21 Temmuz 2007
SONUNDA saçımızın ak mı, kara mı olduğunu göreceğimiz noktaya geldik. Bugünden seçim sonuçlarının belli olduğu dakikaya kadar siyasi eleştiri içeren şey yazmak yok. <br><br>Bazı gözlemciler "Halkta seçim heyecanı yok" türü değerlendirmeler yapmış olsalar da biz aynı kanıda değiliz. Özellikle Nisan ortasında başlayan "Cumhuriyet mitingleri" ile Türkiye’de siyasi hava ısınmaya başlamıştı.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) cumhurbaşkanlığı seçimindeki eşsiz beceriksizliği bizi erken seçime götürdü. Ve bugünlere geldik.
Geldik ama doğrusu bazı şeyleri ne anlayabildik ne de açıklayana rastladık.
Örneğin 1950’den beri genellikle "temiz seçim" yapmakla övünen Türkiye’de nüfus devamlı arttığı halde seçmen sayısının bir artıp bir azalmasının nedenini açıklayabilen çıkmadı:
Resmi bilgilere göre 1977 seçiminde -seçmenlerle ilgili kurallarda değişiklik olmadığı halde- seçmen sayısı 21 milyon 200 bin iken 1983’te -yani 7 sene sonra- 19 milyon 800 bine inmişti.
Keza 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan genel seçimde 41 milyon 300 bin olan seçmen sayısı, nüfusumuzdaki yaklaşık 2 milyon artışa rağmen bu seçimde 42 milyon 500 bin olarak ilan edildi. Oysa artışın eski temposuna göre bu rakamın 45 milyonu aşması gerekirdi.
Bu defa işin içine "vatandaşlık numarası" girdiğine ve bir kişinin birden fazla sandıkta oy kullanması -yanılmıyorsak- imkánsız hale geldiğine göre, geride kalan bazı seçimlerde birilerinin mükerrer oy kullandığı yani seçime hile karıştığı ortaya çıkmıyor mu?
Anlayamadığımız bir başka husus böyle rakamlarla ilgili değil.
Biliyorsunuz her siyasi parti "haktan, hukuktan, dürüstlükten, saydamlıktan" yanadır.
Madem bu her parti gibi AKP için de geçerlidir... Ve AKP bu sözlerini tutmak için iktidara gelmiş bir partidir, neden seçimlerde her partinin kullandığı maddi kaynağın eşit olmasını gerektiren yasayı çıkarmamıştır da kendisinin öteki partilerden belki 10 misli para harcamasında etik açıdan sakınca görmemiştir?
Ve neden devletin "Fak-Fuk-Fon"unu seçim propagandası aracı haline dönüştürmüştür?
Hadi iktidarda kalma ihtirası bu kadar dürüst olmalarını engelledi diyelim. Peki ama kaç yıldır kamu kaynaklarını neden AKP’lilere peşkeş çekti?
Madem ki AKP dürüstlükten yana idi neden devletin işleyişini saydamlaştırmaya yanaşmadı. Örneğin bakanların, milletvekillerinin, belediye ve il genel meclisi üyelerinin, parti yöneticilerinin, ayrıca memurların mal bildirimlerini kamuya açık hale getirmedi? Bunun için çalışma başlattıklarını Başbakan Tayyip Erdoğan bir buçuk sene önce söylememiş miydi?
Dört beş maddelik bir yasa değişikliği dürüst bir parti için bu kadar mı zor idi?
İktidardaki parti eğer vaatlerinde samimi idiyse kara para ile ve vergi kaçakçılığı ile mücadeleye neden eli varmadı?
Dürüst olan, demokrasiye bağlı olan bir siyasi partiye insanları düşünceleri nedeniyle mi hapse atmak yakışır, yoksa kara para akladığı veya vergi kaçırdığı için mi?
Ülkemiz adının "düşünceleri" nedeniyle hapse atılanlar yüzünden sık sık anıldığını biliriz. Siz acaba "hazineyi soyduğu" veya "vergi kaçırdığı" için hapse atılan birini anımsıyor musunuz?
Dediklerimiz doğru ise, acaba bu sonuçta bizim sorumluluğumuz hiç mi yok?
Yazının Devamını Oku 20 Temmuz 2007
INTERPOL tarafından da aranan ve önce Fransa’da sonra da Avusturya’da polisin eline düşen PKK’nın 3’üncü adamı Rıza Altun’a bir bakıma teşekkür etmek geçiyor içimizden. Çünkü hem uluslararası álemdeki itibarımızın ne olduğunu gösterdi hem de Fransa ile Avusturya’nın ikiyüzlülüğünü... Seçim gürültüsü, haberi gözden kaçırmanıza yol açmış olabilir. Konu özetle şu:
Fransa geride kalan şubat başlarında, orada faaliyet gösteren TİKKO ve PKK elemanlarını yakaladı. Polis TİKKO ve PKK mensuplarının yasadışı faaliyetlerini öğrenince bunlardan 8’i tutuklandı. Bu arada Belçika’da PKK’ya karşı düzenlenen operasyonda yakalanan Canan Kurtyılmaz da Fransa’ya teslim edildi.
"Teröre mali kaynak sağlama", "organize suç örgütü üyesi olma" ve "kara para aklama" gibi ciddi suçlamalarla tutuklananlar arasında Rıza Altun ve Nedim Seven gibi önde gelen PKK’lıların da bulunması nedeniyle biz de zannettik ki Belçika ve Fransa nihayet kendilerinin de resmen "Terör örgütü" dediği PKK’ya ciddi bir darbe vuracaklar.
Fransız polisi, PKK üyelerinden ikisini, kaynağını açıklayamadıkları 200 bin Euro tutarında parayı Paris’teki bir döviz bürosunda bozdururken yakalamıştı.
Lakin olaylar Türkiye’nin umduğu gibi gelişmedi. Önce Rıza Altun başta olmak üzere PKK’nın elebaşıları sonra da diğerleri salıverildi. Elbet karar "bağımsız yargı"nındı ama gerçekte "PKK, Fransız İç İstihbarat Teşkilatı (DST) ile ilişkisini açıklamakla tehdit edince bağımsız Fransız yargısının PKK’lıları serbest bıraktığı" duyuldu.
İşin tuhafı Türkiye’nin "terör suçlusu" diyerek hem Interpol aracılığıyla aradığı hem de Fransa’dan resmen istediği Rıza Altun’un orada Fransız makamlarından aldığı izinle oturduğu da bu sırada ortaya çıktı.
Rezaletin kalan kısmını kısa anlatalım:
Rıza Altun, Fransa’da artık rahat kalamayacağını anlamış olmalıydı. Nitekim Fransız polisinin göz yummasından yararlanarak 4 Temmuz günü Paris’ten Viyana’ya uçtu. Orada kendisini Avusturya polisi devraldı. Terör zanlısı olduğu biliniyordu. Ama "bağımsız -ama anlaşılan terör yanlısı- Avusturya yargısı" Interpol tarafından aranan bu terör zanlısının "Türkiye’ye iadesine" değil, elini kolunu sallayarak Irak’ın kuzeyine yani Erbil’e uçmasına izin verdi.
Avusturya Büyükelçiliği de şimdi "Ne yapalım? Bağımsız yargı öyle karar vermiş" diyor.
Bunun adı düpedüz Türkiye ile alay etmektir.
Belçika burada üç kişinin katlinden sorumlu terörist Fehriye Erdal’ı yıllarca yargılamaya bile kalkmadı. Tam "yargılanmalıdır" dediği sırada ortadan kaybolmasını sağladı.
Fransa yüzlerce -belki binden fazla- insanımızın kanına giren terör örgütü DHKPC’nin başı Dursun Karataş’ı ve suç ortaklarını kaç kere yakaladı, her defasında serbest bıraktı.
PKK’ya karşı bu ülke bütünlüğünü koruyan askerlerimizi Amerikan silahları öldürüyor.
Bu kadar aşağılanmaya bu millet müstahak mı? Söyleyin lütfen buna "DUR" demek bize düşmez mi?
Yazının Devamını Oku 19 Temmuz 2007
GERİDE kalan her şey iyi olsaydı insanlık ilerlemezdi diye düşündüğümüz için biz "Eskiden böyle miydi?" diyenlere katılmayız. Ama bir konu var ki, kim ne derse desin biz de "Eskiden böyle miydi?" diyor ve gerideki örnekleri özlemle anıyoruz.
Seçim meydanlarında ve televizyon, radyo programlarında siyasi liderlerin yaptığı konuşmaları izliyorsunuz. Birbirlerine dönük suçlamalar karşısındaki tepkilerini -daha doğrusu tepkisizliklerini- görüyorsunuz.
Eğer eski seçimleri, özellikle de 1946’dan 1965’e yani Sayın Süleyman Demirel’in ilk başbakan olduğu tarihe kadar yaşananları anımsıyorsanız, eminiz bize katılırsınız.
Bakıyoruz meydanlarda "Al saatimi sana 15 bin dolara bırakayım"lar konuşuluyor. Sanki seçim yapmıyoruz, sorunlarımızın çözümüne ilişkin politikaların anlatılacağı bir ortamda değil de bir hayvan panayırındaymışız gibi bağıra çağıra mal pazarlığı yapıldığına tanık oluyoruz.
Örneğin, Başbakan’ın kolundaki Franck Muller marka saatin değerinin 15 bin dolar mı yoksa daha yüksek mi olduğunu konuşuyoruz...
Başbakan alenen "10 bin dolara sana bırakırım" diyerek Deniz Baykal’a öneride bulunsa bile, asıl mesele bize kalırsa o saati Sayın Başbakan’ın kendi cebinden ödediği parayla mı aldığıdır. Uzman geçinenlerin 43 bin dolar eder dedikleri saati Tayyip Erdoğan eğer kendisi aldıysa kaynağını açıklamak zorundadır. Saat kendisine hediye edildiyse kim tarafından, ne zaman, hangi vesileyle bu hediyenin kendisine verildiğini öğrenmeye kamuoyunun hakkı vardır. Çünkü Başbakan, kamu kaynaklarını kullanma konusunda en geniş yetkilerle donatılmış kişidir. Bu konumdaki kişinin her hareketinin hesabını kamuoyuna vermesi bir lütuf değil ahlaki bir görevdir. Ortada hálá yasal bir düzenleme olmaması da 350’den fazla milletvekiliyle 4.5 yıl iktidarda bulunan AKP’nin ayıbıdır.
Sadece kolundaki saatin değil Sayın Başbakan, oğlu Ahmet Burak Erdoğan’ın bir ortağıyla birlikte 3 milyon ABD Doları’na satın aldığı bildirilen 4 bin küsur tonluk gemi için peşinat olarak ödediği bildirilen 500 bin ABD Doları’nın kaynağını ve bankadan alındığı ileri sürülen kredinin koşullarını da kamuoyuna açıklamakla yükümlüdür.
Başbakan’ın bir yandan çocuklarını yurtdışında okutabilmek için Remzi Gür isimli sanayicinin burs vermesine katlanıp öte yandan servetindeki artışın hesabını vermeden ülkeyi yönetmeye talip olması, demokrasilerin hazmedeceği bir durum değildir.
Meydanlarda bu hesabın sorulması ve onun yanıtının verilmesi doğrudur ve gereklidir. Nitekim eski yıllarda olan fakat bugün artık önemsenmeyen budur. Tabii demokratik yaşamın kalitesini düşüren de bu tür hesapların gereksiz sayılması veya sorulunca verilmemesidir.
Sadece Başbakan’ın değil, AKP iktidarı ileri gelenlerinin evlatlarının birdenbire göz kamaştıran ticari başarılara imza atmalarının arkasındaki mucize de açıklanmaya muhtaçtır. Keza bu yetenekli mahdumların çoğunun neden "gemiciliğe" merak sardıkları da ayrı bir konudur.
Biz çocuklarına ve yakınlarına ticaret yapma yasağı koyan, hesabını veremeyeceği bir kuruşu cebine atmayan liderler döneminden geldiğimiz için eskiyi özlüyoruz.
Yazının Devamını Oku 18 Temmuz 2007
GALİBA bizimle aziz müttefikimiz (?) Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ilişkilerin temeli ve nasıl yürütüleceği konusunda oturup konuşmaya ve bir mutabakat sağlamaya ihtiyaç var. Biz sanıyoruz ki Türkiye Cumhuriyeti ne de olsa "bağımsız" bir ülkedir. Kararlarını kendi verir, kendi uygular.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün de arada bir, "Türkiye bağımsız bir ülkedir" anlamındaki sözlerine bakınca yukarıdaki hükme insanın inanası geliyor.
Lakin Amerikalı dostlarımız (!) belli ki bizi pek de bağımsız saymıyor. Öyle olduğu için de örneğin Ankara’daki ABD Büyükelçiliği sözcüsü, geçen gün Türkiye ile İran arasında imzalanan ve "Türkiye’nin İran ve Türkmenistan’dan alacağı 30 milyar metre küp doğalgazı Avrupa’ya ihraç etmesini" öngören ön anlaşmaya üstelik yakışıksız bir üslupla karşı çıkıyor.
Sözcü Kathy Schalow bu anlaşmayı yapan Türkiye’nin "ahmakça" (o, anlaşmanın hiç akıllıca olmadığını söylüyor) hareket ettiğini ifade ediyor. Bununla kalmıyor, "İran’la her konuda işbirliği yapılmasına karşı olduklarını" vurguluyor. Gerekçe olarak da "BM Güvenlik Konseyi’nin (İran’ın nükleer enerjiyle ilgili çalışmaları nedeniyle) aldığı yaptırım kararlarını" anımsatıyor. "Durum böyle iken İran’ı doğalgaz alanında güvenli bir kaynak olarak görmek akıllıca olmaz" diyor.
Buna karşı bizim yetkililerin "O öyle söylememiş olmalı" diyerek alttan almalarından anlıyoruz ki ABD’ye "Her işimize burnunuzu sokabilirsiniz" diyen de galiba aslında biziz.
Bu anlaşma isabetli mi değil mi konulu bir değerlendirme uzmanlık işi. Nitekim uzmanlardan anlaşmayı endişeyle karşılayanlar olduğu gibi, Türkiye’nin bu sayede giderek önemi artan bir "enerji ana yolu" konumuna geleceğini ve elimizi güçlendireceğini söyleyenler de var. Bu bağlamda belirtmek gereğini duyduğumuz tek husus, anlaşmada adı geçen Türkmenistan’ın bu konuda ne "evet" ne de "hayır" demiş olması...
Bizim üzerinde durduğumuz husus, Türk-Amerikan ilişkilerinin yukarıda değindiğimiz gibi "tek yönlü" olması...
Nitekim dünkü gazetelerde PKK elindeki Amerikan silahları konusunda ilginç bir bilgi vardı:
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül bir televizyon programında, "Silahlar konusunda ABD’ye verilen notaya cevap alındığını" söylemiş. Gül’ün sözleriyle ilgili gazete başlıklarına bakınca sanırsınız ki ABD’yi fena halde haşlamış. Nitekim "ABD PKK’ya silah vermişse ilişkilerimiz darmadağın olur" demiş.
Bunu okuyunca hemen heyecanlanmayın. Çünkü sayın bakan bilinen yumuşatıcı üslubuyla lafın gerisini hemen törpüleyivermiş. "ABD’nin PKK’ya silah verdiği iddialarının Türk-Amerikan ilişkilerini zedelemek için ortaya atılmış olabileceğini" eklemiş. Bir bakıma Washington’un Türkiye’ye vereceği cevabı, onlar adına bizzat sayın bakan söylemiş.
Yanlışlık galiba bizde... Hükümetin en yetkili üyesinin böyle tevillere başvurduğu bir ülkede biz hálá Türkiye Cumhuriyeti’nin ne de olsa bağımsız bir ülke sayılması gerektiğinden söz ediyoruz.
Yazının Devamını Oku 17 Temmuz 2007
MİLLİ Eğitim Bakanlığı’nın bir şeyi doğru yapmaması artık haber değeri taşımadığı için olsa gerek son günlerde ortaya çıkan OKS’de (Ortaöğretim Kurumları Sınavı) öğrencilerin başarı sıralamasını değiştirecek çapta yanlışlıklar yapıldığı haberlerini -Tanrı biliyor- önemsememiştik. Milli (Dini) Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik tutup "Yapılan yanlışlık okyanustaki bir damla gibidir" deyince olayın boyutlarının farklı olabileceğinden kuşku duyduk.
Haksız değilmişiz. Meğer yanlış ne bir imiş, ne de küçük denecek türdenmiş. Anlatalım:
Bakanlık son iki yıldır ilköğretim okulu mezunlarından isteyenlerin girdiği OKS’leri yapıyor.
Bu yıl, 1 milyon öğrenciden 860 bini bu sınavlara girdi. Sınavlarda, 8’inci sınıftaki öğrencilerin yıl içindeki notlarına göre oluşan "İlköğretim Başarı Puanı"nın da dikkate alınacağı biliniyordu. Nitekim okul müdürleri bunları önceden bakanlığa bildirmişti.
Ancak bakanlık bu yıl yeni bir karar aldı. İlköğretim okulundaki öğrencilerin 5-6-7 ve 8’inci sınıflardaki başarı puanlarının da bundan böyle OKS’lerde dikkate alınacağını bildirdi.
Bu karar iki sonuç doğurdu... Birçok müdür, bu puanın kendi öğrencilerinin sınavdan alacağı sonucu etkileyeceğini dikkate alarak öğrencilerinin başarı puanlarını yükseltti. Yani çocuğun ders yılı içinde aldığı notlarla, müdürlüğün bakanlığa bildirdiği puan arasındaki bağ koptu.
Bu durum anlaşılınca bakanlık okullardan "başarı puanlarını tekrar hesaplamalarını" istedi. Lakin puanlarla oynama işi, bilgisayar ortamında karışıklığa neden oldu. İşte bu karmaşa yüzünden OKS’de, eşi belki de görülmemiş bir skandala yol açıldı. Çünkü şişirilmiş puanlarla gerçeği yansıtanlar yan yana gelince haksızlık ayyuka çıktı.
Birinci sonuç bu... Ama eline aldığı her şeyi yanlış yapmakla ünlü Bakan Çelik’e sorarsanız ortada telaş edecek bir şey yok. Tüm işlem baştan sona elden geçirilince sorun çözülecek.
İkinci sonuç daha parlak değil. Çünkü çocuklarımızı eline teslim etmeye mecbur olduğumuz bakanlık, öğrencilere Cumhuriyetin temel değerlerini aşılayıp özümsetmek yerine, onları "sınav her şeydir" anlayışıyla yetiştirdiği için çocuklar sınav sorusu çözmekten başka hiçbir şeye koşullanmıyorlar. Sonuçta -deyimi biz uyduralım- "sınav-o-maniac" kuşaklar doğuyor.
Saygın bir eğitim uzmanı bu durumu, "Bu politikayla arka planda çürüyen bir gençlik yetiştirilmektedir" cümlesiyle tanımlıyor.
Nitekim sakıncalar onunla da kalmıyor... Bakanlık çocuklarımızı eğitmeyi beceremediği için, onları sınava hazırlayan "dershane"ler doğuyor. Çocukları bu sınavlara hazırlayan dershane sayısı 2002 yılında 864 iken, marifetli bakanımızın bu politikaları sonucu sayının 2006’da 4030’a çıktığı bildiriliyor.
Şimdi 5-6 ve 7’nci sınıfların başarı puanlarının da dikkate alınmasına ilişkin karar sonucu çocukları 4’üncü sınıftan itibaren dershane esiri haline getiren uygulama da başlayacak. Tabii dershane sayısı da bugünkünün birkaç katına çıkacak.
Bakan Hüseyin Çelik de, elindeki milyonlarca çocuğu bir kenara bırakıp Yüksek Öğretim Kurumu’nu nasıl düzelteceğine (!?) ilişkin hayallerini kamuoyuna ilan edecek...
Yazının Devamını Oku 15 Temmuz 2007
SEÇİM sandığı yaklaştıkça sinirlerin gerildiği görülüyor. Gerçi bu parti liderlerinin giderek argolaşan üslubundan da anlaşılıyor ama biz seçim yasaklarının hiçe sayıldığı, devlet olanaklarının parti emrine verildiği ve muhalefete yer yer baskı uygulandığı seçim ortamından söz ediyoruz. Birinci örnek, hayli sakin bir kişiliğe sahip olduğunu bildiğimiz Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ’ın seçim bölgesi Erzurum’dan geldi.
Sayın Bakan tüm öteki adaylar gibi esnafla görüşmek amacıyla çarşıda dolaşırken yanındaki "koruma" görevlileri, bir kahvehane önünde oturan gençleri, kalkıp bakanın elini sıkmaya davet etmişler. Bu gereksiz bir tartışma başlatmış. Nitekim 23 yaşındaki Dursun Şahin, "Bunlar devlet haini... Ben bunlar için ayağa kalkmam" deyince iş karışmış. Polise şikáyet edilmiş ve tutuklanmış.
O genç adam önünden bir bakan geçerken kendisine düşen saygıyı göstermiyorsa, terbiyesizlik yapmış sayılır ve o olay orada biter. Áleme terbiye öğretmek polisin işi mi?
Bizim aklımız bu yüzden bir insanın tutuklanmasındaki mantığı da almıyor ama haydi "yargı kararı" diye ses çıkarmayalım. Peki ama Sayın Akdağ olayın büyümesini önlese ve o gencin tutuklanmasına sebebiyet vermese daha iyi olmaz mıydı?
Aslında bu örnek ötekilerle kıyaslanınca "hiç" denecek kadar basit. Örneğin, yasanın "Propaganda yasağı" başlığı altında getirdiği özel sınırlama hükümleri bizzat Başbakan tarafından hiçe sayıldı. Yasaya göre hiçbir bakanın veya öteki devlet görevlisinin 12 Temmuz’dan 23 Temmuz’a kadar, hiçbir propaganda faaliyetinde hiçbir devlet aracı kullanmasına olanak yokken Sayın Tayyip Erdoğan’ın makam aracına sivil plaka takıldı. Böylece başlıbaşına bir skandala imza atıldı.
Gerçi Türk Hava Yolları için "uçak" siparişi verirken "Bize bir de bedavadan makam uçağı verin" demekte sakınca görmeyen, MAN firmasından bedava otobüs isteyen bir Başbakan’ın, yasa tarafından konulmuş yasaklara aldırış etmemesinde şaşılacak bir şeyin olmaması gerekir. Hatta "resmi plaka üstüne sivil plakayı Başbakan bizzat takmış değil ya... Yanındakiler gayretkeşlik etmiş" diyebilirsiniz ama o kişiler eğer Başbakan’dan "aferin" beklemeseler buna cesaret dahi edemezler.
Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Muammer Aydın’ın verdiği bilgiden anlıyoruz ki bu "plaka takma" işi, bir kişinin göze girmek için alelacele yaptığı gayretkeşliğin ürünü değilmiş. Başkan Aydın’a Başbakanlık’tan telefon edip izin istemişler. O da "Yasa açık, resmi araba kullanılamaz diyor" yanıtını vermiş. Ama "Biz yasalardan üstünüz" kafası bu uyarıyı dinlememiş.
Hadi bu da "Başbakanlık’taki birkaç kişinin gayretkeşliği" olsun. Peki iktidar partisi elindeki belediyelerden bazılarının muhalefet partileri afişlerinin asılmasına engel olmasına ne diyelim?
Ya Başbakanlık Sosyal Dayanışma Vakfı’nın (Fak-Fuk-Fon’un) tam seçim arifesinde, üstelik yasanın ruhuna aykırı şekilde herkese kömür dağıtmasına ve yurdun pek çok yerinde seçmene "gıda paketleri" rüşveti vererek Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) propagandası yapmasına ne diyeceğiz?
CHP’nin "tek parti" döneminde yani bundan 60 küsur yıl önce kendisini devlet yerine koymasını eleştiren Tayyip Erdoğan değil miydi? Eğer o yanlış idiyse şimdi AKP’nin yaptığı doğru mu?
Yazının Devamını Oku 14 Temmuz 2007
WASHINGTON’daki Büyükelçimiz Nabi Şensoy geçenlerde, seçim gümbürtüsü arasında kaynayıp gitmesine izin verilmeyecek çok önemli bir açıklama yaptı. Washington’daki gazetecilere: ’’PKK’nın elinde olduğu belirlenen Amerikan menşeli silahların, Kuzey Irak’taki Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesud Barzani’nin liderliğini yaptığı KDP (Kürdistan Demokratik Partisi) tarafından terör örgütüne verildiği" yolundaki tahminlerini iletti.
Şensoy’un bu konuşma sırasında "ABD’nin kendisinin PKK’ya silah sağladığına inanmadığını" belirttiği de haberlerde bildirilmekteydi.
Biliyorsunuz 30 Haziran’da, PKK’dan kaçarak Türkiye’ye sığınan 4 PKK itirafçısı, Şırnak’ın Silopi İlçesi’ndeki Verimli Jandarma Karakolu’nda gazetecilere, "Kandil Dağı’ndaki PKK kampına 2 ABD zırhlı aracının silah getirdiğine şahit olduk" demişlerdi. Bu iddia hem Ankara’daki ABD Büyükelçiliği hem de Washington’daki resmi ağızlar tarafından hemen yalanlanmıştı.
Anlaşılan bu yalanlamaların Türk kamuoyuna artık pek de inandırıcı gelmediği düşünülmüş.
Sayın Nabi Şensoy’un "ABD’nin kendisinin PKK’ya silah sağladığına inanmadığı" yolundaki sözleri işte o inandırıcılık açığını kapatmayı amaçlıyor olmalı.
Lakin bu sözler zihinlerdeki tüm soruları yanıtlamaya yetmiyor. Nitekim Şensoy, "ABD bizzat silah vermiyordur" anlamında konuşsa bile, "Öyleyse bu silahları kim veriyor?" sorusu yanıt bekleyecektir.
Şensoy, "KDP Başkanı Mesut Barzani"yi anlaşılan bu amaçla gösteriyor olmalı...
Ancak bu da yetmiyor...
Bu noktada akla Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’ın ABD’nin adını vermemeye dikkat ederek yaptığı bazı açıklamalar ve suçlamalar geliyor.
Bilindiği gibi Büyükanıt, genel olarak Batılı ülkelerin PKK’ya verdiği destekten yakınmaktadır.
PKK itirafçılarına inanmayalım... Nabi Şensoy’un dediklerini kabul edelim ama bir gerçek var ki, tüm dünyadaki "terör" örgütlerine karşı savaş açtığını ilan eden ABD, kendisi tarafından da "terör örgütü" ilan edilen PKK’ya gelince, kılını kıpırdatmıyor.
Dahası ABD, fiilen kendi egemenliği altında bulunan Kuzey Irak’taki PKK’nın lojistik yollarını kesmeyerek, kolayca yakalayıp Türkiye’ye teslim edebileceği kadrolarına dokunmayarak ona zaten yeterince destek vermektedir.
Ondan da önemlisi, sayalım ki koşullar ABD’nin bu aşamada bu tür operasyonlar yapmasına izin vermiyor... Lütfen söyler misiniz? 1964’te Kıbrıs’a -uluslararası anlaşmalara dayanarak- müdahalede bulunmamız gündeme gelince, ABD Başkanı Lyondon Johnson o tarihteki Başbakan İsmet İnönü’ye mektup yazıp, "Size verdiğimiz silahları, bizim rızamız olmadan kullanamazsınız" dememiş miydi?
Sonra yani 1974’te Kıbrıs’taki Türkleri katliamdan kurtarmak için ABD silahları kullanarak Barış Harekátı yaptık diye Türkiye’ye "silah ambargosu" koyan ABD değil miydi?
ABD’nin gücü, Barzani’ye "O silahları PKK’ya veremezsin" demeye de yetmiyor mu?
Yazının Devamını Oku 13 Temmuz 2007
HANİ insanlar için denir ya, "Yedisinde ne ise yetmişinde de o’dur" diye... Galiba kadim dostumuz (!) Almanları da değiştirmek mümkün olmayacak... Nitekim İkinci Dünya Savaşı’ndan aldıkları dersle, "demokrasi, eşitlik, insan hakları, hukuk" gibi temel değerleri bugüne kadar başarıyla uyguladıklarını düşündüğümüz sırada, tuttu eski huyları depreşti...
Ve bir zamanlar Yahudilere karşı uyguladıkları "ırkçı" politika, döndü dolaştı, Federal Meclis’in iki kanadından da geçen yeni "Göç Yasası" ile Türkler için hortladı.
Daha önce de değinmiştik ama, seçim hayhuyu içinde gürültüye gitmiş olabilir diye bu ağır suçlamayı neden yaptığımızı özetleyelim:
Biliyorsunuz Almanya’da 3 milyona yakın Türk bulunuyor. Bunlardan bir kısmı Alman vatandaşlığına geçmiş durumda.
Ama ister Alman vatandaşı olsun, ister olmasın, bir Türk eğer evlenir de eşinin de kendi yanına gelmesini isterse, bundan böyle tam anlamıyla yandı demektir.
Çünkü yeni yasa -örneğin- kocasının yanına gidecek olan eşin Almanya’ya girmeden önce "yeterince Almanca bilip bilmediğini" ortaya koyan bir sınavdan geçmesini emrediyor. Örneğin 10 yahut 20 yıl önce Alman vatandaşı olan Ahmet, tutar Türkiye’de yaşayan bir Türk kızıyla evlenirse, eşini yanına alabilmesi için Fadime’nin "dil sınavını" kazanması gerekecek. Ama aynı Ahmet, Amerika’lı, İsrail’li, Güney Kore’li bir kadınla evlenirse eşi Almanca’nın "A"sını bilmese bile, elini kolunu sallayarak Almanya’ya girecek.
Dahası... Diyelim ki Ahmet gibi sonradan değil de doğuştan Alman vatandaşı olan Hans adında biri Türkiye’den Ayşe ile evlendi ve eşini Almanya’ya götürmek istedi... Yasa bu takdirde Ayşe’nin "Almanca bilmesini" hiç de gerekli saymıyor.
Şimdi söyler misiniz? Aynı koşulları taşıyan iki insana sırf farklı ulusal kökenden geldiği için farklı işlem yapılmasını emreden yeni Göç Yasası "ırkçı" bir görüşü yansıtmıyorsa neyi yansıtıyor?
İşte bu "hukuk skandalı"nı protesto etmek için Almanya’daki Türkler kapsamlı ve örgütlü bir tepki ortaya koydular. Alman hükümetinin orada yaşayan yabancı kökenli azınlıklarla diyalog geliştirme amacıyla düzenlediği "Uyum Zirvesi"ne katılmadılar. Bir başka deyişle Federal Almanya Başbakanı Angela Merkel’in dün kendileriyle görüşme amacıyla yaptığı çağrıyı protesto ettiler.
Gerçi bu olayı izleyen Hürriyet Temsilcisi Ahmet Külahçı hem sütununda hem de toplantıda onların görüşlerini dile getirdi. Ayrıca Almanya Türk Toplumu Başkanı Kenan Kolat da tepkisini "Bir yerde Türk toplumunun ’DUR! demesi gerekiyordu. Biz de ’DUR!’ dedik" sözleriyle ifade etti. Ama şimdilik belli olan o ki, tepkiler Alman hükümetini ikna etmeye yetmedi.
Buna rağmen çare henüz tükenmedi. Örneğin Federal Almanya Cumhurbaşkanı’nın bu yasayı imzalamaması ve yürürlüğe girmesini engellemesi hálá mümkün. Keza yasanın Anayasa’ya ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olduğu çok açık. Gerekirse kavga oralarda kazanılacak.
Yazının Devamını Oku