Oktay Ekşi

Hukuk sevmeyen iktidar

22 Haziran 2007
BU hükümetin bildiğiniz gibi "yargı" ile hatta "hukuk" ile başı hoş değil. "Hukuku" da kendilerini amaca ulaştıracak bir otobüs gibi gördükleri izlenimi veriyorlar. Hani "amaca ulaşılınca inilecek demokrasi otobüsü" vardı ya... Onun gibi. Kızılay’ın uzunca yıllar başkanlığını yapan Dr. Ertan Gönen’in son olarak Danıştay 10’uncu Dairesi’nden aldığı karar, yukarıda söylediğimizin son örneği:

Ertan Gönen bu iktidar tarafından hukuka aykırı bir şekilde görevden alınarak yerine, nerede ne laf edeceğini bilemeyen Talat Yılmaz adında birini getirdi. Talat Yılmaz aldığı işi yüzüne gözüne bulaştırınca onu uzaklaştırıp şimdiki Başkan Tekin Küçükali’yi Kızılay Genel Başkanı yaptı.

Ancak Ertan Gönen öteki pek çok örnekteki gibi "Madem hükümet öyle münasip görmüş, ben de bunu sineye çekeyim" demedi. Hukuk yolundan hakkını aradı. Uzun süre uğraştı. Kendisini görevden almak için düzenlenen uydurma Genel Kurul’ları yargı kararıyla iptal ettirdi.

Uzatmayalım... En sonunda, mahkemelerden aldığı yargı kararlarını uygulamayan Başbakan’ın, İçişleri Bakanı’nın ve Ankara Valisi’nin, kendisine tazminat ödemesi için açtığı davayı da kazandı.

Buraya kadarı Ertan Gönen’in zaferi... Ama iş orada bitmiyor. Arkadaşımız Oya Armutçu’nun verdiği bu konuyla ilgili haberde başka bir boyut daha var:

Ertan Gönen’in kazandığı 30 bin YTL tutarındaki tazminat devlet hazinesinden ödenecek. Peki görevini yapmayan yani yargı kararını uygulamayarak devleti zarara sokan yetkililer (Başbakan, İçişleri Bakanı ve Ankara Valisi) hiçbir yaptırımla karşılaşmayacak mı? Yani kusurları yanlarına mı kalacak?

Danıştay "devletin ödediği tazminatı onlardan geri alması gerektiğine" (hukuk diliyle onlara rücu edilmesine)karar vermiş.

Yanılmıyorsak bu ilk defa olmuyor. Ama yasaların bunu emreden hükümleri pratikte uygulanmadığı için yapanın yanına kalıyordu.

Bu kararın önemli tarafı, yıllardır -özellikle Turgut Özal’lı dönemlerden beri- kamu sektöründe iyice çürümüş olan "sorumluluk" kurumunu diriltmesi ihtimalidir.

Bunun bir başka sonucu da "yasalara uymayan yetkilinin hesap vermeye mecbur olmasının, hukuk devleti ilkesini yerleştirmek yönünden taşıdığı önem"dir.

Dahası... Danıştay’ın bu kararı tek kalmaz, yani benzeri olaylarda yetkililere rücu yolu açılırsa hazinenin gereksiz yere uğradığı zarar da giderilmiş olur.

Bildiğiniz gibi bu iktidar yaptığı yanlışlar yargı tarafından önlenince kızan iktidardır. Nitekim Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 5 Nisan 2006 tarihinde "Açık konuşuyorum, Danıştay’da birçok engelle karşı karşıyayız" dediği hálá hafızalardadır.

Başbakan’ın, Anayasa Mahkemesi’ne dönük sözleri nedeniyle şimdi emekli olan Başkan Tülay Tugcu’nun "Sayın Başbakan’ı saygı ve terbiye sınırları içinde konuşmaya" davet eden sözlerini anımsarsanız, bu iktidarla yargı ilişkisini daha iyi değerlendirebilirsiniz.
Yazının Devamını Oku

Debreli Recep...

21 Haziran 2007
SANDIK korkusu siyasi partilerin ayarını bozdu. Öylesine vaatlerle seçmen karşısına çıkıyorlar ki insanın, "Ya bunlar sayı saymasını bilmiyor, yahut dayak yememiş" diyesi geliyor. Bizim gibi 1946 seçimlerini görmüş olanlar o tarihin tek muhalefet partisi olan Demokrat Parti hatiplerinin miting meydanlarında "Askerliği ve vergiyi kaldıracağız" dediğine bile tanık olmuştur.

Sonraki seçimlerde de elbet "Bu da yapılır mı? Bu da söylenir mi?" denen örnekler yaşandı. Bunlar arasında ölçüsüzlük bakımından Sayın Süleyman Demirel’in 1991 seçimlerini kazanabilmek için "emekli yaşını 38’e indirmeyi", "tütüne ötekilerin vereceğinden beş lira fazla ödemeyi" vaat etmesi gibi çarpıcı olanlar bugün bile akıllardan çıkmadı.

Ama onların bile bu seçimlerde karşılaştığımız vaatler yanında savunulabilir bir tarafı vardı.

Örneğin Genç Parti adına gazetelere ilan verilerek yapılan vaatler o kadar ölçüsüz oldu ki halk arasında "Genç Parti iktidara gelirse hamileliği de 3 aya indirecekmiş" esprisi dolaşmaya başladı.

Bu partiye oy verseniz çiftçiye satılan mazotun bir litresinin fiyatı sadece 1 lira olacakmış.

Türkiye’de çiftçimiz yılda 2 milyon 200 bin ton mazot tüketiyor. Mazotun bugünkü fiyatı 2 lira 30 kuruş olduğuna göre demek ki devlet her litre için 130 kuruş kendi cebinden ödeyecek. Yani yılda sırf mazot için 2 katrilyon 860 trilyon lira (yahut 2 milyar 860 milyon YTL) tutarında destek verilecek.

Bu çok değil, pekálá verilir diyebilirsiniz.

Genç Parti tüm işsizlere iş bulacakmış. İş buluncaya kadar da her işsize ayda 350 YTL ödeyecekmiş.

Türkiye’deki gerçek işsiz sayısının 2,5 milyon olduğunu dikkate alırsanız 10,5 katrilyon lira (10,5 milyar YTL) da bu eder.

Emeklilere 14 maaş vereceklermiş.

Türkiye’de halen 7 milyon emekli var. Bunlara verilen maaşların yükü altıda bir oranında artacak. Zaten bugün bütçeden sosyal güvenlik giderleri için 80 milyar YTL ayrılıyor. Bu vaatler de uygulanırsa bütçe nasıl denk olacak? Denk olmayan bütçenin getireceği enflasyonun altından kim ne zaman kalkacak?

Uzan Bey fındığı kilosuna 8 lira ödeyerek alacakmış.

Hangi kaynaktan yapıyorsun o ödemeyi? Sen yapmaya kalksan Türkiye’nin Uluslararası Para Fonu’na verdiği sözler buna izin verir mi? Uluslararası Para Fonu’yla (IMF) bağları koparırsan, ondan doğan yükümlülüklerini karşılayabilecek misin?

Maşallah CHP de bu ayarsız açık artırmaya girdi. O da her yıl 1 milyon 200 bin yeni istihdam yaratacakmış.

Nerde yoğurdun bolluğu demezler mi adama? "İstihdam yaratmak" o kadar kolay olsaydı, bugünkü gerçek işsizlik oranını yüzde 20’lerden aşağı çekmeyi bugünkü iktidar da becerirdi.

CHP ülkemizdeki 3 milyon 500 bin fakir aileye her ay 350 YTL maaş vereceğini söylüyor. O da mazotu 1 liraya indirmekten söz ediyor.

Mazot hesabını biz yukarıda yaptık. Fakirlere verilecek maaşın hesabını da siz yapın, sonra kararınızı verin.
Yazının Devamını Oku

Sahipsiz Türkler

20 Haziran 2007
EN kötü olan nedir biliyor musunuz? Ülkenizi yöneten zihniyet eğer "ulusal onur" kavramından haberdar olmazsa, yabancıların sizi de onlar gibi onursuz saymalarıdır. Almanya’daki Türkler şimdi öyle bir sıkıntı içindeler. Çünkü oradaki Türk kökenli seçmenlerin de oylarıyla güç bela "koalisyon ortağı" olan Sosyal Demokratların da desteğiyle oradaki Federal hükümet Meclis’ten yeni bir yasa geçirdi ve yabancılara -aslında Türklere- karşı Nazi dönemi ayrımcılığını çağrıştıran kurallar getirdi.

"Nazi dönemi" deyince biliyorsunuz Alman dostlarımız(!) pek alınırlar. Zannedersiniz ki Adolf Hitler, orada yaşayan Yahudi kökenli Almanlara karşı ayrımcılık politikalarını uygularken Almanya’da bugün o dönemi üstlenmeyen Almanların ne anası oradaydı ne de babası... Naziler şu veya bu şekilde Alman toplumuna katılmış, orada her türlü insanlık dışı uygulamayı yapmış, Yahudileri ayrımcılığa tabi tutmuş, sonra İkinci Dünya Savaşı’nda yenilince yerin dibine girip kaybolmuştu.

Bugünkü uygulamalara bakınca o zihniyetin kalıntılarının hálá Almanya’da (sadece Almanya deyince belki haklarını yemiş oluyoruz, o nedenle daha doğrusunu söyleyelim. Son yıllarda "ırkçı" nedenlerle işlenen suçlara ilişkin bilgilere bakınca maalesef başta Danimarka olmak üzere İngiltere’de, Belçika’da, Polonya’da ve İrlanda’da da) benzeri eğilimlerin arttığı görülüyor.

Şimdi "Almanya’da yaşayan bir Türk, Alman vatandaşı olsa bile eğer eşini Türkiye’den yanına getirtmek isterse, o eş "yeterince Almanca bildiği takdirde" kocasına kavuşabilecektir. Yasada bu böyle ifade edilmiyor elbet. Orada bu yeni yasanın hükümlerinin sadece Almanya’ya girişi vizeye tabi olan ülke vatandaşlarından söz ediliyor. Ama herkes biliyor ki temel hedef Almanya’da yaşayan Türklerdir.

Eğer Almanya’ya daha önceden gitmiş ise, orada "Almanca kursuna" gidecek, eğer gitmezse bin Euro tutarında para cezası ödeyecektir.

Diyelim ki Alman vatandaşı bir Türk, Fadime ile değil de tuttu Japon, Amerikalı, Koreli gibi bir kadınla evlendi...

O zaman kimse "Sen nereye gidiyorsun?" demeyecek. Bu hanım da gidip oradaki Türk eşiyle hayatını istediği gibi sürdürecek.

Sonra da Almanya’dan birileri Türkiye’ye gelip bize "Bakın ha, Kürt kökenli vatandaşlarınıza karşı iyi davranmadığınızı duyuyoruz. Eğer bu kafayla giderseniz sizi Avrupa Birliği’ne almayız" diye "insan hakları dersi" verecek.

Oysa Türkiye’de böyle bir ayrım olsa, kıyameti önce biz koparırız.

Bu yaşananların hazin olan tarafı, yukarıda da belirttiğimiz gibi Almanya’da yaşayan Türk kökenli seçmenlerin yüzde 60’ının oyunu alan şimdiki koalisyon ortağı Sosyal Demokratların bu ayrımcılığa destek vermeleridir.

Görüldüğü gibi mesele kendi dar -ve hatta ayrımcılığa dayalı- çıkarlarına gelince "insan hakları" imiş, "hukuk" imiş hiç akıllarına gelmiyor.

Daha da vahimi onlar böyle davrandığı ve bugünlerin geleceği bilindiği halde Türk hükümetinin kendi insanlarına sahip çıkmamış olmasıdır.

Eğer onların kendileriyle ilgili en küçük meselede gösterdiği tepkinin yüzde birini bizim hükümet gösterseydi insanlarımız bugünkü bu utanç verici muameleye maruz kalmazdı.

Yazının Devamını Oku

Efkár etmek...

19 Haziran 2007
WASHINGTON D.C.’deki "muhafazakár" eğilimli Hudson Enstitüsü isimli "düşünce kuruluşu"nun (think-tank) 13 Haziran günü düzenlediği bir toplantı kaç gündür gazetelerimizi işgal edip duruyor. Efendim o kuruluş adına toplantıyı düzenleyen Zeyno Baran katılımcılara bir senaryo sunmuş.

Kısaca anlatalım... Türkiye’de PKK kaynaklı olduğu izlenimi veren suikast ve 50 kadar insanın ölümüne yol açan büyük terör eylemleri meydana gelirse Türkiye, PKK’yı cezalandırmak gerekçesiyle Kuzey Irak’a girer miymiş? Girerse buna ABD’nin ve öteki ülkelerin nasıl bir tepki göstermesi beklenirmiş. Sonra Türkiye bu operasyonu nasıl tamamlarmış vs.

Bu toplantıya ABD’nin bazı resmi görevlileri ile çağrılan bazı "uzman"lar ve bir de Türkiye’den oradaki Askeri Ataşe’miz ve özellikle giden bir generalimiz katılmış.

Pardon unutmadan bir noktayı da ekleyelim:

Toplantıdaki konuşmalar sırasında PKK’nın yöneticilerinden bazıları aynen Öcalan’a yapılan gibi, "yakalanıp Türkiye’ye teslim edilirlerse" bunun önümüzdeki seçimlerde kime yarayacağı sorulmuş. Birileri de -belki generallerden biri- "Bunun Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AKP) yarayacağını" söylemiş ama anlaşılan aynı zamanda işte bu nedenle teröristlerin teslim edilmesine karşı çıkmış.

Buraya kadar pek anormal bir durum yok. Çok çok "kapalı bir toplantının içeriğini öğrenip haber yapan gazeteciyi -Milliyet’in Washington temsilcisi Yasemin Çongar’ı- kutlayabilirsiniz.

Ama asıl ilginci bize kalırsa ondan sonra geliyor. Çünkü bir ayağı burada bir ayağı ABD’de olan AKP milletvekili Egemen Bağış bu toplantıya da, katılanlara da çok kızmış. Daha doğrusu hani orada "AKP’ye yarar" bölümü var ya... Ona ifrit olmuş. Bağış, "İleri sürülen şeyler doğruysa, bunu konuşanların, hele bunlar Türkler ise, vatan haini olacaklarını" söylemiş.

Bağış onunla kalmamış. Dünkü Zaman Gazetesi’ndeki şu satırlar ilginç:

"Neden Türk ordusunun seçkin subayları, Bağış’ın NDI toplantısındaki ifadesiyle, ’hortumcu’ bazı hükümet karşıtı Türk işadamlarıyla bağlantılı? (...)" diyormuş.

Neresinden başlarsınız?

Ortada hayaller üzerine kurulmuş bir senaryodan başka bir şey yok. Daha doğrusu böyle kuruluşlarda her zaman yapıldığı gibi, sanal dünyada dolaşıp durmuşlar. O arada biri -eğer AKP ile ilgili söz söylenmişse- gerçekten çok ayıp etmiş. Ama aslı astarı bilinmeden böyle "vatan hainliği" damgası basma hakkını Sayın Bağış’a kim veriyor?

Şimdi teoriler üretiliyor. "Acaba bu senaryo ve oraya katılanlar sayesinde Washington’un niyetleri mi öğrenilmek isteniyordu, Türkiye’nin -özellikle Genelkurmay’ın- niyetleri mi?"

"Günaydın" derler adama... Bu tür senaryoların tartışıldığı ilk olayı yaşıyoruz sanki... Yıllardır yapılan hep bu değil mi? Oraya katılanların hepsi aslında öteki tarafın niyetini deşifre etmeye çalışmaz mı?

Hani denize açılan Lazların hikáyesi vardır. Bir süre sonra açılanlardan sadece bir kişinin kayıkla geri geldiğini görenler, "Arkadaşlarına ne oldu?" diye sormuşlar. O da "Bir batıkta hazine bulduk da onu paylaşacağım derken herkes birbirini öldürdü, geriye bir ben kaldım" demiş.

Peki "Hazine nerde?" diye sorulunca yanıt vermiş:

"Bulduk dedümse efkár ettük (hayal ettik) da!"
Yazının Devamını Oku

Ayıkla pirincin taşını

17 Haziran 2007
AŞAĞIDA okuyacaklarınız, bir pazar günü için sıkıcı olabilir. Ama eğer hukuk konularına ilginiz varsa, değer. Biliyorsunuz biz "sorun bulunmayan yerde sorun yaratmayı" severiz. Dünkü Zaman Gazetesi’nde bir Anayasa Profesörü’nün, "son Anayasa değişikliği paketini referanduma götürme hakkı olmadığına" ilişkin görüşlerini okuyunca, "Tamam dedik, yeni bir tartışma daha çıktı. Şimdi de bununla haftalar geçirir, sonra yeni bir mesele daha icat eder bunu unuturuz."

Tartışmayı Selçuk Üniversitesi profesörlerinden Yavuz Atar açmış. Diyor ki, "(Cumhurbaşkanı) Sezer (ancak) kabul edilmiş bir Anayasa değişikliğini (iptal ettirmek amacıyla Anayasa Mahkemesi’ne başvurabilir yani) dava edebilir. (Oysa) Referanduma sunduğu, henüz yürürlüğe girmeyen Anayasa değişikliği paketini dava edemez. (Çünkü) Referanduma sunulan paket (ancak) halk kabul ederse yürürlüğe girecek. O zaman Anayasa değişikliği kabul edilecek (edilmiş olacak)."

Ne var ki tanınmış Hukuk Profesörü olan Hikmet Sami Türk öyle düşünmüyor. Nitekim görüşünü, "yasanın kabul edilmiş olması başka, yürürlüğe girmesi başka durumdur" temeline oturtmuş:

"Dava açma bakımından yürürlüğe girme koşulu yok. Cumhurbaşkanı (Anayasa Mahkemesi’ne başvurarak yasanın) iptal(ini) isteyebilir. (Ama yasa henüz) Yürürlüğe girmediği için, (örneğin uygulamanın) durdurulmasını isteyemez" demiş ve bir noktaya daha dikkat çekmiş:

"22 Temmuz’daki seçimlerden sonra Meclis’in ilk işi cumhurbaşkanını seçmek olacak. (Referanduma gidilebilmesi için gerekli asgari süreyi) 45 güne indiren yasa değişikliği yürürlüğe girmezse önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimi, yürürlükteki Anayasa’ya göre (yani Meclis tarafından) yapılacak."

Bize kalırsa doğru olan görüşü Sayın Türk savunuyor.

Ama onun üzerinde durmadığı bir nokta var ki, ona da bir başka tanınmış hukukçu olan Turgut Kazan değiniyor. Kazan -özetle- diyor ki:

"Referandum (halk oylaması) süresini kısaltan yasa kabul edilse bile, onun getirdiği hüküm (yani sürenin kısaltılması hükmü) bir sene geçmeden uygulanamaz. Çünkü:

Anayasa’nın 79’uncu maddesi ’Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunların halkoyuna sunulması işlemlerinin genel yönetim ve denetimi de milletvekili seçimlerinde uygulanan hükümlere göre olur’
şeklindeki hükmüyle bu olayın bir ’seçim’ olduğunu söylüyor.

Seçimlerin Temel Hükümlerine ilişkin yasanın ’kapsam’la ilgili Birinci maddesi, açık bir şekilde ’Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunların sunulmasında bu Kanun hükümlerinin uygulanmasını’ emrediyor.

Son bir nokta daha var. Anayasa’nın 67’nci maddesinin son fıkrası da, ’Seçim kanunlarında yapılan değişiklikler(in), yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanma(yacağını) ifade ediyor."

Peki şimdi söyleyin bakalım... Referandum yasası değiştirilirse hemen uygulanabilir mi?

Hadi bir tartışma konusunu da biz ekleyelim:

Sayın Türk yeni Meclis’in ilk iş olarak yeni cumhurbaşkanını seçeceğini söylüyor. Oysa o seçimin yapılması için önce Meclis Başkanlık Divanı’nın oluşması lazım. Anayasa Mahkemesi’nin meşhur, "Genel kurulun açılabilmesi için 367 milletvekilinin hazır bulunmasını şart gören" kararı gereğince en az 367 milletvekili genel kurula girmezse o Başkanlık Divanı nasıl seçilecek?
Yazının Devamını Oku

Yumurtasız omlet

16 Haziran 2007
HABERTÜRK televizyonu dün sadece tüm medya dünyasını değil, başta siyasi partiler olmak üzere hepimizi yakından ilgilendirilmesi gereken bir tartışma başlattı. Onlar uyarmasaydı ihtimal biz de atlayacaktık.<br><br>Konunun özünde Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) milletvekili seçim kampanyası döneminde yazılı basınla sözlü, görüntülü ve sanal basının (internet gazetelerinin) "neyi nasıl yayımlayacağına" ilişkin bir kararı var. Ayrıntıya girmeden belirtelim:

YSK’nın verdiği -bizce çok haksız- bu karar nedeniyle dün ne oldu biliyor musunuz?

Dün öğle saatlerinde haber ajansları ile radyo ve televizyon kanalları "Cumhurbaşkanı Sezer, Anayasa’da değişiklik yapılmasına ilişkin yasanın halk oylamasına (referanduma) sunulmasına karar verdi" diye, birbiriyle yarışırken, CNN Türk televizyon kanalı "Deniz diplerindeki canlıların yaşamını konu alan" bir belgeseli yayımlamaktaydı.

Meğer, daha önceki yıllarda da verdiği "hem yanlış veya haksız hem de kesin" kararlarla şöhret olan YSK, bir yayını nedeniyle CNN Türk’ü "üç program durdurma" cezasına çarptırmış.

Cezanın nedeni de "Başbakanlık Toplu Konut İdaresi’nin 12 Mayıs 2007 tarihinde Erzurum’da yaptığı anahtar teslim törenini canlı olarak yayımlamak" imiş. Çünkü CNN Türk böylece "siyasi partiler arasında gözetmesi gereken fırsat eşitliği kuralını çiğnemiş"miş.

Oysa o olay Başbakanlık tarafından düzenlenmiş bir tören... Gerçi gazeteler de "Başbakan seçim kampanyasını Erzurum’da açacak" demiş ama, ortada bir kamu kurumunun haber değeri olan bir olayı var. Radyo, TV yahut gazete onu vermeyip neyi verecek?

Bu tuhaf durumu doğuran gerçek şu:

Yasalar seçim kampanyası döneminde yapılan yayınları kurallara bağlama yetkisini Yüksek Seçim Kurulu’na vermiş. Yayınların onun koyduğu kurallara göre yapılıp yapılmadığını izleme görevi de RTÜK’e ait.

Ancak RTÜK’ün kararlarına karşı yargıya gitmek mümkün.

Oysa YSK kararları kesin. O nedenle karar ne kadar haksız da olsa uymaya mecbursunuz. Nitekim CNN Türk de onu yapmış.

Peki yasanın hükmü ne diyebilirsiniz. Yazalım:

İlgili yasanın 61’nci maddesine Tansu Çiller hanımın Başbakanlığı döneminde eklenen bir hükümle, "Seçimin başlangıç tarihinden (yani bu defa 4 Mayıs’tan) itibaren yazılı, sözlü ve görsel basın ve yayın araçları ile (...) bir siyasi partinin veya adayın lehinde veya aleyhinde veya vatandaşın oyunu etkileyecek biçimde yayın yapılması (...) yasak"lanmış oldu. Bir başka deyişle yasa koyucu bizden "yumurtasız omlet yapmamızı" istedi.

Böylece biz de o sayede dünya demokrasi -belki de mizah- tarihine, oy verilecek insanlar veya partiler hakkında serbestçe bilgi edinmenin yasak olduğu bir seçim modeli hediye etmiş olduk.

Yüksek Seçim Kurulu şimdi asrın harikası olan bu muhteşem hükmü uyguluyor. Ama uygularken de yanlış yahut haksız karar veriyor.

Bu olayla yani "seçim döneminde medya dünyasına uygulanan veya uygulanması gereken kurallar"la ilgili söylenecek daha pek çok şey var. Ama şimdilik burada keselim.
Yazının Devamını Oku

Bir şehidin huzurunda

15 Haziran 2007
BİR fotoğraf bizi dün şoke etti:<br><br>Atatürk Havalimanı’na inen bir uçaktan, bir şehidin al bayrağa sarılı tabutu indiriliyor. Tabut, Hakkári’nin Yüksekova İlçesi’nde PKK’lı teröristler tarafından şehit edilen Piyade Kıdemli Binbaşı Murat Özyalçın’a ait.

Yolcu uçağının kargo kapısına arkası açık bir kamyonet yanaştırmışlar. Etrafında havalimanının yer hizmetlerini yapan sivil -çoğu düzensiz- kıyafetli birileri var.

Bu ülkenin bir karış toprağını korumak uğruna canını vermiş bir evladının tabutu, oradaki sivil görevliler tarafından sanki uçakla gelen bir koli imiş gibi kamyonetin arkasına atılmış. Yanına da "Bu topraklar için toprağa düşmüş asker"in ikisi valiz, üç parça eşyası düzensiz şekilde bırakılıvermiş.

İnsanın aklına Yemen Türküsü’ndeki şehidin "bir çift kundurayla bir de fesi" çıkan çantası geliyor.

Binbaşı Özyalçın’ın naaşının Hakkári’den İstanbul’a nakliyle ilgili öteki fotoğrafları inceleyince gördük ki, Silahlı Kuvvetlerimiz böyle bir olay karşısında ne yapılması gerekiyorsa hepsini büyük bir dikkatle yerine getirmiş. Örneğin, Binbaşı Özyalçın’ın naaşını Hakkári’den Van’a özel bir askeri helikopterle nakletmiş. O sırada, şehide saygının gereği ne ise onu tam olarak yerine getirmiş.

Özyalçın’ın tabutu, Van’a getiren helikopterden alınıp Türk Hava Yolları’nın tarifeli uçağına verilinceye kadar her aşamada tören yapılmış. Ama uçak Atatürk Havalimanı’na inip de sıra oradaki personele gelince, bir şehit tabutuna birdenbire "yolcu eşyası" muamelesi yapılmış.

Sonra yani tabut apron dışına çıkınca tekrar askerler gereken dikkat ve itina ile tabutu alıp törenle götürmüşler, ama ne yaparsınız ki boyamız yahut foyamız o arada ortaya çıkıvermiş.

Boyamız yahut foyamız derken "insana saygı"yı öğretmeyen veya onu el öpmek, düzgün oturmak, büyükler konuşurken söze karışmamak gibi yüzeysel şekilde öğreten geleneklerimizden söz ediyoruz.

Biz şehitlerine bile ancak emir ve komuta zinciri içinde saygı gösteren bir anlayışa sahibiz.

"İnsana saygı"yı bilmediğimiz veya yanlış bildiğimiz için hareketimizle başkalarını rahatsız edip etmediğimizi düşünmeye alışkın değilizdir. Saygısızlık bizim için adeta bir "müktesep hak"tır.Kaç kere yazdık... Biz itina ile yapılmış bir tabutun ölen kişiye saygı göstergesi olduğunu düşünemeyiz. O yüzden ölülerimizi "kalıp tahtasından yapılma tabutla" taşırız.

Belediyelerimiz cenazeleri kamyonet bozması araçlarla taşımanın insana düpedüz saygısızlık olduğunu görmezler. Hırsız müteahhitlere kaptırdıkları milyarların binde birini ayırsalar, cenaze arabalarını yük değil insan taşıyan araçlara çevireceklerini bilirler.

Bilirler ama belki de "ölüler oy vermediği için" boşuna para harcamazlar.

Sadece belediyeler mi? Ya bizler?

Bizler de cenaze törenlerinin birer hüzün ortamı olduğunu düşünmeyiz. Hüzün içeren törenlere piknik kıyafetiyle gidilemeyeceğini göz önünde tutmayız. Ne taziyede bulunurken sıraya dikkat ederiz ne de kabristandaki merasimi medeni bir topluma yakışan düzene sokarız.

Tamam... Böyle geldiğimizi biliyoruz ama böyle gitmeye mecbur muyuz?
Yazının Devamını Oku

Kırk katır mı kırk satır mı?

14 Haziran 2007
BİZ yediğimiz kazığı en az 10-15 (çoğunca da 30-40) sene sonra fark etmesiyle meşhur bir ülkeyiz. Verilen söze -o özellikle Batı ülkeleri kaynaklı ise- hemen inanırız. İş işten geçtikten sonra da, yediğimiz kazığın yarasını kapatmak için çare ararız. Böyle bir olayı son günlerde Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ gündeme getirdi.

Daha doğrusu son aylarda kıyısından kenarından o konu tartışılıyordu ama Batılı dostlarımızın (!) her defasında verdikleri güvenceler içimizi rahatlattığı için denenleri önemsemiyorduk.

Sözünü ettiğimiz konu, "Ermeni soykırımını inkár etmenin tüm Avrupa Birliği ülkelerinde suç teşkil eden bir eylem kabul edilmesi" yönündeki gelişmeleri içeriyor.

Konuyu önce özetleyelim:

Biliyorsunuz, meşhur ifade özgürlüğü şampiyonu Voltaire’in memleketi Fransa’nın Ulusal Meclis’i geçen yıl "Türklerin Ermenilere soykırım yapmadığını" söylemeyi suç sayan bir yasa önerisini kabul etti. Öneri Senato’dan geçmediği için henüz yasalaşmadı.

Ama Türklere karşıtlığıyla tanınan Cumhurbaşkanı Sarkozy sayesinde o da olursa şaşmayalım.

Biliyorsunuz pek medeni İsviçre’nin Vaud kantonunda geçerli olan yasaya göre de "Ermenilere karşı soykırım yapılmadığını" ileri sürmek halen suçtur.

İşte şimdi bu saçmalık, bu çifte standartlılık, ifade özgürlüğüne karşı taammüden cinayet tertibi tüm Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin yasalarına girsin isteniyor.

Bunun için uydurulan kılıf da herkesin destekleyeceği kadar güzel. Çünkü "Ermeni soykırımını inkár"dan söz eden yok. Görünürde sadece "ırkçılık ve yabancı düşmanlığıyla mücadele edilmesi" isteniyor. Sözde AB ülkelerindeki Müslüman düşmanlığını önlemeyi amaçlıyorlar.

Nitekim buna ilişkin "Çerçeve Kararı" bu yılın 19 Nisan tarihinde AB Bakanlar Konseyi tarafından kabul edildi. Ama onun içine "soykırımı inkárı suç sayan" hükümler de kondu. Sorunca da "Ermenilerle değil Yahudilerle ilgili soykırımı inkárın suç sayılmasının amaçlandığı" söylendi.

Nitekim Başbakan Erdoğan’ın AB Bakanlar Konseyi toplantısından birkaç gün önce Almanya’ya yaptığı ziyarette Başbakan bu sakıncayı vurgulayarak "Ermeni soykırımını inkár suçu yaratılmamasını" Almanya Şansölyesi Merkel’den istedi. Tabii "Böyle bir şey olmayacağı" vaadini de aldı.

Aldı ama Çerçeve Mutabakatı’nın metni de, amacı da değişmedi.

Şimdi Şükrü Elekdağ, "Bu metne göre, bir AB ülkesinin mahkemesi eğer örneğin Ermeni soykırımı doğrudur derse, soykırım olmadığını ileri sürmek suç teşkil edecektir" görüşünü savunuyor ve ardından tüm AB üyelerinin kısa sürede "Ermeni soykırımını inkár suçtur" diyeceğini söylüyor.

Böylece Türkiye’nin ya "Evet o bir soykırımdı" demesi ve bunun sonuçlarına (ki o AB üyesi olmamaktan çok daha kötüdür) katlanması veya AB üyeliğini unutması isteniyor.

Elekdağ bu aşamadan sonra yapılabilecek çok az şey kaldığını söylüyor. Taa ki AB Adalet Divanı ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne tezimizi kabul ettirebilelim...
Yazının Devamını Oku