı aklımıza 73 yaşında Batı Almanya Başbakanı olan Konrad Adenauer; 79 yaşında İngiltere’de tekrar seçim kazanıp Başbakan olan Winston Churchill geliyor; 77 yaşında seçim kazanıp Başbakan olan İsmet İnönü geliyor... Bugünkü Çin’in mimarı Deng Xiaoping geliyor...
Tüm bu saydığımız isimler engin politika ve yaşam deneyimlerini ülke hizmetine sundukları zaman Akgün’ün istediğinden çok yaşlı idiler. Ülkelerine de unutulmaz hizmetlerde bulundular.
Acaba hata mı ettiler?
Yazının Devamını Oku 29 Ekim 2006
YİMPAŞ’ı deştikçe içinden burnumuzun direğini kıracak kadar pis kokular gelmeye başladı. <br><br>Sadece koku olsa, başınızı çevirir, burnunuzu kapatır kurtulmaya çalışırsınız. Oysa sadece YİMPAŞ’ı değil giderek olay "hortumlara ve hortumculara damardan girme" iddiasındaki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı elindeki devletin de itibarını çürütme noktasına geldi. Önce arkadaşımız Fatih Çekirge’nin dün Ankara’dan verdiği -ayrıntılarını diğer sütunlarımızda okuyacağınız- haberden, sözünü ettiğimiz o iğrenç ve yeni kokulara ilişkin örneği aktaralım:
Meğer Emniyet Genel Müdürlüğü’nün Kaçakçılık ve Organize Suçlar Daire Başkanlığı 16 Şubat 2005 tarihinden beri, YİMPAŞ’taki para hareketleriyle ilgili çok gizli bir soruşturma sürdürmekteymiş. Bu soruşturma kapsamında bazı gerçekleri saptamışlar. Örneğin:
* YİMPAŞ adına özellikle Almanya’daki Türklerden toplanan dövizler, önce kuryelerle İsviçre’ye götürülmüş.
* Bu ülkede kurulan YİMPAŞ AG adına bankalara yatırılan paraların yüzde 10’u para toplayan şahıslara ödenmiş.
* Yüzde 50’si Türkiye’deki YİMPAŞ şirketlerine gönderilmiş.
* Yüzde 40’ı da Türkiye’deki bazı özel kişisel hesaplara havale edilmiş. Ancak bu paraların bir daha geri dönüşü olmamış.
Şimdi anlıyor musunuz, "Saadet Zinciri"nin kimleri mutlu ettiğini ve Dursun Uyar’ın suyu nasıl kaynağından kestiğini! Böyle bir kıymetli vatan evladı bakanlarla iç içe olmaz mı? Vali’nin bayram tebrikini lütfedip kabul ederken basına poz vermez mi?
Söylediklerimizde abartı olup olmadığını anlamak için, tanınmış Ceza Hukuku Profesörlerinden Kayıhan İçel’in bu konuda söylediklerine kulak verin:
Arkadaşlarımız Prof. İçel’e "YİMPAŞ yöneticileri hakkında Almanya’dan dosya gelmeden işlem yapılıp yapılamayacağını" sormuşlar. O da, soruşturma açmak için Almanya’dan dosya gelmesini beklemeye gerek olmadığını söylemiş. İçel, "Yeni Türk Ceza Kanunu’nun 11. maddesine göre Yozgat Savcılığı Türkiye’de soruşturma açabilir" demiş.
Peki o halde neden kimse elini kımıldatmıyor? Adalet Bakanı’nın "basında yazılanları savcılar suç duyurusu olarak kabul edebilirler" şeklindeki sözlerini hiçbir savcı neden duymuyor?
Çünkü savcılar da bu memlekette yaşıyor. Siyasi irade istese lafın böyle söylenmeyeceğini onlar da biliyor.
Ve tabii bu durum Türk devletinin adaleti tecelli ettirme yeteneğinden yoksun olduğu kanısını uyandırıyor.
Peki ama soruşturma açılmasını siyasi irade neden istemesin?
Öyle ya... Yurtdışında bulunan ve "yeşil sermaye" tarafından dolandırıldığını düşünen yüzbinlerce -bazıları yarım milyondan söz ediyor- insanın tepkisinin yarın öbür gün oy sandığına yansıyacağını iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi göremiyor mu?
Elbet görürler. Ama belli ki ellerini tutan bir başka şey var. O da AKP’nin kurulması sırasında ve seçim kampanyası boyunca yeşil sermayeden aldığı büyük maddi desteğin minnet borcu olmasın?
Yazının Devamını Oku