16 Mayıs 2007
İKTİDAR partisine özel bir yakınlık duymayan tüm gazetelerde dün Demokratik Sol Parti’yi (DSP) "biraz daha anlayışlı" olmaya davet eden yazılar vardı.<br><br>Çünkü Ankara’dan gelen haberler DSP’nin kendisine CHP tarafından uzatılan işbirliği elini sıkmakta hálá tereddüt ettiğini söylüyor. Neyse ki ne DSP Genel Başkanı Zeki Sezer ne de CHP Genel Başkanı Deniz Baykal bu dakikaya kadar, "Anlaşamadık. O nedenle görüşmelere son verdik" türü bir söz söylemediler.
Dahası, DSP Genel Sekreteri Ahmet Tan da dün "işbirliği sürecinin devam ettiğini" vurguladı.
Demek ki henüz bitmiş bir durum yok.
Ama görüşmelerde iki tarafın da "anlayışlı" ve "gerçekçi" olması gerektiği anlaşılıyor.
Açık konuşalım... Son seçimde yüzde 1.2 oranında oy almış bir partinin yöneticileri -ve kadroları- kendilerini dev aynasında görme hakkına sahip değildir. "En az 50 arkadaşımızı TBMM’ye taşımak isteriz" türü bir talebi "gerçekçi" saymaya da imkan yoktur. Çünkü buna "Evet" diyecek bir CHP Genel Başkanı, kendi partisinin yetkili organlarına ve örgütüne hesap veremez.
Galiba DSP dünyasında ayağı yere basmayanların sesi çok çıkmaktadır. Bunlar DSP’nin çok güçlü, çok iyi bir örgüt yapısına sahip olduğunu ileri sürmektedirler.
Böyle düşünenlerin önce DSP’nin yüzde 10’luk barajı nasıl aşacağına yanıt bulmaları gerekir.
Bir tez de, "DSP tabanının CHP tabanından çok farklı olduğunu" ileri sürüyor.
Bizce bu DSP’lilerin kendilerini kandırdığı bir görüştür. Hatta merhum Bülent Ecevit’in "inançlara saygılı laiklik" sloganı bile, "inançlara saygılı olmayan neredeyse bir tek kişinin bile kalmadığı Türkiye’de" artık bir fark yaratmamaktadır.
Eğer "inançlara saygı"yı tutar "türban konusundaki tutumla" açıklamaya kalkarsanız, türbanlı Merve Kavakçı’ya TBMM kapısını gösteren kişinin Bülent Ecevit olduğunu unutmamanız gerekir.
O nedenle "laik CHP"nin "inançlara saygılı olmadığını" veya DSP’den farklı çizgide olduğunu ileri sürmek abestir.
Buna karşılık, DSP’yi küçümseyen bir yaklaşımla müzakere masasına oturdukları söylenen CHP temsilcilerinin süreçteki rolünün yapıcı olduğu savunulamaz.
Tüm bunlar gösteriyor ki taraflar arasında henüz yeterli güven ortamı yoktur. Nitekim DSP Genel Başkanı Zeki Sezer’in, "İki parti arasında işbirliği olanaklarını aramak amacıyla Deniz Baykal’dan aylar önce istediği randevuya yanıt alamamış olmasının" altını çizerek, -geçen hafta bu buluşma gerçekleşse de- şimdi çokça kullanılan "birleşelim, bütünleşelim" naralarının samimiyetinden kuşku duyması makuldür.
Keza CHP’nin "işbirliği" veya "seçim ittifakı" konularını, DSP aleyhine kamuoyunda bir hava yaratma aracı haline getirecek sözlerden sakınması gerekir.
Görülüyor ki, Deniz Baykal’ın şahsi dikkati yeterli olmamaktadır. Havanın bulanmasına, karşılıklı yanlış anlamalara ve iyi niyetli olmayanların istismarına fırsat vermeyecek önlemleri almaya ihtiyaç vardır. Bu bağlamda en büyük sorumluluk Deniz Baykal’a düşmektedir.
Yazının Devamını Oku 15 Mayıs 2007
YANILMIŞ olmayı istediğiniz anlar vardır. Bu sütunda "ne sağdaki iki parti (DYP ile ANAVATAN) birleşir, ne de soldaki CHP ile DSP’den böyle bir anlayış beklenir" anlamına gelen yazılar yazmış biri sıfatıyla söyleyelim:<br><br>Görünen o ki, Doğru Yol Partisi ile Anavatan Partisi bizim "olmaz" dediğimizi "olur"a çevirdiler. Bir başka ifadeyle hem Mehmet Ağar hem de Erkan Mumcu şapkayı önlerine koydular. Önlerindeki sandıktan güçlenmiş olarak çıkmanın -ve 2002 seçimlerinde Adalet ve Kalkınma Partisi’ne kaptırdıkları merkez sağı mümkünse geri almanın- tek yolunun kişisel "ego"larına hükmetmek olduğunu gördüler. Elbet siyasi ihtiraslarından vazgeçmediler. Ama en azından duygularıyla değil akıllarıyla hareket etmeyi becerdiler.
Geçen seçimde toplam yüzde 14 olan oylarını şimdi "iktidar alternatifi bir güce" dönüştürmenin çabası içindeler.
Peki merkez soldaki durum ne?
Nasıl olsa bu işbirliğine yanaşmaz diye düşündüğümüz Deniz Baykal, beklemediğimiz kadar yumuşak ve olumlu bir tavır sergiledi. Önce -haklı olarak- "Gelin CHP’nin çatısında buluşalım" dedi. Ama Demokratik Sol Parti’nin (DSP) lider kadrosunu ikna edemedi. Çünkü ötekiler, "Partimizi feshetmeyiz. O bize Bülent Ecevit’in emaneti. Ama seçimde işbirliği yaparız" dediler. Ona da "Peki" deyince, iki taraf arasında teknik nitelikli görüşmelere geçildi. Onu iki partinin yetkili organlarının onayı izleyecekti.
Lakin DSP’nin lider kadrosu o işi beceremedi.
Tam tersine, DSP’deki yönetimin muhalifleri yönetimi adeta esir aldı. Zeki Sezer ve arkadaşlarını, "partiyi satıyorsunuz" türü ucuz sözlerle suçladılar. Onların etkisi altına giren Genel Başkan Sezer, böyle bir süreçte yapılmayacak olanı yaptı. Tuttu görüşmeler devam ederken -veya en azından kesilmemişken- Amasya’da düzenlenen DSP mitinginde CHP’yi hedef alan sözler söyledi. Orada "Deniz Baykal’ı istifaya" çağıran sloganlar atılınca engel olmadı.
Deniyor ki... İki parti temsilcilerinin görüşmesi sırasında CHP’liler, "DSP’nin son seçimde aldığı oyun yüzde 1.2 olduğunun unutulmamasını" söylemişler.
Bunu karşı tarafı "kırmak" kastıyla mı söylediler, yoksa kendi pazarlık güçlerini yüksek tutmak amacıyla dile getirdiler de lafın ayarını mı tutturamadılar, bilemiyoruz.
İkisi de mümkündür. Çünkü müzakerecilikte bunlar olağan sayılır.
Ama doğru olan, böyle bir durumda duygularla değil akılla hareket etmektir. Bir başka deyişle, Ankara’da, İstanbul’da, Manisa’da, Çanakkale’de, Marmaris’te ve son olarak İzmir’de ayağa kalkan ve "laik rejimin korunabilmesi için ona inanan partiler arasında işbirliği isteyen" milyonlara kulak verip onu gerçekleştirmektir.
Buradan açık açık yazıyoruz:
Bizi ne o parti ilgilendiriyor ne öteki... Bizi laik rejimin karşı karşıya bulunduğu tehlike ilgilendiriyor. O nedenle bir tek oyun bile boşa gitmesine karşıyız. Çünkü laik rejime karşı olan zihniyetin güçlenmesine fırsat verilmemesini savunuyoruz. Onun da yolu işbirliğinden geçiyor.
DSP’liler hakkında iyi şeyler yazmak için de, mahkûm etmek için de şimdi tarih onları bekliyor.
Yazının Devamını Oku 13 Mayıs 2007
TÜRKİYE’nin çağdaş uygarlığı ve çağdaş demokrasiyi ancak "laik" bir rejim ve Atatürk devrimlerine bağlılıkla yakalayabileceğine inanan milyonlar kaçıncı defadır meydanları dolduruyor, var güçleriyle "Türkiye laiktir, laik kalacak!" diye haykırıyor. Sizin bu satırları okuduğunuz dakikalarda İzmir’in meydanları da aynı coşkuyla dolup taşacak.
Ankara’da 14 Nisan günü başlayan dalganın önce İstanbul, ardından Çanakkale, Manisa, Marmaris, Duisburg (Almanya) ve şimdi İzmir’e kadar uzanması elbet amacın büyüklüğünü de gösteriyor.
Lakin... Meydanları doldurmak, "Türkiye laiktir, laik kalacak!" diye haykırmak acaba o amacı gerçekleştirmek için yeterli mi?
Daha açık soralım... Ankara’da, İstanbul’da ve öteki şehirlerde meydanlara koşan -ve Türkiye’nin aydınlık yüzünün güvencesi olan- insanlar eğer o mitinge katılarak, kendilerine düşen görevi yaptıklarını zannediyorlarsa, kendilerini aldatmış olmuyorlar mı?
Bakınız Türkiye’nin laik bir rejime sahip olmasını hálá hazmedemeyenler meydanlarda görünmüyorlar.
Ama biliniz ki daha seçim tarihi öne alınmadan önce "sonucu meydanların değil, sandıkların tayin ettiğini" dikkate alarak ev ev, birey birey... Çevrelerindeki tüm seçmenlerin eğilimlerini belirlediler. Hangisine nasıl yaklaşılırsa kendi taraflarına çekebileceklerini tartıştılar. Bununla ilgili eylem planlarını hazırladılar. Örneğin, hangi kapıyı kimin, hangi tarihlerde ve kaç kere çalacağını kararlaştırdılar.
Seçim günü kimin, hangi seçmenlerin sandık başına getirilmesinden sorumlu olduğunu bile muhtemelen belirlemiş durumdalar. Henüz tamamlamadılarsa, bilin ki hangi seçmenin nasıl getirileceğini de belirlemek üzeredirler. Kısaca örgütlü ve disiplinli bir şekilde çalışıyorlar.
Oysa bu tarafta "meğer ne kadar güçlüymüşüz de farkında değilmişiz"ler konuşuluyor. O kadar.
Eğer İzmir mitinginden sonra da evimize "huzur içinde" dönmekle yetineceksek... Bilelim ki laik Cumhuriyet’in taraftarları, seçimin ertesi günü kendilerini hiç de huzur içinde yaşayamayacakları bir Türkiye’de bulacaklardır.
Biliyorsunuz Atatürkçü Düşünce Derneği artık mitinglere katılmıyor. "Mitingler amacına ulaştı" diyorlar. Şimdi "yeni stratejiler" geliştirip uygulayacaklarmış.
İyi ederler... Ama ne imiş o "stratejiler" henüz bilen yok... Örneğin, "Ey, Atatürkçüler! Hangi siyasi eğilimden olursanız olunuz, fark etmez. Eğer Türkiye’de laik rejimin yaşamasını istiyorsanız geliniz. Seçmenlere ve sandıklara sahip çıkacak şekilde örgütlenmenize yardım edelim. Bizimle çalışmayı istemiyorsanız kendi aranızda örgütleniniz ya da beğendiğiniz partiye gidiniz. Onların verdiği görevi yapınız. Ama seçmeni ve sandığı sahipsiz bırakmayınız" mı diyecekler?
Yoksa kendileri adaylık peşinde koşup da Atatürk’e bağlılığın gerektirdiği asıl görevi sahipsiz mi bırakacaklar? Kısaca 23 Temmuz sabahı yataktan gülerek mi kalkacağız, ağlayarak mı?
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2007
ÇOK temel ve çok ciddi bir konu, çok yüzeysel bir yaklaşımla ve ciddiyetten olabildiği kadar uzak nasıl ele alınabilir diye bir gün karşınıza bir soru çıkar da sizden somut bir örnek vermeniz istenirse, işiniz çok kolay: Anayasa’nın yapısını da, kurumların işleyişini de bozup büyük krizler çıkartabilecek son Anayasa değişikliğini hiç tereddüt etmeden örnek gösterebilirsiniz.
Efendim, Anavatan Partisi’nin değerli Genel Başkanı Erkan Mumcu’nun bir tarihte Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AKP) yaptığı bir öneri varmış. "Cumhurbaşkanının doğrudan doğruya halk tarafından seçilmesini" istemiş ama AKP iktidarı o tarihte buna yüz vermemişmiş.
Lakin AKP, Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı seçtirebilmek için en az 367 oy sağlama amacıyla ANAVATAN’ın kapısını çalınca, Erkan Mumcu, -çok muhtemelen hayır demek için bir bahaneye sarılmak ihtiyacıyla- "Şimdi kapımıza geliyorsunuz ama fi tarihinde biz size Anayasa’yı değiştirelim, cumhurbaşkanını halk seçsin dediğimiz zaman yüz vermemiştiniz. O nedenle şimdi size destek vermeyiz" anlamında bir yanıt vermiş.
Şimdi Türkiye işte bu ciddiyetten uzak tepkinin sürüklediği bir sürece girdi. Çünkü AKP, Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı seçtiremeyince "Madem öyle... Biz de ANAVATAN’la birlikte Anayasa’yı değiştirir, cumhurbaşkanının Meclis yerine halk tarafından seçilmesini sağlarız" iddiasıyla öneri verdi. Ve bu öneri bildiğiniz gibi Mumcu ve Tayyip Erdoğan’ın gayretleriyle kabul edildi.
Kabul edildi ama söze devam etmeden vurgulayalım:
Değişiklik o kadar ham halat bir yaklaşımın ürünü ki, "Cumhurbaşkanını halkın seçmesi doğru olur mu olmaz mı?" konusu yıllardır tartışıldığı halde, böyle bir fikri AKP’nin de ANAVATAN’ın da programlarında göremiyorsunuz.
Dahası... AKP’nin "Seçim Beyannamesi"nde ve bu partinin kurduğu iki hükümetin programlarında da biz böyle bir vaat bulamadık.
Bitmedi... Bu iki partinin yetkili organlarının "Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilsin" görüşünü benimsediğine ilişkin hiçbir bilgiye ve onu iddia edene de rastlamadık.
Görüyorsunuz değil mi ciddiyetsizliğin ve keyfiliğin nasıl arş-ı áláya (gökyüzünün dokuzuncu katına) çıktığını!
Artık belli olan şu:
Cumhurbaşkanı Sezer eğer bu değişikliği onaylar, bir de yasalarda uygulamanın zorunlu kıldığı değişiklikler yapılırsa, belki de 22 Temmuz günü seçmenler ikinci bir sandıkta daha oy kullanacak.
Buraya kadarı işin hikáye kısmı... Ama asıl önemli olanı bu değişiklik yürürlüğe girdikten sonra ne olacağı...
Bu değişiklikle, aynı gemiye birbirinden yetkili iki kaptan oturtmuş olacağız. Çünkü cumhurbaşkanı, "Beni bu halkın yüzde 50’den fazlası buraya oturttu" derken Başbakan da halkı olarak, "Milleti temsil eden TBMM’nin güveniyle ülkeyi yönettiğini" söyleyecek.
Daha sonra da bu yüzden çıkan bunalımı nasıl çözeriz diye yine birbirimize gireceğiz.
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2007
DEMOKRASİNİN bir ülkede kurum ve kurallarıyla işleyebilmesi maalesef kolay ulaşılabilen bir hedef değil. Yıllar boyu edinilmiş deneyimler sonunda bir kural oluşuyor. O kural yaşama geçiyor. Yeni ihtiyaçlar yeni kuralları doğuruyor. Böyle ilmik ilmik örerek, tuğla üstüne tuğla koyarak sistemi inşa ediyorsunuz.
Ve bir noktada "Artık sadece ayrıntılarla meşgul olacağız. Çünkü sistem oturdu" diyebiliyorsunuz.
Lakin bunun için bir temel koşul var:
Ülkenin etkin liderleri eğer devlet adamı niteliğine sahip değilse, deneyimlerden ders alınmıyor. Bir arpa boyu ilerleyemiyorsunuz. Çünkü bu tür liderler demokrasinin sağlıklı şekilde işlemesine değil, mevcut ortamdan en kárlı şekilde nasıl çıkabileceklerine bakıyorlar.
Aynen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile CHP’nin dün TBMM Genel Kurulu’nda yaptıkları gibi:
Biliyorsunuz Anayasa’nın 67’nci maddesine Bülent Ecevit’in son Başbakanlığı döneminde bir fıkra eklenmiş ve "Seçim kanunlarında yapılan değişiklikler, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanmaz" denilmişti.
Böylece seçimlere çok kısa bir zaman kala, iktidar partisinin yasalarda kendi işine gelen yönde değişiklik yaparak seçimden galip çıkması ihtimali azaltılmak istenmişti. Çünkü özellikle Turgut Özal’ın Başbakanlığı döneminde, Anavatan Partisi’nin az oy alsa da çok sandalye kazanmasını sağlamak amacıyla yapılan bu tür değişiklikler çok can yakmıştı.
Maalesef geçen aralık ayında kaybettiğimiz devlet adamı Bülent Ecevit işte bu tür "küçüklüğü" siyasi yaşamımızdan çıkartabilmek için Anayasa’nın 67’nci maddesine yukarıdaki fıkrayı koydurmuştu.
Ama şimdi AKP ile CHP, 12 Ekim 2006 tarihinde çıkardıkları bir yasayı 22 Temmuz 2007 Pazar günü yapılacak seçime de uygulayabilmek için Anayasa’daki "1 yıl bekleme" kuralını yok sayan yeni yasa kabul ettiler. Böylece Demokratik Toplum Partisi (DTP) adaylarının önümüzdeki seçime "bağımsız" gibi girip seçimi kazanmalarının önünü kesmek istediler.
Üstelik AKP ile CHP -belki DYP/Anavatan da- bu siyasi ahlaka aykırı uygulamayı yaşama geçirmek için öylesine sıkı bir işbirliği yaptılar ki, gözleriniz yaşarsa yeridir. Nitekim yeni değişikliğe ilişkin maddeyi 430 oyla, önerinin tümünü de 429 oyla kabul ettiler.
Pratikte bu ne anlama geliyor, onu da anlatalım:
Bilindiği gibi yasamız seçime katılacak tüm siyasi partilerin amblemlerini ve isimlerini gösteren oy pusulasını devletin bastırmasını ve sandıkta sadece o pusulasının kullanılmasını emrediyor. Seçmen de kapalı bölmeye girince o pusuladaki partilerden hangisine oy verecekse onun isim ve amblemi altındaki daireye "Evet" yazılı mührü basıyor.
Bağımsız adaylar ise kendi isimlerini içeren oy pusulasını kendisi bastırıp kapalı bölmeye koyuyordu. Seçmen isterse oradaki bağımsız aday oy pusulasını kullanıyor. Böylece bağımsız aday, "ülke barajı" söz konusu olmadan seçilebiliyordu. Şimdiki değişiklik bağımsızların isimlerinin de birleşik oy pusulasına yazılmasını, seçmenin o pusulayı atmasını emrediyor. O zaman da özellikle az eğitimli seçmenin bağımsız adayın adını karıştırabileceği düşünülüyor. Bundan medet umuluyor.
Ama açıkça söyleyelim... Yakışmıyor.
Yazının Devamını Oku 10 Mayıs 2007
KENDİ cumhurbaşkanını gürültüsüz patırtısız bir şekilde seçmeyi beceremeyen demokrasimize bakınca insanın utanası geliyor. Nitekim 11. Cumhurbaşkanını seçemeyeceğimizi anladık ve tek aday Abdullah Gül’ün kendi başına girdiği yarıştan çekildiğini bildiren başvurusuyla bu olaya noktayı koyduk.
Büyük Atatürk’ten sonra kimin cumhurbaşkanı olacağı konusunun o tarihte de büyük sorun olduğunu kitaplar yazıyor... Rauf Orbay’ın, Ali Fethi Okyar’ın, Kazım Özalp’ın kendilerini cumhurbaşkanı adayı gördükleri, ama Mareşal Fevzi Çakmak ile Başbakan Celal Bayar’ın sağlam ve dürüst tavırlarının, sorunu büyümeden çözdüğü de bilinir.
Özellikle Fahri Korutürk’ü, Turgut Özal’ı ve Ahmet Necdet Sezer’i Çankaya’ya çıkaran seçimlerin sorunlu yaşandığı, Korutürk’ün yerine kimi seçmek gerekir sorusunun da, ülkeyi 12 Eylül 1980 darbesine sürüklediği cümlenin malumudur.
Şimdi o diziye, Sayın Ahmet Necdet Sezer’in halefini tayin etme maceramızı da ekledik.
Ve her şeyi en kestirme yoldan çözen zekamız, bu durumun içinden çıkabilmek için karşımıza "Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini, bir kişinin 5’er yıldan en çok iki dönem cumhurbaşkanı olmasını" isteyen bir öneriyi çıkardı.
Daha doğrusu Anavatan Partisi Genel Başkanı Erkan Mumcu bunu iki sene önce önermişmiş ama, kimse yüz vermediği için bu düşünce kıyıda kenarda bekler dururmuş.
Başbakan Tayyip Erdoğan, Anavatan milletvekillerinin desteğiyle Abdullah Gül’ü Cumhurbaşkanı seçtirmek umuduyla Erkan Mumcu’nun önerisi üzerine -deyim yerindeyse- balıklama atladı.
Ama atlamadan önce havuzda su var mı yok mu, kontrol etmediği anlaşılıyor.
Gerçi henüz olay bitmedi. Dahası, en azından teorik olarak hálá Anayasa’yı değiştirmek mümkün. Bu gerçekleşirse belki 22 Temmuz günü bir de Cumhurbaşkanı için oy kullanma durumunda olmayabiliriz ama sonraki bir tarihte bu amaçla tekrar sandık başına gitmemiz gerekebilir.
İyi de... Doğru olur mu?
Maalesef bir kısım deneyimli politikacılar -örneğin Sayın Süleyman Demirel- bunun "iyi ve doğru olacağını" savunuyor.
Sayın Kenan Evren de "Ben Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilsin istedim ama, 1982 Anayasası yapılırken bu görüşümü kabul ettiremedim" diyor.
Turgut Özal’ın da bir tarihte özetle, "Anayasa’nın birkaç maddesini değiştirip cumhurbaşkanının halk oyuyla seçilmesini sağlarsak, Yarı Başkanlık sistemine geçeriz" dediğini anımsarız.
Türkiye’de tartışılan konular 20-30 sene çözülmeden beklediği için sonunda biz de aynı şeyleri yazıyoruz. Nitekim Özal’ın o "Anayasa’nın birkaç maddesini değiştirince Yarı Başkanlık sistemine geçeceğimize" ilişkin dahiyane (!) sözleri üzerine bu düşüncenin "bir otobüsü uçağa çevirmek için ona kanat takmayı yeterli saymaya benzediğini" yazmıştık. Nitekim bu son önerinin de aynı yanlışla malül olduğunu düşünüyoruz. Gerekirse ayrıntıya sonra gireriz ama şimdilik açıkça söyleyelim ki, öneri düpedüz cehalet ürünüdür. Bizi bunalımlara sürükler. Reddededilmelidir.
Yazının Devamını Oku 9 Mayıs 2007
NE olup bitiyor, cumhurbaşkanı seçimi yeni kurallara göre mi yapılacak, halen yürürlükteki kurallar mı uygulanacak bilen yok.<br><br>Gençlerin de milletvekili olması amacıyla değiştirilen Anayasa hükmü bu seçimde yürürlüğe girsin diye uğraşılıyordu... Sonunda anlaşıldı ki bu konuda umut yok. Bağımsız aday isimlerinin birleşik oy pusulasında yani 20 ayrı partiyle yan yana seçmene sunulması için geçen yıl yasa değiştirilmişti.
Gerçi değişiklik seçilme koşullarının eşit olmasını gerektiren kurallar yönünden yanlıştı. Ama abesle uğraşmadığı ileri sürülen Meclis bunu kabul ettiğine göre, uygulanması gerekirdi.
Ona da -eğer önümüzdeki günlere bir istisna hükmü sokuşturulmazsa- olanak yok.
Gördüğünüz gibi bir belirsizlikler ortamında sürüklenerek 22 Temmuz seçimine doğru gidiyoruz.
Sadece seçime gitmiyoruz... Bu sırada, "Bir siyasi süreç nasıl yüze göze bulaştırılır?" konulu bir doktora tezine örnek olaylar yaşıyor, hatta zaman zaman gülme krizine tutuluyoruz.
Neyse ki başımızda özellikle cumhurbaşkanlığı seçimi sürecini baştan sona çok iyi (!) planlamış, demokrasinin en temel kuralı olan "adayları önceden bilme" hakkını başarıyla son saniyeye kadar engellemiş...
Ne dediyse yerine getirememiş, ne istemediyse başına onun gelmesini engelleyememiş güçlü (!), dirayetli (!) bir iktidar var.
Hadi "Cumhurbaşkanını bu Meclis seçecek" iddiasının -bizce de- beklenmedik bir Anayasa Mahkemesi kararı yüzünden yerine getirilmediğini kabul edelim.
Peki "22 Temmuz’da seçmenin önüne biri milletvekilleri, diğeri Cumhurbaşkanı için olmak üzere iki sandık konmasına" da mı Anayasa Mahkemesi engel oldu?
Biz bu iktidarın ikide bir afrayla tafrayla "kırmızı çizgi" ilan edip sonra o çizgileri yaladığına çok tanık olduğumuz için, yaşadıklarımıza hayret ediyor değiliz.
Ama o arada bu ülkenin yeteneksiz -veya vasıfsız- ellerde kaldığına ilişkin bir kanaat içeride dışarıda, bizimle ilgilenen kim varsa, hepsinin zihninde yer ediyor.
Allah bizi beterinden saklasın...
Ankara’dan haberler geliyor:
Anayasa’da değişiklik yapılması için iktidar milletvekillerinin imzasıyla TBMM’ye sunulan paketin örneğin "Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilir" diyen hükmünün sonuçta kabul edilmesi ihtimali yüksekmiş.
Bir an için biz de "mümkün" sayalım...
Önce TBMM Anayasa Komisyonu üyesi CHP milletvekilleri Oya Araslı, Atilla Kart ve Uğur Aksöz, muhalefet şerhlerinde açıkladılar. Sonra da TÜSİAD hemen hemen aynı görüşleri tekrarlayarak özetle sordu:
"Bu kabul edilir de, halk oyuyla seçilmiş cumhurbaşkanı ile halk oyuyla iktidar olmuş başbakan birbirine düşerse, ülke için daha mı iyi olacak, daha mı kötü?" bir yanıtınız var mı?
Tamam... "Cumhurbaşkanını halk seçsin" sevdasıyla çıktınız yola ama, sonunu düşündünüz mü?
Yazının Devamını Oku 8 Mayıs 2007
BİRKAÇ gün yurttan uzakta kaldık. O sıradaki gelişmeler, siyaset sahnesini inanılmaz bir hızla altüst etti. Ani olarak karşımıza, -TÜSİAD’ın dün yayımladığı açıklamada haklı olarak, üzerinde yeterince düşünülmemiş olduğunu ileri sürdüğü- kapsamlı bir Anayasa’da değişiklik paketi çıktı.
Son zamanlara kadar birbirlerini küçümseyen ve işbirliğini reddeden partiler arasında "birleşme" ve/veya "işbirliği" adımları aynı günlerde atıldı.
Onlara kalsa yaparlar mıydı diye sorsaydınız, yanıtımız tek kelimeyle "Hayır!" olurdu. Nitekim hem sağdaki partiler yani DYP ile ANAVATAN birleşip de 1980’den önceki yapılanmaya dönmeleri için sayısız fırsat çıktığı halde onu kullanmadı; hem de CHP ile DSP, kaç seçimde mindere ayrı ayrı çıkıp seçmen dayağı yedikleri halde son günlere kadar akıllanmadı.
Ama neyse ki karar onlara kalmadı.
Gerçi Doğru Yol Partisi ile Anavatan’cıları "meydanlar" değil "görünen köy" yola getirdi. Gerek DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar, gerekse ANAVATAN’ın başındaki Erkan Mumcu tek başına sandığa giderlerse geçen defaki gibi "barajda" boğulma ihtimalini anlaşılan pek de zayıf görmediler.
Bize kalırsa, sebep ne olursa olsun "iyi" ettiler.
CHP ile DSP’yi yola, önce Ankara’nın Tandoğan, sonra da İstanbul’un Çağlayan meydanlarını dolduran ve "laik Cumhuriyet’i korumak için birleşin!" diye haykıran milyonlar soktu.
Tekrar ediyoruz:
Sebep ne olursa olsun... Hem merkez sağda hem de merkez solda bütünleşme var ya... Demokrasimizin geleceğine ve rejimin sağlığına artık biraz daha güvenle bakabiliriz.
Sadece Mehmet Ağar ile Erkan Mumcu’yu değil, Deniz Baykal ile Zeki Sezer’i de içtenlikle kutluyoruz.
Gerçi birleşme veya işbirliği modelleri aynı değil. Sağda yani DYP ile ANAVATAN, kendi geçici kimliklerinden vazgeçip cedleriyle bütünleşiyorlar. Böylece 1946’nın Demokrat Parti ruhunu diriltmeye çalışıyorlar. Dileriz başarırlar.
CHP ile DSP işbirliği karşılıklı güven anlayışından henüz uzak görünüyor. O yüzden iki taraf -özellikle DSP- kendi hükmi şahsiyetini koruyor. Böylece CHP listelerinden seçilen milletvekillerinin tekrar asıl partilerine yani DSP’ye dönmeleri için kapı açık bırakılıyor.
Oysa biliyorsunuz hem Deniz Baykal hem de Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, CHP listesinden aday olup seçilenlerin, sonra kendi partilerine dönmeleri ihtimali nedeniyle "DSP’yi feshedip gelsinler" tezini savunuyorlardı.
Ama zararı yok... Sosyal demokrasiyi benimsemiş partiler eninde sonunda -yani lider engellemeleri olsa bile- aynı çatı altında birleşirler.
Şimdi sıra DYP-ANAVATAN birleşmesiyle CHP-DSP işbirliğinin "pratik"lerini belirlemeye geldi. Umuyoruz bunda da pürüz çıkmaz.
Böylece önümüzdeki seçimde -en kötü ihtimalle- muhalefette kalsalar bile bu dört partinin Cumhuriyet’in temel değerlerine sadık kalacaklarından emin olarak rahat bir uyku uyuyabiliriz.
Yazının Devamını Oku