18 Eylül 2007
ANAYASA Taslağı nihayet siyasi sahibini buldu. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) adına kurulan komisyon ile taslağı kaleme alan bilim kurulu üyeleri Sapanca’daki bir otelde üç gün süreyle tartıştıktan sonra AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat, "Artık bu, genel anlamıyla bize ait bir taslaktır" dedi. D.M. Mehmet Fırat’ın sözlerinden, kendilerinin de "ideolojilerden uzak" bir anayasa yapmak istedikleri anlaşılıyor. Gerekçeleri de açık:
Çünkü "bilim" bunu gerektiriyor.
Bilimin hangi noktaya kadar öyle istediğini tartışacak değiliz.
Hadi 1982 Anayasası’nın birilerini pek rahatsız eden Başlangıç bölümündeki "Hiçbir faaliyetin Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının, devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliğinin karşısında koruma göremeyeceği (...)" türü uzun, hatta bozuk Türkçeli cümlelerini düzeltsinler.
Anlarız...
Peki ama, buradan başlayarak önlerine gelen her maddedeki "Atatürk ilke ve inkılaplarını koruma" amaçlı ibareleri çıkartmanın amacı ve maksadı ne?
"İdeolojik anayasa yapmama" mı? "Teoriye saygı gereği" mi?
O zaman soralım:
Laiklik ilkesinin -artık AKP’ye mal olan- bu taslaktaki tanımında "(...) Laik bir sistemde, devletin resmi dini bulunmaz ve devlet bütün dinlerin mensuplarına eşit davranır" dendiğine göre Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devlet bünyesinde yer almaması gerekmez mi?
Oysa taslak Diyanet İşleri Başkanlığı’nı 1982 Anayasası’ndaki haliyle almış 103’üncü madde olarak koymuş.
Hani nerede kaldı teori? Eğer sadece "bilimin dediğini" kabul ediyorsanız burada neden onu yapmadınız yani "din"le ilgili düzenlemelerden devletin elini çekmediniz?
Çekmediniz... Çünkü bir "İslam" ülkesinde devlet camiyi başıboş bırakırsa neler olduğunu İran ve Pakistan başta olmak üzere pek çok ülkede gördünüz.
Demek ki bir ülkenin kendi gerçekleri "bilimin dediği" ile çelişince, bilimin dediğinden ulusal yararın gerektirdiği kadar sapılabileceğini siz de kabul ediyorsunuz.
Bir başka örnek daha var:
Hani "Avrupa Birliği ülkelerinin hepsinde Genelkurmay Başkanlığı, Başbakan’a değil Milli Savunma Bakanlığı’na bağlıdır" demiyor muydunuz? Demokrasinin gereği bu değil miydi?
Neden yeni taslakta Genelkurmay ile Başbakanlık ilişkisini aynen 1982 Anayasası’ndaki gibi korudunuz?
Çünkü Türkiye’nin kendine özgü gerçekleri var değil mi?
O zaman doyurucu bir açıklama getirmeniz gerekir:
İşinize gelince "bilim" onu istiyor. İşinize öteki gelince "Türkiye’nin gerçekleri" öne çıkıyorsa...
Sizin hangi sözünüzde samimi olduğunuza inanacağız?
Yazının Devamını Oku 16 Eylül 2007
ŞERİF Mardin Hoca’nın Ayşe Arman’a söylediklerini Hürriyet’in bugünkü Pazar ilavesinde okursanız, önümüzde hem risklerle dolu hem de bu riskleri hukuka uygun tedbirlerle, medeni tepkilerle ve sabırla göğüslememiz gereken bir dönem olduğunu göreceksiniz.<br><br>Çünkü Türkiye ilk defa çok ciddi bir değişim sürecinin başında bulunuyor... Şerif Mardin bu değişimin kadınlarımız bağlamında getirmesi söz konusu problemlerin "çok ciddi olduğuna inandığını" söylüyor. Örneğin Ayşe Arman’ın;
"Biz farkında bile olmadan gittikçe etek boyları uzarsa?" şeklindeki sorusuna (Ayşe Arman dünkü Yeni Şafak Gazetesi’nde yayınlanan bir bilgisayar reklamında görünen genç kadının eteğini gazete mensuplarının uzattığını bilmeden bu soruyu yöneltiyor) Mardin’in verdiği yanıt şu:
"Sizi rahatsız eden bir şeyi zamanı gelince söyleyeceksiniz. ’Bu beni rahatsız ediyor’ diyeceksiniz. Ama öbür taraf da söyleyecek. Tüm bunlar demokratik bir çabanın, bir mücadelenin parçası olacak..."
Tamam... Demokrasi yoluna bizden 300 sene önce çıkmış, kilise ile devlet arasındaki iktidar kavgasını 250 sene önce devlet lehine sonuçlandırmış bir ülkenin işleyen demokrasisi içinde bu aynen böyle olur.
Lakin Türkiye’nin demokrasi konusundaki deneyiminin geçmişi 70 seneyi bile bulmuyor.
Ve cami hálá "insanlar -ve ülke- benim kurallarımla yönetilecek" diyorsa acaba Şerif Mardin Hoca’nın iyimserliğiyle bu sorun çözülebilir mi?
Mardin o konuda vaatkár hiçbir şey söylemiyor. Daha doğrusu söyleyemeyeceğini söylüyor. Çünkü bizzat kendisinin Malezya’dan söz ederken belirttiği gibi, "Öyle dinamikler var ki dünyada, öyle tuhaf iç yapılanmalar, her şey olabilir".
Peki "olmaması" yani bugün demokrasi áşığı gibi görünen özellikle dinci kesimin, Ayşe Arman’ın dile getirdiği korkuyu yarın haklı çıkaracak şeyler yapmayacağından emin olması için ne gerekli?
Bunun yanıtı belli:
Bugün Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarında somutlaşan çoğunluğun "Türkiye Cumhuriyeti’nin temel felsefesi" ile kavgası olmadığını ispatlaması lazım. Bir başka deyişle, laik rejimi zaafa uğratan -yahut yıkmayı amaçlayan- politikalara, eylemlere karşı durması lazım.
Oysa tablo öyle değil...
Adalet ve Kalkınma Partisi olabildiğince sessiz ve gerilimsiz bir taktik uygulayarak ülkeyi tamamen "dinci" anlayışın baskısı altına sokan politikalar izliyor.
Moda olmuş... Çoğumuz Türkiye’nin ihtiyacından çok İmam Hatip Lisesi var diye eleştiriyoruz.
Oysa sistemin altı, gündüz laik eğitim alan çocukları akşam tarikat eğitiminden geçiren "cemaat yurtları" ile üniversite gençlerini kendilerine benzeten "abi"ler (ağabeyler) ve "abla"lar örgütü tarafından oyuluyor. Laik kesimin gözleri önünde "molla"laştırılan çocuklar yarın ülkeyi yönetmek üzere yetiştiriliyorlar.
Sonra da bizler oturup, "Bu da nereden çıktı?" diye birbirimize soruyor, acaba bir gün Malezya olur muyuz diye tartışıyoruz.
Bu gidişin başka bir menzili mi var?
Yazının Devamını Oku 15 Eylül 2007
SİYASİ iktidarın 12 temsilcisi, yeni Anayasa taslağının sahibi bilim kurulu ile dün buluştu. Böylece taslağın "öneri" haline dönüşmesiyle ilgili ikinci aşama başlamış oldu. Bundan sonraki aşamaları da birlikte izleyeceğiz.
Sözün burasında "Keşke oluşturulacak metin anamuhalefet partisi başta olmak üzere toplumun çok büyük bir kesiminin desteğini kazansa" demek geçiyor insanın içinden...
Ama Türkiye gibi "uzlaşı kültürü" zayıf bir ülkede bunu beklemek ne kadar gerçekçi, ne kadar hayalcidir, hepimiz biliriz. O nedenle sözü "dilekler, temenniler" kategorisi içinde tutmak yeter.
Aşama aşama oluşacak metin ortaya çıkıncaya kadar elbet bekleyecek değiliz. Nitekim Bilim Kurulu’nun hazırladığı taslak üzerindeki düşüncelerimizi bugün de söyleyeceğiz.
Mevcut metnin "laikliği güçlendirici" mi yoksa "zayıflatıcı" mı olduğu sorusuna "biz bu metnin zayıflatıcı olduğuna inanıyoruz" diye net bir yanıt vermiş olsak da aynı noktaya tekrar dönmek gereğini duyuyoruz. Çünkü konuyu bilip bilmeden yazanlar var.
Laik rejimin temelleri belli. Yürürlükteki 1982 Anayasası’nda da, Bilim Kurulu taslağında bunlardan birincisi Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliklerini sayarken onun "laik" olduğunu söyleyen 2’nci maddedir. Diğerini de laikliğin koruma altına aldığı alanları belirleyen yani "şunları şunları yapmaya kalkmak laikliğe aykırıdır" diyen 24’üncü madde oluşturur.
Örneğin yürürlükteki 24’üncü maddenin 5’inci fıkrasında;
"Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz" deniyor.
Herkes biliyor ki, sistemin belkemiğini oluşturan bu hüküm çok önemli... Ama taslağı açıp bakınca Bilim Kurulu’nun bu fıkra yerine üç seçenek sunduğunu görüyorsunuz.
Bu üç seçenekten birinde, yukarıdaki fıkra yerine:
"Din ve vicdan hürriyeti, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini din kurallarına dayandırmaya yönelik eylemler biçiminde kullanılamaz" denmiş. Diğerinde aynı amaç;
"Din ve inanç hürriyeti, anayasal düzeni din kurallarına dayandırmaya yönelik eylemler biçiminde kullanılamaz" şeklinde ifade edilmiş.
Buna bakınca insan önce:
"Yürürlükteki hükmün amacını değil ama ifadesini değiştirmişler" demek gereğini duyuyor.
Demek ki yürürlükteki 5’inci fıkranın ya uygulamada sakıncası görüldü veya dili iyi değildi.Oysa taslağın bu öneriyle ilgili gerekçesine baktığınız zaman ne uygulamadan doğan bir şikáyetten söz edildiğine tanık oluyorsunuz ne de diline dönük bir eleştiri var.
Zaten dikkat edince görüyorsunuz ki bir diğer seçenek olarak yürürlükteki "24’üncü maddenin 5’inci fıkrası" aynen önerilmiş.
Yürürlükteki hüküm aynen korunabilecek kadar iyi idiyse -ki öyledir-, diğer iki seçeneği önerip de yeni bir tartışma başlatmaya ne ihtiyaç vardı?
Ergun Özbudun’u bilmesek "maksat laikliği zayıflatmak değilse ne" diyeceğiz ama demeyiz.
Yazının Devamını Oku 14 Eylül 2007
BU Gazi Mustafa Kemal galiba bizim bildiğimizden ve düşündüğümüzden de büyük bir adammış. Kurduğu Cumhuriyet’e daha birinci günden itibaren düşman olanlar, hálá gayretlerini sürdürüyorlar. Ama bunca işbirliğine, bunca çabaya, bunca kine ve hınca rağmen istediklerini yapamadılar. Gerçi son seçimlerin Türkiye’yi bir "Ilımlı İslam Demokrasisi"ne dönüştürdüğünü söyleyen yabancıların verdiği cesaretle özlemlerine kavuştuklarını sandılar:
İkinci Cumhuriyet dönemine girdiğimizi söyleyip göbek atıyorlar.
Suratlarına bakınca, yazdıklarını inceleyince, cemaziyelevvellerine göz atınca, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu laik Cumhuriyet’ten yedikleri sillenin izini görüyorsunuz.
Ağızlarında bir tekerleme:
Cumhuriyet iyiymiş ama demokrat değilmiş. Tek parti döneminde insanlara yeterince özgürlük tanınmamışmış. O aslında düpedüz "faşist" bir dönemmiş.
Satır aralarına sıkıştırıp da açıkça diyemediklerini yan yana getirince görüyorsunuz ki bunlar Lozan’dan çok Sevr’e sempati duyuyorlar.
Atatürk devrimlerinin ilan edilip uygulanmaya başladığı yıllarda insanlara yeterince özgürlük verilmemiş olmasından -ki kaçınılmazdı- şikáyet ediyor görünürken aslında ona değil, Atatürk’ün kurduğu Kemalist rejime karşıtlıklarını ilan ediyorlar.
Tüm ülkelerin satılmış aydınları gibi "ulus"laşmamızdan rahatsızlar. Atatürk’ün "ulus-devlet"ine o yüzden hálá isyan ediyorlar.
Bunların bu ulusu sevdiklerinden şüphe etmek en meşru haktır.
Sevselerdi burada şikáyet ettikleri, hatta bir an önce dağılıp yok olmasını istedikleri "ulus-devlet"in Avrupa Birliği üyesi ülkeler başta olmak üzere bütün sağlıklı demokrasilerin temel direği olduğunu görürlerdi.
Bunların "demokrasi" adına istedikleri, ulusal değerlerini yitirmiş, "mozaik" edebiyatıyla parçalanmaya hazır hale getirilmiş, "globalleşme" sevdasıyla uluslararası sermayenin çıkarlarını ulusal çıkarların önüne koymuş bir kişiliksiz ve uydu devletin mensubu olmaktır.
Tıpkı bir zamanlar Amerikan mandası sevdasıyla yatıp onunla kalkanlar gibi.
Biraz zahmet edip o tarihlerde Amerikan mandasını kabul etmiş olan Filipinler’in başından geçenleri ve bugünkü durumunu okusalar, Türkiye için neyi arzuladıklarını somut olarak görecekler.
Geçenlerde bunlardan biri hem de ülkücü kökenli ve akademik unvanlısı, demagojinin en adisine yani gerçeğin yarısını söyleyip ondan hüküm çıkarma metoduna sığınmıştı. Bir beyanında, "İkinci Cumhuriyet kavramının önce 1961’de Kurucu Meclis’te CHP’liler tarafından kullanıldığını" ifade ediyor ama gerisini söylemiyordu.
Doğrudur... 1961 Anayasası yapılırken yeni Anayasa’yla başlayacak döneme "İkinci Cumhuriyet" denmesini öneren -şimdikilerden farklı olarak ulus devletten yana- üyeler olmuştu. Ama 1961 Anayasası’nı hazırlayan komisyon adına konuşan merhum Turan Güneş özetle:
"Bizim anlayışımıza göre ’İkinci Cumhuriyet’ önerisi ve kavramı yersizdir. Bizim anlayışımıza göre ebediyete kadar yaşayacak bir tek Türkiye Cumhuriyeti vardır" diyerek bu konuya noktayı koymuş ve coşkun alkışlar arasında yerine oturmuştu. O akademisyenin atladığı noktayı da tamamlayalım:
"İkinci Cumhuriyet" önerisi de -anımsadığımıza göre- oybirliğiyle reddedilmişti.
Yazının Devamını Oku 13 Eylül 2007
ANAYASA keşke günlük yaşamda çok kullanılan bir kavram olsa da yeni bir Anayasa yapılacağı zaman sokaktaki insan da ona ilgi gösterse...<br><br>Ne yazık ki öyle değil. Hatta Anayasa gibi hayli soyut bir kavramdan söz etmeye başlarsanız pek çok insana "sıkıcı" görünürsünüz. Lakin sonra birileri hayatınızı üstelik Anayasa’ya dayanarak değiştirmeye hatta altüst etmeye kalkınca "Bu da nereden çıktı?" der ayağa kalkarsınız, ama iş işten geçmiş olur.
O yüzden yeni bir Anayasa taslağının konuşulduğu bugünlerde -sizleri sıkma pahasına- bu konuya olabildiğince çok değinmeyi görev sayıyoruz.
Örneğin ortada bir tartışma var:
Yeni Anayasa taslağı acaba "laikliği güçlendiren" hükümler mi öneriyor, yoksa zayıflatıcı bir yaklaşımı mı sergiliyor?
Taslağın mimarı Ergun Özbudun, gazetelere verdiği muhtelif demeçlerde, "Yeni taslakla laikliğin altının oyulmakta olduğu yolundaki iddiaların bilgisizliğe dayandığını" ifade etti. "Aksine, sivil Anayasa taslağında laiklik ile din ve vicdan hürriyeti açısından iyileştirmeler olduğunu" kaydetti.
Yeni taslakta, "din ve vicdan hürriyeti" açısından 1982 ve 1961 Anayasalarından daha liberal bir bakışın egemen olduğu doğrudur. Ama onun kadar önemli ikinci bir doğru da, bu yaklaşımın "laik sisteme" tehdit teşkil edecek boşluklar içeriyor olmasıdır.
Örnek verelim:
Bilindiği gibi bizim Anayasal sistemimizin belkemiği "laiklik"tir. O kırılınca sistemi ayakta tutmanız mümkün değildir. Bu nedenle yürürlükteki Anayasa’nın 24’üncü maddesi, "herkesin vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahip olduğunu" vurguladıktan sonra, "14’üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir" diyor. Bir başka deyişle, bu özgürlüğün sınırlarının 14’üncü maddede yazılı olduğunu söylüyor.
O maddeye bakınca, "Anayasa’da yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri (...) laik Cumhuriyet’i ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz" denildiğini görüyorsunuz.
Peki taslakta bu duyarlık gösterilmiş mi?
Hayır... O ibare çıkartılmış. Yerine bu hürriyetin ancak "kamu düzeninin, genel sağlığın, genel ahlakın veya başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması amaçlarıyla sınırlanabileceği" şartı konmuş. Bu bir.
İkincisi... Yeni taslak, "Herkes din ve inanç hürriyetine sahiptir. Bu hak tek başına veya topluca alenen veya özel olarak ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapmak suretiyle dinini veya inancını açıklama ve bunları değiştirebilme hürriyetini içerir" diyor. Yani "her isteyen kendi dinini herhangi bir koşula tabi olmadan başkalarına öğretme hakkına sahiptir" demiş oluyor.
Oysa 1982 Anayasası, "din eğitim ve öğretiminin ancak devletin gözetim ve denetimi altında yapılabileceğini" söylüyordu.
Devletin gözetim ve denetim görevine rağmen Türkiye’nin her tarafını pıtrak gibi sarmış tarikat yurtlarıyla baş edilemediğini dikkate alırsanız, bunu bir de serbest bırakmanın başımıza ne getireceğini kolayca tahmin edebilirsiniz.
Yazının Devamını Oku 12 Eylül 2007
YENİ Anayasa taslağının mimarı Ergun Özbudun, ürettikleri metnin 1982 Anayasası’na göre çok daha özgürlükçü olduğunu söylüyor.<br><br>Biz de Özbudun’la aynı kanıdayız. Zaten Ergun Özbudun gibi, demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne inancıyla tanınmış bir bilim adamının sorumluluk üstlendiği bir projeden başka bir şey beklenemez. Aslında bu projeyi hazırlama işini Ergun Özbudun’a verdiği için Başbakan Tayyip Erdoğan’a da teşekkür etmek gerekir.
Ancak taslağa "1982 Anayasası’na göre özgürlükçü" bir karakter veren kurulun, neden "birey" ve "özgürlük" odaklı 1961 Anayasası’na değil de, "devlet" odaklı 1982 Anayasası temeline oturtulmuş bir model ürettiği anlaşılamıyor.
Tamam, 1961 Anayasası daha bir "sosyal devlet" özlemlidir. Örneğin orada "sosyal güvenlik"le ilgili haklar ve özgürlükler, 1982 Anayasası’na göre daha geniştir. O nedenle "liberal" bakışlı bir bilim kurulundan 1961’e çok yakın bir Anayasa taslağı beklemek doğru olmayabilir. Ama yine de 1982 Anayasası’nda bile benimsenen, "Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz" hükmünün yeni taslakta yer almaması dikkati çekiyor.
Keza yeni taslağın Adalet ve Kalkınma Partisi’nin gerek Seçim Bildirgesi’nde gerekse 60’ncı Hükümet Programı içinde vaat ettiği kadar "kısa, öz ve açık" olduğunu söylemek kolay değil.
Gerçi bizim en kısa, öz ve açık olan 1924 Anayasamız 105; 1876 tarihli Kanunu Esasi’miz 119; uzunluğundan şikáyet edilen 1961 tarihli Anayasamız 157; ondan daha uzun olan 1982 Anayasamız 175 maddelidir ama basına yansıyan bilgilerden anlıyoruz ki bu taslağın madde sayısı da 137’dir.
Kaldı ki taslağın "kısa" olmasına bilim kurulunun pek de gayret göstermediği, bazı hükümlerin tekrarlanmasından anlaşılıyor. Örneğin, eldeki bilgilere göre "kimse dini inançlarını, vicdani kanaatlerini ve düşüncelerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz" şeklindeki hüküm 14’üncü, 24’üncü ve 25’inci maddelerde aynen yer alıyor.
Oysa bilim kurulunun 1982 Anayasası’nda tekrar tekrar altı çizilen ve Türkiye’nin duyarlılıklarına hitap eden "Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü koruma" ve "Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalma" amaçlı hükümleri, taslakta zorunlu sayılmadıkça geçmiyor.
Kanımızca bu konuda daha duyarlı bir yaklaşım, özellikle Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu bugünkü koşullar dikkate alınırsa çok daha gerekliydi.
Buna benzer bir noktaya daha değinerek bugünkü yazıyı noktalamak istiyoruz:
Basına yansıyan bilgilere göre yeni taslakta "Devletin temel amaç ve görevleri" de 1982 Anayasası’ndan farklıdır. Taslakta, "Devletin temel amaç ve görevi, insan haysiyetini korumak, kişilerin hak ve hürriyetlerini kullanmalarının önündeki bütün engelleri kaldırmak" vs.dir. Ama örneğin "Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyet’i ve demokrasiyi korumak" görevler arasında yer almamaktadır. Biz söylemeyelim de siz söyleyin:
Bu doğru mu?
Yazının Devamını Oku 11 Eylül 2007
ARTIK yeni Anayasa taslağını tartışabiliriz. Çünkü 6 bilim adamının hazırladığı taslak resmen açıklanmasa da bilinir hale geldi. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) bu taslakta yapmayı gerekli gördüğü değişiklikler henüz ortaya çıkmadı, ama ne de olsa, mevcut taslak esas alınacak. O zaman yeni taslağın bir "genel değerlendirmesi" yapılabilir.
Önce temel gözlemlerimizi belirtelim:
Yeni Anayasa’nın "sivil" olması öngörülüyor. Bununla anlaşılan "askeri yönetimlerin şekillendirmediği anayasa"dan söz edilmiş oluyor.
Tamam... 1961 Anayasası 27 Mayıs 1960 ihtilalinin, 1982 Anayasası da 12 Eylül 1980 askeri müdahalesinin ürünleridir.
Ama bu konuda ağzını açanlar, "Türkiye’nin bugüne kadar hiçbir zaman sivil bir anayasası olmadı" diyorlar.
Peki 1924 Anayasası neydi?
Onu Cumhuriyet’i ilan eden İkinci Büyük Millet Meclisi’nin, yani kimsenin işleyişinin demokratik olup olmadığını tartışmadığı sivil iradenin yaptığını inkár edebilir miyiz?
O zaman "sivil toplum" anlayışı yoktu ki, "onlara sorulmadı" demenin anlamı olsun.
Bunu "inkárcı" bir bakışla yola çıkmasak iyi olur diye kaydediyoruz.
İkinci nokta biliyorsunuz, Mersin Milletvekili Prof. Dr. Zafer Üskül’ün "Sivil Anayasa’nın ideolojisi olmamalı" şeklindeki sözleri nedeniyle hayli tartışılmıştı.
Teorik olarak bu söze, "Eğer demokratik sistemin Anayasası yapılacaksa, elbet o tüm siyasi ideolojilere açık ve eşit mesafede olmalıdır. Bu nedenle, Anayasa’nın herhangi bir ideolojiye yakınlık ifade etmemesi gerekir" düşüncesiyle destek vermemek mümkün değil.
Burada bu tezi savunan bilim kurulu, Anayasa’nın öteki maddelerinde de aynı tavrı sergilemek zorundadır. Oysa yeri gelince göstereceğimiz gibi durum hiç de öyle değildir.
Kaldı ki "demokrasinin kendisi" de bir ideoloji değil mi? Onu yıkmaya izin vermeyen anayasalar -ki örneği çoktur- "anti-demokratiktir" diyebilir miyiz?
Nazizme, faşizme kapalı anayasaların "her ideolojiye aynı mesafede" olduğu söylenebilir mi?
"Ama onlar sakıncalı" derseniz bu sizin "şahsi" görüşünüz olur. Gerçeği değiştirmez.
Demek ki Anayasa yaparken ölçüyü kaçırmamak lazım. Bu da Türkiye örneğinde, laik Türkiye Cumhuriyeti’ni, bu karakteri bozulmadan ebediyete kadar yaşatacak önlemleri almamızı gerektirir.
Peki yeni Anayasa taslağında bu var mı?
Bizim kanımıza göre, hayır... Maalesef yok.
Yeni taslağın mimarı Prof. Dr. Ergun Özbudun’un, "Biz laikliği 1982 Anayasası’na göre daha da güçlendiren bir taslak hazırladık" demesine rağmen iddia ediyoruz ki, durum maalesef öyle değil.
Tam tersine laik Cumhuriyet’i -eski TBMM Başkanı dostumuz Hüsamettin Cindoruk’un bir gazeteye verdiği mülakattaki ifadesiyle söyleyelim- bir süre sonra "ılımlı bir İslam demokrasisi" dedikleri Malezya’ya benzetecek boşluklar ve öneriler var. Hoş şimdiden bizi zaten o kategoriye koyuyorlar...
Bu konuya daha sonra da bol bol gireceğimiz için şimdi noktayı koyuyoruz. Çünkü yer kalmadı.
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2007
DÜNKÜ gazetelerin en ilginç haberi Milliyet’teydi. "Şehirlerarası otobüslerde ’namaz molası’ taleplerinin arttığı" bildiriliyordu.<br><br>Olay Samsun’un Terme İlçesi’nden aldığı yolcuları 2 Eylül günü İstanbul’a getirmek üzere yola çıkan Metro Turizm’e ait otobüste yaşanmış. Otobüsün tarife dışı olarak bir cami önünde durmasına bir kısım yolcular itiraz edince anlaşılmış ki şoför kendi arzusuyla durmamış. Yolculardan bazıları "dinsiz değilse otobüsü cami önüne çekmesi gerektiğini" söyleyip baskı yapınca mecbur kalmış.
Firmanın yetkilileri de, Türkiye Otobüsçüler Federasyonu Başkanı Mustafa Yıldırım da bu durumdan şikáyetçi. Yıldırım’ın "Namaz molası taleplerinin sektörün baş ağrısı haline geldiğini" belirterek "Şoför kabul etmezse ciddi tartışmalar çıkıyor. Tartışma nedeniyle şoförlerin kaza riski artıyor. Dinsizlikle suçlanan şoförün siniri bozuluyor" dediği bildiriliyor.
Şimdi ne var bunda, diyenlere sormak lazım:
"Hálá mı görmüyorsunuz bunda ne olduğunu?"
Meğer 1990’larda davullu zurnalı "Türk adımlı bale" icat eden kafa ile "Balerinler point shoe (bale pabucu) yerine mest (hafif ve yumuşak deriden yapılan bir tür ayakkabı) giysinler efendim" diyen Kültür Bakanı bile bugünkü zihniyet yanında "cennetten çıkma" imiş de fark etmemişiz.
İsterseniz bu gidişin nereye varacağını Türkiye’den değil de meşhur Le Monde gazetesinin 18 Mayıs 2007 tarihli sayısında yayımlanan ve Fas’ı anlatan röportajdan özetleyelim:
(Tesadüf bu ya... Orada da Adalet ve Kalkınma Partisi var. Üstelik partinin amblemi gaz lambası... Kuruluş tarihi de 1967.)
"Hicab (perde) Fas’ın üstünü örtüyor" başlıklı yazıda şöyle denmiş:
"Bir sessiz devrim bu. İslam’ın rengi olan yeşil bir devrim. Bir orta öğrenim kurumunda Fransızca öğretmeni olan Sukayna, ’Ülkemi artık tanıyamıyorum’ diyor. Sukayna 20 yıl önce okulunda göreve başladığında, sadece bir öğretmenin başını örttüğünü hatırlıyor. Bugün ise tam tersi: Onun dışında tüm kadın öğretmenler ve tüm kız öğrenciler kapalı. Sonunda Sukayna’nın sinirleri boşaldı, depresyona girdi, görevi bıraktı.
Hiçbir zaman dincilerin doğrudan saldırısına hedef olmadığını söylüyor. Sadece küçük damlaların gün geçtikçe birikmesi. Kısa kollu, dudakları rujlu ve sadece ayak bileklerini gösteren etekle okula gittiğinde, örtülü meslektaşlarının dokundurmaları, ’Güne haram şeylerle başlanması ne kadar kötü’ gibi. Ya da dolabına üç kez pembe türban bırakılması gibi. ’Cebinize (her gün) bir çakıl taşı konuyor. Çakıl taşının ağırlığı nedir ki... Sonra bir gün öyle ağırlaşıyor ki o çakıl taşı... Taşıyamıyorsunuz’ diyor.
Fas’taki gelişmeleri yakından izlediğimiz için bu ’değişim’ bizi şaşırtmadı. Örneğin geçen yıl önce Rabat Üniversitesi’nde son sınıfta okumakta olan bir kız öğrenci şöyle diyordu:
’Ben fakülteye girdiğimde sadece 2 türbanlı öğrenci vardı. Bir ay sonra 4’e çıktı. Onu izleyen ay 8’e... Herkes birine çengel atmakla görevliydi. Sonra çengel atan da başka birine... Bugün görüyorsunuz; okulun dörtte üçü kapalı.’"
Yazının Devamını Oku