Oktay Ekşi

Başlamadan berbat etmek

29 Temmuz 2007
ZAFER Üskül Hoca hızlı başladı dedik dün. O kadar hızlı başladı ki daha "Bismillah" demeden lafa, "Anayasa’dan -kendi deyimiyle- Kemalist ideolojiyi atalım" cümlesiyle girdi. Sadece biz değil, Anayasa Profesörü İbrahim Kaboğlu da hayret etmiş Zafer Üskül’ün bu acelesine...

Nitekim Üskül’ün, bundan 5-6 yıl önce birlikte hazırladıkları bir Anayasa önerisinde Atatürk’ün genel esin kaynağı olarak alınmasına karşı olmadığını anımsatıyor.

Zafer Üskül dün gazetecilere bu sözlerinin dayanağı olarak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin "Seçim Beyannamesi"ni göstermiş. "Bizim sivil anayasa yaklaşımımız (AKP’nin) seçim bildirgesinde var. Bizim görüşümüz bu" demiş.

Oysa AKP’nin Seçim Bildirgesi’nde "renksiz yasa yapmak" diye bir vaat yok.

Evet "Atatürk veya Atatürk milliyetçiliğinden" söz edilmiyor ama;

"Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. Anayasamızın değişmez hükümleri ile belirlenmiş olan bu nitelikler bir bütündür ve Cumhuriyetin temel değerleridir.

Bu niteliklerden biri diğerine tercih edilemeyeceği gibi, birbiri aleyhine de kullanılamaz. AKP, Anayasa’da tarifini bulan bu temel değerlerin bütünlüğünün savunucusu ve bu bütünlük üzerine yükselen Türkiye’nin güvencesidir"
deniyor.

Bu kadar açık ifadeye rağmen Üskül Hoca’nın cinlik yapması ve Anayasa’nın 2’nci maddesini ve o maddenin açık şekilde atıfta bulunduğu Başlangıç kısmını yok saymaya kalkması yakışık alıyor mu?

AKP’nin Seçim Bildirgesi’ndeki ifadenin, Anayasamızın;

"Türkiye Cumhuriyeti (...) Atatürk milliyetçiliğine bağlı (...) demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir" şeklindeki 2’nci madde hükmünü kapsamadığı savunulabilir mi?

Kaldı ki AKP’ye giriş kaydının henüz mürekkebi bile kurumamış olan Zafer Üskül’ün kamuoyuna "AKP’nin politikası" imiş gibi gösterdiği sözlerini, AKP’nin kurucularından İstanbul milletvekili ve Anayasa Profesörü Burhan Kuzu ve hukukçu Ertuğrul Yalçınbayır ile yıllardır AKP Meclis Grup Başkan Vekili olarak sorumluluk üstlenen Salih Kapusuz da doğrulamıyor.

Bu durumda Üskül’ün ya kendiliğinden böyle bir gayretkeşlik yapmış olması yahut da şimşekleri üstüne çekme pahasına, birileri adına kamuoyunun tepkisini ölçmek istediği ihtimali akla geliyor.

Bunlardan hangisinin gerçeği yansıttığını AKP’nin Anayasa projesi ortaya çıkınca anlayacağız.

Ama yeri gelmişken Üskül Hoca’nın "Anayasalar bütün ideolojilere eşit mesafede durmalıdır. Renksiz olmalıdır" sözüne de değinelim:

Bu söz açık konuşmak gerekirse, -Sayın Sabih Kanadoğlu’nun dün ifade ettiği gibi- Atatürk’ün kurduğu bağımsız "ulus devlet"i içine sindiremeyenlerin önce "ulus devleti tasfiye etme" özlemlerinin ifadesidir.

Kaldı ki "Anayasa’nın renksiz olması" teorik açıdan arzuya uygun düşse bile pratikte hemen her devletin anayasası, o devletin kuruluş felsefesini yansıtır. Örneğin Federal Almanya Anayasası o nedenle "Nazizme" kapalıdır (Madde 18 ve 21/2). İtalya Anayasası da "kapatılmış faşist partisinin herhangi bir şekilde yeniden kurulması yasaktır" diyen Geçici 12’nci maddesi ve Savoia Hanedanı’na koyduğu yasaklarla anayasal rejimin duyarlı olduğu hususlarda güvenceler oluşturmuştur.
Yazının Devamını Oku

Bu acele neyin nesi?

28 Temmuz 2007
ZAFER Üskül Hoca biraz acele etti. Daha yemin edip de TBMM’de fiilen milletvekilliği görevine başlamadan tuttu "Anayasa’da Atatürk ilke ve devrimlerine gerek olmadığını" söyledi.<br><br>İnsanın aklına "Acaba birkaç gün sonra ’Laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma (...) namusum ve şerefim üzerine yemin ederim’ demek ağırına mı gitti?" sorusu geliyor. Ama bugüne kadar Atatürk devrimleri ve ilkeleriyle çatışan bir beyanı olduğunu anımsamadığımız için "Hayır! Zafer Üskül’ün böyle bir sorunu yoktur" diyebiliriz.

O zaman, "Peki ama durup dururken bu nereden esti?" sorusuna yanıt aramak gerekir.

Gerçekten dünkü Sabah Gazetesi’nde eski solcu, yeni Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Mersin Milletvekili Zafer Üskül’ün "sivil ve renksiz bir Anayasa" istediği belirtildikten sonra, "1982 Anayasası Kemalizm ideolojisini mi yansıtıyor?" şeklindeki soruya şu yanıtı verdiği bildiriliyor:

"Anayasa’nın Başlangıç bölümünde ve birçok maddesinde bu var. Yeminde de var mesela. Atatürk milliyetçiliği var, Atatürk ilke ve inkılapları var. Bütün bu kavramlar (...) ideolojiler siyasi partilerin işidir. (...) Anayasalar bütün ideolojilere eşit mesafede durmalıdır. Renksiz olmalıdır. Biz bunu renksiz bir Anayasa olarak tanımlıyoruz. Avrupa Anayasa anlayışı da böyledir."

Bu tür sözleri Refah Partisi milletvekillerinden duymuş, Atatürk devrim ve ilkelerini olabildiği kadar Anayasamızdan, devlet yaşamımızdan, okullardan ve günlük hayattan tasfiye etmeye meraklı yazarlardan okumuştuk. Ama Zafer Üskül’den de duyunca içimizden, "Zafer Üskül Hoca ya yeni girdiği siyasi partiye uyum sağlamak amacıyla bu çıkışı yaptı yahut da kendisinin artık bir bilim adamı sıfatıyla değil, siyasetçi sıfatıyla konuştuğunu henüz anlayamadı" demek gereğini duyduk.

Bilim adamının bildiği doğruyu çevreye, koşullara bakmadan söylemesi hem mümkün hem de görevidir.

O sözleri yadırgayabilirsiniz, karşı çıkabilirsiniz ama çok çok onların bilimsel açıdan doğru olup olmadığına ilişkin kanaatinizi söyleyebilirsiniz. Mesele orada biter.

Ama siyasetçi, "içinde bulunduğu koşullarda neyin doğru ve mümkün olduğunu" göz önünde tutmak ve ağzından çıkacak lafı bu değerlendirmenin ışığında yapmak durumundadır.

Zafer Üskül bu sözleri eğer "bilim adamı" kimliğiyle söylediyse, ona sormak gerekir:

Bunca yıl Anayasa hocalığı yaptınız. Son olarak TÜSİAD adına, merhum Bülent Tanör’ün 10 yıl önce hazırladığı "Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri" isimli Anayasa projesini gözden geçirip yenilediniz. Ayrıca "BİA Haber Merkezi" isimli internet sitesinde 2001 yılından bu yana yayımladığınız Anayasa konulu makalelerinizde de, gazetelere verdiğiniz mülakatlarda da "Anayasa’daki Atatürk milliyetçiliği de Atatürk ilke ve devrimlerine bağlılık isteyen hükümler de fazladır" demediniz -veya başka yerde dediniz de biz göremedik-. Eğer saptadığımız gibi, daha önce demedinizse, şimdi bu gayret neyin nesi?

Zafer Üskül Hoca’yla bu sohbetimize devam edeceğiz.
Yazının Devamını Oku

Cumhurbaşkanlığı ve Gül

27 Temmuz 2007
BİR paragraflık -hatta üç dört cümlelik- bir mesajı vermek için 45 dakika konuşur, lafı eveler geveler, "Ben bu koşullarda cumhurbaşkanlığına adaylığımı koyuyorum" deme cesaretini bile gösteremezseniz, nasıl bir tepki alırsınız? Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün önceki gün yaptığı basın toplantısı metnini okuyunca bu sütunda o yüzden, "böyle bir konuşmaya bir makale ayırmanın gereksiz olduğunu" yazmıştık.

Ama o konuşmayı temel almasak da konuyu işleme zorunluluğu var. Çünkü özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) çevrelerinde hálá bir belirsizlik hüküm sürüyor.

AKP çevrelerinde belirsizlik demek, "Tayyip Erdoğan’ın kararı henüz belli değil" demektir.

Tayyip Erdoğan anımsanacağı gibi seçim kampanyası sırasında son derece net bir ifadeyle, yeni Cumhurbaşkanını hem "TBMM’nin seçeceğini" yani "21 Ekim’de yapılacak referanduma artık bel bağlamadığını" hem de "yeni adayın yeni koşullarda belirlenmesi gerektiğini" söylemişti.

Eğer Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını içtenlikle destekliyor olsaydı, o günlerde en azından "Koşullar aksini yapmaya dayatmazsa Abdullah Gül’ün adaylığını desteklemeye devam edeceğiz" türü bir laf edebilirdi.

Kaldı ki partinin önemli isimlerinden Bülent Arınç da seçim kampanyası sırasında "Ben hálá adayım" türü laflar eden Abdullah Gül’ü uyarmak ve "O iş geride kaldı" mesajını vermek zorunluluğunu duymuştu.

Bunlar gösteriyor ki Abdullah Gül’ün adaylığı henüz AKP içinde de netleşmiş bir husus değil.

Dahası... Abdullah Gül’ün önceki günkü basın toplantısında sarf ettiği bazı sözlerin de partinin üst kademelerinde memnuniyetsizlik yarattığını sanıyoruz.

Biliyorsunuz Abdullah Gül kendisine "Aday olma konusundaki kararınız nedir?" diye soran gazeteciyi yanıtlarken:

"Benim kararım; deminden beri söylediklerim gayet açıktır. Benim herhalde meydanların işaretini görmemezlikten gelecek halim yoktur" demiştir.

Bu söz, son milletvekili genel seçiminin "Abdullah Gül cumhurbaşkanı olsun mu olmasın mı?" sorusuna milletin verdiği yanıtı öğrenmek amacıyla yapıldığı anlamına geliyor.

Oysa biz kendisinin olmadığı meydanlarda "Gül cumhurbaşkanı olsun!" diye bağıran ne bir kişiyi anımsıyoruz ne Tayyip Erdoğan’ın seçmene "Gül cumhurbaşkanı olsun mu olmasın mı?" türü bir soru yönelttiğinden haberdarız.

Böyle bir mesele yok idiyse Gül’ün "meydanların işaretini" nasıl gördüğü nereden anlaşılacak?

Biz son seçimin, AKP’nin dört buçuk yıllık döneminin hesabını soranla o hesabı veren arasında geçtiğini düşünüyoruz. Cumhurbaşkanlığı seçiminin o paket içindeki konulardan biri olduğuna inanıyoruz.

Peki Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçilsin mi diyecek olursanız yanıtını verelim:

Başarısız bir Dışişleri Bakanlığı eğer bir insanı cumhurbaşkanı yapmak için yeterli bir sebep ise, neden olmasın?
Yazının Devamını Oku

Ağar’ın hatası o muydu?

26 Temmuz 2007
DIŞİŞLERİ Bakanı Abdullah Gül’ün 45 dakika konuşup "Cumhurbaşkanı adaylığının devam ettiğini" ihsas etmek dışında bir şey söylemediği basın toplantısını yorumlamak için bir makale ayırmak sanırız ki gereksiz olur. O nedenle biz seçim sonuçları bağlamında değinmediğimiz Demokrat Parti konusuna bakmak istiyoruz. Aslında bu fırsatı Sayın Mehmet Ağar’ün dünkü Hürriyet’te yayımlanan sözleri verdi. Ağar’ın seçimden niçin fena halde yenik çıktığını açıklarken, "TBMM’de cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında, salona girmeyerek büyük bir hata yaptık. Vatandaş bu tavrı benimsemedi. Bu hatayı bütün seçim kampanyası boyunca tamir edemedik" demesinden anlıyoruz ki, bu sözlerle yeni bir hata daha yapıyor.

Yanlış anlaşılmamak için belirtelim:

Cumhurbaşkanlığı seçimine katılmamak, kendi oy tabanında sorun yaratmış olabilir. Buna itirazımız yok. Ama Ağar’a seçimi asıl başka hataların kaybettirdiğine inanıyoruz. Bunlardan birini herkes biliyor. Eminiz kampanya sırasında "Cumhurbaşkanlığı seçiminde oy kullanmayarak hata yaptınız" diyenlerin en az üç beş misli insan "Anavatan Partisi ile birleşme sürecini başarısızlığa uğratarak büyük hata ettiniz" demiştir.

Eğer öyle olmasaydı Ağar kampanyanın başında, ortasında sonunda, kısaca her fırsatta kamuoyuna "Birleşme süreci bitmemiştir. Bu süreç seçimden sonra tamamlanacaktır" demek gereğini duymazdı.

Bizce Ağar’ın asıl affedilmez hatası budur. Bu hata sadece -yeni bir umut olarak siyaset sahnesine çıkan- Mehmet Ağar’ın Genel Başkanlık’tan ayrılması ve partisinin Meclis dışında kalması sonucunu verseydi yine de hafif sayılabilirdi. Bu hata DYP-Anavatan birleşmesini yıkmakla da kalmadı. Bu hata, seçimlerde hep merkez sağı destekleyen yüzde 65-70’lik kitleyi, bir daha geri alınması çok zor şekilde Adalet ve Kalkınma Partisi’ne kaptırdı.

Doğrusu şu ki Sayın Ağar’ın hálá yeterince açıklığa kavuşmamış bir başka hatası da bütün bunları hazırlamıştır. O hata, 2002 seçimine sahte belgeyle giren DEHAP’ın sahtekarlığı mahkeme kararıyla ortaya çıkıp da ona verilen 1 milyon 960 bin oy geçersiz hale gelince yapıldı. O sırada Yüksek Seçim Kurulu ya bu oyları "geçersiz" ilan edip Meclis’teki sandalye dağılımını tüm geçerli oylardan bu miktarı düşerek yeniden yapacaktı yahut da "Olmuş bir kere... Artık bu böyle gitsin" anlamına gelen bir yol izleyecekti.

O tarihte DYP Genel Başkanı olan Mehmet Ağar eğer partisinin hakkına sahip çıksa ve DEHAP oylarının geçersizliği nedeniyle Meclis’teki sandalye dağılımının yeniden yapılmasını talep etseydi, sanırız Yüksek Seçim Kurulu, DEHAP oylarını geçerli saymaya cesaret edemezdi. Bunun sonunda, 2002’de zaten yüzde 9.54 oranında oy alan DYP ile yüzde 8.36 oranında oy alan MHP barajı geçerdi. Meclis’te 50-60 sandalyeye sahip olan DYP de son seçime güçlü bir kadroyla girerdi.

Mehmet Ağar’ın -gözlemimiz yanlış değilse- bir başka hatası daha oldu:

Genel Başkanlık, aslında mütevazı ve sevimli bir insan olan Ağar’ın ayağını yerden kesti. Çevresinin ağına düştü. Nüzhet Kandemir gibi birkaç kişinin varlığı bunu düzeltmeye yetmedi.

Ağar keşke uçmak için acele etmeseydi.
Yazının Devamını Oku

Baykal’a sorarsanız...

25 Temmuz 2007
TEMPO yine hızlandı. Seçim sonuçlarını yeterince analiz etme fırsatı olmadan Deniz Baykal çekilecek mi? Abdullah Gül yeniden cumhurbaşkanlığına aday olacak mı soruları başta olmak üzere pek çok konu gündemi işgal etmeye başladı.

Bu durumda "sonuç analizi" konusunu yeri geldikçe ele alıp öncelik taşıyan Deniz Baykal’ın CHP Genel Başkanlığı’ndan çekilmesi gerekli mi değil mi sorusuna eğilmek istiyoruz.

Baştan belirtelim ki biz Deniz Baykal’ın seçim kampanyasını -eğer o kampanya son iki aylık çabadan ibaret ise- başarılı buluyoruz. Baykal son derece dinamik idi. Halka meydandaki insanın diliyle hitap etmekte başarılıydı. Seçim polemiklerinde en az rakibi Tayyip Erdoğan kadar -zaman zaman ondan çok daha- iyiydi.

Partinin afişleri, medyayı kullanma becerisi, verdiği kampanya ilanları genelde etkileyici, hızlı ve daha da önemlisi tam da hedefe yönelikti... Başbakan’ın oğlunun aldığı gemi... "Yalanını da git!..." ilanı akılda kalan etkili kompozisyonlardı.

Ama CHP sonuç alamadı. Çünkü CHP örgütü, daha önceki seçimlerde olduğu gibi bu defa da seçime hazırlık niteliğinde çalışma hiç yapmamıştı. Oysa Adalet ve Kalkınma Partisi son dört yılı, "yarın seçim yapılacakmış gibi" sistemli bir çalışmayla geçirmişti. O nedenle başta Baykal olmak üzere Genel Merkez bu yenilginin sorumlusudur denirse, yeridir.

Ama anlaşılan o ki Baykal ortada bir yenilgi görmemektedir. Ona göre sadece "kendisini tatmin etmeyen bir sonuç" söz konusudur. Sanki tek başına iktidara gelmeyi bekliyormuş da koalisyon kabinesi kurmaya mecbur olmuş bir parti lideri gibi...

Oysa CHP açık olmalı ve AKP karşısında ciddi ve ağır bir yenilgiye uğradığını görmeli, kabul etmelidir. Aksini düşünmek "Deniz Baykal iktidar olmayı istemiyor. Hatta ondan korkuyor. Ona ana muhalefet lideri olmak yetiyor" diyenlerin haklılığını teslim etmek olur. Bizce böyle bir gerçek, "iktidara gelmek" için mücadele edip yenik düşmekten çok daha vahimdir.

Maalesef ortadaki veriler bu vahim iddiayı doğrular türdendir. Çünkü dün gazetecilere "sonucu tatmin edici bulmasa da CHP’nin aldığı oy sayısının bir önceki seçimden 1 milyon 200 bin fazla olduğunu" söylemenin "ana muhalefette kalmayı yeterli bulmak" dışında bir gerekçesi olamaz.

Daha da vahimi Sayın Baykal, onunla kalmıyor. İşine geldiği zaman CHP’yi 9 Eylül 1922’den başlatıyor. O zaman CHP -bizce haklı olarak- "Devlet kuran parti" oluyor. Geçmişin bütün parlak eserlerine ve 1977’de yüzde 41.4’ü bulan oyuna sahip çıkıyor. Ama bir seçim yenilgisi ardından hesap vermek zorunda kalınca onları unutup "Partiyi kurduğumuz 1992 yılından itibaren girdiğimiz her seçimde kazanamamamız durumunda bırakmamız mı gerekirdi? Yüzde 4.70’i, şimdi yüzde 20’lerin üzerine çıkardık" diyor.

Oysa o hesap da bizce doğru değil. Çünkü Baykal şimdi, 1994 yerel seçimlerine katılarak yüzde 13.5 oy almış SHP’nin, yüzde 8.7 oy almış DSP’nin yani toplam yüzde 26.9 oyun da hesabını vermek durumunda. Çünkü hepsinin várisi olarak konuşuyor.

Baykal 85 yaşına gelmiş CHP’yi "kurumlaşmış bir noktaya getirmeye" çalıştığını söylerken zaten partideki durumun vahametini ilan etmiş oluyor. O zaman da "Durumu inceleyeceğiz, gereken yapısal değişiklikleri yapacağız" türü, eskiden de benzerini kendisinden çok duyduğumuz sözler maalesef inandırıcı olmuyor.
Yazının Devamını Oku

Sonuçların sonuçları...

24 Temmuz 2007
SEÇİMLERDEN sonra yorum yapmak pek de sevimli bir iş değildir. Futbol maçlarından sonra spor yazarları nasıl maçı kaybeden takımın üstüne çıkıp tepine tepine döverlerse seçim sonuçları ortaya çıkınca siyaset yorumcuları da üç aşağı beş yukarı aynı şeyi yaparlar.<br><br>Aynı kalemler, kazanan parti için de olağanüstü bonkörce övgüler düzerler. Hemen söyleyelim... Bunda ayıplanacak bir şey de yoktur. Çünkü olayın tabiatı yenilene vur abalıya hesabı saldırmayı, kazananı da gerekçe bulup övmeyi tabii kılar.

Bu genel değerlendirmeyi yaptıktan sonra izninizle biz de kendi düşüncelerimizi yazalım:

Tartışılmayacak kadar açık olan gerçek, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) bu seçimden büyük bir zaferle -hatta lider Tayyip Erdoğan’ın da tahmininden büyük bir zaferle- çıkmış olmasıdır.

Bu noktada bize düşen tüm olgun demokrasilerde olduğu gibi, "ülkeyi önümüzdeki dört/beş yıl boyunca yönetme yetkisini alan iktidarı, politikalarını uygulamada -ülkenin ve rejimin temel değerleriyle oynamadıkça- rahat bırakmak"tır.

Yanlış bir anlamaya meydan vermemek için hemen ekleyelim:

İktidarı rahat bırakmak, onu eleştirmemek demek değildir. Yanlışlarını söylememek değildir. Ama o politikalara karşı yıkıcı, engelleyici tertiplere girmemektir.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, seçimi kazanan parti lideri sıfatıyla önceki akşam AKP balkonundan halka yaptığı konuşmada verdiği mesajlar bu açıdan yüreklendiricidir. Çünkü Erdoğan, "Hepimizi birleştiren ortak değer ve hedeflerimiz var. Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olan cumhuriyetimizi daha da yükseklere taşıyacağız. Milletimizin değerlerinden ve cumhuriyetimizin temel niteliklerinden asla taviz vermeyeceğiz" diyerek kendini taahhüt altına sokmaktadır.

Ancak burada bir noktayı anımsatmak gerekir:

Hafızalarda Tayyip Erdoğan’ın 3 Kasım 2002 seçimini kazandığı gece söylediği buna çok benzeyen sözlerin izleri hálá tazeliğini korumaktadır.

Gördüğümüz bir başka gerçek de şu ki, geçen seçimde -yani 2002’de- Doğru Yol Partisi ile Anavatan Partisi’nin oylarını alarak merkez sağa oturan AKP bu son seçimde yerini pekiştirdi. Gösterdiği adaylar ve kampanya sırasındaki söylemleriyle de merkez sağdan daha sağa kaymak gibi bir eğilimi olmadığı izlenimi verdi.

Bu değerlendirmemizin yanlış olup olmadığını önümüzdeki aylarda göreceğiz. Ancak eğer yanılmıyorsak bunun Cumhuriyetimizin temel değerleri açısından umut verici bir durum olacağını şimdiden söyleyebiliriz.

Merkez sağa yerleşen bir partiyi oradan kaldırabilmenin hiç de kolay olmadığını, 1950’den bu yana geçen siyasi hayatımız çok açık şekilde ortaya koymaktadır.

Ne var ki bu şans önce Turgut Özal’ın ANAP’ı, sonra da Süleyman Demirel’in Doğru Yol Partisi’ni "Cumhurbaşkanı" olmak uğruna bırakmaları sonucu elden kaçırılmıştır.

Hele AKP, bu seçimle daha da netleşen "kitle partisi" niteliğini koruduğu sürece ANAP’lılar ile eski Doğru Yol şimdiki adıyla Demokrat Parti kadrolarının işi çok daha zordur.
Yazının Devamını Oku

Bir seçim hikáyesi...

23 Temmuz 2007
DÜNKÜ seçimlerin sonuçları gelince hafızamız bizi 1954 seçimlerine götürdü:<br><br>O tarihte, merhum Falih Rıfkı Atay’ın "Dünya" gazetesinin Ankara Bürosu’nda görev yapan genç bir muhabir idik. Büro şefi yani gazetenin Ankara Temsilcisi merhum Necdet Evliyagil idi. Seçim öncesinde biz de çevremizdeki birçok insan gibi, 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti’yi (DP) iktidara getiren seçmenin "pişmanlık" duyduğunu düşünüyorduk. Çünkü geçen 4 yıl boyunca iktidarın yaptığı partizanlıklar, devlet yönetimine getirdiği kuralsızlıklar, giderek kendini daha fazla belli eden keyfilikler kamuoyunu çok rahatsız ediyordu.

Gerçi 1951’de yapılan ara seçimlerde seçmenin DP’ye desteğini sürdürdüğünü görmüştük ama, o nihayet beş altı ilde yapılan seçim olduğu için pek çok insan gibi biz de önemsememiştik.

DP iktidarının halkevlerini kapatmak, Köy Enstitülerini iğdiş etmek, CHP’nin tüm mal varlığına yasayla el koymak gibi aklı başında herkesi isyan ettiren uygulamaları kanımızca seçmenlerin affetmeyeceği şeylerdi.

Derken 2 Mayıs 1954 tarihi yani seçim günü geldi. Necdet Evliyagil’le kendimizi CHP’nin iktidara geleceğine hazırlamış olarak bürodan oraya buraya telefon etmeye ve gelen bilgileri alt alta yazarak sonuç çıkarmaya başladık.

Gelen ilk haberler iyi idi. O tarihteki 67 ilden CHP’nin kazanmakta olduğu izlenimini verenler bayağı uzunca bir liste oluşturmaktaydı. Ama zaman geçip de yeni haberler akınca CHP’li illerin listesi kısalmaya, DP’nin listesi uzamaya başladı.

Derken gece saat 24.00’ü geçe birkaçı hariç 67 ilin nerdeyse tamamının DP’ye gittiğini kabul etmek zorunda kaldık.

O gece uyumadık. Sabahın erken saatlerinde "CHP Genel Merkezi’ndeki durum ne?" diye, Ziya Gökalp Caddesi’ndeki Genel Merkez’e gittiğimiz zaman karşımıza partinin emektar kapıcısı Hüseyin Efendi çıktı. İçeride kimsenin kalmadığını, kendisinin de temizlik yapıp uyumaya gideceğini söyledi. Biraz deşince öğrendik ki ilk haberler gelince orada da "Kazanıyoruz" heyecanı doruğa çıkmış. Kendi aralarında "Acaba Şemseddin Günaltay mı yeniden başbakan olur yoksa Nihat Erim mi?" tartışması başlamış. Birileri "Partinin Genel Sekreteri Kasım Gülek dururken, onların başbakan olması yakışık almaz" diye itiraz etmiş. Ama durum anlaşılınca birer ikişer kaybolup evlerine gitmişler.

Nitekim CHP, bir önceki seçimde 69 olan sandalye sayısını 1954’te 31’e indirdi. Demokrat Parti’nin sandalyesi ise 1950’de 415 iken 1954’te 502’ye çıktı.

Oy oranlarını da söyleyelim ... CHP’nin 1950’deki oy oranı yüzde 39, DP’ninki yaklaşık yüzde 53 iken 1954’te CHP yüzde 35 küsura indi. DP’nin oyu ise yüzde yaklaşık 58’i buldu.

Sonra ne mi oldu?

Seçim sabahı CHP yıkılmış gibiydi. Bir tek İsmet İnönü ile Kasım Gülek yılmadı. İkisi de "Demek daha fazla çalışmamız lazımmış" diyerek 3 Mayıs sabahı kolları sıvadılar. Ve gerçekten durmadan çalıştılar.

DP liderleri ise "Millet bizim arkamızda... Şimdi ülkeyi istediğimiz gibi yönetiriz" dediler. Önce Osman Bölükbaşı’yı seçip Meclis’e gönderdi diye Kırşehir’i ilçe yaptılar. Eskiden Kırşehir’in ilçesi olan Nevşehir’i "il" yaparak Kırşehir’i ona bağladılar. Sonra "Basını susturma" yasaları çıkardılar.

Hikáyenin gerisini anlatmaya gerek var mı? Zaten yer de kalmadı...
Yazının Devamını Oku

Oy vermek yetmiyor...

22 Temmuz 2007
MEYDANLARDAKİ kavga bitti. Sıra bu satırların yazıldığı cumartesi gününden, bu yazıyı okuduğunuz pazar günü akşamına kadar kafalarımızı dinlemeye geldi. O arada elbet, özlediğimiz bir Türkiye için sandığa giderek oy verip sonuçların açıklanmasını bekleyeceğimiz bir süreci yaşayacağız.<br><br>Ama sadece oy vermekle iş bitmiyor. Sandıkların başında Sandık Kurulu üyelerinin olması yeterli güvence oluşturmaz. Hatta orada parti gözlemcilerinin bulunması da -deneyimlerin gösterdiğine göre- verdiğimiz oyun son noktaya kadar yansıtılmasına yetmeyebiliyor.

Çünkü kurul üyelerinin birbirlerini ikna etmeleri, çabuk yorulan ve bıkan üye ve gözlemcilerin zaafından, öteki üyelerin veya öteki parti temsilcilerinin insafsızca yararlandığı biliniyor. Bu yüzden, sandıktan çıkan sonuçların bir üst kademe olan İlçe Seçim Kurulu’ndaki "birleştirme" işlemine başka şekilde aktarıldığı hayli sık görülüyor.

Yasanın 108’inci maddesi bu "birleştirme" işlemi sırasında "siyasi partilerin aday ve müşahitleri (gözlemcileri) ve bağımsız aday ve müşahitlerinin, istedikleri takdirde hazır bulunacaklarını" emrettiği için kimse onlara engel olamaz.

O yüzden hem İlçe Seçim Kurulu’ndaki işlemlerin açıkta yapılmasını sağlamak gerekir hem de sonuçlar İl Seçim Kurulu’na bildirilinceye kadar işin peşini bırakmamak şarttır.

"Uykum geldi, benim yerime sen bak" diyerek görevi terk eden gözlemci veya partili, hem kendisine, hem de desteklediği partiye ve adaya ihanet ettiğini peşinen kabul etmelidir.

O nedenle İlçe Seçim Kurulu’nda yapılan birleştirme, yani sandık sonuçlarını toplayıp İl Seçim Kurulu’na bildirme işlemi, seçimlerin en hassas ve en kritik aşamasıdır. O yüzden çok önemlidir.

Eğer İlçe Seçim Kurullarındaki toplamanın yanlış yapıldığını zamanında yakalayamazsanız çabalarınız işe yaramaz. Çünkü çoğu kez o yanlışı siz yakalayıncaya kadar "itiraz süresi" biter. Ondan sonra çatlasanız da haklı olduğunuzu kimseye anlatamazsınız.

Dahası... İtirazı yasanın koyduğu koşullara uygun şekilde yapmazsanız, yine işe yaramaz. O nedenle hem çok uyanık hem de çok dikkatli olmak gerekir. Aksi halde İstanbul’da 1957 milletvekili seçimlerinde görüldüğü gibi bakarsınız "mükerrer oy"lar devreye girer. Ama sonuç alamazsınız.

Seçimlerin ilginç bir tarafı, her seçimde yeni bir "hile" icat edilmesidir. Bunlardan unutulmayanlar vardır. Örneğin 1994 belediye seçiminde kullanılan ve torbalar halinde İlçe ve İl Seçim Kurulu’nda bulunması gereken oy pusulalarının İstanbul’un çöplüklerinde çıkması hálá tartışılır. Çünkü bu pusulaların yerine torbalara sahtelerinin konulmuş olması mümkündür. Nitekim o seçimde polisin bazı matbaalara baskın yapıp basılmış sahte oy pusulaları yakaladığı hatırlardadır.

Son bir nokta... Seçimlerin dürüstlüğü sadece sandıkla sınırlı değildir. Elektriklerin sayım yapıldığı saatlerde kesilmesi de seçimlere hile karıştırmak için başvurulan yollardan biridir. O nedenle seçimin dürüstlüğü ve namusu, hepimize emanet edilmiş bir görevdir.
Yazının Devamını Oku