3 Haziran 2007
GELEN "e-mail"leri görseniz zannedersiniz ki Türkiye’de birileri sırf "namaz kıldığı" için ötekilerini fena halde suçlamış. Bu e-mail sahipleri, gazeteleri, makaleleri, haberleri nereleriyle okuyorlar, insan bazen hayretler içinde kalıyor.
Bakınız sevgili okuyucumuz ne diyor?
"Lütfen biz mütedeyyin Müslümanları daha fazla rencide etmeyin, Lütfen bu ülkeyi bu tür haberlerle kamplara ayırmaya çalışmayın!"
Ötekinin mesajı:
"Milletimizin kardeşliğe ihtiyaç duyduğu zamanda, namaz kılan öğrencileri afişe etmenizi içime sindiremiyorum. Lütfen yayınlarınıza dikkat ediniz."
Bu da bir üçüncüsü... Ötekiler kadar terbiyeli değil. Seviyesi de belli ki üslubu gibi:
"Siz kimsiniz ulan köpek sürüleri, bu milletin namazına karışacak? Haddinizi bilin, yoksa bildiririz. Bu ülkede bizim iznimizle yaşıyorsunuz. Bizim herkesin dinine saygımız var. Sizin de dininize saygımız var. Ama dinimize dil uzatanın dilini koparırız."
Bu mesajların neden gönderildiğini tahmin etmiş olmalısınız ama biz yine de anımsatalım:
İstanbul’un Bağcılar İlçesi’ndeki Bağcılar Lisesi’nde öğrencilerin toplu namaz kıldıklarına ilişkin bildiğiniz gibi bir yayın yapıldı... Bir kız çocuğunun tavırlarının, söylemlerinin değişmesinden kuşkulanan ailesi, kimseye fark ettirmeden okuldaki bu toplu namaz görüntülerini kayda almış. Bu görüntüler önce Show TV’de yayımlandı. Ardından konu tüm basında haber haline getirildi. Çünkü laik bir ülkenin okulunda öğrencilerin belli bir dinin ibadetine yönlendiriliyor olmaları sisteme aykırıdır. Bunun Müslüman’ı, Hıristiyan’ı, Musevi’si yok. Kural hepsi için geçerlidir.
Ama görüyorsunuz kuralı söylemenize bile tahammül edemiyorlar. Hemen "Vaay! Sen kim oluyorsun da benim dinime laf ediyorsun?" celallenmesi başlıyor.
Hem de "İslamiyet hoşgörü dinidir" diyen insanlardan...
Oysa kimsenin "O çocuklar neden namaz kılıyor?" dediği yok. Denen çok basit:
"Namazını okulda kılman, orada bulunan ama namaz kılmayan -veya başka bir dine mensup olan yahut hiç din tanımayan- çocuklar üzerinde baskı oluşturur. Bu, laik eğitimin temelini atan 1924 tarihli Öğretim Birliği Yasası’na aykırıdır."
Aykırıdır, çünkü din ve vicdan özgürlüğü, insanların kendi dini inançlarının gereğini serbestçe yerine getirebilmesi anlamına geldiği gibi, o özgürlüğün başkaları üzerinde baskı oluşturmama yükümlülüğü getirdiği de doğrudur.
Yani madalyonun sadece bir yüzünü görüp de arkasını yok saymak ne dürüstçe, ne demokratik, ne de medeni bir tavırdır.
Ama görüyorsunuz... "Hangi dini istersen benimse... Nasıl istersen öyle ibadet et... Ama bunu ’Benim gibi yapmayan günahkárdır, zındıktır, káfirdir’ mesajı verecek şekilde yapma... Çünkü onu yapmak zorbalık olur" dediğiniz zaman anlamak istemiyorlar.
Bu kafayla nasıl diyalog kurabilirsiniz? Çağımızda "uygarlık" gibi, "demokrasi" gibi, "insan onuru" ve "kişilik hakları" gibi kavramların da olduğunu bunlara nasıl anlatabilirsiniz?
Yazının Devamını Oku 2 Haziran 2007
TÜRKİYE’de gazeteci iseniz konu çok. İster Genelkurmay Başkanı’nın Harp Akademileri’nde yaptığı konuşmayı alın, ister TBMM’den tekrar geçen Anayasa değişikliği paketini... Eğer beğenmezseniz bir milyonu aşkın öğrenciyi kendisine emanet ettiğimiz İstanbul Milli Eğitim Müdürü’nün dirayet ve yöneticilik sınavında nasıl çaktığını yazabilirsiniz. Hele bir de Avrupa Birliği’nin "Ermeni soykırımı iddiası yalandır" demeyi suç haline getirmeyi amaçlayan yeni tuzağı var ki... Tek yazıyla değil, tefrikayla anlatsanız bitmez.
Biz onları erteleyeceğiz. Çünkü Rum Patriği Bartholomeos’un "Dini hürriyetlerini Türkiye’de tam olarak kullanamadıklarından şikayeti"nin kaynayıp gitmesini istemiyoruz.
Önce Bartholomeos’un Avrupa Birliği (AB) ülkelerine öykünmesinden mi başlayalım:
Gerçek o ki AB ülkelerinde "cami inşa etme" hakkı fiilen yok denecek kadar kısıtlı. Sadece mevcut binaları cami olarak kullanma izni var. O da "minare dikmemek" kaydıyla...
Patrik Hazretleri burada da aynı tür gizli baskıların uygulanmasını bilmiyoruz ister mi?
Kaldı ki asıl mesele AB’nin öteki ülkeleri değil. Asıl mesele bir AB üyesi olan Yunanistan’daki Müslümanlara uygulanan baskılar.
Patrik Hazretleri’ne ve onun gibi düşünenlere anımsatalım:
Yunanistan’daki Müslüman (Türk) azınlık, 1913’te Osmanlı ile Yunanistan arasında imzalanan Atina Anlaşması’nın hükümlerine tabi olacaktı. Buna göre Yunanistan’daki üç müftüyü oradaki Müslüman halk seçecek, o müftülerin seçtiği kişi de eğer Şeyhülislam uygun görürse, Başmüftü olacaktı.
Yunanistan bu kuralları 1920’de kabul ettiği bir yasaya da koydu ama 1990’a kadar yani Lozan Antlaşması yürürlüğe girdikten sonra bile hiç uygulamadı. Tam tersine müftüleri de imamları da her zaman Yunan devleti tayin etti.
Oysa Patrik dahil, Patrikhane’nin gerekli gördüğü tüm organlar burada, kendileri tarafından yapılan seçimle oluşturuldu.
Sonra yani 1990’da, sözünü ettiğimiz 1920 tarihli yasanın yerine 1091 sayılı yasa kabul edildi. Buna göre "Müslüman cemaatten 10 kişi, yöre valisinin başkanlığında toplanıp, yeni müftünün kim olması gerektiği" konusundaki tavsiyesini Eğitim Bakanlığı’na bildirecekti. Nitekim bu heyet bir defasında İskeçe Müftülüğü için oylama yaptı. Neticede 7 oy Boşnak Sabri’ye ve 1 oy Mehmet Emin Şinikoğlu’na çıktı. Üyelerden ikisi "Adayları tanımıyoruz" diyerek oy kullanmadı. Neticede Yunan hükümeti (bakın oradaki cemaat demiyoruz) 1 oy alan Şinikoğlu’nu Müftü tayin etti.
Beğendiniz mi Yunanistan’daki din özgürlüğünü?
Bakın "Yunanistan’da cami yapma olanağı bulunmadığından" söz etmiyoruz. Atina’daki eski caminin ibadete açılmasına hálá izin verilmediğine de değinmiyoruz.
Bitmedi... Bu yılın mart ayında çıkan yeni bir yasaya göre Batı Trakya’daki 240 camiye imam tayin etme yetkisi Dışişleri, Eğitim ve İçişleri bakanlıklarıyla üniversiteden 2 temsilciden oluşan (tabii hepsi de Hıristiyan) 5 kişilik bir kurula bırakıldı. Ama Gümülcine Müftüsü Hafız Cemali Meço -ki kendisi cemaat tarafından değil, devlet tarafından o göreve getirilmiştir- "240 imamın kim olacağının 5 Hıristiyan memur tarafından belirlenmesini kabul edemeyeceğini" ilan edince, yasa fiilen uygulanamadı.
Patrik Hazretleri Lozan’a göre karşılıklılık ilkesini uygulamamızı ve Yunanistan’daki kuralların burada da geçerli olmasını acaba kabul eder mi?
Yazının Devamını Oku 1 Haziran 2007
KONU biraz gündem dışı, ama ihmal edilemeyecek, görmezden gelinemeyecek kadar önemli:<br><br>Fener Rum Patriği Bartholomeos birkaç gün önce kendisiyle görüşen bir kısım Avrupa (Birliği) Parlamento üyelerine hitaben İstanbul'da bir konuşma yapmış ve Türkiye'de kendilerine "dini özgürlüklerini tam olarak kullanma olanağı verilmediğinden" yakınmış. Hürriyet’in Atina Haber Ajansı’ndan aktardığı konuşmasında Bartholomeos şöyle demiş:
"Dini hürriyetlerimizi tam olarak kullanmak istiyoruz. Tıpkı Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslüman kardeşlerimiz gibi hayat ve azınlık haklarımızdan yararlanmak istiyoruz. Müslüman kardeşlerimiz, bulundukları ülkelerde sürekli yeni camiler inşa ediyorlar, din adamları getirtebiliyorlar, kutsal kitaplarını öğrenebiliyorlar. Onların hiçbir sınırlaması yok. Yerel yönetimlerde yer alabiliyorlar, milletvekili seçiliyorlar..."
Haberin "giriş" kısmında verilen bilgiye göre Bartholomeos ayrıca "Patrik adaylarının Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmaları zorunluluğunun" da kaldırılmasını istemiş.
Daha özgür olmayı istemek, herkesin hakkı. Patrik Hazretleri’nin Hıristiyan din adamlarına dönük saldırılar nedeniyle "hayat hakkı"ndan söz etmesi de kanımızca doğrudur, yerindedir.
Ancak biz, asıl "Patrik adaylarının Türk vatandaşı olması koşulunun kaldırılmasına" ve "Avrupa ülkelerindeki Müslümanlar gibi olma isteğine" ilişkin sözleri üzerinde durmak istiyoruz.
Bildiğimiz yanlış değilse Yunanistan da bir "Avrupa" ülkesidir. Üstelik Yunanistan 1981’den beri Avrupa Birliği’nin (AB) üyesidir. O nedenle Patrik Hazretleri’nin Almanya ve diğer Avrupa ülkeleri için söylediklerinin Yunanistan ve özellikle Yunanistan’da yaşayan -ve Yunanlıların da Türk yerine Müslüman dedikleri- insanlar için de geçerli olması gerekir.
Kaldı ki sadece AB kuralları değil, Lozan Antlaşması da "Türkiye kendi azınlıklarına nasıl muamele ediyorsa, Yunanistan’ın da oradaki Müslümanlara aynı şekilde davranmasını" emretmektedir.
Söze devam etmeden anımsatalım ki, Lozan Antlaşması’na göre Patrikhane bir Türkiye kurumudur. O nedenle ancak bir Türk vatandaşının Patrik seçilebileceği kuralı, hukuka son derece uygun ve yerinde bir kuraldır.
Bilindiği gibi, Patriği seçme yetkisine sahip Sinod Meclisi üyesi Metropolitlerin de Türk vatandaşı olmalarını isteme hakkını Türkiye, sırf "hoşgörü" ve "özgürlük" adına kullanmamaktadır. Nitekim Bartholomeos dahil tüm Patrikler ile Metropolitler ve Kilisenin tüm öteki görevlileri Türk devletinin hiçbir müdahalesi olmadan yani Patrikhane’nin kuralları neyse, ona göre seçilmektedir.
Patrik Hazretleri’nin ikide bir "Türkler bizi bunaltıyorlar" türü sözlerini duyar, okuruz. Hatta şikáyetlerini Avrupa Birliği’ne ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götüreceğini de zaman zaman haberlerde görürüz. Sadece "Patrikhane’ye ait vakıflar" konusunda kendisini haklı gördüğümüzü belirttikten sonra ifade edelim:
Patrik Hazretleri yeterince özgür olamadığından değil aslında "Patrikhaneye Türkiye yasaları üstünde bir konum tanınmadığından" yani beklediği "imtiyaz"lara kavuşamadığından yakınmaktadır. Bu konuyu şimdilik burada keselim de "Peki Yunanistan’daki Müslümanların durumu ne?" sorusuna, ilk fırsatta girmeyi vaat ederek noktayı koyalım.
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2007
HİÇ aklınıza gelir miydi, bir gün Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da, Türk Ceza Yasası’nın 301’inci maddesini ihlal ettiği iddiasıyla yargı huzuruna çıkmasının isteneceği? Eski Ceza Yasası’nın Tayyip Erdoğan’ın 10 ay hapse mahkûm edilmesine sebep olan 312’nci maddesinden değil, kendi döneminde çıkarılan ve "O madde bu haliyle ifade özgürlüğüne aykırı olur" dememize rağmen kendisine dinletemediğimiz yeni 301’inci maddeden söz ediyoruz.
Konu sanırız bugünkü gazetelerin en önemli haberi olur ama biz yine de özetleyelim:
Anayasa Mahkemesi’nin "Cumhurbaşkanlığı seçiminde, TBMM Genel Kurulu’nun açılabilmesi için en az 367 milletvekilinin hazır bulunması gerekir" anlamındaki kararını önce "Saygıyla karşılayacağız" diyerek değerlendiren Başbakan Tayyip Erdoğan, bildiğiniz gibi giderek üslubunu sertleştirmiş -daha doğrusu kendi asıl üslubuna dönmüş- ve "Sırtımızdan bıçaklandık" demişti. Ardından söz konusu kararı "tarihin yargılayacağını" ifade etmişti.
Erdoğan bilindiği gibi kendini tutamadı. Önceki gün NTV’ye verdiği mülakatta, Anayasa Mahkemesi’nin kararını eleştirirken "Çok açık konuşuyorum. Bu (karar) yargı için talihsizliktir, yüz karasıdır. Çünkü açık, net, her şey ortada. (...) Açık net ortada olduğu halde, zorlamayla, altını çiziyorum, dayatmayla bu karar verilmiştir" dedi.
Anayasa Mahkemesi kararının hukuken doğru olmadığını söyleyen çok var. Biz de öyleyiz. Ama bu nedenle Başbakan Erdoğan’ın üslubuna benzer bir üslup kullanan bugüne kadar çıkmadı.
Nitekim o üslup dün yanıtını davet etti ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu, "Başbakan’ın saygı sınırlarını aştığını" belirtti, ayrıca şunları söyledi:
"Başbakan’ın hukukun üstünlüğü ve yargı kararlarının tartışmasız bağlayıcılığı ilkelerini dışlayan, üstlendiği görev ve devlet adamı sorumluluğu ve ciddiyeti ile bağdaşmayan, tehdit, hakaret ve husumet içeren söylemleri mahkememizi doğrudan hedef göstermektedir."
Tuğcu onunla kalmadı, bir gazetecinin sorusu üzerine, "Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hakkında suç duyurusunda bulunacaklarını" bildirdi.
Neye göre "suç duyurusu" söz konusu olabilir diye soruyorsanız, yazının başında sözünü ettiğimiz 301’inci maddeye işaret etmeye mecburuz. Çünkü o madde:
"Türklüğü, Cumhuriyeti veya TBMM’yi alenen aşağılayan kişi"leri 6 aydan üç yıla kadar hapse mahkûm etmek gerektiğini söylemekle kalmıyor, "(...) Devletin yargı organlarını, askeri veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi"nin de 6 aydan 2 yıla kadar hapisle cezalandırılacağını" söylüyor.
Bu dediğimiz meselenin "yasal" boyutu... Ortada gerçekten Anayasa Mahkemesi’ne hakaret suçu var mı yok mu, buna adalet karar verir. Ama görüldüğü gibi meselenin bir de "ifade özgürlüğü" boyutu var.
İşin tuhafı "Ben sadece bir şiir okuduğum için hapis yattım. Mağdur edildim" diye hálá ve her fırsatta sızlanan Başbakan Tayyip Erdoğan bu defa da aynı nedenle kendisinin mağdur edilmek istendiğini ileri sürecek.
Tabii yakışırsa...
Yazının Devamını Oku 30 Mayıs 2007
DIŞİŞLERİ Bakanı Abdullah Gül’ün önce (Genelkurmay Başkanlığı’ndan) "Bize resmi bilgi ve yazı gelmedi" dediği, sonra "Ayrıntılı bilgi gelmedi"ye çevirdiği olayın, gerçekte Dışişleri Bakanlığı’na bildirilmiş olduğu, dün bizzat Bakanlık sözcüsü Levent Bilman tarafından açıklandı: Meğer Genelkurmay iki Amerikan F-16 uçağının 24 Mayıs günü sınırlarımızı ihlal ettiğini, her zaman yaptığı gibi, Dışişleri Bakanlığı’na bildirmiş. Onunla kalmayıp olaydan dört gün sonra da kendi web sitesine koyarak olayın kamuoyunca da bilinmesini sağlamış.
Lakin bizim "Kuzey Irak’a girmek gerekirse onun kararını biz veririz" diyen ve çalımından geçilmeyen Sayın Bakanımız anlaşılan olayın içine ABD uçakları girince, "duymamayı" tercih etmiş.
Neyse ki Türkiye’nin itibarını çok yükselten bir hükümet tarafından yönetiliyoruz. Düşünün bir de aksi olsaydı başımıza neler gelirdi.
Bunu sorunca aklımıza ister istemez her adımda "Acaba Rusya ne der?" diyerek İstanbul’daki Rus büyükelçisine; "Acaba İngilizleri kızdırır mıyız?" korkusuyla İngiltere’nin İstanbul’daki büyükelçisine ve benzeri bir gerekçeyle Fransız yahut Alman büyükelçisine sormadan adım atamayan son Osmanlı hükümetleri geliyor.
Neyse ki henüz o noktaya inmedik. Ama eğer bu anlayış ülkemize egemen olmaya devam ederse, sabah nezarete gitmeden önce kendisine yakın bulduğu devlet büyükelçiliğine uğrayarak Sayın büyükelçinin -onu bulamaz yahut büyükelçi tarafından kabul edilmezse, sefaret tercümanının- görüş ve mütalaalarını öğrenmeyi görev sayan Osmanlı nazırlarına benzeyen kişileri başımızda görmemiz sürpriz olmaz.
Aslında son günlerde kamuoyunu işgal eden olayın zihin karıştıran tarafları var. Onları da görmek lazım:
Bildirildiğine göre bu yıl içinde hava sahamızın ihlal edilişi ilk değilmiş. Daha önce böyle 33 adet olay yaşanmış. Ama kimsenin ruhu duymamış. Daha doğrusu Genelkurmay, meydana gelen ihlal olayını Dışişleri’ne bildirmiş. Onlar da gerekli notayı vererek ihlali yapan ülkeyi uyarmış.
Peki ötekileri duymadık da bunu neden duyduk?
Demek ki birileri -anlaşılan Genelkurmay Başkanlığı- bunun duyulmasında yarar görmüş.
O zaman karşımıza, bu tavrın gerisinde bir maksat olması gerektiği ihtimali çıkıyor.
Biz öyle sanıyoruz ki Genelkurmay bu tavrıyla bir süre önce bizzat Yaşar Büyükanıt Paşa’nın ağzından çıkan sözlerin bir kanıtını ortaya koymak istedi:
Anımsanacağı gibi Büyükanıt Paşa, önce "asker olarak Irak’ın kuzeyine operasyon yapılmasının gerekli ve yararlı olduğunu" söylemiş, "kendilerinin buna hazır olduğunu" belirterek "Ancak kararı siyasi iradenin vermesi gerektiğini" vurgulamıştı.
Onu izleyen günlerde de Büyükanıt, söz konusu operasyonun hedef aldığı PKK terörünün ardında kimlerin ve hangi kurumların bulunduğunun bilindiğine işaret etmekle yetinmişti.
Tam da "Operasyon gerekli mi, değil mi?", "Operasyon doğru olur mu, olmaz mı?" tartışmaları varken iki ABD savaş uçağının Türk hava sahasını ihlal edip semalarımızda 4 dakika süreyle uçmaları -bu en az 60, en çok 80 km. demek oluyor- görmek ve duymak istemeyenlere Genelkurmay, "İşte onu demek istiyordum" mesajı veriyor.
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2007
DOĞRU Yol Partisi ile Anavatan Partisi sadece birleşme sürecine girmekle değil, bu birleşmenin dünyaya getirdiği yavrunun adını "Demokrat Parti" (DP) olarak koymakla da doğru bir iş yaptılar. Gerçi süreç henüz tamamlanmadı ama bundan gerisinin formalite olduğunu düşünerek artık "Demokrat Parti"den söz edebiliriz. Aslında Demokrat Parti’nin doğum gününün 27 Mayıs’a rastlaması -veya rastlatılması- ayrı bir nokta...
Çünkü 1946 doğumlu DP’nin kapısına, -bilindiği gibi- 27 Mayıs 1960’ta kilit vurulmuştu.
Yargı kararıyla kapatılması aynı yılın eylül ayında meydana geldi.
Sonra DP’nin mirasçısı olduğunu iddia eden birçok parti kuruldu. İktidara gelenler de oldu. Ama hiçbiri Demokrat Parti’nin yerini dolduramadı. Çünkü o bir heyecan partisiydi...
Heyecan partisi deyince her yaptığı iyiydi gibi bir söz söylediğimiz zannedilmesin. Maalesef ve hatta çoğu kez yanlışların partisi oldu. Daha da ileri gidelim:
Atatürk devrimlerine karşı olanların sesi haline geldi. O bir karşı devrim partisiydi. Ama yine de, din istismarını, hiçbir zaman rejim düşmanlığı noktasına götürmedi. Oysa onun yerine kurulan partiler siyasete din istismarcılığıyla başladılar.
Bu olay bize gösteriyor ki eğer 27 Mayıs yapılmayabilseydi ve DP’yi kuran kadroların zihniyeti parti içinde egemen olmaya devam etseydi Türkiye bugün, yoğun bir irtica tehdidine hedef olmazdı.
Sanıyoruz ki bu olaydan çıkarmamız gereken bir başka ders daha var:
Demokrasiyi zorlayıp tabii gelişme çizgisinden sapmasına yol açtığınız zaman, bu sürecin bitmesi ve her şeyin eski yerine oturması bayağı uzun bir zaman alıyor.
Burada tam 47 yıla ihtiyaç oldu.
Anımsayacaksınız... 12 Eylül yönetimi tarafından Kasım 1981’de kapatılan Cumhuriyet Halk Partisi’nin tekrar kendi adına ve kimliğine kavuşması için de 11 sene geçmesi icap etti. Ama hálá bütünleşme sürecini tamamlayamadı.
Demek ki demokrasiler "toplum mühendisliğini" kaldırmıyor. Bunu üstelik siyaseti bilmeyen askerler yapınca her şey daha berbat oluyor.
DP iktidarına son veren 27 Mayıs müdahalesinin kazandırdıkları da az değildir. Örneğin, DP iktidarda kalsa belki on yılda yapılamayacak kadar önemli anayasa ve hukuk reformları 27 Mayıs döneminde gerçekleştirildi. Demokrasinin en önemli adımları bu sırada atıldı. Ama kabul edelim ki o müdahale nedeniyle açılan yaralar da hiç kapanmadı.
Tekrar başa dönelim:
Bu satırların yazarı DP’nin doğduğu yıllarda çocuktu. Tek parti döneminden çok partili düzene geçmenin halkta yarattığı heyecanı birebir yaşadı. Nitekim DP, 14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan genel seçim sonunda, bizzat kurucularının da tahmin edemeyeceği bir güçle iktidara geldi.
Ama kendisi demokrat olmayan ve demokrasinin ne olduğunu bilmeyen bir kadronun "demokratik bir yönetim" sergileyemeyeceği anlaşıldığı zaman artık çok geç idi.
DP bize bir de "demokrasinin ancak demokrat insanlar ortamında yaşayabileceğini" öğretti.
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2007
EMİNİZ, asabi tavırlı iktidarımız, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Anayasa’da yapılmak istenen son değişiklikleri "tekrar görüşülmek üzere TBMM’ye iade etmesine" de fena halde kızmıştır. Hoş, önceki gün İzmir yöresinde yapılan askeri tatbikat nedeniyle bir araya gelen Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında soğuk rüzgárlar estiği, gazetecilerin hemen hepsinin haberlerinde vardı.
Hatta bir muhabire göre yanyana 3 saat süreyle oturmuşlar ama konuşmamışlar.
Oysa hafta içindeki mutad görüşmenin "nasıl olsa askeri tatbikat nedeniyle bir araya gelineceği için ertelendiği" bildirilmişti.
Anayasa değişiklikğine gelmeden önce değinelim:
Biliyorsunuz sadece bizde değil, Romanya’da, Ukrayna’da, Macaristan’da da cumhurbaşkanı ile o ülke başbakanının geçinemediklerine ilişkin haberler gazetelerden eksik olmuyor. Üstelik onlardaki durum bizdekinden de vahim. Çünkü tam bir "Seni millet seçtiyse beni de millet seçti. Sen ne kadar hükmedersen ben de o kadar hükmederim" kavgası yaşanıyor.
Çünkü bu ülkelerin hepsinde de cumhurbaşkanı, aynen Tayyip Erdoğan’ın son Anayasa değişikliğiyle getirmek istediği kurala uygun şekilde yani doğrudan doğruya halk tarafından seçiliyor. O zaman da bir gemiye aynı yetkiye sahip iki kaptan koyarsanız ne olacaksa, o yaşanıyor.
Nitekim Tayyip Erdoğan da, yaptığı helvayı kendisi de beğenmeyen Nasreddin Hoca gibi, geçenlerde CNN Türk’de Taha Akyol’la konuşurken, "Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilirse doğabilecek sakıncaları gidermek için Anayasa’da yeni değişikliklere ihtiyaç olacağını" söylüyordu.
Demek ki, "Siz parlamenter sistemin cumhurbaşkanını halk oyuyla seçmeye kalkarsanız, otobüse kanat takıp uçurmaya kalkmış gibi olursunuz" diyenlerin dediğine geldiler.
Daha doğrusu biz o noktaya geldiklerini düşünmekten yanayız, ama Taha Akyol’a söylenen o sözün bile ciddi bir değerlendirme sonucu ifade edildiğinden emin değiliz.
Şimdi ne oldu?
Cumhurbaşkanı haklı olarak "Anayasanın parlamenter sistemi öngören hiçbir kuralına dokunmadan, yalnızca cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin öngörülmesi, örneği ve uygulaması duyulmayan yeni bir sistem getirilmesi anlamına gelmektedir" dedi.
"Üstü kaval, altı şişane" dedikleri türden bir yasa değişikliği başka nasıl tanımlanabilirdi? Nitekim Cumhurbaşkanı anlamayanlar için konuyu biraz daha açmış:
"Çünkü bu sistem, bir yandan parlamenter modelden uzaklaşırken, öte yandan da başkanlık ya da yarı başkanlık modelinin temel özelliklerini taşımamaktadır" demiş. Sonra da uyarmış:
"Böylesine kuramsal olarak ve uygulaması bilinmeyen bir sistemin ne sorunlar yaratabileceğini kestirmek güçtür. Ancak, yaratabileceği sorunların rejimi sıkıntıya sokacağı açıktır" diyerek.
Şimdi anlaşılıyor mu Meclis’e iade zorunluğu neden doğmuş?
Sayın Cumhurbaşkanı’nın iade gerekçesi elbet bundan ibaret değil. Ama onlara da girip lafı uzatmayalım.
Görüldüğü gibi Cumhurbaşkanı sadece "Bu konuyu tekrar görüşün" demekle kalmıyor. Uzun vadede doğacak sakıncaları da gösteriyor. Ama bunları anlayan birini bulabilecek mi? İşte sorun bu!
Yazının Devamını Oku 26 Mayıs 2007
ANKARA’daki terör eylemini, Şırnak’ta 6 yiğit daha şehit verdiğimize ilişkin haberler izleyince Başbakan Tayyip Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün durumu daha da zorlaştı. Çünkü kamuoyu görüyor ki terör bitmiyor, buna karşılık hükümetin elinden bir şey gelmiyor. Son çareyi Başbakan aynen Ceza Yasası’nın çok eleştirilen 301’inci maddesinin değiştirilmesi istekleri nedeniyle uyguladığı taktikte buldu. Verdiği mesaj şu:
"Bize askerden resmen bir talep gelmedi ki Meclis’e bir tezkere göndererek Kuzey Irak’a operasyon için izin isteyelim."
Anımsayacaksınız, 301’inci madde konusunda da Sayın Başbakan kendi tutumunu, "Yasada değişiklik yapılabilmesi için -aslında Sivil Toplum Kuruluşu olmayan- Ticaret Odaları Birliği, Ziraat Odaları Birliği, Veteriner Odaları Birliği, Eczacılar Odaları Birliği gibi -sözde- sivil toplum kuruluşlarının oturup bir ortak metin üretmelerini beklediklerini" ifade ederek savunmuştu.
Oysa herkes bilir ki Irak’ın kuzeyine -gerekli ve doğru olup olmadığı ayrı mesele- bir askeri operasyon yapılacaksa bununla ilgili inisiyatifi de hükümet kullanır, kararı da hükümet verir.
Tezkere mezkere işin formalite faslıdır.
Kaldı ki kimsenin "Tezkere reddedilsin, operasyona izin verilmesin" dediği de yok.
Gerçi Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün dün NTV’ye verdiği mülakatta "Sabrımız bugün de bitmiştir" demesine bakıp yakın bir zamanda askeri bir operasyon için düğmeye basılabileceği ileri sürülebilir. Ama Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bir operasyon için "üçlü işbirliğine" ihtiyaç olduğunu vurgulamasından anlaşıldığına göre, bu ihtimali yakın saymak pek de gerçekçi sayılmaz.
Kaldı ki ABD ve Irak hükümeti ile işbirliği yaparak bir operasyona girişmenin amacına ulaşması söz konusu bile olamaz. Çünkü Irak hükümetine verilen en ufak bir "operasyon" bilgisinin anında hem PKK’nın lider kadrosuna hem de Mesut Barzani’ye iletileceği kesindir.
Abdullah Gül’e sorarsanız Irak’ın kuzeyine bir operasyon yapılmasıyla ilgili "Karamızı kendimiz verir"mişiz. "Bizim dışarıdan herhangi bir şekilde telkin almamıza ihtiyaç yok"muş.
Gerçeği bilmeseniz gözleriniz yaşarabilir.
Oysa bırakın Washington’daki ikinci sınıf bir bakanlık sözcüsünün, "Türkiye’nin bir operasyon yapmasını arzu etmeyiz" türü uyarısını... Kendini gayri resmi bir ABD sözcüsü konumuna oturtan bir Türk gazetecinin, "Adını yazmamıza izin vermeyen ABD’li bir yetkili, Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine müdahalede bulunması ihtimaline hiç de sıcak bakmıyoruz dedi" türü haberinin bile bizim yetkilileri kararlarından caydırdığını bilmeyen yok.
Durumumuzun bu olduğunu herhalde Bağdat’taki -kanımızca- kukla hükümet de biliyor olmalı ki, dün Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Levent Bilman’ın, 9 Nisan 2007 tarihinde verdiğimiz nerdeyse ültimatom havalı notaya Bağdat hükümetinin gayet entipüften bir yanıt gönderdiğini açıkladı.
O notaya ilişkin haberler doğru idiyse, sözde biz, "PKK’yı koruyan ve Türkiye Kerkük’e karışırsa biz de Diyarbakır’a karışırız türü laflar eden Mesut Barzani’yi ya siz susturun yahut biz susturmasını biliriz" tafrası satmıştık.
Anlaşılan o kırmızı çizginin üstüne de bir sünger çektik.
Yazının Devamını Oku