Oktay Ekşi

Böylesi hiç görülmedi

13 Haziran 2007
İNANILIR gibi değil... Gerçekten bir dostumuz, "Başbakan, Türkiye’deki 5 bin teröristle mücadele bitti mi? Yani bu halledildi mi (ki) Kuzey Irak’taki 500 kişiyle uğraşma safahatine gelinecek demiş" deyince, "Olamaz! Böyle bir şeyi bir ülkenin Başbakan’ı söylemez, söyleyemez" diyerek isyan ettik. Ama doğru imiş:

Başbakan Tayyip Erdoğan dün Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) yeni binasının açılış töreni sırasında gazetecilere öyle söylemiş. Gerçi "5000 ve 500 rakamları sembolik" imiş. Ama netice itibarıyla Başbakan, PKK terörü ile ilgili sorunun önce yurtiçinde çözülmesi gerektiğini savunmuş.

İyi de... Şimdi bunları söyleyen Başbakana birileri sormaz mı?

AKP’nin iktidara geldiği tarihte Türkiye’de terör durmuştu. PKK, Irak’ın kuzeyindeydi. Onların Türkiye’ye dönmelerine engel olmak sizin işinizdi. Neden olmadınız?

Bu sözlerinizle, sizden önce görev yapmış bütün başbakanları ve hükümetleri kendilerine düşeni yapmamış olmakla suçladığınızın farkında mısınız?

Şimdiye kadar sayısız defa "PKK’nın öncelikle yurtdışındaki kaynağının kurutulması gerektiğini" savunmadınız mı? ABD’den ve Irak yetkililerinden bu amaçla yardım istemediniz mi?

Beklediğiniz desteği alamayınca "sabrın da sonu vardır" demediniz mi? PKK’nın yurtdışındaki yuvalarını darmadağın etmeye hazırmışsınız gibi tehdit içeren sözler söylemediniz mi?

En vahimi, bu son sözleriniz "Biz madem ki yurtiçindeki PKK terörünü önleyemiyoruz, en iyisi bu gerçeği kabul edip yeni çözümler arayalım" anlamına gelmiyor mu?

Geliyorsa daha önceki gün "Son terörist de temizleninceye kadar mücadelenin devam edeceğini" söyleyen Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’le ve Silahlı Kuvvetler’in en üst düzeydeki komutanları Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ’un aynı nitelikteki beyanlarıyla ters düşmüş olmuyor musunuz?

Sayın Başbakan yanıt vermelidir:

Eğer Irak’ta 500 gibi küçük sayılacak düzeyde PKK’lı varsa, biz neden Türkiye-Irak sınırına, yabancı kaynakların 150 bin gibi rakamlarla ifade ettikleri sayıda ve güçte kuvvet yığdık?

Keza eğer asıl mesele PKK’nın yurtiçindeki varlığını ortadan kaldırmaksa -ki bu elbet çok önemli bir görevdir- Sayın Başbakan bunu yeni mi idrak etti? En azından PKK’nın silahlı saldırıları tekrar başlattığı 1 Haziran 2004’ten beri aklı neredeydi?

Daha önce idrak ettiyse neden gerekli önlemleri bugüne kadar almadı? Örneğin, Özel Harekát Timleri gibi terörle mücadele amaç ve eğitimiyle yetiştirilmiş birlikleri neden ihmal etti?

Sayın Başbakan’ın dünkü sözlerinden ve bir gün önce yine terör konusunda yaptığı tamamen boş içerikli konuşmadan anlıyoruz ki kendisi henüz, "PKK terörüyle mücadele" konusunda ne bir politika oluşturmuştur ne de bir yöntem belirlemiştir.

Nitekim dikkat ediniz, kendisine ne sorulsa hep yuvarlak laflarla yanıt vermekte, örneğin hálá "Genelkurmay Başkanı’yla gerekli gördüğü her zaman konuşmakta olduğunu" vurgulamaktadır.

Oysa onların kaç kere konuştuğuna değil, ne sonuç aldıklarına bakıyor millet...
Yazının Devamını Oku

Karar ne olmalı?

12 Haziran 2007
ANKARA’da bugün Türkiye’nin terörle mücadelesinde bir dönüm noktası olma ihtimali bulunan bir toplantı yapılacağı dün bildirildi. Başbakan Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, Dışişleri Bakanı Gül, İçişleri Bakanı Güneş, Kara Kuvvetleri Komutanı Başbuğ, Jandarma Genel Komutanı Koşaner ve diğer ilgiler bir araya gelecekmiş.

Dünkü Hürriyet’te Fatih Çekirge, Dışişleri Bakanı Gül’ün, Genelkurmay’la yakın işbirliği yaptıklarını vurguladıktan sonra "Genelkurmay’la her türlü senaryoyu konuştuk. Genelkurmay Başkanımızla bütün ihtimalleri değerlendirdik. Daha önce aldığımız kararları gözden geçirdik. Irak’ın bölünmesi ihtimali dahil, tüm senaryo ve planları ele aldık" dediğini bildiriyordu.

Demek hükümet önemli kararlar arifesinde...

İşte tam bu noktada "ülkedeki durum"a bakmakta yarar var:

Pülümür’deki karakol baskınından sonra "şehit" haberleri birbirini izledi. İnsanımız artık burnundan solumaya başladı. Çünkü "sabrımızın kalmadığını" belki yüz defa söyleyen Başbakan’ı ciddiye alan artık kalmadı. Başbakan’ın ABD’ye yaptığı uyarılar da "yalama" oldu.

Öte yanda "asker" tüm hazırlıklarını yapmış halde Irak’a girmek için talimat bekliyor.

Şehit cenazeleri giderek PKK’dan çok "hükümete tepki" aracına dönüştü. Nitekim dün Ankara’da yapılan cenaze törenine katılan Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener’in önümüzdeki seçime katılmama kararını bir bakıma bu hükümeti protesto gibi gören insanlar Şener’i alkışladılar.

Şırnak’ta şehit düşen Yarbay Melih Gülova’nın Manisa’daki cenaze törenine katılmak isteyen TBMM Başkanı Bülent Arınç ise halkın tepkileri nedeniyle, yer aldığı kortejden Çevik Kuvvet korumasında ayrılmak zorunda kaldı.

Görülüyor ki artık Türkiye’nin kaybedecek vakti yok. Madem ki hükümet "her şeyi düşünmüş", o halde düşündükleri içinde en doğru olan hangisiyse onunla ilgili kararı almalı ve uygulamalı.

Biz bir noktayı net söyleyelim:

Türkiye-Irak sınırını kontrol altına alma olanağı veren ve sorun çözülünceye kadar kalıcı olan bir askeri operasyon sanırız ki yapılabileceklerin en doğrusudur. Daha fazlası sorun yaratır.

Ama "sınırlı" operasyon da asıl çözümün altyapısını oluşturabildiği ölçüde yarar sağlar. Asıl çözümün sosyal, siyasal ve kültürel boyutları ayrı konu.

Problemin öncelikle ve özellikle "güvenlik" boyutu tekrar gözden geçirilmelidir.

Yıllardır görüldü ki, tüm erleri komando eğitimi almış olsa da nizami güçler, gerilla eğitimi almış eşkıya kadar çevik olamaz. O nedenle aynı eğitimi almış, aynı taktiği uygulayan güçlere ihtiyaç vardır.

Nitekim 1992-96 arasında bu denendi. Hem poliste "Özel Harekát" birlikleri oluşturuldu, hem de asker ona göre örgütlendi. O sırada çok da iyi sonuç alındı.

Ama başlarındaki yetkililer bu güçleri disiplin altında tutmayı beceremediler. Sonunda PKK’ya karşı kurulan kadrolardan Susurluk çeteleri çıktı. Ve sanki yanlışlık disiplin sorununu çözmek değil de "Özel Harekát birliği kurmak"mış gibi, o birlikleri dağıttık.

Şimdi kendi yanlışımızın bedelini her gün şehit cenazeleri kaldırarak ödüyoruz.
Yazının Devamını Oku

Lidervekilliği...

10 Haziran 2007
ADAY listeleri henüz kesinleşmedi ama artık biliniyor. Bilinen de bu konu üzerinde daha net ifadelerle bir şeyler söyleme olanağı veriyor. Önce belirtelim:

Elbet herkesin gönlünden "Ah şu da Meclis’e girse" diye geçen isimler vardır.

O türden olan ama aday listelerinde yer almayan bazı isimleri bizim de gözlerimiz listelerde aradı.

Aslında unuttuklarımız olacağından eminiz ama "Keşke aday gösterilmiş olsaydı" diye düşündüklerimizden bazılarını yazalım:

Örneğin Odalar Birliği (TOBB) Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nu, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olmasını amaçlayan çalışmaların unutulmaz isimlerinden Meral Gezgin Eriş’i, Eskişehir’e damgasını vuran Yılmaz Büyükerşen’i listelerde -dolayısıyla Meclis’te- görmek isterdik.

Sadece onları değil, YÖK Başkanı iken üniversitelerimizi anti-laik kirlilikten kurtaran ve "eğitim" konusundaki çalışmalarıyla bu konuda otorite konumuna gelen Kemal Gürüz’ü; İstanbul Teknik Üniversitesi Rektörü iken verdiği hizmetlerle hayranlık uyandıran Gülsün Sağlamer’i neden listelerde göremedik?

Bu ülkede "azınlık" yok mu? Hani nerede Ermeni yahut Yahudi veya Rum kökenli bir aday? Bu insanlar içinde TBMM’ye girecek hiç mi kimse yok? Yok ise o da partilerin ayıbı değil mi?

Doğrusu onlar mı istemediler, yoksa partilerin liderleri mi onlara öneri götürmedi, bilmiyoruz. Bilmiyoruz ama eğer ancak bir kısmını sayabildiğimiz bu insanlar gelecek TBMM’de olsalardı ve azınlıkların temsili sağlansaydı Meclisimiz bundan itibar kazanırdı diyoruz.

Hoş, aday belirleme usulü bu şekilde sürüp giderse, zaten "iyi"ler veya "gerekli"ler değil sadece "gözde" olanlar listeye girer.

Zaten bu şekilde seçilip Meclis’e gidenlere biz o yüzden, "Bu arkadaşlara milletvekili değil, lidervekili demek gerekir" diyoruz.

İşin tuhafı bundan ne liderler rahatsızlık duyuyor ne de "lidervekili" kardeşlerimiz itiraz ediyor.

Rahatsızlık duysalar, aksaklığı (sakıncayı) bugüne kadar çoktan gidermeleri gerekmez miydi?

Hoş, bu keyfilikten rahatsızlık duymanın ve düzeltmeye çalışmanın da bedeli var:

Geçen dönem Adalet ve Kalkınma Partisi listesinden Tokat milletvekili seçilen Resul Tosun dünkü Yeni Şafak gazetesinde "aday belirleme" usulünün yanlışlığını vurguluyor ve "Ön seçimi mecburi kılan ve tercih sistemini öngören yasa değişikliği teklifini hazırladım ve 2003 yılının Ekim ayında parti grubuna (AKP’nin Meclis Grup Başkanlığı’na) verdim" diyerek, bir sonuç alamamış olmanın üzüntüsünü dile getiriyordu.

Resul Tosun da bu seçimde aday gösterilmedi. Belki de ismi, bu önerisi yüzünden listede yer almadı. Çünkü milletvekilleri onun önerdiği şekilde seçilirse liderin sultasına tabi olmayı reddedebilirler. Meclis’te uslu okul çocukları gibi davranmaya mecbur kalmaz, görüşlerini güvenle ifade edebilirler. Parti içi demokrasiyi hayata geçirirler.

Oysa asıl istenmeyen de bu...
Yazının Devamını Oku

Dikkatli olalım...

9 Haziran 2007
ESKİDEN yani bizim Ankara’da gazetecilik yaptığımız yıllarda siyasi gerilim belirli bir noktayı bulunca bizler gece eğer dışarıda isek yolumuzu Genelkurmay binasının önünden geçirirdik. Sırf "Binada olağandan fazla sayıda ışık yanıyor mu?" diye... Çünkü ortam müsait sayılınca o ışıkların çokluğu özel bir anlama gelirdi. Şimdi iletişim teknolojisi çok gelişti. Artık gazeteciler gece saat 23.00’ten sonra Genelkurmay’ın internet sitesine göz atmadan yatmıyor olmalılar.

Hoş önceki günkü Hürriyet’te Genelkurmay sitesinin günde ortalama 8 bini aşkın kişi tarafından ziyaret edildiği bildiriliyordu. Demek ki halkımız da, "Genelkurmay sitesinde acaba ne var?" demeden yatağa girmemeye başladı.

Bu iyi mi kötü mü tartışılır. Bize pek de "iyi" gelmiyor. Özellikle önceki gün gece yarısından sonra siteye konan ve dünkü gazetelerde yer alan 7 maddelik "Açıklama"nın son paragrafını okuyunca bu düşünce ve duygumuz pekişti.

Açıklamada Genelkurmay Başkanı’nın 12 Nisan 2007 tarihli basın toplantısında "bölücü ve ırkçı terörün giderek daha artacağına" ilişkin öngörüsünün doğrulandığına dikkat çekilmiş.

Doğrudur... Terörist eylemler gerçekten giderek artıyor.

Sonra terörün gerçek yüzünü görmeyenler, bunu görmeye davet edilmiş.

Gerçi bu bir siyasi değerlendirme ama... Eh ne diyelim... Terörle mücadele görevini üstlenmiş bir kurum bu kadarını da söylesin... Ne var bunda, diyelim geçelim.

Ardından başka -bizce doğru- siyasi değerlendirmeler yapılarak "Türk Silahlı Kuvvetleri’nin terörle mücadele konusunda sarsılmaz bir kararlılığa sahip olduğu" vurgulanmış. "Bu tür saldırılara gereken cevabı vereceğinin tartışılmaz bir gerçek olduğu" da eklenmiş.

Bu denenler ulusça öylesine inandığımız hususlar ki... İnsan "Bu kadar açık bir gerçeği bir kere daha söylemeye neden gerek duyulmuş?" diye sormadan edemiyor.

Ama asıl önemlisi son paragraf. Orada aynen "Türk Silahlı Kuvvetlerinin beklentisi, bu tür terör eylemlerine karşı, yüce Türk milletinin kitlesel karşı koyma refleksini göstermesidir" deniyor.

"Yüce Türk milletinin kitlesel karşı koyma refleksini beklemek" ne demek?

Her şehit cenazesi zaten binlerce, on binlerce insanı meydanlara döküyor. Protesto ise, her şehit cenazesinde ağlayan binler, meydanları, caddeleri dolduran al bayraklar kanımızca zaten o protestoyu dile getiriyor.

Bunlara ilave daha ne yapılabilir?

O nedenle soruyoruz. Açıklamadaki sözler bir "Kalkın ey ehl-i vatan!" çağrısı mı?

Öyle bir çağrının ne gibi felaketlere yol açabileceğini -örneğin bunca yıl barış içinde yaşayan insanlarımızı hızla bölüp birbirine düşman edeceğini- bu satırları yazan veya yayımlatan her kim ise bilmiyor mu?

Genelkurmay sitesine o bildiriyi koyanlar veya koyduranlar, bu sözlerin onlardan beklenen görevin neresine uygun olduğunu da bu akşamki sitelerinde açıklamazlar mı?
Yazının Devamını Oku

Hesabını kim verecek?

8 Haziran 2007
ÖNCEKİ yıllarda "Genelkurmay" yahut "Türk Silahlı Kuvvetleri"ni rüyasında görünce bile ayağa kalkıp "hazır ol!"a geçenlerin son zamanlarda askere yönelttikleri eleştirileri görünce onlarla aynı çerçevede görünmemek için sesimizi çıkarmıyorduk ama... Aşağıda değineceğimiz konuyu deşmezsek görevimizi yapmamış oluruz diye düşünüyoruz.

PKK’ya karşı sürdürülen mücadelenin biliyorsunuz mazisi 1984 yılına kadar gider.

Bu sütunu o yıllardan beri izleyenler anımsarlar ki, son olarak Pülümür’de yaşanan "karakol baskını" türünden olaylar sürüp gidince o zaman da yetkilileri uyaran pek çok yazı yazdık. Elbet "sorumlu şudur" demek iddiasında değildik. Ama bir baskında 8-10 asker şehit düşer, ikincisinde 5, üçüncüsünde 15 asker kaybedersek, orada en azından dikkat edilmesi gereken bir husus yahut bir zafiyet söz konusu olmalıdır diyorduk.

Mutat üzere yazdıklarımız nedeniyle bir tepki almadık.

Derken, yukarıda sözünü ettiğimiz türden baskınlarda yeni şehitler verince "Peki ama bu tür olaylarda örneğin ilgili birliğin başındakilerin sorumluluğu araştırılmıyor mu?" türü sorular yönelttik, hatta yetkilileri göreve çağırdık.

Tabii yine ne ses çıktı, ne sonuç aldık.

Ve... En kötü olay 24 Mayıs 1993 tarihinde meydana geldi. PKK, Elazığ-Bingöl karayolunda ilerleyen ve içinde acemi eğitim sonrasi birliklerine götürülmekte olan askerlerin bulunduğu iki aracı durdurarak 33 askeri hunharca kurşuna dizip öldürdü.

İyi anımsarız:

"Bu vatan evlatlarının akıbetinin bir sorumlusu yok mu? O acemi erlerin korunması için gerekli önlemler alınmış mıydı? Alınmadıysa bunun hesabını kim verecek?" anlamında bir yazı yazdığımız için rahatsızlık yaratmışız.

Nitekim o tarihte -yanılmıyorsak- Genelkurmay’da, basınla ilişkilere bakan Kurmay Albay Doğu Silahçıoğlu bizi aradı. "Sorumlular hakkında bir işlem yapılıp yapılmadığını soruyorsunuz. Ben size haklarında soruşturma başlatılanların isimlerini veriyorum" dedi ve yanlış anımsamıyorsak bir albay, iki yarbay, birkaç da binbaşı ve yüzbaşının isimlerini yazdırarak "Gördüğünüz gibi olaya el konuldu ve işlemler başlatıldı" dedi.

Teşekkür ettik. Ama açılan soruşturmanın nereye vardığını uzaktan izledik.

Birkaç yıl "bu konuya hangi mahkeme bakacak?" sorusuna yanıt arandı. Kısaca dosya bir mahkemeden ötekine havale edildi.

Tam ucunu yakalayacağımız sırada yine izini kaybettik.

Ve... Sonucun ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemedik.

Hatta yanılmıyorsak noktayı "zamanaşımı" koydu.

Şimdi dönüp dolaşıp yıllar sonra aynı noktaya geliyor, aynı basit soruyu sormadan edemiyoruz:

Pülümür’deki karakol baskınında ihmali olan var mı? Varsa hesabı sorulacak mı? Sorulan hesabın sonucu kamuoyuna açıklanacak mı?
Yazının Devamını Oku

Listeler ve sorular...

7 Haziran 2007
ADAY listeleri tartışması önümüzdeki Meclis’in yapısına ilişkin tahminleri de gündeme getirdi. Kimi Meclis’in beklendiği kadar genç milletvekilinden oluşmayacağına değiniyor. Kimi kadın milletvekili sayısının istenen sayıya ulaşamayacağını ileri sürüyor. Kimi Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) gösterdiği üç beş sosyal demokrat kökenli aday nedeniyle "merkeze" yanaşacağını iddia ediyor.

Öte yanda Cumhuriyet Halk Partisi’nin de yine liberal yahut eski Demokrat Parti’ye yakın çizgiden gelen üç beş kişiyi listeye almasına bakıp "CHP sağa kaydı" türü yorumlar yapıyorlar.

Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) mutat üzere "kapalı kutu" siyaseti izlediği için, eldeki bilgi sağlıklı yorum yapmaya izin vermiyor. Ancak Devlet Bahçeli’nin geçmiş yıllarda adını "zorba"ya çıkartmış yahut MHP’yi müşkil durumda bırakmış kişilere geçit vermediğinin bilinmesi olumlu bir izlenim bırakıyor.

Ötekileri yani Demokrat Parti (DP) ile Anavatan Partisi’ni söylemeye lüzum yok. Bu cuma günü saat 17.00’ye kadar toparlanıp kendi seçmenlerine güven verecek bir listeyle ortaya çıkamazlarsa, koyverin gitsin... İsimlerini bile anmaya gerek kalmayacak.

Ancak yine de zihnimize takılan bazı sorular var. Onları sizinle paylaşmak istiyoruz:

Örneğin Necmettin Erbakan’ın tekrar sahneye çıkıp "bağımsız aday" olmasını anlayamadık.

Erbakan’da galiba "şeytan tüyü" var. Mahkeme yargılıyor, milletvekili seçilmesine mani olacak bir ceza veriyor. Buna göre 2 yıl 4 ay hapis yatması gerekiyor. Ama o sırada Meclis’ten sırf Erbakan’ı hapse atmamak için özel bir yasa çıkartılıyor.

Hadi 80’ini aşmış bir eski başbakanın hapse atılmamasını, onun yerine cezanın "evde hapis" şeklinde infazını anlayalım. Peki ama başkalarının aldığı cezanın kesinleşmesi onların milletvekili seçilmesini engellerken, Erbakan’ınki neden aynı sonucu doğurmuyor, anlamak doğrusu mümkün olmuyor.

Listeleri görünce aklımıza takılan bir başka soru daha var:

Ne dersiniz, önümüzdeki Meclis’ten de bir Leyla Zana ve bir Merve Kavakçı çıkar mı?

Çıkarsa bilin ki daha ilk günden Meclis’e gerilim egemen olacak ve tatsız bir dönem yaşanacak.

Bir de "küskünler" tablosu var. Listelere giremeyen veya girdiği halde yerini beğenmeyen milletvekilleri giderayak sorun yaratırlar. Hatta geçmişte "Meclis’in aldığı seçimi yenileme kararının iptalini" isteyecek kadar ileri gidildiği doğrudur.

Biz bu defa o kadar ileri gideceklerini sanmıyoruz. Ama yeni Meclis göreve başlayıncaya kadar bugünkü hükümetin işi bu Meclis’e düşerse, işinin çok zor olacağını iddia edebiliriz. Örneğin "Anayasa değişikliğine ilişkin referandum hazırlık süresinin 120 günden 45 güne çekilmesine" ilişkin yasa eğer Cumhurbaşkanı tarafından tekrar görüşülmek üzere Meclis’e gönderilecek olursa... O yasayı bu Meclis’ten çıkarmak, deveye hendek atlatmaktan zor olur.

Daha da var ama, yer kalmadığı için onları da başka güne bırakalım.
Yazının Devamını Oku

Listelerin ışığında...

6 Haziran 2007
ŞİMDİ ortalık doz duman... Partilerin aday listelerini Yüksek Seçim Kurulu’na verdikleri günün ertesi hep böyle olur. Bir gün önceki durum bundan daha vahimdir. Çünkü partiler henüz listeyi tamamlamış değildir.

O sırada aday adaylarından pek çoğunun hali içler acısıdır.

Öyle bir günde ne parti merkezlerine yanaşmak doğrudur, ne de olup bitene kulak vermenin akıllıca bir tarafı vardır.

Çünkü parti merdivenlerinde, koridorlarda, kapı dışında bekleyip "Sayın Genel Başkan’dan bir dakikalık randevu" koparmak için bekleyenleri görünce içiniz bir tuhaf olur. İster istemez, "Sırf milletvekili olmak için bu hallere düşebilen bu adam yarın seçilir de Meclis’e girerse, onun hangi konuda onurlu bir tavır sergilemesini bekleyebilirsiniz?" diye sormadan edemezsiniz.

Anımsar mısınız? Bir tarihte Güneydoğu’daki bir ilçede zengin bir işadamı, yanlış anımsamıyorsak bir ramazan ayında insanlara erzak veya gıda paketleri dağıttırmıştı. O sırada çekilmiş görüntüler televizyonlarda yayımlanınca kamuoyunda büyük tepki oluşmuştu. Çünkü görüntüler bir "hayır işini" değil, insan onurunu ayaklar altına alan bir açlık, sefalet, düzensizlik ve görgüsüzlük sahnesini yansıtıyordu.

Aday tespit aşamasında partilerin içi, önü, çevresi aynen öyle olur.

Ertesi gün yani listeler açıklanınca başlıca iki tepkiye tanık olursunuz.

Adını listenin iyi bir yerinde görenler o andan itibaren liste öncesini unutuverirler. Artık tüm keramet kendilerinindir. Dahası... Ayarını tutturamayanların çalımından yanına yanaşamazsınız.

Ötekilerin yani sonuçtan memnun olmayanların pek azı durumu olgunlukla karşılar. Bu pek az sayıdakiler "Ben bu işe soyunduğuma göre partimin kararına saygı duyup bu seçimin kazanılması için tüm gücümle çalışmalıyım" der ve öyle yapar.

Ama çoğunluğun tepkisi öyle değildir. Düne kadar önünde iki büklüm oldukları "parti büyükleri" hakkında demediklerini bırakmazlar. "Ahlaksızlık, namussuzluk" gibi nitelemeler en çok duyulanlardır.

Daha beterleri de vardır. Onların dediğini duyunca, yaptığına tanık olunca utanırsınız. Çünkü bunların bir kısmı üstelik dün "aday olmak" için başvurduğu partinin aleyhine çalışırlar.

Aslında bunda parti liderlerinin de rolü ve suçu vardır. Çünkü aday belirleme işini örgüte veya iyi işleyen bir "ön seçim"e bırakmayarak sorumluluğu üstlenirler.

Adayları belirlerken de çoğu kez "o adam bizim partinin ilkelerine, politikalarına inanmış biri midir, değil midir?" diye sormazlar. İnsanlara sırf "İşimize yarar mı?" diye bakarlar. O zaman muhatabınız da size öyle bakar. Çünkü ortada "çıkar" ilişkisinden başka bir bağ yoktur.

Yeri gelmişken söyleyelim:

Bir partinin "aynı ilkeler ve aynı politikalar etrafında buluşmuş insanlar" olması gerektiğine ilişkin inancı Turgut Özal yıktı. Birbirine zıt inanç ve eğilimleri aynı partide toplamak onun marifetiydi. Çünkü ortak bağ "çıkar"dan ibaret idi. Amaç da sadece "iktidara gelmek" idi.

Amacına ulaştı ama kurduğu parti çadır tiyatrosu kadar ömürlü oldu.
Yazının Devamını Oku

Pabuç büyük geldi...

5 Haziran 2007
BİR çuval incir bir anda nasıl berbat edilebilir diye soran biri olursa tereddüt etmeden göstereceğiniz bir örnek var:<br><br>Doğru Yol Partisi (yeni adıyla Demokrat Parti-DP) ile Anavatan Partisi’nin yüzlerine gözlerine bulaştırdıkları "birleşme" olayı... Hem DP Genel Başkanı Mehmet Ağar berbat etti, hem de Anavatan’ın Erkan Mumcu’su...

Daha doğrusu taşıdıkları "Genel Başkan"lık -yahut "Lider"lik- pabucu ayaklarına büyük geldi.

Oysa konuştukları zaman birkaç kere bakanlık koltuğuna oturmuş olmayı pek önemsedikleri, hatta Anadolu deyimiyle "başlarının göğe değdiğini" sandıkları anlaşılıyordu.

Hem öyle olmadığını hem de daha "sözlülük" aşamasında birbirine güven duymayan çiftin evliliğinin yıkılmaya mahkûm olduğunu bir kere de bu deneyimden öğrendiler.

Tabii koskoca bir milletin kendilerine bağladığı umudu da yıkarak...

Aslında vardığımız bu noktanın bir bakıma yeni hiçbir tarafı yok...

Öyle ya, Doğru Yol Partisi ile Anavatan Partisi’nin aynı tabandan güç aldıkları... Her ikisinin de toplumun, 1946 tarihli Demokrat Parti’ye hayat veren kesimlerine dayandıkları bilinmiyor muydu? Bu partilerin önceki liderleri yeterince olgun olsalardı, "birleşme" bugüne mi kalırdı? O nedenle geçmişe bakıp "Bu başaktan bu kadar tane çıkıyor" da diyebilirdiniz.

Ne var ki o dar ve bencil bakış, ortanın sağındaki geniş kitleyi 2002 seçiminde AKP’ye kaptırdı. O kitleyi geri alma hayali de bu son beceriksizlikle suya düştü.

Kim haklı kim haksız, nasıl olsa anlaşılır. Ama uzaktan, Mehmet Ağar’ın Anavatan Partisi’ne verdiği "yönetimde eşit temsil" sözü dahil bazı sözleri tutmadığı izlenimi var. Gerçekten DP’nin kongresinde tüzük değişikliği yapılırken bu söze sadık kalınmamış olması Ağar hesabına bir ayıptır.

Aday listelerinin belirlenmesi konusunda da DP yöneticileri anlaşılan Anavatan’lıları rencide edecek bir tavır sergilediler.

Bunlar da Ağar ve DP’nin büyük yanlışları olarak görünüyor.

Ancak kabul edelim ki Erkan Mumcu da kendisiyle kolay geçinilebilir bir tip değil.

Bir insanın ağzı iyi laf yapıyorsa onu hemen "lider" konumuna getiriyoruz. Mumcu da öyle... Ağzını açınca bazen lafının nereye gittiğini hesap etmeden konuşuyor. O sırada çam mı devirmiş, züccaciye mağazasını yerle bir mi etmiş, düşünmüyor. Üstelik üslubu sert, kişi olarak tavrı -ve hatta tipi- bir parti liderinden çok Polat Alemdar’a benziyor. Hamlık, toyluk derseniz ibadullah...

Anımsarsınız, daha önce de Başbakan Ecevit’in "21’inci yüzyılın başbakanı olamayacağını" söylemiş ama sonra üslubunun kabalığını kabul etmişti. Önceki gün de eski lideri Mesut Yılmaz’ı "sevilmeme konusunda Abdullah Öcalan’dan kötü durumda" gördüğüne ilişkin sözleri nedeniyle özür diledi.

Ama kendisinin "lider" olarak dünyaya geldiğinden emin...

Ne var ki bir hafta içinde iki kere faka basan bir insanın (biri referandum yasasının Meclis’e gelmeyeceğine söz verdiği halde aksini yapan AKP’den, öteki de "birleşme" konusunda DP’den yenen kazık) öngörüsü ve liderliği olsa olsa bu kadar olur.
Yazının Devamını Oku