12 Temmuz 2007
SİYASETTE ön plana çıktığı günden beri Sayın Tayyip Erdoğan’ın en çok tekrarladığı sözlerden biri "popülizme karşı olduğu"dur. Geçen yıl Karadeniz’deki fındık ve çay üreticisi, elinde bulunan ürünün değerine uygun parayı ödemesini hükümetten isterken Sayın Erdoğan’ın sığındığı gerekçe "popülizme karşı olmak"tı.
Peki ne oldu da şimdi kabuklu fındığın kilosuna devletin 515 kuruş ödemesine karar verildi?
Geçen yıl, önce Giresun’da fındık üreticisine "Fındık bizim gündemimizde yoktur. Herhangi bir destek vermeyi düşünmüyoruz" diyen, sonra da Ordu’da "Fındığı Fiskobirlik’e (Fındık Tarım Satış Kooperatifleri Birliği) verirken bana mı sordunuz da bedelini bana soruyorsunuz? Fındığı kime verdiyseniz gidin paranızı ondan alın" diyen Sayın Erdoğan değil miydi?
Açık konuşalım... Üreticiye karşı izlenen bu acımasız politikanın gerisinde Fiskobirlik yönetimine Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) adına gösterilen adayların seçilmemesi yok muydu?
Fındığın fiyatı sırf üreticiyi cezalandırmak için 250 kuruşa düşürülmemiş miydi?
Anımsayacaksınız bu politika, 30 Temmuz 2006 tarihinde 80 ila 100 bin insanı Ordu’ya toplamış ve Karadeniz fındık üreticisi bugünkü hükümeti "hakkı olanı vermediği için" en ağır şekilde protesto etmişti.
Ve "üreticiyi koruma" politikalarını çok demode bulan hükümet ancak bu şiddetli tepki üzerine fındık konusunu ele almaya mecbur olmuş ve Toprak Mahsulleri Ofisi’ni (TMO) görevlendirerek üreticiden kilosu 400 kuruş üzerinden fındık alacağını ilan etmişti.
Herkes biliyor ki, geçen yılla bu yıl arasındaki tek fark fındık üreticisinin 22 Temmuz Pazar günü sandık başına gidecek olmasıdır.
Hani Sayın Başbakan popülist politikalara karşı idi?
Eğer bu, "popülizm gereği değil, fındığın değeri 515 kuruş olduğu için ilan edilmiş bir karardır" diyorsanız, 2005 yılında Fiskobirlik fındığa 700 kuruş ödediği zaman "İşte AKP’nin üreticiye sahip çıkmasının örneği budur" diye övünen AKP’li milletvekillerinin, ertesi yıl aynı üreticiye neden sahip çıkılmadığını açıklaması gerekir.
Karadeniz bölgemizdeki seçmen, 22 Temmuz günü vereceği oyu bu açıklamaların ışığında yapmalıdır.
Aslında meselenin özünde ne fındık fiyatı vardır ne de üreticiye sahip çıkma veya çıkmama konusu o kadar önemlidir.
Kanımızca sorun çok daha kritik bir noktadadır. O da bugünkü hükümetin ve özellikle Sayın Başbakan’ın izlediği politikaları bir temel anlayış ve vizyon üzerine oturtmayı bilmemesidir. O yüzden politikaları günübirlik olmakta ve dün "hayır" dediğine bugün "evet" demeye mecbur kalmaktadır.
Fındık veya buğday yahut çay fiyatlarıyla ilgili tablo değindiğimiz gerçeği gösteren örneklerden sadece biridir. Öteki örnekleri sorarsanız size "Cumhurbaşkanını Meclis mi seçecek halk mı?" konusundaki zikzaklarını, PKK terörü konusundaki tutarsız politikaları; Türkiye’nin bir -kendi deyimiyle- "Kürt sorunu" olup olmadığına ilişkin görüşlerini; Kuzey Irak’a dönük bir operasyon gerekli mi değil mi sorusuna verdiği (yahut veremediği) yanıtla ilgili tutumunu anımsatırız.
Yazının Devamını Oku 11 Temmuz 2007
ON bir gün sonra görevini tamamlayacak olan TBMM’nin "yeni cumhurbaşkanını uzlaşma ile seçmesi" madem, iktidar partisinin başkanı ve Başbakan Tayyip Erdoğan açısından "pekálá mümkün" sayılan bir seçenek idi... <br><br>Neden son üç aydır süregelen krizi yaşamaya mecbur edildik? Demek ki yeni cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili sürecin başladığı 13 Nisan günü Sayın Tayyip Erdoğan samimi bir "uzlaşı" arayışına girseydi, son üç ayımızı kaybetmiş olmayacaktık.
Başbakan Tayyip Erdoğan ancak şimdi geldi o noktaya ve gazetelere verdiği demeçlerde, "Uzlaşma arayacağını, bir ön kabulü olmadığını... Seçim sonucu belli olduktan ve tabloyu gördükten sonra, Anayasa’nın koyduğu koşullara göre" bir çözüm üretileceğini söylemeye başladı.
Bu sözlerin "demokratik anlayış" yönünden olumlu ve önemli olduğu bir gerçektir. Ne var ki Başbakan’ın bu noktaya ancak "mecbur olduktan sonra" gelmiş olması kendisinin demokratik zihniyete hálá yabancı olduğunun bir kanıtıdır.
Ancak bu ifadeleri, sütten ağzı yanmışların kuşkusu içinde değerlendiren CHP Lideri Deniz Baykal’ın, "uzlaşı" ararken isimlerin değil, ilkelerin temel alınması yolundaki sözleri "A"dan "Z"ye yerindedir.
Genel Yayın Yönetmenimiz Ertuğrul Özkök’e ve Milliyet Ankara Temsilcisi Fikret Bila’ya verdiği yanıtlarda Baykal, "Bu yeni dönemde Çankaya’ya çıkacak kişi, (bir siyasi partinin) siyasi uzantısı olmayan biri olmalıdır" diyor. Bu kişide "Anayasa’nın temel ilkelerini özümsemişlik" aramak gerektiğini söylüyor ve "Bu özelliğiyle hem siyasileri, hem toplumun öteki kurumlarını, hem de Silahlı Kuvvetleri bir arada tutabilecek bir kişi"den söz ediyor.
Baykal, Sayın Ahmet Necdet Sezer’i örnek göstererek "saygın, tarafsız, politize olmamış, toplumun bütün kesimleri tarafından saygı duyulan bir isim" üzerinde anlaşılmasını öneriyor. Bu ismin TBMM dışından olmasına da "bir siyasi partinin uzantısı olmama" dileği nedeniyle sıcak baktığı anlaşılıyor.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde daha önce çok krizler, gerilimler yaşamış bir toplumuz. Bilindiği gibi 12 Eylül 1980 tarihli askeri müdahalenin de gerekçelerinden biri, TBMM’de 100 küsur oylama yapılmasına rağmen, o dönemdeki liderlerin "uzlaşı" kültürü eksiği yüzünden yeni bir cumhurbaşkanı seçilememiş olmasıydı. Şimdiki kriz hiç değilse "uzlaşı"nın önemini ve kaçınılmazlığını herkese öğretmiş oldu. Bu bakımdan özellikle Deniz Baykal’a bir teşekkür borcumuz olduğunu kabul etmeliyiz.
Geldiğimiz noktada saptanmaya değer iki noktaya da kısaca değinmek isteriz. Bunlardan biri yeni cumhurbaşkanının yeni TBMM tarafından seçileceğinin artık kabul görmüş olmasıdır. O nedenle Adalet ve Kalkınma Partisi’nin biraz da "inadına" ve "zoraki" şekilde gündeme soktuğu "Cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesi" projesi -Meclis’ten geçmiş olmasına rağmen- kanımızca artık geçerli sayılmayacaktır.
Hatta biz, Tayyip Erdoğan’ın "Parlamenter sistemde güçlü başbakan için, cumhurbaşkanının yetkilerini daraltacak bir Anayasa hazırladıklarını" belirtmesine bakarak, daha çok başkanlık sistemine uyan "Cumhurbaşkanını halkoyuyla seçme" projesinin sona erdiğini söyleyebiliriz.
Diğeri de Abdullah Gül sayfasının kapanmış sayıldığıdır.
Yazının Devamını Oku 29 Haziran 2007
BİZ "Ahilik" sistemini bilirdik ama "Abilik" sistemini (kelimenin doğrusu ağabeylik ama biz de yanlış ve yaygın olanı kullanacağız) bilmezdik.<br><br>Samsun’da, "seçmen nabzı tutmak" için toplumun çeşitli kesimleriyle konuşurken fırsat bulup bir de üniversite öğrencisi gençlerle görüştük. Onların "seçmen" sıfatıyla yaptıkları değerlendirmeyi "seçim" sayfalarımızda görebilirsiniz.
Görüşmenin o kısmı bittikten sonra bir ara gençler, "cemaat evleri"nden söz ettiler. O evlerde "abi"ler, "abla"lar varmış.
Biz "abi" kavramını bildiğimizden farklı olarak Trabzon’da yaşanan McDonald’s olayı ile Rahip Santoro’nun ve daha sonra da gazeteci Hrant Dink’in katledilmeleri sırasında duymuştuk.
"Sanığın abi’si" vardı. "Abinin de büyük abi’si"nden söz ediliyordu. Ama yine de bu kavramı sırf Trabzon’daki birkaç maceraperest fanatiğe özgü sanıyorduk. Nitekim gençlere;
"Neden söz ediyorsunuz?" dedik.
Meğer Fethullah Gülen Cemaati, Süleymancılar gibi çeşitli cemaatler, daha gençler ÖSS’de başarılı olmak için "dershaneye" gittikleri sırada, oradaki başarılı öğrencilere mim koyarlarmış.
Cemaat görevlileri, başarılı öğrencinin ailesiyle bağlantı kurar, "Çocuğunuz üniversiteye girdiği zaman onun giderlerini biz üstleniriz" diyerek daha o aşamada kancayı atarmış. Bu suretle çok yetenekli ve çalışkan çocuklar "cemaate" kazanılırmış.
Daha düşük performanslı ama üniversiteyi kazanacak kadar başarılı olanlar da, çocuğun durumuna göre uzatılan yardım eliyle yine cemaatin parçası haline getiriliyormuş.
Özellikle ailesinden uzak bir yerdeki üniversiteye giden öğrencilere daha kayıt yaptırdığı sırada:
"Gel, senin gibi genç öğrenciler için hazırladığımız evlerde kal. Yalnızlık çekme. Bir ay, iki ay para verme... Beğenmezsen ayrıl başka yere git... Kalmaya devam edersen senden tüm giderlerin için ayda 120 YTL’den başka para istenmez" denerek aralarına alınırmış.
Erkek öğrencilerin evlerinde "ev abisi", kız öğrencilerinkinde "ev ablası" oluyormuş. Her "cemaat evi"nden oranın "abi"si veya "abla"sı sorumluymuş. Parayı onlar toplar, gençleri onlar yönlendirirmiş.
Cemaat evlerinde televizyon -belki istisnası vardır- bulunmazmış. Bol "dini sohbetler" yapılırmış. Gençlerin "dinlerini öğrenmeleri" (!?) sağlanırmış. Cemaatin kurallarını benimseyenlere ondan sonra da sahip çıkılır, onun iş, aş dahil her sorunu çözülürmüş. Cemaat evine uyum sağlamayanlar bir süre sonra uygun şekilde dışlanırmış.
"Ev abilerinin de abisi" varmış. Ondan yukarısını gençler bilmiyorlar ama "O abinin de bağlı olduğu bir yerler var. Nitekim aldıkları talimata göre hareket ettikleri, her öğrenci için yukarıya rapor verdikleri her hareketlerinden anlaşılıyor" diyorlar.
Samsun’daki özel yurtlardan ikisi hariç diğerleri cemaatlerinmiş. Cemaat evlerinin sayısını bilmek ise mümkün değilmiş.
Ondokuz Mayıs Üniversitesi yetkililerine bu bilgilerin doğru olup olmadığını sorduk. "Maalesef doğru. Ama daha da önemlisi bu sadece Samsun’un olayı değil, tüm üniversitelerde bu durum var" dediler.
Bu gidişle laik Cumhuriyet bir gün, bir gecede alabora olursa, kimse hayret etmesin. Bu ülkeyi yönetme sorumluluğunu üstlenenler de "bizim onda bir suçumuz yok" demeye kalkışmasın.
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2007
ANAYASA Mahkemesi’nin, uzun süre tartışılacağına inandığımız meşhur "Cumhurbaşkanı seçiminde Meclis Genel Kurulu’nun açılabilmesi için üyelerden en az 3’te 2’sinin orada hazır bulunması şarttır" anlamına gelen kararına ilişkin gerekçe açıklandı ve biz de Yüksek Mahkeme neyi nasıl görmüş öğrenebildik. Önce belirtelim:
Daha önce de yazdığımız gibi biz Yüksek Mahkeme’nin yukarıdaki değerlendirmesinin isabetli olduğunu düşünmeyenlerdeniz. Bu kararın ileride sadece siyasi yaşamımız yönünden değil bizzat Yüksek Mahkeme açısından da yeni sorunlar yaratacağı yolundaki inancımızı koruyoruz.
Gerekçeyi okuyunca Anayasa Mahkemesi’nin "367 sayısı toplantının başlaması için şarttır" yolundaki görüşünün daha önce söylenmişlere ek bir argüman üretmediği anlaşılıyor. Özetle söylenen bilindiği gibi, "Anayasa’nın cumhurbaşkanı seçimini düzenleyen 102’nci maddesi, karar için en az üçte iki sayıda milletvekiline ihtiyaç olduğunu söylediğine göre, seçimin bu maddeye göre yapılması gerektiğini söyleyen İçtüzük hükmü, toplantı sayısının da 367 olmasını zorunlu kılar. O nedenle Abdullah Gül’ün adının aday olarak oylamaya sunulduğu toplantı açılırken 367 sayısının araştırılmaması İçtüzük değişikliği etkisi yaratan bir karardır. Bu nitelikteki Meclis kararını denetleme Anayasa Mahkemesi’nin yetkisi içindedir" türü görüşler idi.
Gerekçede Anayasa Mahkemesi’ne bir Meclis kararının iptali için başvuruda bulunulduğu takdirde aynen şöyle deniyor:
"Yapılacak değerlendirme sonucunda, iptali istenilen tasarrufun, Anayasa’nın 148’inci maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesi’nin denetim alanına giren kanun, KHK (Kanun Hükmünde Kararname) veya TBMM İçtüzüğü ile aynı değer ve etkide bir işlem olduğu kanısına varılırsa bu işlem Anayasa Mahkemesi’nce denetlenebilir."
Bu "durumdan vazife çıkarmak" ise, doğrusu yukarıdaki gerekçeyi tereddütle hatta kuşku ile karşılamak gerekir. Çünkü Anayasa Mahkemesi bu gerekçeyle Meclis’in pek çok kararını kendi denetim alanı içine alabilir.
Gerekçede, Başkan Tülay Tuğcu ile üyelerden Fulya Kantarcıoğlu’nun da bizim gibi bu konuda tereddüt duydukları, hatta söz konusu "toplantının başlaması için en az 367 kişi gereklidir" görüşüne dayalı başvurunun "esastan incelenmesine" karşı oldukları, yazdıkları muhalefet şerhinden anlaşılmaktadır.
Bu noktada bir tereddüdümüzü de biz ifade edelim:
Anayasa Mahkemesi’nin "içtüzük etkisi yapan Meclis kararlarını denetlemesine" olanak veren ilk kararı ile yukarıdaki ifade ve ibare aynı ise -maalesef henüz bakamadık- içimiz rahatlayabilir. Aksi halde 1982 Anayasası’ndan önceki dönemde zaman zaman karşılaştığımız gibi Anayasa Mahkemesi’nin "yasama yetkisi" kullanması sonucunu doğuran kararlar vermesine kapı açılır.
Bilindiği gibi Anayasa Mahkemesi’nin cumhurbaşkanlığı seçiminde en az 367 milletvekilini aramasına ilişkin kararı üzerine aynı şekilde TBMM Başkanı’nın seçiminde de önce en az 367 milletvekilini arayan maddeyi anımsatarak, "Seçimden sonra bu yüzden sorun çıkabileceğini" yazmıştık. Sanki buna yanıt olsun der gibi Anayasa Mahkemesi, TBMM Başkanı seçiminde toplantının açılması için 367 milletvekiline ihtiyaç olmadığını ifade ediyor.
Ediyor ama doğrusu açıklamadan bir şey anlamak mümkün olmuyor.
Yazının Devamını Oku 27 Haziran 2007
BEKLENMEDİK sırada ortaya çıkıp bu sütunu iki gün işgal eden Alman genci Marco konusu bıktırdı. Biz de bunu fırsat sayıp siyasi partilerin seçim nedeniyle yayımladıkları "Bildirge"lere nihayet değinebileceğiz. Sözün başında Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) adına dünkü Hürriyet’te yayımlanan bir açıklamaya değinmek istiyoruz. Açıklamada aynen şu deniyordu:
"Başbakanlık kaynakları, dünkü gazetemizde (25 Haziran 2007 tarihli Hürriyet’te) yer alan ’3 Kasım 2002 seçimlerinde ’türbana kesin çözüm getireceğiz’ diye meydanlara çıkan AKP’nin Seçim Bildirgesi’nde türban konusuna yer verilmedi’ ifadesinin gerçeği yansıtmadığını bildirdi. Aynı kaynaklar, ’2002 Seçim Bildirgemizde ’Türban sorununu çözeceğiz’ diye bir ifade yer almamıştır, dedi."
Hemen belirtelim... Bu açıklamayı yapanların iddiasının tam tersi doğrudur. Bir başka deyişle AKP ileri gelenlerinin 2002 seçiminde meydanlarda "Türbana kesin çözüm getirmeyi vaat ettikleri" bir gerçektir. Ama ikinci gerçek de o tarihli Seçim Bildirgesi’nde (beyannamesinde) AKP’nin "Türban sorununu çözmeyi" vaat eden bir sözünün bulunmadığıdır.
Lakin bunlardan da önemli olan bir başka husus var:
Dikkat ederseniz "açıklama"yı Adalet ve Kalkınma Partisi’nin değil Başbakanlığın yetkilileri yapıyorlar.
Bizim bildiğimiz "Başbakanlık" mensupları 657 sayılı yasaya göre "devlet memuru"durlar.
Şimdi lütfen söyler misiniz, bir devlet memuru "2002 Seçim Bildirgemizde ’Türban sorununu çözeceğiz’ diye bir ifade yer almamamıştır" deme hak ve yetkisini kimden alıyor olabilir?
Çok değil daha bir ay kadar önce Sayın Başbakan Tayyip Erdoğan, Cumhuriyet Halk Partisi’nin ülkeyi "tek parti" rejimiyle yönettiği 1937-39 yılları arasında "Valileri aynı zamanda bulundukları ilin CHP İl Başkanı" olarak görevlendirmelerini eleştirmemiş miydi?
Sayın Erdoğan üstelik bu olaya atıfta bulunurken söz konusu "devlet/parti" iç içeliğinin, 1923’ten 1950’ye kadar yani CHP’nin 27 yıllık iktidar dönemi boyunca sürdüğü izlenimini verecek şekilde konuşmuştu.
Görüyorsunuz 2007 yılında bu defa AKP/Devlet iç içeliğinden söz etmek zorunda kalıyoruz.
Bildirgeler konusuna gelince:
Elbet her siyasi parti kendi iktidarında uygulayacağı en temel politikalara kendi bildirgesinde ağırlık verir. O nedenle bildirgeler konusunu ele alınca, bu açıdan hangi partinin temelde neyi vaat ettiğini ortaya koymak doğru olur.
Bir de bildiriyi ele alıp inceleyen insan, "kendi ilgi alanı" ne ise, hangi parti o konuda ne diyor diyerek değerlendirme yapabilir.
Bizim birinci açıdan bakınca edindiğimiz izlenim şu:
CHP ve MHP bildirgelerinde "teröre karşı kararlılığı" ön plana çıkmış gördük. AKP bildirgesinde ise "ekonomik gelişme ve refah" ile inandırıcılığı güçlü olmayan bir "demokratikleşme" vurgusu var.
İlginç bir nokta da "yolsuzlukla mücadele" konusunda dikkati çekiyor. CHP ile MHP bu konuda ayrıntılı vaatlerde bulunuyorlar. Buna karşılık AKP vaadini nerdeyse "Yolsuzluklarla mücadeleye kararlılıkla devam edeceklerini" bildirmekle sınırlı tutuyor.
Bildiriler konusuna yeri geldikçe devam edeceğiz.
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2007
HANİ arada bir "kafamın tası attı" diyesiniz gelir ya... Batı ülkelerinin, yetkilileriyle medya organlarının kendilerine göre "ikinci sınıf" saydıkları ülkelere dönük sözlerine, tavırlarına, yayınlarına bakınca insanın bazen gerçekten "kafasının tası" atıveriyor.
Son olayı önceki gün bu sütunda yayımlanan "Maskaralığa hayır!" başlıklı yazıda ele almıştık.
Konu, 17 yaşında Marco W. adında bir Alman’ın, Antalya’daki bir otel odasında 13 yaşında bir İngiliz kıza tecavüze kalkışması... Alman genç tutuklandı diye Alman medyasında Türkiye’ye denmedik kötü laf kalmadı... Son olarak da "Almanya Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier"in "Türk hükümetinden Marco’nun derhal serbest bırakılmasını talep ettiği"nden söz ediliyordu.
Neyse ki Steinmeier üslubunu yumuşatmış. Dünkü haberlere göre, "Yarın (bugün) Türkiye’nin Berlin Büyükelçisi’yle görüşeceğim ve kendisinden 17 yaşındaki gencin serbest bırakılması için çaba harcamasını isteyeceğim" demiş.
Bir başka deyişle "kolonyal güç" ifadesini bırakıp, düzgün bir şekilde konuşmuş.
Ona bizim yetkililer nasıl yanıt verirler bilmiyoruz. Ama biri "Sayın Bakan, bizim de zaman zaman sizden isteklerimiz oluyor. Ama Alman hükümeti bunların hiçbirini yerine getirmiyor. Örneğin, sizden bir sanığı yakalayıp bize vermenizi istiyoruz, ona hemen ’siyasi mülteci’ statüsü verip, engel oluyorsunuz. Bazen istediğimiz ismin hemen bir başka ülkeye geçtiğine tanık oluyoruz. Sizin de terör örgütü dediğiniz PKK için operasyon istiyoruz, yapmıyorsunuz. Bugüne kadar adını, sanını, suçunu bildirerek kaç PKK mensubunu (örneğin Remzi Kartal’ı) istedikse vermediniz. Metin Kaplan’dan -onun da terörle ilgili bir suçu yok- başka kimseyi Türkiye’ye teslim etmediniz. Üstelik bunlar yargı ile değil, hükümetinizin kararıyla yapılacak şeylerdi, hiçbirini yapmadınız. Şimdi biz Marco için size neden evet diyelim?" derse haksız mı olur?
Öte yanda Alman medyası hálá, sanki iki genç parkta gezerken birbirinin elini tuttu diye tüm bunlar olmuşçasına taraflı ve gazetecilik adına utanç verici bir yayın kampanyası sürdürüyor. Örneğin, Alman gencin otelde, şikáyetçi kızın yatağına girdiğini, kızın üzerindeki ölü spermlerden ve vücudundaki izlerden ciddi bir tacize maruz kaldığının anlaşıldığını söyleyene nerdeyse hiç rastlanmıyor.
Tüm mesele önceki gün de ifade ettiğimiz gibi kendi kamuoylarını tahrik etmek, onun baskısıyla Türkiye’yi sindirmek... Ve bu baskı sayesinde kendi vatandaşlarının serbest bırakılmasını sağlamak.
İsterseniz şimdilik sadece bir örneği anımsatalım:
İstanbul’da 1972 başlarında 25 kg. esrarla yakalanan 14 yaşındaki Timothy Davey için de o tarihte İngilizler kıyameti kopardılar. Timothy Davey 6 yıl 3 ay hapse mahkûm edilince, Sun Gazetesi Türk mahkemesinin verdiği, "Barbarca karara karşı durmak ve Timothy’nin ihtiyaçlarını karşılamak için kampanya" başlattı. Konu İngiliz Parlamentosu’nda da görüşülüdü. Sonuçta Timothy gerçekten, cezasını tamamlamadan serbest bırakıldı.
Bunun hep böyle devam etmesi mi lazım?
Yazının Devamını Oku 24 Haziran 2007
ALMANYA’daki meslektaşlarımız çok kızmışlar. Daha doğrusu Türkiye’ye veya Türklere kızmak en kolay şey olduğu için o haklarını (!) kullanmışlar.<br><br>Sebep ne derseniz? Henüz kendisi de 17 yaşında olan Marco W. adında bir Alman genci, Antalya’da iki ay önce tanıştığı 13 yaşındaki bir İngiliz kız çocuğuyla cinsel ilişkiye girmeye kalkmış.
Ne olmuşsa olmuş... Kızın ailesi durumu öğrenince polise başvurmuş.
Gerisi nasıl gelmesi gerekir diyorsanız, öyle olmuş. Yani Alman genci adalete sevk etmişler. Yargı tutuklanmasına karar vermiş. Marco’yu cezaevinde 30 kişinin kaldığı bir koğuşa koymuşlar.
Marco bu durumdan çok şikáyetçiymiş. Özellikle banyo ve tuvaleti öteki tutuklu ve hükümlülerle paylaşmak çok zoruna gitmiş. Dahası... Ailesiyle haftada ancak 10 dakika görüşmesine izin veriliyormuş.
Bakın şu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin işlediği "insanlık suçu"na!
Ünlü Alman gazetesi Bild’in, "İngiliz kızı ile tanıştı. Kalpler attı, onunla bir çift oldu. Kız 15 yaşında olduğunu söyledi, ancak gerçekte yaşı 13 çıktı. Tatilin son gününde polisler Marco’yu otelde tutukladı. İki genç, ’Bir şey olmadı, sadece el ele tutuştuk’ dedi" dediği bildiriliyor.
Dahası... Alman hükümeti de Türkiye’ye nota vererek Marco’nun "6 Temmuz’a kadar serbest bırakılmasını" istemiş.
Bu satırları okuyunca hemen "Başüstüne!" demek geçmez mi?
Sadece Marco için değil o hapishanenin oradaki tüm mahkûm ve tutuklular için "daha iyi fiziki koşullara sahip olması" elbet gereklidir. Ama bunu Marco için isteyince ortaya çirkin bir çehre çıkmaktadır.
Hele şu "Derhal serbest bırakın" tarzı notalar yok mu? İnsanı bunlar deli ediyor...
Siz Almanya’da tutuklu bir Türk vatandaşı için Türk hükümetinin Alman hükümetine böyle bir nota verdiğini ve -örneğin- "Ahmet Demir’in 3 Ağustos tarihine kadar serbest bırakılmasını istiyoruz" türünden bir şey ifade ettiğini düşünün...
Bu tasavvur bile edilemez, çünkü öteki devletin yargı sistemine hakaret anlamına gelir.
Ama bizi yönetenler maalesef bu tür notalarla ulusal onurumuzla oynanmasına ses çıkarmazlar.
Dahası... Bu tür olaylarda ilgili ülkenin medyası yaygarayı basınca, bizim yetkililer allem ederler kallem ederler, o isteği yerine getirirler.
Bazılarınız anımsayabilirsiniz... PKK ajanı bir Alman, 1980’li yılların sonlarında yakalanıp yargılanmış ve mahkûm olmuştu. Aslında bir radyo teknisyeni olan bu mahluk, "Ben gazeteciyim" demiş, onu da Alman basını "Bir gazetecimizi Türkler hapsettiler" diye yayın konusu yapmıştı.
Sonra ne oldu bilir misiniz?
O tarihteki Alman Başbakanı Helmut Kohl, bir Türkiye ziyaretinde bu mahlukun serbest bırakılmasını istedi. Ona bir "sağlığı bozuk" raporu uydurdular. Turgut Özal da "af" yetkisini kullandı ve serbest bıraktılar.
Sonra da o Alman yurduna dönünce basın toplantısı düzenleyip hem sağlığının yerinde olduğunu söyledi hem de "Evet ben PKK hesabına çalışıyordum" diyerek suçunu itiraf etti.
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2007
BİZ dün bu sütunda "Bu hükümetin yargı ile hatta hukuk ile başı hoş değil" derken meğer eksik bir laf etmişiz.<br><br>Bu hükümetin kendi çıkardığı yasalarla da başının hoş olmadığını gösteren örneği bir dostumuz önümüze koydu: Biliyorsunuz Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) üye olma çabalarının bir gereği de adli sistemimizi AB standartlarına uygun hale getirmekti.
O bağlamda alınan kararları, çıkarılan yasaları tek tek sayacak değiliz. Bunlardan bir tanesi de "ilk derece mahkemeleri" diye bilinen mahkemelerle, genel yargı sisteminin üst noktasını oluşturan Yargıtay arasında görev yapacak Bölge Adliye Mahkemelerinin kurulmasına ilişkin olan 5235 sayılı yasa idi.
Bu konu AB tarafından o kadar önemseniyordu ki, mahkemelerin kurulmasını öngören yasa Eylül 2004’te çıktığı halde, AB onu beklemeden Türkiye’ye ciddi bir mali yardım yaptı. Amaç başta -yanılmıyorsak- İstanbul, Ankara, Erzurum, Diyarbakır’da olmak üzere önce dört mahkemenin binalarının yapılması ama toplam olarak yurdun 9 bölgesinde bu mahkemelerin 1 Haziran 2007’den itibaren çalışmaya başlamasıydı.
Yeri gelmişken belirtelim:
Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, 5 Haziran 2007 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan kararıyla bu mahkemelerin İstanbul, Bursa, İzmir, Konya, Adana, Ankara, Samsun, Erzurum ve Diyarbakır’da kurulacağını ve bu mahkemelere bağlı illeri duyurdu.
Lakin bu kararın 1 Haziran’dan 5 gün sonra yayımlanması ve orada hangi mahkemenin görev ve yetki alanının ne olduğunun bile yeni açıklanması gösteriyor ki, bugünkü hükümet kendisi tarafından çıkartılan yasa ile bile barışık değil.
Nitekim aldığımız bilgiye göre sözü edilen mahkeme için Ankara’da inşa edilmesi gereken binanın temeli yeni atılmış.
Muhtemelen ötekiler arasında henüz temeli atılan bile yoktur.
Diyeceksiniz ki "uygulanması ertelenen" veya "askıya alınan" ilk yasa bu mu ki, üzerinde durmaya değer görüyorsunuz?
Hayır... Daha önce de Çocuk Mahkemelerinin Kurulması hakkındaki yasanın uygulanması aynen bunun gibi hem de yanılmıyorsak 3 yahut 4 defa ertelendi. Çünkü o mahkemeler şu veya bu nedenle kurulamadı. Ama her defasında o erteleme için "yeni bir yasa" çıkarıldı. Bir başka deyişle TBMM’nin iradesi yine TBMM tarafından değiştirildi. Burada ise öyle bir şey yok. Yeni bir yasa da çıkartılmadı. Elde sadece Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun kararı var. Onunla "idare" edildi.
Hoş... "Yargı bağımsızlığını sağlayacağız" diye geçen seçimde söz verip o yönde tek adım atmayan bir iktidardan neyi ne kadar bekleyebilirsiniz ki?
Not: Genç Parti Genel Başkan Yardımcısı Emin Şirin önceki gün bu sütunda yayımlanan ve partilerin seçmene ipe sapa gelmez vaatlerde bulunduklarına ilişkin değerlendirmeler yansıtan yazımıza gönderdiği yanıtta, kendilerinin vaatlerinin gerçekçi olduğunu ve hepsinin "hesabının kitabının yapıldığını" iddia ediyor. Ben de bilginize sunuyorum.
Yazının Devamını Oku