25 Mayıs 2007
ANKARA’da aşağılık bir serserinin hepimizi vurması, haklı olarak dikkatlerimizi bu terör eylemine çevirdi. <br><br>Oysa öte yanda hükümet, Türkiye’nin Terörle Mücadele Temsilcisi Edip Başer’i aynı gün görevden almıştı. "Artık terörle mücadeleye gerek kalmadığı için" mi, yoksa "Edip Başer ve arkadaşları kendilerinden bekleneni yapamadıkları için" mi?
İkisi de değil...
Gerçeği öğrenmek istiyorsanız, dünkü Bugün gazetesinde Murat Çelik tarafından gün ışığına çıkarılan, bugün de arkadaşımız Uğur Ergan tarafından ayrıntılarıyla yazılan haberin özetini aşağıda okuyun.
Görevde 8 ay kalan ama fiilen hiçbir şey yapmasına izin verilmeden görevden alınan emekli Orgeneral Edip Başer’in yardımcısı, emekli Tümgeneral Yaşar Karagöz’ün anlattıklarını kendi ağzından dinleyelim:
"28 Eylül 2006’da atama yazım yazıldı. Sayın Başbakan bu yazıyı 9 Ocak 2007’de imzaladı.
Görevden alınma yazımız Başbakan adına Müsteşar Vekili Emin Zararsız imzasıyla geldi.
8 ay devletten 5 kuruş almadık.
İnsan hiç olmazsa yaptığı hizmetler karşısında bir teşekkür bekliyor ama eden olmadı. Abdullah Gül, kamuoyunda sevecen bir insan olarak tanınır. Bundan dolayı, belki ulaşırım diye onu aradım. Telefonuma geri dönseydi, ’3.5 ay gecikmeli de olsa atama yazımı Sayın Başbakan imzaladı. Bari görevden alınma yazımızı, bir teşekkürle birlikte siz imzalasaydınız’ diyecektim.
Bu görev için ne Edip Paşa ne de ben beş kuruş para talep etmedik. Sayın Başbakan ’Size örtülü ödenekten para verelim’ dedi. Biz de ’Hayır, bizim emekli maaşımız var, yetiyor bizlere. Önemli olan devlete hizmet etmektir’ dedik.
Edip Paşa’nın 13 Eylül 2006’daki atama yazısında ’Bütün talepleri ivedilikle karşılanacaktır’ emri var.
Ya Sayın Başbakan’ın bu emri gerçek değildi, ya da Müsteşar Ömer Dinçer yerine getirmedi. Dinçer’den iki üç defa randevu istedim. Sonuçta başbakanlık bürokrasisinin büyüğü, ’Ben de burada çalışmaya başladım. Desteklerinizi bekliyorum’ diyecektim.
Bir defa olsun telefonuma çıkmadı. 8 ay boyunca birbirimizi görmedik. Beni şimdi görse inanın tanımaz, çünkü yüzümü görmedi.
Dinçer ilginç bir insan. Ağırdan alarak, önemsemeyerek, insanları bekleterek, görüşmeyerek, aşağılayıcı bir tavır içinde. Böyle davranarak bir şekilde işkence yapıyor insana.
Bu kadar zaman, orada bulunduk. Sayın Başbakan’ın kadrosundan bir kişi, ’Hayırlı olsun, bir ihtiyacınız var mı, yok mu?’ diye sormaz mı? İnanın sadece bir kişi dışında, kimse hayırlı olsun demedi.
Bir tek sekreterimiz Melek Hanım dışında ne faks var, ne fotokopi makinesi. Bütün bu ihtiyaçlarımızı diğer birimlere giderek karşılıyorduk.
İnanmayacaksınız ama çayımızı, şekerimizi bile Edip Paşa bizzat cebinden ödedi."
Terörle mücadele için görevlendirdiklerimize yaptığımız muameleye bakın, sonucu anlayın.
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2007
TÜSİAD yani Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği yöneticileri kendileri açısından akıllıca bir şey yaptılar: Siyasi parti liderlerini kendi zeminlerine çekip, kendi görüşleri ile söz konusu siyasi liderin görüşlerini birebir karşılaştırıyorlar.
Tabii işlerine gelen lideri, bu yarı sınav, yarı mülakat, yarı şov nitelikli olayı yaşarken belirleme olanağını da böylece buluyorlar.
Dün bu toplantılardan ilki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) lideri Tayyip Erdoğan’la yaşandı.
Biz hem TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ’ın hem de Başbakan Tayyip Erdoğan’ın konuşmalarını radyo ve televizyonlardan izledik. Edindiğimiz izlenimi en kalın hatlarıyla baştan söyleyelim:
Arzuhan Doğan Yalçındağ Başbakan’ın, "Yeni büyüme ve istihdam politikalarının ve sanayi stratejisinin temel unsurlarına ve tercihlerine değinmesini" istedi ama yuvarlak laf dışında sonuç alamadı.
Arzuhan Doğan Yalçındağ, "AKP yeni dönemde enerji konusundaki vizyonunu ve öngördüğü kurumsal yapıları ve yatırımları bizimle paylaşırsa çok memnun oluruz" dedi ama beklentisi gerçekleşmedi.
Keza Anayasa’nın cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili hükümlerinin "Bir sistem değişikliği anlamına gelebilecek" nitelikte olduğuna değindi. "Siyasi partiler yasası ve seçim sistemi ele alınmadan bunların yapılmasının eksik ve sakıncalı olacağını" söyledi ama yanıt alamadı.
İki konuşmacı da ekonomik göstergelerin iyiliğinden söz ettiler. Biz de bunu belirttikten sonra aklımıza takılan öteki noktalara değinelim:
Başbakan devletimizin "demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti" olduğunu söylüyor. Dediği doğrudur ama:
1) İfade özgürlüğü kısıtlı demokrasi olur mu?
2) Laik rejimin düşmanı kadrolara teslim edilmiş bir devletin "laikliği" kalır mı?
3) Sadaka verme, zekat dağıtma mantığıyla sosyal devlet kavramına ulaşılabilir mi?
4) Yargıyı bağımsızlaştırmayı taahhüt eden ama bu konuda bir tek adım dahi atmayan bir siyasi iktidarın bu konuda samimi olduğuna inanılabilir mi? gibi sorulara yanıt vermediği de gerçektir.
Onu da bırakalım:
Sayın Başbakan "Hep yargının bağımsızlığını konuşuyoruz. Yargı bağımsız... Ben de bugün yeni bir ifade oraya koyuyorum. Yargının tarafsızlığını istiyorum. Bunu başarmak durumundayız" diyor. Bunu derken de yargının (özellikle Anayasa Mahkemesi’nin, Yargıtay’ın ve Danıştay’ın) laik cumhuriyetin temel felsefesine bağlı olmaktan kaynaklanan kararlarına isyan ettiğini saklamıyor.
Zaten kritik nokta da o!
Sayın Başbakan’a her ülkede mahkemelerin hem bağımsız hem de o ülkedeki devletin temel felsefesine bağlı olmasının gerekli ve şart olduğunu birileri anlatmalıdır.
Sayın Başbakan mahkemelerle futbol hakemlerini karıştırmazsa mesele çözülür. Hatta lafı o noktaya götürünce belirtelim ki futbol hakemleri de onları yaratan sistemden yanadır.
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2007
GÜN geçmiyor ki "ısırgan dilli" Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in bir sözü, yeni bir marifeti kamuoyunu işgal etmesin...<br><br>Son günlerde de, milyonlarca insanın meydanlara dökülüp "Cumhuriyet’in temel değerlerini koruma andı içmelerine" kızmış. Zaten Çelik bir meseleye eğer Başbakan Tayyip Erdoğan’ın tepki göstereceğini düşünürse, ondan önce ortaya atlayıp Erdoğan’ın gözüne girecek bir laf etmeyi bilir.
Nitekim Bahçeşehir Koleji’ndeki bir törende yaptığı konuşmada da, söz konusu mitinglerde AKP iktidarına tepki gösterenleri şu sözlerle eleştirmiş:
"Yarasalar aydınlıkta dolaşmak istemezler. Aydınlık gözlerini kamaştırır. Bizim hizmetlerimiz de bazılarını rahatsız ediyor. Biz aydınlık gelecek için çalışıyoruz. En büyük milliyetçilik ve vatanperverlik bu ülkenin insanlarının yüzünün gülmesi için çaba harcamaktır, taş üstüne taş koymaktır. Asıl milliyetçilik, vatanperverlik budur. 3-5 slogan ezberleyip meydanlara çıkıp ulusalcılıktan ve milliyetçilikten söz etmek kesinlikle samimi değildir. Gerçek milliyetçi biziz. Gecemizi gündüz, çıramızı yıldız yaparak millete hizmet ediyoruz."
Dünkü Cumhuriyet’te Hüseyin Çelik’in, ilk baskısı 2002 yılında yapılan "Türkiye’de Değişim, Demokrasi ve Aydınlar" adlı kitabından alıntılar vardı.
Muhtereme göre, "İngiltere’de Churchill’cilik yok ama Türkiye’de Atatürkçülük var"mış.
Bu Türkiye Cumhuriyeti nasıl talihsiz bir ülkedir ki, onun Milli (bizce Dini) Eğitim Bakanı, "devletimizin banisi (kurucusu) ve milletimizin fedakar sadık hadimi (hizmetkarı), eşsiz kahraman Atatürk" olarak tarihimizin en şerefli sayfasını yazmış ve Çanakkale’de İngiliz, Fransız saldırılarını püskürtmüş komutanı, o savaşta hezimete uğrayan İngiliz donanmasını Çanakkale’ye gönderen adamla mukayese ediyor.
Onun derdi Atatürkçülüğe karşı olmasından kaynaklanıyor. Çünkü o bir Said-Nursi hayranıdır. Türkiye’de neyi yanlış, neyi eksik görüyorsa, bunun nedeninin 1920’lerde Said Nursi’nin tavsiyelerine kulak verilmemesinden kaynaklandığını savunan bir Nurcudur.
Ona göre "askeri darbelerin kaynağı Atatürkçülük"müş.
Belli ki askeri darbelerin "Atatürkçü değerleri koruma" adına yapılmasından rahatsız. Askeri darbeden rahatsız olmayan sivil zaten sivil değildir.
Ama bu adam düşünmez mi ki, askeri darbeyi yapanlar kadar eylemleriyle ve beyanlarıyla onu davet edenler de sorumludur.
Atatürk düşmanlığı iliklerine kadar işlemiş olmalı ki, Atatürk büstlerinin çokluğundan şikayet ediyor. "Bütün dünyada milli lider olarak kabul edilmiş kimselerin değil, bizimki gibi binlerce, yüz binlerce büstüne, belki onlarcasına bile rastlanmaz" demiş.
Dediği doğrudur. Ama o sözünü ettiği ülkelerdeki milli kahramanlara, bizdeki Atatürk düşmanlarının Atatürk’e saldırdığı gibi alçakça saldırıldığını da söyleyebilir mi?
Efendim "dünyanın hiçbir yerinde ülkesini kurtarmış bir liderin öldükten sonra kanunla korumaya muhtaç hale getirildiği görülmemiştir" diyor Dini Eğitim Bakanı...
Tamam Sayın Bakan! Dört buçuk yıldır iktidardaydınız. Gücünüz o yasayı tek maddelik bir yasayla kaldırmaya yetmedi mi?
Yazının Devamını Oku 22 Mayıs 2007
Bu daha ne kadar sürer diye düşünenler artık yanıtı biliyorlar:<br><br>Türkiye’nin ABD ile işbirliği yaparak PKK terörünü tasfiye edeceğini sananların, boşu boşuna beklemelerine sebep yok. Çünkü verilen görevi en iyi şekilde yerine getirmek için Terörle Mücadele Özel Temsilciliğini üstlenen emekli Org. Edip Başer de "Pes" dedi. Sayın Başer’in 19 Mayıs tarihli Hürriyet’te Uğur Ergan imzasıyla yayımlanan "Burada süs vazosu gibi durmanın anlamı yok" şeklindeki sözleri üzerine hükümet Orgeneral Başer’i bu görevden aldı.
Anımsanacağı gibi Başer, Hürriyet’te çıkan sözlerinde:
"Belli bir noktaya geldik. Birçok şeyle mücadele ettik. Bir kapıyı açtık, sonra önümüze bir başka kapı veya duvar çıktı. Ben ABD’den kısa süre içinde yeni bir takım somut açılımlar bekliyorum. Bu açılımlar olmadığı taktirde kişisel görüşüm, artık mekanizmanın devam etmemesinden yana. Çünkü orada süs vazosu gibi durmanın bir anlamı yok. Elbette sonuç itibariyle buna siyasi irade karar verecektir. ABD bu mekanizmayı tek taraflı götürebilir" demişti.
ABD’nin zaten, sırf bir şeyler yapılıyormuş izlenimi vermek için önerdiği ve bir sonuç vermeyeceğini ilgili tarafların hepsinin bildiği bir mekanizmayı tek taraflı olarak götürmesi ne anlama gelir, doğrusu anlaşılmıyor.
Ama Başer’in sözleri, 9 aydır özellikle Türkiye kamuoyunu oyalamaktan başka hiçbir işi ve işlevi olmayan bu sözde mekanizmanın, tam bir iflas noktasına geldiğini açıkça ortaya koyuyor.
Zaten ABD temsilcisi emekli orgeneral Joseph Ralston’un karşısına Türkiye’yi temsilen bir başka orgeneralin değil de Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Büyükelçi Rafet Akgünay getirilmiş olması da gösteriyor ki, hükümetin de bu mekanizmadan beklediği birşey yoktur.
Kısaca herkesin başını, ortasını ve sonunu bildiği bir oyunu oynuyoruz. Çünkü ABD’nin ne Irak’ın kuzeyine bir askeri harekát yapmamıza yeşil ışık yakması ihtimali var, ne de Türk hükümetinde böyle bir harekát kararını vermek için gerekli cesaret ve siyasi irade mevcut.
Biz öyle bir harekát doğru olur mu olmaz mı sorusunu tartışıyor değiliz. Sadece bizzat Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın geride kalan Şubat ayında ABD Başkenti Washington’da "Irak’ın kuzeyine bir askeri harekátın yararlı olacağı ve buna Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hazır olduğu" yolundaki sözlerine rağmen bir gelişme olmadığına işaret etmekle yetiniyoruz.
Hadi askeri harekát için koşulların müsait olmadığını ileri sürenlere kulak verelim. Peki ama ABD eğer "PKK terörüne karşı mücadele" konusunda samimi olsaydı, hiç olmazsa PKK’ya finansal destek verenlerin kanallarını, lojistik destek sağlayanların yollarını kesemez miydi?
Bugüne kadar General Ralston’un Irak’ın kuzeyindeki Mahmur kampına -muhtemelen önceden haber verilerek- yapılan baskın ve arama dışında somut bir adımına tanık oldunuz mu?
Sözde o baskın "bir başlangıç" idi. Bunu ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Nicholas Burns 19 Ocak 2007 tarihinde Ankara’yı ziyaretinde söylemişti. Ama ardı gelmedi. Tam tersine, Irak’ta ABD kontrolünde bulunan yüzbinlerde silahın PKK’nın eline geçtiği haberleri hemen ardından yayımlandı.
Sadece "Yakında önemli gelişmeler olacak" diyenleri duyduk.
Hálá bekliyoruz.
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2007
KENDİSİNİ daha önceki marifetlerinden tanımadınızsa Sultanahmet Camii’ne girerken ortaya çıkan başparmak yeri delik çoraplarından biliyor olmalısınız: Bir zamanlar ABD’nin en kuvvetli üç-dört kişisinden biriydi.
Protokoldeki yeri geride olsa da Başkan Bush, Başkan Yardımcısı Dick Cheney ve Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’den sonra gelen o yani Paul Wolfowitz idi.
Sevgilisine torpil yapıp maaşını haksız yere yükselttiği anlaşılınca istifa edip Dünya Bankası Başkanlığı’ndan ayrılmaya mecbur kalan Paul Wolfowitz’i şimdi tüm dünya konuşuyor.
Sadece bankadaki konumu nedeniyle değil, sırf Irak ve çevresindeki petrol yataklarına egemen olmak amacıyla yüz binlerce sivilin pisi pisine ölüp gitmesine sebep olduğu için de önemli biriydi.
Daha önce ABD Savunma Bakanlığı’ndaki Bakan Yardımcılığı görevinden alınarak 2005 Haziran’ında aziz dostu Başkan Bush tarafından Dünya Bankası Başkanlığı’na getirilmişti.
Irak’ı ve Ortadoğuyu berbat ettiği yetmemiş olmalıydı ki Dünya Bankası’nı da tarihinde hiç olmamış bir "etik" krizi içine soktu.
Bankayı yönetim şekli kendi iş arkadaşlarına o kadar "illallah" dedirtmiş olmalı ki, yabancı haber ajansları "istifa edeceğini açıklaması" üzerine Dünya Bankası çalışanlarının şampanya patlatarak sevinç gösterisi yaptıklarını bildirdi.
İşte bu Türk dostu (!) zatın bize nasıl baktığını, malum ve meşhur "1 Mart Tezkeresi"nin TBMM’de kabul edilmemesi üzerine hakkımızda neler söylediğini sizlere anımsatmak gereğini duyduk.
Paul Wolfowitz bizi o kadar severdi ki, 6 Mayıs 2003 tarihinde kendisiyle mülakat yapan Türk gazetecileri Mehmet Ali Birand ile Cengiz Çandar’a bu sevgisini, bizi uşak olarak gördüğünü ortaya koyan aşağıdaki sözlerle ifade etmişti:
"(ABD ile Türkiye ilişkilerinde) Yeni bir sayfa açacaksak, yeni bir geleceğe sahip olacaksak şöyle bir Türkiye olmalı:
Her şeye, Kuzey Irak’ta olan her şeye şüpheyle yaklaşacağına, Amerikalıların ne istediğini umursamıyoruz diyeceğine, İran ve Suriye ile ne problemler varsa, ’Onlar bizim komşumuz’ demeyen bir Türkiye olmalı... Şöyle bir Türkiye olmalı:
’Evet biz hata yaptık’ demeli. ’Irak’taki olaylara daha duyarlı davranmalıydık. Bilmedik. Ama artık biliyoruz. Nerede ne kadar yardımcı olabiliyorsak, o kadar yardımcı olmalıyız Amerikalılara’ demeli. Çünkü bu Türkiye’nin çıkarları için de çok önemli."
Wolfowitz’in demecinin, ne anlama geldiğini sonraki olaylardan anladığımız bir bölümü de şöyleydi:
"(Tezkerenin kabul edilmesi yönünde) Önemli rol oynamaları gereken liderlik konumuna tam olarak, mesela askerler sahip çıkamadılar."
Bu sözler üzerinden sadece iki ay sonra Süleymaniye’de 11 askerimizin başına çuval geçirildiğini, mücrim tulumu giydirilip gözleri bağlı, elleri -ve belki ayakları da- kelepçeli halde Bağdat’a götürüldüklerini, orada dövülüp hakarete maruz bırakıldıklarını anımsıyor musunuz?
Ya, o olayın faili olan komutanın terfi ettirildiğini?
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2007
İSTER önümüzdeki seçim zoruyla olsun, ister meydanların baskısıyla densin, hiç fark etmez. "Olmaz" dediğimiz ama olmasını yürekten istediğimiz bir gelişme daha yaşandı: "Ego"larının esiri diye gördüğümüz ve eleştirdiğimiz "parti liderleri" dünyasında, DYP-Anavatan birlikteliğinden sonra CHP-DSP işbirliği de gerçekleşti.
Tahminimizde aldanmış olmaktan mutluyuz ve sözün başında vurgulayalım:
CHP lideri Deniz Baykal ile DSP lideri Zeki Sezer’i kutluyoruz.
Kutluyoruz çünkü seçmenin önüne, iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi dışında yeni ve güçlü bir adres daha koydular diyoruz.
"Merkez sağ" gibi, "merkez sol"da da kalıcı bir bütünleşme sağlanırsa, 12 Eylül zoruyla dengeleri bozulmuş olan siyasi yaşamımızın tabii yörüngesine oturacağına inanıyoruz. Keza bu bütünleşmelerin siyasi yaşamımıza renk ve güç katacağını ve demokrasimizi güçlendireceğini düşünüyoruz.
Siyaset yelpazesindeki parçalanma sürecinin nihayet bütünleşme sürecine dönüşmesi, demokrasimizin olgunlaşmasının da bir göstergesidir.
Gerçekten bir bakıma hiç de böyle olmayabilirdi dediğimiz süreçlerden geçerek bugüne geldik:
Merkez sağdaki ayrılıklar biraz da 12 Eylül dönemi zorlamalarının sonucuydu. Çünkü 12 Eylül yönetimi, Demirel’e alternatif olarak Turgut Özal’ın önünü açınca sağdaki parçalanma kaçınılmaz olmuştu.
Sol’da da 12 Eylül’ün istemediği adam Bülent Ecevit’ti ama oradaki parçalanma, 12 Eylül’den önce başlamıştı. Nitekim o dönemdeki CHP, yönetimi parti içinde çıkan her ihtilaf ardından birileri kopup gidince sevinç naraları atıyor, "ayrıldıkça arınıyoruz" diyordu.
Bu olumsuz ve dışlayıcı bakış 12 Eylül döneminde kurulan Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP)’le Halkçı Parti (HP) arasında ve daha sonra kurulan Demokratik Sol Parti (DSP) ile diğer ikisi arasında da aynı şekilde sürdü gitti.
Onları önce SODEP+HP=SHP; daha sonra da SHP+CHP=CHP formülleri izledi. Ama bu birleşmeler beklenen sinerjiyi yaratamadı. Çünkü birleşenler arasındaki "ötekiler" bakışı değişmedi.
Ve bölünmüşlük süreci Murat Karayalçın’ın Sosyal Demokrat Halkçı Parti’si; Mümtaz Sosyal’ın Bağımsız Cumhuriyet Partisi; Yekta Güngör Özden’in kurduğu Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi ve Yaşar Nuri Öztürk’ün Halkın Yükselişi Partisi ile sürdü gitti. Oysa bunlar CHP çatısı altında temsil edilebilecek fraksiyonlardı.
Bölündüler de bir yere varabildiler mi?
Ne gezer...
Dahası, bölünmüşlüğün bedeli her defasında sandıkta ödendi.
Şimdi karşımızda tüm bunlardan ders alındığı izlenimini veren bir gelişme var. DSP Genel Başkanı Zeki Sezer’in CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’a "güven" ifade eden sözleri ile Baykal’ın "bana güveniniz" mesajı içeren vaatleri bu izlenime güç katıyor.
Ama biz sütten ağzı yanmış olanların kuşağıyız. Önce bekleyip görmek isteriz.
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2007
HACI adayları terminal binasından geçerken gözleri duvardaki panolara takılınca abdestleri kaçıyor diye siz Atatürk Havalimanı’ndaki mayo reklamlarını kaldırtırsanız, orada frene basıp duramazsınız. Sonra Denizli Belediyesi’nin marifetleriyle karşılaşırsınız.
Ardından "Efendim insanlar ayrı ayrı oturma hakkına da mı sahip değiller?" gerekçesiyle parti kongrelerinde ve yıldönümü törenlerinde "harem" ve "selamlık" kuralları uygularsınız.
Derken sıra "ilköğretim" çağındaki çocuklara "cihat çağrısı" yapmaya gelir.
Ve bu marifetin ardındaki isim çıkar, utanmadan, hangi ülkede yaşadığını düşünmeden, yaptığının bu ulusa hangi geleceği hazırladığını bilmeden -veya belki de bilerek yani kasıtla- hareket edip, "Ne yani? Çocuklara manevi değerlerini öğretmeyip de fuhuş mu öğretseydik?" gibi, demagojinin en iğrenç ve en seviyesiziyle övünür.
Bir kere ülkeyi bu seslerin egemen olduğu bir coğrafya haline getirirseniz, İslami Cihad’ın, Hizbullah’ın, "Amal"ın, "HAMAS "ın ve hatta El Kaide’nin gelip buraya yerleşmesi için altyapıyı hazırlamış olursunuz.
Öyle bir ortamda tutar eski Cumhurbaşkanı’nın oğlu "Babamın mezarını yapan usta bir evliya idi. Yapılan çekimlerde, pembe mermerleri babamın anıt mezarına koyarken mermerlerin kendiliklerinden yerlerine dizildikleri görülüyor ama o mübarek zat hiç görünmüyor. Zaten o zat ben ücret mücret istemem diyerek gelip orada çalışmış. Sonra da kimseden bir şey istemeden ortadan kaybolmuş" der.
Biliyorsunuz şimdi gündemde yine "billboard" denen reklam panolarına "mayolu kadın resmi koymak mümkün mü, değil mi?" yahut belediyeler (özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi veya ilçe belediyeleri) bu konuda bir yasak getirdi mi getirmedi mi tartışması var.
Bu billboardları kiralayan mayo firması sahibinin, "Bu yasağı kaldırmazlarsa ben de o billboardlara, patlıcan ve hıyarlara mayo giydirip resimlerini koyacağım" dediği bildiriliyor.
İyi eder.
Başbakan da bakarsınız bu patlıcan ve hıyarları görünce, Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) üyelerine, "Biz laik rejimden ayrıldığımız anlamına gelen ne yaptık da bağırıyorlar, anlayamadık" dediğini anımsar.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidara geleli beri insanların din duygularını istismar ettiklerini ve laik rejimin altını oyduklarını gösteren sayısız örnek yaşandı.
Sadece Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okul ve kurumlarda yapılanların listesi yayımlansa, Türkiye’nin ne kadar acımasız ve sistemli bir şekilde kendi zemininden kaydırılmak istendiği açıkça görülür.
Ama kimse bunların üzerinde durmuyor. Kimse geçenlerde "Hálá faal haldeyiz" diyen ve ülkedeki irticai faaliyetleri izleyip hükümete rapor etmesi gereken "Başbakanlık Takip Kurulu"nun bugüne kadar ne yaptığını, ne zaman hangi olayda hükümeti uyardığını ve bu uyarı nedeniyle neler yapıldığını sormuyor. Sormayınca da Başbakan kimsenin bir şey fark etmediğini zannedip, "Durup dururken ne oldu?" demekte sakınca görmüyor.
Yazının Devamını Oku 17 Mayıs 2007
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın önceki gün Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) Kongresi’nde yaptığı konuşmayı dinleyen bir yabancı gazeteci olsaydık, herhalde, "Bu adama haksızlık ediyorlar. Baksanıza Ceza Yasası’nın çok tartışılan 301’inci maddesini değiştirmek için iki yıldır uğraşır dururmuş. Hálá kendisine üzerinde herkesin birleştiği bir öneri veren olmamış. Bırakınız onu, adam Türkiye’deki laik rejimi korumaya o kadar ahdetmiş ki, bizimle konuşurken, tuttu o son mitinglerde toplanan milyonlarca insanın birdenbire neden ortaya çıktığına kendisinin de hayret ettiğini söyledi.
Dahası... Hani medya mensuplarına tahammül edemiyor deniyor, özgürlüklerden hoşlanmıyor türü laflar ediliyor ya... Meğer tamamı uydurmaymış. Nitekim kendi kulağımızla duyduk. Medya için aynen;
’Türkiye Cumhuriyeti 84 yaşına girerken medyamız, demokrasimizin canlılığını sağlayan en önemli unsurlardan biri haline gelmiştir’ dedi.
Gerçi ’Bir birey laik olur mu olmaz mı?’ ve ’Demokrasi bir amaç mıdır, araç mıdır?’ sorularına verdiği yanıtlar kafasının hayli karışık olduğunu gösteriyordu ama, yine de o kadar mutedil bir dili, o kadar hoşgörülü yanıtları vardı ki... Gelişmiş demokrasilerde bile böylesini zor bulursunuz" derdik.
Sayın Başbakan’ın o konuşma sırasında yabancı basının son mitinglerle ilgili yorumlarını okuyunca, "Allah allah! Bunlar Türkiye’den mi yoksa başka bir ülkeden mi söz ediyorlar?" dediğini biliyoruz. Biz de Başbakan Erdoğan’ın yukarıda özetlediğimiz sözlerini okuyunca;
"Acaba IPI kürsüsüne başka bir Tayyip Erdoğan mı çıkardılar?" diye düşünmeden kendimizi alamadık. Nitekim bizim bildiğimiz Tayyip Erdoğan dün partisinin TBMM Meclis Grubu kürsüsündeydi ve muhaliflerini "felaket tellallığı" ile suçluyordu. Kısaca üslubu yine aslına dönmüştü.
Biz asıl IPI delegelerine yaptığı konuşmaya dönelim:
Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının gücü, bir hafta içinde Anayasa’da temel nitelikte değişiklik yapmaya yetiyor ama bir yasa maddesini iki yıldır değiştiremiyor, diye biri size söylese inanır mısınız? Eğer inanırsanız, Erdoğan’ın 301’le ilgili sözlerini ciddiye alabilirsiniz.
Hangi hükümet "bir formül üzerinde anlaşın da gelin" deme hakkına sahiptir? Ortadaki formüller arasında en doğru gördüğünü Meclis’e götürüp yasalaşmasını sağlamak hükümetin işi değil mi?
"Medyamızın, demokrasimizin canlılığını sağlayan en önemli unsur" olduğuna ilişkin sözlerinde samimi olduğuna inanmanız için de kendisinin medya mensupları aleyhine dünyada -muhtemelen- en çok hakaret davası açan kimse olduğunu unutmanız gerekir.
Sayın Başbakan’ın ağzından, bir tarihte Turgut Özal tarafından ortaya atılan ve bilimsellikle, ciddiyetle hiçbir ilgisi bulunmayan "Bireyler laik olmaz" tekerlemesini duyan IPI mensuplarının ne düşündüğünü doğrusu bilmiyoruz. Muhtemelen "laikliğin İslami yorumu herhalde böyle" demişlerdir. Oysa öyle bir yorum yok. Sadece "laikliği içine sindiremeyenlerin sığındıkları öyle bir laf var".
Çünkü herkes bilir ki bir insan nasıl -örneğin- "demokrat" yani "demokrasinin temel değerlerini özümsemiş ve yaşamında uygulayan bir insan haline gelmiş" olursa, aynen onun gibi "laik" de olur ve "laikliğin temel değerlerini özümsemiş ve yaşamında uygulayan bir insan haline gelmiş" denir.
Aksi söz konusu olursa, yani Tayyip Erdoğan’ın dediği kabul edilirse Ayetullah Ali Hamaney’den Mahmud Ahmedinejad’a kadar herkes Türkiye’de başbakan olabilir ve Meclis kürsüsünden "laikliği koruyacağıma namusum ve şerefim üzerine yemin ederim" deyince mesele biter.
Yazının Devamını Oku