26 Nisan 2007
YEDİ yılın sonuna geldik. Çankaya’nın yeni sakini neredeyse kesin diyebileceğimiz bir şekilde belli oldu. Sıra son 7 yılımızda sessiz fakat derin bir etkisi olan 10’uncu Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer’in artılarını eksilerini önümüze alıp, "Ne oldu? Neler yaptı? Yararlı mıydı, zarar mı verdi?" sorularına serinkanlı bir şekilde yanıt vermeye geldi.
Lafı uzatmadan ifade edelim:
Biz Sayın Ahmet Necdet Sezer’in Türkiye Cumhuriyeti’ne yakışan bir Cumhurbaşkanı olduğunu düşünüyoruz ve ülkemize, değeri ileride daha iyi anlaşılacak önemli hizmetler verdiğine inanıyoruz.
Yerleşik bir kanımızı daha söyleyelim:
Şimdiye kadar Çankaya’da gördüğümüz 10 Cumhurbaşkanı arasında unutulmazlar var, şu anda anımsamakta zorlanacaklarımız var.
Ahmet Necdet Sezer’i unutmayacağımıza, daha doğrusu unutamayacağımıza eminiz.
Çok renkli, çok dinamik, çok pırıltılı, çok hayat dolu bir kişiliği olduğu için mi?
Tam tersine... O bir "yüksek yargıç" olarak Çankaya’ya çıktı. Yüksek yargıçların pek çoğunun meslekten edindikleri "ciddi ve mesafeli" duruşunu hiç değiştirmedi. Yine çoğu yargıç gibi "sosyal yaşamın parçası" olmadı. Örneğin, Süleyman Demirel gibi Köşk’ü gelenin gidenin çok olduğu, adeta "kabul günleri" türü bir dönemin yaşandığı yer olmaktan çıkardı.
Ciddi fakat alçakgönüllü idi. Afrası tafrası olmadı. Cumhurbaşkanlığına geldiği gün ne idiyse, nasıl idiyse, bitirdiği gün de öyleydi.
Hiçbir yakınına -eşine, çocuklarına, akrabalarına, dostlarına- bir Cumhurbaşkanı yakını oldukları için özel muamele yapılmasına izin vermedi. Kimse onun adını kullanarak zengin olmadı. Kimseye ihale verilmesini sağlamadı. Kimse onun sayesinde devleti soymaya kalkmadı.
Tertemiz başladı, tertemiz bitirdi. O nedenle "güvenilir"di.
Güvenilir deyince sadece o nedenlerle değil asıl, "devleti eline emanet edeceğiniz biriydi" demek istiyoruz. "Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in felsefesini özümsemiş biriydi" demek istiyoruz. "Anayasal sisteme sadece saygılı değil içtenlikle bağlı biriydi" demek istiyoruz. "Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkelerini gerçekleştirmek için tüm gücünü kullanan biriydi" demek istiyoruz.
Anayasa’ya ve hukukun temel ilkelerine aykırı gördüğü her yasaya ve her yasa hükmüne karşı çıktı. Önce TBMM’ye iade etti. Oradan tekrar gelince Anayasa Mahkemesi’ne başvurma hakkını kullandı. Böylece "Hukuk devletinin gerçek koruyucusu Çankaya’dır" dedirtti.
Cumhuriyetin temel değerlerine karşı zihniyetteki hiç kimsenin devlette görev almaması için tüm dikkat ve titizliğiyle kılı kırk yardı. Gerçi Ömer Dinçer’in Başbakanlık Müsteşarlığı’na getirilmesinde atladı ama en azından "elinden geleni yaptığında" kuşku bırakmadı. Ama tüm bunlar nedeniyle, bugünkü siyasi iktidarla yıldızı hiç barışmadı.
Hiç kusuru olmadı mı?
Elbet oldu. Örneğin meşhur 19 Şubat 2001 krizi biraz da Sayın Sezer’in fevri bir davranışı yüzünden yaşandı. Ama koruduğu değerlerle ve yaptıklarıyla bizce unutulmamayı hak etti.
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2007
HAFTALARDIR kilitlendiğimiz "Yeni Cumhurbaşkanı kim olacak?" sorusunun yanıtını aldık:<br><br>Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Cumhurbaşkanlığına aday gösterdiği Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün On Birinci Cumhurbaşkanı olacağına yüzde yüz kesin diye bakabiliriz. Sözün başında belirtelim:
Kendi adaylığını ilan etse seçilmesi kesin görünen Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını adeta gümüş bir tepsi içinde bir başkasına bırakması beklenecek bir fedakárlık değildi ama yaptı.
Erdoğan’ın yaptığı, kutlanmaya değer bir fedakárlıktır.
Bunu kendisinden beklemediğimiz için yanıldığımızı da yeri gelmişken kabul ve ilan edelim.
Keza, Cumhurbaşkanlığına kendisi de başkası da seçilse Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) "sorunlu" bir döneme gireceğine ilişkin tahminimizi de, bu durumda gözden geçirme zorunluluğu doğdu. Çünkü Erdoğan bu kararıyla AKP’nin bir iç iktidar kavgasına girmesini en azından erteledi.
Bunlar bizim itiraflarımız.
Gül’ün Cumhurbaşkanlığı konusuna dönmeden diyeceğimiz başka şey var:
Erdoğan’ın bu kararı onun Cumhurbaşkanlığından vazgeçtiğini değil, bu özlemini ertelediğini göstermektedir.
Erdoğan artık çok yaklaşan milletvekili seçiminden Anayasa’yı değiştirecek kadar güçlü çıkmayı ve bir sonraki yasama döneminde Anayasa’yı değiştirerek Yarı Başkanlık -ve hatta Başkanlık- sistemine geçip doğrudan doğruya halk oyuyla Çankaya’ya çıkmayı planlamaktadır. O zaman hem yürütme gücünü bilfiil elinde tutma hem de Cumhurbaşkanı sıfatını taşıma umudundadır.
Şimdi o ihtimalleri ileriye bırakalım da günümüze dönelim:
Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasıyla varılacak nokta, özünde Tayyip Erdoğan’dan farklı değildir. Gül’ün farkı, üslubunun yumuşaklığı ve yüzünde tebessümün daha çok görülmesidir. Bu bağlamda CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın dünkü konuşmasında dediği "Gül de Erdoğan gibi milli görüş rahlei tedrisinden geçmiştir, orada şekillenmiştir. Anlayışı, duyguları, düşüncelleri, milli görüş ikliminin ortamının eseridir" tespiti doğrudur.
Bir nokta daha var:
Gül’ün "gerilimsiz" kişiliği önümüzdeki dönemde doğabilecek sıkıntıları gidermede belki de yarar sağlayacaktır.
Gerilimsiz dönemden söz ederken Gül’ün eşi Hayrünisa Hanım’ın "türbanı" Çankaya Köşkü’ne taşımasının kamuoyunda yaratacağı rahatsızlığı görmezden gelemeyiz. Örneğin daha ilk protokol olayında Cumhurbaşkanı eşinin türbanı birdenbire en önemli sorun gibi algılanacaktır.
Bunu gidermek Hayrünisa Gül’den Türk halkının beklediği bir anlayıştır.
Hayrünisa Gül modern Türkiye’nin "çağdaş" kadını olduğunu Çankaya’da gösterirse, eşini birdenbire 70 milyonun Cumhurbaşkanı konumuna oturtan kişi olacaktır.
Dikkat ederseniz Gül’ü Cumhurbaşkanlığı koltuğuna siyasi becerilerinin, dışişleri bakanı sıfatıyla kazandığı başarıların getirdiğinden söz edemiyoruz. Çünkü o konulardaki karnesinin zayıf olduğuna inanıyoruz. Ama yine de eğer seçilecek olursa ülkeye iyi hizmetler vermesini diliyoruz.
Yazının Devamını Oku 24 Nisan 2007
DIŞARIDA "Ermeni soykırımı" suçlaması, içeride "Cumhurbaşkanlığına kim gelecek?" bilmecesi, ortasında "Egemenliğin ulusa ait olduğu" iddiasıyla kutlanan bayram...<br><br>Ve belirsizlikler ortasında bir Türkiye... Koskoca bir ulusun kaderini etkileyecek bir kararı "tek seçici"ye bırakmış bekliyoruz.
Eşref saati (uğur getirecek zaman) gelecek de... Başbakan ve Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) lideri Tayyip Erdoğan açıklayacak da... Devletimizin başına kimin geleceğini öğreneceğiz.
Aşağı yukarı Tibetlilerin dini lideri Dalay Lama’nın seçimi gibi bir olayı yaşıyoruz. Yalnız orada rahipler bir araya geliyor, dini ritüellerden sonra yola düşüp içlerine doğan bir adresteki kapıyı çalıyorlar. Orada karşılarına bir çocuk çıkarsa ve o çocuk sordukları soruya tatmin edici yanıt verirse, "İşte Dalay Lama’mız bu" diyerek liderlerini bulmanın huzuruyla ayrılıyorlar.
Ne var ki onlar bizden daha dürüstler... Ne, yaptıklarının seçim olduğunu iddia ediyorlar ne de demokrasiden söz ediyorlar.
O kadar belirsizlik içindeyiz ki, sizin bu satırları okumanızdan sonraki en geç 24 saat içinde Tayyip Erdoğan’ın, Devlet Bakanı Prof. Dr. Beşir Atalay’ın ismini telaffuz edeceği söyleniyor.
Kimse ne teyit ediyor ne de tekzip...
Beşir Atalay gelirse ne olur?
Eğer yeni cumhurbaşkanı AKP’den ve özellikle Meclis içinden -deyim yerinde mi pek emin değiliz ama kullanalım- seçilecekse, öteki ihtimallerle örneğin Tayyip Erdoğan ve Bülent Arınç’la kıyaslanamayacak kadar iyi bir tercih olur.
Şu nedenle iyimserlik ifade ediyoruz:
Atalay, Devlet Bakanı sıfatıyla görev yaptığı dört buçuk yıl boyunca adını tartışma konusu yaptırmadı. Ciddiyetini, ağırbaşlılığını bozmadı. Kendisine bağlı kurumların yönetimi ve fonların -örneğin Tanıtma Fonu’yla meşhur Fak-Fuk-Fon’un- kullanım şekli yüzünden sorun yaratmadı. Üstelik önemli bir "doğru" hizmete de imza attı... Çok eleştirilen ama bir türlü değiştirilemeyen 1950 tarihli Basın Yasası’nın, gerçekten demokratik bir anlayışla değiştirilmesini sağladı. Bunun için konunun ilgililerinin görüşlerini aldı. Onları değerlendirdi. Neticede demokratik hukuk devleti kriterlerine uygun bir tasarı hazırlattı ve bu tasarının yasalaşmasını sağladı.
Atalay’ın Kırıkkale Üniversitesi’nin Kurucu Rektörü sıfatıyla görev yaptığı sırada üniversiteyi, tarikat bağlantılı öğretim üyeleriyle doldurduğu hep ileri sürülmüştür.
Kemal Gürüz’ün YÖK Başkanı olduğu sırada bu nedenle rektörlükten uzaklaştırılan rektörlerden biri de Beşir Atalay’dır. Atalay’ın Devlet Bakanı sıfatıyla görev yaptığı dört buçuk yıldaki uygulamaları, Kırıkkale Üniversitesi Rektörlüğü dönemine ilişkin iddialarla uyumludur. Bir başka deyişle Atalay da "kadrolaşma" konusunda öteki bakanlardan geri kalmış değildir. Ama bunu olabildiği kadar sessiz ve derinden götürdüğü ayrı bir gerçektir.
Yazı bitmeden tekrar belirtelim:
Biz Dalay Lama seçimi yapacağımız için çaldığımız kapının ardından Beşir Atalay’dan başka bir isim çıkarsa şaşırmayalım.
Yazının Devamını Oku 22 Nisan 2007
BİZİM siyasi hayatımızda "sine-i millete dönmek" gibi, "partilerin seçim ittifakı" yapması gibi, "birleşmeleri" gibi deyimler gündeme çok gelir. Bunların olması, olabilmesi iyidir, ama hiç de kolay değildir. O nedenle biz ne sine-i millete dönme çağrılarına ne de ötekilere bel bağlarız.
Taa ki, söz konusu partiler -veya o partilerin yetkilileri- başka hiçbir çare bulamasınlar.
Birinci nokta bu...
İkincisi, bu tür görüşmeler durup dururken olmaz. Partiler önlerindeki seçimden alacakları sonuçtan korkmadıkça öteki partilerle "birleşme" yahut "ittifak" konusunu konuşmazlar.
Konuştukları zaman da, olumlu bir sonuca ulaşabilmek için, yaşanacak süreçte çok dikkatli olmak gerekir. Çünkü kamuoyu önünde iyi niyetle söylenecek bir söz, öteki ilgililer dünyasında, söyleyenin hiç aklına gelmeyen anlamlar yüklenerek yorumlanır.
Hele bir de o görüşmelerden rahatsız olan yani kendi çıkarının bozulacağından korkan partililer devreye girince bakarsınız ki aylarca uğraşarak inşa etmeye çalıştığınız kumdan kule, bir fiske vurunca yıkılıvermiş.
Bunları bir süredir gazete sayfalarına yansıyan ve sonuçta Doğru Yol Partisi (DYP) ile Anavatan Partisi’ni birleştirmeyi amaçlayan çabalar nedeniyle yazıyoruz.
Nitekim dünkü Hürriyet’te yayımlanan mülakatından yanlış anlamadıksa, Anavatan Partisi’nin Genel Başkanı Erkan Mumcu, adeta DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ın bir gün önceki Hürriyet’te yayımlanan sözlerine yanıt verir gibiydi.
Anımsayacağınız gibi Ağar’ın sözlerinden Hürriyet’in çıkardığı anlama göre, olay DYP’nin çatısı altında noktalanacak ve Mehmet Ağar, Genel Başkan sıfatını koruyacaktı.
Buna karşın dünkü Hürriyet’te de Erkan Mumcu’nun, "Bunun birleşme olması gerekir. İltihak anlamına gelecek herhangi bir girişimin değeri, toplum nezdinde yüksek olmayacaktır. Bunun mutlaka yeni bir terkip (yani adı ne DYP ne de Anavatan olan bir parti şeklinde) olması gerekir" dediği bildirildi.
Mumcu’nun, Genel Başkanlığın Mehmet Ağar’a bırakılacağına ilişkin haberlerin zamanı gelmeden kamuoyuna duyurulduğundan şikáyetçi olduğu da sözlerinden anlaşılıyor.
Böylece, "medya" aracılığıyla mesaj alıp vermenin yukarıda sözünü ettiğimiz sakıncası somut olarak karşımıza çıkmış oluyor.
Gerçekten, eski yıllarda yaşanmış "birleşme" yahut "iltihak" ya da "seçim için işbirliği" türü çabalardan sadece "dönülmez noktaya varıncaya kadar kamuoyundan gizli tutulanlar" başarıya ulaşmıştır. CHP ile Hürriyet Partisi’nin; Cumhuriyetçi Millet Partisi ile Türkiye Köylü Partisi’nin; Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) ile Halkçı Parti’nin (HP); Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) ile CHP’nin aynı çatı altında birleşmeleri gibi.
DYP ile Anavatan Partisi’nin şu veya bu şekilde elbirliği etmeleri, 2002 seçiminde Adalet ve Kalkınma Partisi’ne kaptırdıkları "sağ"daki seçmeni geri alma olanağını yaratır mı, henüz bilmiyoruz. Ama görünen o ki, Meclis’e girme şansı verir.
Yazının Devamını Oku 21 Nisan 2007
DEMOKRASİMİZ eskilerine ek olarak, 11’inci Cumhurbaşkanı seçimi dolayısıyla da yeni harikalar yaratmaya devam ediyor. Böylece kendi ülkesinde demokratik rejim olduğunu sanan öteki ülkelere ve uluslara da örnek(!) oluyor. Neden harikalar yarattığımızı ayrıca sorgulayacağınızı sanmıyoruz ama yine de biz söyleyelim:
Demokrasilerde "adaylık" kurumu niçin vardır?
"Ben bu işi iyi yaparım. Benden daha iyi yapacağını düşünen varsa, onunla yarışmaya hazırım. Keza talip olduğum göreve gerçekten layık biri miyim değil miyim, onun irdelenmesine de razıyım. O nedenle herkes, benimle ilgili tüm bildiklerini öteki insanlara da duyursunlar. Eksiğim yanlışım ne varsa bunların hepsi konuşulsun, tartışılsın. Oy verip seçme yetkisine sahip olanlar kendilerine göre en iyiyi böylece belirlesinler ve karar bu suretle verilsin" demek için değil mi?
Oysa Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili resmi süreç başlayalı bugün altıncı gün... Hálá resmen aday olmuş kimse yok.
Gerçi Ordu AKP Milletvekili Hamit Taşçı ile Ankara AKP Milletvekili Ersönmez Yarbay "aday olma niyeti taşıdıklarını" saklamadılar. Ama onların da henüz TBMM Başkanlık Divanı’na başvuruları yok. O nedenle, yüksek yargı organlarının başkanlarından "showman"lere kadar pek çok kişinin kendini layık saydığı bu çok itibarlı göreve kimin geleceğini, daha da önemlisi yarın öbürgün kritik bir döneme girsek "Başkomutan" sıfatını kime vereceğimizi hálá bilmiyoruz.
Oysa hangi demokrasiye baksanız tüm bunların aylar öncesinden bilindiğini, seçimin bizdeki gibi "körebe" oynar gibi gözü kapalıyken değil, bilinçli bir değerlendirmeyle yapıldığını görürsünüz.
Onları da bir kenara bırakın... Bir "olup-bitti"ye getirilerek Köşk’e seçilen kişinin yarın çok büyük bir ayıbı karşımıza çıkarsa ne yapacağımızı hiç düşünmüyoruz.
Peki "aday"ın ismi bizde niçin saklı tutuluyor?
Gerçi Maliye Bakanı’nın bile "O (Erdoğan) söyler biz de seçeriz" diyerek görev yaptığı bir "demokrasi"de bundan fazlası olmaz. Ama yine de mesele ondan ibaret değil:
Bize göre Tayyip Erdoğan’ın kendisini Cumhurbaşkanı görmemeye tahammülü vardır ama Bülent Arınç’ı Cumhurbaşkanı koltuğunda görmeye tahammül edeceğini düşünmek bile abestir. O nedenle Arınç’ı Köşk’e çıkartmamanın tek çaresi olarak "aday" ismini açıklamayı, başvuru süresinin son dakikalarına bırakmaktadır.
Bir noktayı belirtelim... Tayyip Erdoğan kendi adaylığını koyarsa bu anlamda sorun olmaz. Ama Erdoğan ve Arınç dışında bir isim bildirilirse, dananın kuyruğu orada kopar. Çünkü o isim faraza 25 Nisan günü saat 23.55’te TBMM Başkanlığı’na bildirilirse, saat 23.56’da Arınç o listeye kendi adını yazar. O zaman da sıra kozları paylaşmaya gelir.
Bu dediklerimizi elbet en az bizim kadar Tayyip Erdoğan da biliyor. O nedenle hem Arınç’ı Köşk’e çıkartmamak, hem de partide büyük bir sorun yaratmamak için elindeki kozu gösteremiyor.
Tüm bunları söylüyoruz ama Süleyman Demirel’in, "sürprizlere hazır olunuz" anlamına gelen, "Siyasette bazen bir hafta bile çok uzun bir zamandır" şeklindeki sözünü aklımızdan çıkartmıyoruz.
Yazının Devamını Oku 20 Nisan 2007
MALATYA’daki vahşetin failleri, yaptıklarının hesabını elbet adalete verirler. Biz meselenin o tarafında değiliz.<br><br>Meselenin neresinde olduğumuzu anlatmak için isterseniz hafızalarımızı tazeleyelim. Ermeni kökenli gazeteci Hrant Dink’in cenaze töreninde eşi Rakel Dink’in aynen:
"(Hrant’ı öldürenin) Yaşı kaç olursa olsun; 17-27 olsun... Katil kim olursa olsun. Bir zamanlar bebek olduğunu biliyorum. Bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim!" dediğini anımsıyor musunuz?
Geçen yılın şubat ayında Trabzon’da Katolik Papaz Andrea Santoro’yu öldüren lise öğrencisi de Rakel Dink’in dediği gibi "Bir bebekten katil yaratan karanlığın ürünü" idi, Hrant Dink’i vuran da...
Önceki gün Malatya’da üç insanı, sırf başka bir dini inanca sahip oldukları ve o dini inancı yaymaya çalıştıkları için öldüren hunhar katiller de ötekiler gibi "Bir bebekten katil yaratan karanlığın" ürünleriydi.
O karanlık 3 Temmuz 1993 günü Sivas’taki Madımak Oteli’nde tam 37 masum insanı yakarak öldürenleri de yetiştirmişti.
O karanlık, daha önce Muammer Aksoy’u Çeten Emeç’i, Bahriye Üçok’u, Turan Dursun’u, Uğur Mumcu’yu, Ahmet Taner Kışlalı’yı ve zaman oldu Gümüşhane Baro Başkanı Ali Günday’ı öldürttü. Onunla kalmadı, 17 Mayıs 2006 tarihinde Danıştay İkinci Dairesi’ne silahlı baskın düzenleyip üyelerden Mustafa Yücel Özbilgin’i öldüren katili de Rakel Dink’in sözünü ettiği karanlık yetiştirdi.
O karanlık hakkında hepimizin bilgisi var. Hepimiz gibi bu ülkenin Başbakan’ının, İçişleri Bakanı’nın, Milli Eğitim Bakanı’nın, tüm valilerle tüm kaymakamların ve "A"dan "Z"ye tüm polis ve jandarmanın da bilgisi var.
Ama o üstüne gidip o karanlığı dağıtacak cesaret kimsede yok.
Bakın Ankara’daki arkadaşlarımızdan Nurettin Kurt, önceki günkü vahşet nedeniyle gittiği Malatya’dan verdiği haberde bu "karanlık" hakkında ne diyor:
"Katillerin aynı öğrenci yurdunda kaldıklarının ortaya çıkması, Malatya’da gözlerin öğrenci yurtlarına çevrilmesine yol açtı.
Sokak aralarına dağılmış ve cemaatler tarafından işletilen yurtların çoğu kaçak ve denetimden uzak. Cemaatler, küçük yaştan itibaren yurtlara aldıkları yoksul aile çocuklarına buralarda dini eğitim veriyorlar.
Malatya’daki cemaat yurtlarında bir süre eğitim gören, ancak İstanbul’a kaçan ve yıllar sonra tekrar Malatya’ya dönerek iş kuran S.M. kaçak yurtlarda yaşananları şöyle anlattı:
Biz 5 kardeşiz. Ailemiz geçim sıkıntısı çekiyordu, beni 12 yaşında yurda aldılar. Aileme yiyecek, içecek erzak yardımı yapıyorlardı. Her akşam dini eğitim alıyorduk, bize televizyon seyretmek günah diyorlardı. 15-20 kişi bir odada yatıyorduk, bize eğitim verenlere abi diyorduk. Çok radikal bir eğitimdi. Başka din mensupları bize dinimizi yıkmak isteyen misyonerler olarak anlatılırdı. Gencecik beyinler birer Taliban militanı gibi yetiştirilirdi."
Biz özellikle Turgut Özal döneminde sayıları hızla artan bu yurtlara yetkililerin dikkatini sayısız defa çektik. Pek çoğu şehir dışlarındaki ıssız yerlerde kurulmuş cemaat yurtlarının "Hizbullah"a ve bu tür cinayetlere gerekli elemanları yetiştirdiğini söyledik durduk. Kimseye dinletemedik.
Hem kendimiz bu günleri hazırladık, hem de şimdi kendi eserimizi görüp üzülüyoruz. Olay bu.
Yazının Devamını Oku 19 Nisan 2007
GERÇİ henüz önümüzde 25 Nisan Çarşamba günü saat 24.00’e kadar zaman var. Ama Ankara’daki arkadaşlarımız, Tayyip Erdoğan’ın, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Merkez Karar ve Yönetim Kurulu’ndan, cumhurbaşkanı adayı olmak için -sanki aksi mümkünmüş gibi- onay aldığını bildiriyorlar.
Demokrasi adına sahnelenen bu uyduruk gösteriyi önemsiyormuş gibi görünmeye bile değmez.
Şunu demek istiyoruz:
Tayyip Erdoğan kararı kendisi verecek ve -eğer baştan beri sürdürdüğümüz tahminde yanılmıyorsak- Türkiye’nin yeni cumhurbaşkanı sıfatıyla Çankaya’ya çıkacaktır.
Ama biz sanki aksi de mümkünmüş yani bir başkasının cumhurbaşkanı olmasına da tahammül edermiş gibi düşünelim de izninizle önümüzdeki günlerde ne gibi gelişmeler olabilir, onlara bakalım:
Bir defa baştan ve en temel tahminimizi söyleyelim:
Erdoğan cumhurbaşkanı olsa da olmasa da AKP önümüzdeki aylarda çok ciddi sorunlar yaşayacak.
Elbet kehanet iddiasında değiliz. Ama görünen köy bize bunu söyletiyor.
Sayalım ki Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı oldu ve AKP ile hukuki bağı sona erdi. Partinin Genel Başkanlığına herkesin beklediği gibi Abdullah Gül geçtiği gibi Başbakanlığa da Gül geldi oturdu.
Önce belirtelim ki, Erdoğan ile Gül’ün şimdi sergiledikleri "kardeşlik" muhabbetinin ömrü çok uzun olmayacaktır. Çünkü Erdoğan, bıraktığı koltukta gözü olan tiplerdendir. Nasıl şimdi İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’ne karışmadan duramıyorsa, Köşk’e çıkınca da duramayıp Gül’e talimat vermeye devam edecektir.
Gül ise artık hükümetin başındaki kişi olarak, sorumsuz bir cumhurbaşkanının verdiği talimata bir süre uyacak ama sonunda "Sorumlu olan ben isem, benim dediğim olacak" meselesi doğacaktır.
Kaldı ki sadece bu değil, asıl cumhurbaşkanı olmak isteyen ama olamayan, Başbakanlığa baştan beri Gül’ü değil kendisini layık gören Bülent Arınç’ın partiyi ele geçirme çabaları Gül’ü de Erdoğan’ı da bunaltacaktır.
Bunun sonu AKP’de sorun ve AKP’nin erimesidir.
Sayalım ki Erdoğan cumhurbaşkanı olmadı. Bir süredir o ihtimali bekleyen, ama şimdi adayın 25 Nisan saat 24.00’e bırakılması yüzünden sıkışıp kalan Bülent Arınç, kendisi dışında birinin -örneğin Beşir Atalay’ın- cumhurbaşkanı olmasına katiyen tahammül edemeyecek ve kıyameti kopartacaktır. Yani o takdirde de bir Bülent Arınç sorunu AKP’yi çok uğraştıracak, belki de Erdoğan’la Arınç’ı düşman kardeşler konumuna sokacaktır.
Yine sayalım ki Erdoğan ve Arınç’tan başkası cumhurbaşkanı oldu. O takdirde AKP’li milletvekilleri ile bunca zamandır Çankaya’yı fethetme hırsıyla bekleyen AKP örgütü kendi liderlerinin pek de "lider" olmadığını düşünecekler ve işte o zaman "liderimiz öldü" diyecekler.
Arınç’a işte o zaman gün doğacak...
Ama AKP’ye ne olacak derseniz, bekleyip göreceğiz.
Yazının Devamını Oku 18 Nisan 2007
HERKESİN başkasına "demokrasi" dersi verdiği ama sıra kendisine gelince demokrasinin "d" harfini dahi dikkate almadığı bir ülkede yaşıyoruz.<br><br>"Herkesin" dememizden de anlaşılacağı gibi gösterilecek örnek pek çok. Ama en etkin noktada bulunan Başbakan olduğu için ondan söz etmek niyetindeyiz.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dün Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) TBMM Meclis Grubu’nda yaptığı konuşmada hemen altına imza atacağımız bir cümlesi var:
"Demokrasi, ’evet’ diyenler ile ’hayır’ diyenlerin birlikte yürüttüğü bir siyasal sistemdir."Doğru... Ama eksik... O cümleyi tamamlamak için "Ancak hayır diyenlerin düşüncelerine de saygı duyulan, o düşüncelerin yaşama geçmesi yollarını açık tutan bir rejimdir" demek lazım. Bitmedi, "Ulusal değer taşıyan konularda azınlıktakilerin düşüncesiyle uzlaşı aramayı gerektiren bir rejimdir" diye eklemek lazım.
Zaten Sayın Başbakan’ın pek çok beyanında "cümlenin yarısını" esas alma, öteki kısmını göz ardı etme örneğini bulabilirsiniz.
Nitekim dünkü konuşmasının bir başka yerinde de "Demokrasiye inanıyor muyuz, laik cumhuriyete inanıyor muyuz, sosyal devlete inanıyor muyuz, hukuk devletine inanıyor muyuz? O zaman, bunun yeri sandıktır, sandık!" dediği bildiriliyor.
Yazının Devamını Oku