Oktay Ekşi

Kör dövüşü bitmedi...

4 Mayıs 2007
AZİZ milletimiz önce gereksiz yere problem yaratıp sonra onu çözmek için vakit kaybetmeyi sever ya... Döndük dolaştık yine o noktaya geldik: Aylar önce alınması mümkün "erken seçim" kararını, "Basra harap olduktan sonra" (Bade Harab’ül Basra) aldık.

Meğer Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki milletvekillerimizden 456’"erken seçim" istermiş de haberimiz yokmuş.

Artık biliyoruz... 22 Temmuz 2007 Pazar günü sandık başına gideceğiz. Böylece umuyoruz ki, birikmiş cerahat akacak, demokrasinin bünyesi temizlenecek ve yeni bir başlangıç yapacağız.

Geç olsun da güç olmasın derler...

Milletvekili seçilme yaşının 25’e indirilmesini ve "bağımsız" adayların isimlerinin seçmene birleşik oy pusulasında sunulmasını öngören -adaletsiz- değişikliğin de 22 Temmuz seçiminde uygulanmasına ilişkin öneriler, yukarıdakinin ayrıntısı sayılabilir. Ama o da dün Meclis’ten geçti.

Şimdi alınan "erken seçim" kararına bakıp ağız değiştirdiğimizi sananlar olabilir. Devam etmeden o noktayı açıklığa kavuşturalım:

Biz, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının önce cumhurbaşkanı seçimini yapacağını, ardından da erken seçim kararı alacağını sanıyor ve bekliyorduk. Çünkü güçleri yetiyordu. Ama becerileri yetmedi. Daha doğrusu AKP, bir kör inat uğruna olayı çıkmaza soktu. Ve sonunda ayağından sürüklenerek erken seçime gitmeye mecbur kaldı. Yoksa tahminimiz normaldi.

AKP hálá o ruh halinden kurtulmuş değil. Nitekim yaşananları hazmedemediği için şimdi de "Biz size gösteririz!" kafasıyla, Anayasa’da önemli değişiklikler yapmaya çalışıyor. Hatta bununla ilgili öneriyi Meclis’e verdiği bildiriliyor.

22 Temmuz günü seçmenin önüne iki sandık koyacaklar ve biriyle cumhurbaşkanını, diğeriyle milletvekillerini seçtireceklermiş.

Asıl istenen ne o, ne bu! Aslında ülke yönetimini tek adamın (Tayyip Erdoğan’ın) eline teslim edip sonra onu putlaştırma ve o puta tapınma planı bu.

İsterseniz Türkiye’yi Latin Amerika ülkeleri gibi "Muz Cumhuriyeti" yapma planı da diyebilirsiniz.

Bu, daha önce burada bir tahmin şeklinde yazdığımız planın uygulanmaya konması anlamına geliyor. Şu farkla ki, AKP ileri gelenlerinin (Bu aslında tek başına Tayyip Erdoğan diye de anlaşılabilir) Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasının ardından gidilecek seçimden Anayasa’yı tek başına değiştirecek kadar güçlü çıkmayı umduklarını, bu gerçekleşince de Tayyip Erdoğan’ı halkoyuyla seçilen cumhurbaşkanı olarak Çankaya’ya çıkarmayı umduklarını ifade etmiştik.

Anlaşılan son günlerin beklenmedik gelişmeleri, planın sadece zamanlamasını değiştiriyor.

Tabii bu Anayasa değişikliği önerilerini Meclis’ten geçirebilirlerse...

Görüldüğü gibi aşırı derecede karışık bir ortamdayız. Göz gözü görmüyor. Her kafadan bir ses çıkıyor...

Nitekim şimdi de, "seçim kararı almış bir Meclis yasama faaliyetine devam eder mi?" sorusu var.

Geçmişe ilişkin örnekler arasında bunu doğrulayan varsa, "Eh, ne yapalım... Meclis’in gelenekleri de korunmaya değer birer rehberdir" deyip devam edebiliriz. Ama daha önce hiç bu yola gidilmediyse, Anayasa’yı değiştirmek için zorlamanın -yukarıdaki planda aldanıyorsak- ne gereği var?
Yazının Devamını Oku

Tünelin ucu göründü...

3 Mayıs 2007
AKILLA, sağduyuyla, öngörüyle yapılacak işi, ayağından sürüklenmedikçe veya bir kazaya uğramadıkça yapmamak, önde gelen siyasetçilerimizin ortak karakteristiğidir. O nedenle Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) adına TBMM Başkanlığı’na başvuru yapılmasında ve 24 Haziran Pazar günü seçim yapılmasının istenmesinde -artık- sürpriz yok.

Sürpriz olmadığı gibi, bunda AKP’nin lider kadrosunun demokrasiyi özümsemişliğini gösteren bir kıymık bile yok.

Sayısız örneği gibi, mecburiyetin emri yerine getiriliyor.

Yeni cumhurbaşkanı seçmek için bir tur daha yapılacakmış. Oradan Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı çıkaracak sonuç alınmasına çalışılacak, böylece Başbakan Tayyip Erdoğan’ın "Onbirinci Cumhurbaşkanı’nı bu Meclis seçecektir" şeklindeki iddiasından dönmediği ispatlanacakmış.

Görüyorsunuz, yıllardır hükmünü sürdüren o yontulmamış inat, siyasi yaşamımızdaki yerini hiç bırakmıyor.

Zaten Sayın Başbakan’ın, Anayasa Mahkemesi tarafından verilen ve TBMM’nin "Cumhurbaşkanı seçecek ilk birleşimi en az 367 milletvekiliyle açmak şarttır" anlamına gelen kararı karşısında önce "Karara saygılıyız" deyip çok çok 8-10 saat geçtikten sonra bu kez, "Demokrasiye sıkılmış kurşundur" demesi, demokrasiyi ve hukuk devleti kavramını özümsememişliğin göstergesi değil mi?

Aynı şeyi, Anayasa Mahkemesi kararından önce basın toplantısı yapan ve "Eğer Anayasa Mahkemesi 367’ye gerek yok kararı alırsa bu Türkiye’yi çok tehlikeli bir noktaya götürecektir" diyen CHP Genel Başkanı Deniz Baykal için söylemek gerekmez mi?

Şimdi artık kılıçlar çekilmiş durumda. Büyük olasılıkla YSK’nın dediği tarihte sandık başına gideceğiz ve ulusça bu gerilime, bu keşmekeşe bir nokta koyacağız.

Yalnız bizde tartışma bitmez. Bildiğiniz gibi şimdi de karşımıza Başbakan Erdoğan’ın muhalefete meydan okurcasına yaptığı, "Anayasa’yı değiştirelim. Cumhurbaşkanı görev süresini 5+5 yapalım. Yasama dönemini 5 yıldan 4’e indirelim. Seçilme yaşının 25 olduğuna ilişkin hükmü ilk seçimde uygulayalım" önerisi de var.

Eğer yeni cumhurbaşkanı son süreçte de seçilemezse, Anayasa’nın 102’nci maddesi derhal seçime gidilmesini emrediyor. Eğer o hüküm, "Bu durumda derhal seçim yapmaktan daha acil bir durum yoktur" anlamına geliyorsa, -ki bizce öyledir- Erdoğan’ın son önerilerini ciddiye almanın anlamı yoktur.

Milletvekilleri seçimi yapılır. O Meclis yeni cumhurbaşkanını seçer. O zamana kadar şimdiki Cumhurbaşkanı görevine devam eder. Çünkü Anayasa’nın 102’nci maddesinin "Seçilen yeni Cumhurbaşkanı göreve başlayıncaya kadar görev süresi dolan Cumhurbaşkanı’nın görevi devam eder" diyen hükmünün başka anlamı yoktur.

Tüm bunların ardından elbet Anayasa’da değişiklik meselesi ele alınır.

Neyse... Artık seçim sandığı göründü ya... Gerisi nasıl olsa gelir.

Not: Hızla değişen gündem yüzünden dün iki yazı yazmak gerekti. Maalesef "Rol çalmayalım" başlıklı ilk yazının hem başlığı hem de ilk paragrafı ikinci yazının başına monte edilmiş. Şehir içi baskılarında yazı böyle çıktı. Hürriyet’te bu ancak 30 yılda bir olur. Maalesef o da bizim başımıza geldi. Özür dileriz. O.E.
Yazının Devamını Oku

Mahkeme konuştu

2 Mayıs 2007
BEKLENEN mi oldu, beklenmeyen mi? Tartışma götürür. Ama bir gerçek var ki Anayasa Mahkemesi, “Cumhurbaşkanını seçmek için toplanan Meclis'in Genel Kurul salonunda, ilk birleşimin açılması için en az 367 milletvekilinin (tüm sayının en az üçte ikisinin) hazır bulunması gereklidir” görüşünü savunanlara hak verdi. Kimse Yüksek Mahkeme’nin kararının "yüksekliğini" tartışmıyor. Ama hukuk açısından "doğru" bir karar mı, değil mi uzun süre tartışılacakmış gibi görünüyor.

Bu karar Türkiye’yi girdiği çıkmazdan kurtarır mı göreceğiz.

Bu sütunu izleyenler bilir ki biz toplantının başlaması için Genel Kurul salonunda en az 367 milletvekili bulunması gereklidir diyenlere baştan beri katılmadık. O görüşü savunanların, hukukun verdiği "yorumlama" hakkını zorladıklarını düşündük. Bu karara rağmen kanaatimizi de değiştirmedik.

Ama tayin edici olan bizimki değil, Anayasa Mahkemesi’nin ne dediği.

Yüksek Mahkeme bildiğiniz gibi hem 367 oy arayanlara 2’ye karşı 9 oyla hak verdi, hem de TBMM’nin 27 Nisan günü yaptığı seçimi yok saydı.

Geçen gün bu ihtimali dikkate alarak bir hesap yaptık. Acaba Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) çoğunluğu böyle bir karar çıkarsa yine de Cumhurbaşkanı seçimini yapmaya devam eder mi sorusuna yanıt aradık.

Siyasi hayatımızın "inadım inat" geleneğini ve AKP liderliğinin "Güç kimdeymiş görürsünüz"cü anlayışını dikkate alınca "sürdürür" demek gerekiyor.

Ama şimdilik zayıf görünen ihtimal güçlenir de AKP’de olgunlaşma belirtileri görülürse AKP tam da Anayasa Mahkemesi’nin içinde bulunduğumuz çıkmazdan kurtulmak için yarattığı fırsatı kullanır ve "Madem Anayasa Mahkemesi de bize karşı çıkanlara hak verdi, o zaman en iyisi milletin hakemliğine başvurmaktır" der.

Aslında olaya sırf "meşruiyet" açısından bakınca AKP’nin Cumhurbaşkanlığı seçimine devam etmemesi için neden yok.

Çoğunluk elinde, gündem yapma onun hakkı. Anayasanın koyduğu sınırlamalara ve kurallara uyarak yeni Cumhurbaşkanını 16 Mayıs tarihine kadar seçerse, -ki bizim hesabımıza göre buna olanak var- ortadaki yegane aday Abdullah Gül pekala Cumhurbaşkanı olabilir. Gelir Meclis’te pek çok kişi inanmasa da- "laik Cumhuriyete bağlı kalacağına" yemin edebilir.

Lakin böyle bir durumda başına neler gelebileceğini daha doğrusu Çankaya’da rahat uyuyamayacağını 14 Nisan mitinginde görerek potansiyel adaylıktan çekilen Recep Tayyip Erdoğan’ı bekleyen her şey onun başına gelir. Örneğin her gittiği yerde insanlar "Hani laik rejime sahip çıkacaktınız. Bunun için ne yaptınız?" diye sorarlar. Hele Sayın Gül’ün "laik Cumhuriyet" aleyhine söyledikleri ortaya çıktıkça bu ihtimal daha da güçlenir.

O da ülkede çok büyük bir huzursuzluk kaynağı olur.

O nedenle AKP’nin yönetimini liderin dediği değil de herkesin ortak aklını temsil eden sağduyu egemen olursa, yapılacak şey bellidir:

Artık inat etmeyip milletin hakemliğine başvuracaksınız.

Anlaşılmadıysa tekrarlayalım:

Tek çözüm, Cumhurbaşkanlığı seçimini, en yakın zamanda yapılacak milletvekili genel seçiminden sonraya yani yeni Meclis’e bırakmaktır.
Yazının Devamını Oku

Tarih yazan kadınlar...

1 Mayıs 2007
HER fırsatta, "Ne olacak bu memleketin hali?" demeyi pek sevdiğimiz ve geleceğine biraz umutsuzluk biraz da korku ile baktığımız Türkiye, belki de bizim zihinlerimizde yarattığımız bir "gulyabani" imiş.<br><br>Türk kadını son bir ayda iki kere tarih yazdı. Onları bu günler için yetiştiren Büyük Atatürk’ün emeklerinin boşa gitmediğini gösterdi. Geleceğimize güvenle bakma olanağını verdi. Ne kadar kutlasak azdır...

Önce 14 Nisan’da Ankara’da, son pazar günü de İstanbul’un Çağlayan Meydanı’yla o meydana çıkan kilometrelerce uzunluktaki caddelerde toplanan ve "Türkiye laiktir, laik kalacak!" diye tüm gücüyle haykıran milyonlar görmeyen gözlere, duymayan kulaklara, anlamayan beyinlere şu gerçeği soktu:

"Türkiye laiktir ve laik kalacaktır."

Gericilerin bu mitingler yüzünden fikir değiştireceklerini sanmıyoruz. Belki de bu iki büyük ve anlamlı olay, bazılarını daha da kamçılayacaktır. O nedenle laik rejimi korumak isteyenleri önümüzdeki günlerde daha da çetin bir mücadelenin beklediğini görürsek şaşmamak gerekir.

Bu iki olay "özgüven" vermeli ama "laik rejimin ciddi bir tehlike ile karşı karşıya bulunduğu" gerçeğini hiçbir zaman unutturmamalıdır.

Birinci nokta bu.

İkincisi... Bu mitinge kimse, özellikle Cumhuriyet Halk Partisi sahip çıkmamalıdır. Bu partilerden umudunu kesmiş milyonların mitingidir. Evet CHP’nin de aktif katkısı olmuş olabilir. Ama "laikliğe sahip çıkın" diyenlere "dinin siyasallaşma sürecini olağan karşılamak gerekir" öğüdünü verenlerin, laikliği askere ihale edenlerin şimdi babalanmaya hakkı yoktur.

Üçüncüsü... Yaşadığımız son olaylar, özellikle bu iki tarihi miting gösterdi ki Türkiye’yi demokratik sistem rayından çıkarmadan selamete ulaştırmanın yolu bir an önce, ama özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimini yapmadan erken seçime götürmek ve halkın vereceği yetki kimi Çankaya’ya gönderirse, onu kabul etmektir.

Sebep ne olursa olsun... Onlar üzerinde durmanın artık anlamı yok. Gerçek şu ki Türk siyasi hayatında atmosfer tahammül edilemeyecek kadar kirlenmiş haldedir. Bundan kurtulup oksijenli yani tertemiz bir siyasi havaya kavuşmak tek çaredir.

Bunu söylerken Anayasa Mahkemesi’nin alacağı kararla bağlantılı bir görüş dile getirmiyoruz. Anayasa Mahkemesi bizim düşündüğümüz gibi "Cumhurbaşkanı seçiminde birleşimin açılması için 184 üyenin hazır bulunması yeterlidir" dese de, aksini yani "en az 367 üyenin bulunması, birleşimin açılmasının temel koşuludur" görüşüne varsa da fark etmez... Çünkü artık Meclis’in yapacağı seçim bir "Cumhurbaşkanı" değil bir "Sorun" üretecektir.

Siyasi iktidarın -daha doğrusu Tayyip Erdoğan’ın- bu gerçeği görmesini bekliyoruz.

Siyasetçileri "devlet adamı" gradosuna bu tür olaylardaki performansları yükseltir.

Not: Başbakanlık Güvenlik İşleri Genel Müdürlüğü antetli bir yazıda, "irticai faaliyetlerle mücadele" amacıyla 8 yıl önce kurulan -kısa adıyla- "Başbakanlık Takip Kurulunun lağvedilmediği, tam aksine görevine devam ettiği" bildirildi. Laik Cumhuriyet’e inanmadığı kendi beyanıyla sabit bir Başbakanlık Müsteşarı’nın başkanlığındaki kurul "sözde değil özde" görev yapsaydı, Ankara ve İstanbul’da milyonlar "laik rejimi korumak" için yollara dökülmeye gerek duyar mıydı? O.E.
Yazının Devamını Oku

Son çare...

29 Nisan 2007
GENELKURMAY’ın önceki gece kendi web sitesine koyarak yayımladığı açıklamayla başlayan yeni süreç, eğer sağduyu egemen olmazsa şirazesinden ha çıktı ha çıkacak denecek noktaya doğru ilerliyor. Uzatmadan söyleyelim...

Bu gidişin görebildiğimiz tek ve sağlıklı çözümü, Cumhurbaşkanlığı seçimini erteleyip sandığa gitmektir. Aksi halde doğacak krizlerden endişe ediyoruz.

Şimdiki krize gelince... İşin tuhafı, "laik Cumhuriyet’e yönelik tehlikeyi, daha önce hiçbir zaman olmadığı kadar büyük" gören Genelkurmay da haklı, "Genelkurmay’ın Anayasal sistem içinde Başbakanlığa bağlı bir kurum" gibi davranmadığından şikáyet eden hükümet de...

Şimdi bizler de öyle bir noktadayız ki, "laik Cumhuriyet’in gerçekten tehlikede" olduğunu söyleyince ya "askerci"likle damgalanıyoruz yahut "darbe"cilikle...

Tutup, "İyi de kardeşim bir ülkenin Genelkurmayı tutar da bağlı olduğu otoriteye karşı açıklama yayımlar mı?" deyince, "Vaay! Sen de mi Atatürk devrimlerine ihanet ediyorsun?" deniyor...

Oysa saf hukuk açısından bakınca Genelkurmay’ın açıklamasını savunmak mümkün değil...

Ama asıl sorun ne orada ne de ötekinde... Asıl sorun, ülkeyi yöneten siyasi partinin Atatürk ilkelerine -dolayısıyla Cumhuriyet’in Anayasa’da da yer alan temel değerlerine- aykırı faaliyetleri korumasında, hatta teşvik etmesinde...

Hükümet kendisine Anayasa tarafından verilen, "Bu ülkeyi bu temel ilkelere göre yöneteceksin" diye özetlenebilecek görevi yapmayınca, hatta yapmamaktan da beterini, yani tam aksini yapınca ister istemez maraza çıkıyor.

Daha önceki dönemleri anımsayalım:

28 Şubat müdahalesi bu yüzden olmadı mı? O tarihte ülkeyi aynı kafayla yöneten Refah Partisi, sonuçta kapısına kilit vurmaya mecbur edilmedi mi?

Ve bugün ülkeyi yöneten Adalet ve Kalkınma Partisi hem kamuoyuna hem de seçmene, "Biz 28 Şubat’tan ders aldık. Biz Cumhuriyet’in temel değerlerine, özellikle laikliğe karşı bir politika izlemeyeceğiz. Hatta açıkça ilan ediyoruz... Biz artık ne Refah Partisi’nin ne de Fazilet Partisi’nin devamıyız" demediler mi? Kendilerini tanımlarken o yüzden "muhafazakár demokrat" olduklarını vurgulamadılar mı?

Tüm bunları unutur, devlet kadrolarını "tarikat" bağlantılı "dinci"lerin eline teslim edersen... Üstelik devlet bürokrasisinin başına aynen;

"Halk için ve halk adına yönetim diye tarif edilen Cumhuriyet kavramının aslında artık bizim için çok fazla bir mana ifade etmediğini söylememiz de mümkündür" diyen ve bu görüşlerinden vazgeçtiğini hálá söylemeyen Ömer Dinçer adında birini getirir oturtursan...

Bu zatın, "Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün temel ilkelerin (...) yerini (...) daha Müslüman bir yapıya devretmesi zorunluluğu ve artık bunun zamanının geldiği düşüncesini taşıyorum" dediği ve Başbakanlık Müsteşarı unvanını taşıdığı doğruysa...

Böyle bir gidişe birilerinin "Hayır" demesi gerekmez mi?

Tamam... Demokrasi olsun. Her şey Anayasal kurallar içinde yürüsün. Örneğin, Genelkurmay böyle açıklamalar yayımlamasın... Bunların hepsi doğru görüşler.

Peki ama, başka bütün uyarı yollarını denedikten sonra, "hükümet de Anayasa’nın istediklerinin ve kendisinin ulusa verdiği sözlerin tersini yapmasın" demek neden yanlış olsun?
Yazının Devamını Oku

Görünen köy...

28 Nisan 2007
GENELKURMAY Başkanlığı, dün saat 23.10’da kendi web sitesine bir "Kamuoyuna Açıklama" metni koydu ve bir anda Türkiye’nin gündemini alt-üst etti. Nitekim bu açıklama, dün TBMM’de hayli gerilimli bir şekilde yaşanan Cumhurbaşkanlığı seçimini nerdeyse unutturdu. Çünkü içeriğine bakınca "sert uyarı" demek yetmiyordu. Buna -lügatte aynı anlama gelse de- kafalarımızdaki anlamıyla düpedüz bir "muhtıra" demek gerekiyordu.

Bu muhtıranın açıkça ifade edilen kısmı "anti laik", yahut "irticai" nitelikteki eylemlerdir. Hedefi, irticai faaliyetlere göz yuman yahut bunları el altından teşvik eden yetkililerdir.

Ama asıl önemli tarafı kanımızca açıkça ifade edilmeyen, yani satırlar arasına gizlenmiş bulunan mesajıdır. Bu mesaj, Cumhurbaşkanlığı makamına Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül’ün seçilmesi halinde, laik rejimin son kalesi sayılan Çankaya Köşkü’nün de anti laik bir kişiye teslim edileceğinden duyulan rahatsızlık ifade edilmektedir.

Demokratik sisteme gireliberi hayli muhtıra görmüş bir gazeteci olduğumuz için, böyle bir muhtıranın ucunun nereye varabileceğini tahminde güçlük çekmiyoruz.

Bu gelişme, Türkiye’yi en azından, "erken" değil, "acil" bir seçime götürür.

Cumhurbaşkanı seçimini de yeni Parlamento yapar.

Tabii inatlaşmalar -ki zannetmiyoruz- daha sert gelişmelere yol açmazsa...

Bu saptamaları yaptıktan sonra biraz geriye dönelim:

Kabul edelim ki bu noktaya bir günde gelmedik. Genelkurmay’ın "laikliğe karşı hareketlerin rejim için tehlike teşkil edecek boyutlara ulaştığına" ilişkin uyarılarının sayısını, artık kimse rakamla ifade edemez.

Ama bunların dikkate alındığını ve özellikle bu siyasi iktidar döneminde, "laik Cumhuriyeti korumayı" amaçlayan bir politikanın uygulandığını gösterecek bir tek kimsenin çıkabileceğini de sanmıyoruz.

Tabii göstermelik nutukları, soruşturma açmaktan başka çare kalmayacak kadar ayyuka çıkmış faaliyetlerin faillerini yargıya sevk etmek gibi örnekleri saymazsanız.

Üstelik bunlar bilinçli yapıldı. Örneğin ülkenin her tarafında alıp yürümüş olan "tarikat" faaliyetleri duyulmasın, öğrenilmesin diye, önce Başbakanlık Takip Kurulu kaldırıldı. Tüm devlet kadrolarına tayinlerde "tarikattan mı, değil mi?" kıstası esas alındı. Hatta burada gözden kaçan olabilir diye, atamaları süzgeçten geçirmek için Başbakanlık bünyesinde özel ekip oluşturuldu.

Rejim için en büyük tehlike kaynağı olan "tarikat yurtları"nın gelişmesini, çoğalmasını ve denetimden uzak faaliyet göstermesini amaçlayan politikalar uygulandı. Yeni Ceza Yasası, kaçak Kur’an kurslarına verilecek cezayı fiilen uygulanmayacak şekilde değiştirildi.

En önemlisi, devletin tüm bürokrasisi, "laik Cumhuriyetin döneminin bittiğini" ilan eden ve tüm sistemi islamileştirmek gerektiğini tavsiye eden birine teslim edildi.

Bunlar bizim bir çırpıda aklımıza gelenler. Gelmeyenleri ve kendi bildiklerinizi de siz ekleyin. Bu muhtırayı sonra değerlendirin.
Yazının Devamını Oku

Seçim değil kör dövüşü

27 Nisan 2007
ONBİRİNCİ Cumhurbaşkanı kim olacak konusu sancılı başladı, bugüne kadar sancılı geldi.

Yazının Devamını Oku

Ankara izlenimleri...

27 Nisan 2007
ANKARA tahmin ve tasavvur edemeyeceğiniz kadar dumanlı... Dumanlı derken göz gözü görmeyecek kadar yoğun bir kulis var demek istiyoruz. Kulisin iki kanalı var. Biri "Cumhurbaşkanlığı seçimi için yapılacak ilk TBMM Genel Kurul toplantısının açılması için asgari 367 milletvekili şart mı, değil mi?" tartışmasının hukuki boyutuyla ilgili. İkinci kulis, hem o birleşimin başlaması için 367 milletvekilini getirmeye çalışanlarla 367’yi engellemeye çalışanlar arasında, hem de Abdullah Gül’e verilecek desteği artırmaya çalışanlar cenahında yürütülüyor.

Bu son nokta şu açıdan önemli:

Abdullah Gül eğer sadece Adalet ve Kalkınma Partili (AKP) oylarıyla Çankaya’ya çıkarsa, "O, milletin tamamının değil AKP’nin cumhurbaşkanı" denecek. AKP’lilerin buna engel olmak için AKP dışından da oy almaya çalıştıkları bildiriliyor.

İktidar partisinin asıl taktiğinin sadece birleşimin açılmasında değil, ilk oylamada da 367’den fazla oy sağlayıp Abdullah Gül’ü "ilk turda" cumhurbaşkanı seçmek ve tartışmayı daha fazla uzatmadan bitirmek amacına dönük olduğu anlaşılıyor.

Tabii böyle durumlarda daha önceki yıllarda ileri sürüldüğü gibi "oy satın alma" iddiaları ağızdan ağıza dolaşıp duruyor. Bu iddiaları ispat etme olanağı yok. Çünkü AKP sayısız defa vaat etmesine rağmen hálá ne "mal bildiriminde saydamlık" esasını getirdi ne de "siyasi ahlak" yasasını çıkardı.

Hoş onların yasalaşmasını bekleyen de pek yoktu. Çünkü AKP’nin de -aynen eskiler gibi- "Bizden biriyse, yakalanmadığı sürece hırsızlık yapmasına göz yumulabilir" dediğini, o nedenle dürüst yönetim yasalarını çıkartmak istemediğini artık herkes biliyor.

Aksi söz konusu olsaydı AKP iktidara gelir gelmez saydamlık ilkesine göre daha önce çıkartılmış Devlet İhale Yasası’nı tanınmayacak şekilde değiştirir miydi?

Konuyu dağıtmayalım:

Gerçek şu ki 367 tartışması Ankara’ya damgasını vurmuş halde.

Eğer iktidar partisi bugün yapılacak toplantıda amacına ulaşamaz da konu CHP tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürülecek olursa kuşkusuz gerilim daha da artacak.

Bir an için Anayasa Mahkemesi’nin de "Toplantının en az 367 kişiyle açılması gerekirdi" dediğini varsayalım.

O zaman 367 sınavı ikinci tur için yapılacak birleşime ertelenecek. AKP orada da başarı sağlayamazsa bu iş derhal yapılacak bir genel seçime kapı açacak. Ama elbet üçüncü ve dördüncü tur denemeleri de yapıldıktan sonra...

Bu arada siyasi zemin de çok kaygan hale geldi. Nitekim daha dün bir CHP milletvekili ile bir AKP milletvekili partisinden ayrıldı. Böylece iki tezin yandaşları da birer sandalye kaybetti.

Tamam denge bozulmadı ama, henüz ne DYP’nin durumu belli ne de Anavatan Partisi net bir çizgide... Meclis’teki bağımsızlar da AKP’nin 352 oyunu (Başkan Arınç’ın oy hakkı yok) 367’ye tamamlamaya yetmiyor.

"Kurt dumanlı havayı sever" ama bu kadarı da fazla...
Yazının Devamını Oku