Oktay Ekşi

İlk koşul bağımsız yargıdır

6 Ekim 2007
BİR yandan "türban" ve "Malezya" kavgası, öte yandan eşi az bulunur bir AKP şaşkınlığı sonucu karşımıza çıkan "referandum" (halkoylaması) skandalı derken Anayasa konusunu unutuverdik.<br><br>Dostumuz Turgut Kazan bir şeye dikkat çekiyor: "Tıpkı Ceza Yasası tartışmalarını ’zina’ya kilitlediğimiz gibi anayasa taslağını da ’türban’ tartışmalarına kilitleyip bırakıyoruz. Birinci olayda, zinaya takılıp kaldığımız için, apaçık yanlışları önleyemedik. Bu yüzden (...) çok kötü bir ceza yasamız oldu. Şimdi de (...) ’özgürlükçü anayasa yapıyoruz’ türküleriyle (...) baskıcı rejimin temelleri atılıyor. Bu tehlikeyi görmeliyiz."

Bilim Kurulu’nun, "özgürlükler" konusunda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10’uncu maddesindeki ölçütlere bağlı kalmaya çalıştığı, taslağa ilk bakışta göze çarptığı için Kazan’ın "baskıcı rejimin temelleri atılıyor" şeklindeki değerlendirmesi insana abartılı imiş gibi geliyor.

Lakin taslağın daha önce bu sütunda ele alma fırsatı bulamadığımız bazı bölümlerinin, Kazan’a hak verdirdiğini söylemek zorundayız.

Önce bir noktada anlaşmamız lazım:

Siz ne kadar özgürlükçü yasa çıkartırsanız çıkartın, yargı sistemi bağımsız olmayan bir ülkede -Kazan’ın ifadesiyle- "baskıcı bir rejim kurulabilir mi, kurulamaz mı?"

Siyasi tarih bir değil, bin değil binlerce örnekle diyor ki, "Evet, kurulabilir."

O zaman yeni taslakta "yargı" bağımlı hale mi getirilmiş, yoksa bağımsız mı olmuş sorusuna yanıt aramak gerekir.

Yargının durumunu anlayabilmek için, önce yargıçları, savcıları atayan, terfi ettiren, cezalandıran Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) "yürütme"ye bağımlı olup olmadığına bakmak gerek.

Hepimiz biliyoruz ki yıllardır bu konuda yapılan eleştiriler, "Adalet Bakanı’nın HSYK Başkanı olduğu, Bakanlık Müsteşarı’na burada üye sıfatı verildiği sürece, yargı yürütmenin -hükümetin- etkisinden kurtulamaz. O nedenle hem Bakan’ı hem de Müsteşar’ı bu kurula sokmamak gerekir" noktasında toplanıyordu. Oysa yeni taslak sadece "Bakan’ın başkanlığına" son veriyor. Ama sayısını 7’den 17’ye yükselttiği üyelerin -müsteşar dahil- 6’sının Cumhurbaşkanı yerine, siyasi güç tarafından belirlenmesini emrediyor. Bu bir.

İkincisi... "Acaba Yüksek Yargı (Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay; taslağa göre bir de Sayıştay) üyelerinin belirlenmesinde siyasi gücün belirleyici bir rolü var mı yok mu?" ona bakacaksınız.

Beğenmediğimiz 1982 Anayasası var ya... Taslağın yanında o, bir "yargı bağımsızlığı anıtı" gibi görünüyor. Çünkü yürürlükteki Anayasa’nın temelde "yargı mensuplarına" bıraktığı "Yüksek Mahkeme üyesini seçme hakkını" onlardan alıp TBMM’ye, Bakanlar Kurulu’na ve içine siyasetin eli girmiş olan HSYK’ya veriyor.

İlginç olan şu ki, böyle bir düzenlemenin "yargıyı siyasi iktidarın hizmetkárı haline dönüştüreceği" çok açık olmasına rağmen, taslağı hazırlayan Bilim Kurulu, gerekçede bu düzenlemenin yargıyı hem "bağımsız" hem de "tarafsız" kılacağını savunuyor.

Yargısı bağımsız olmayan yerde istediğiniz kadar özgür olun. İşe yaramaz ki...
Yazının Devamını Oku

Gerçeği nihayet gördüler

5 Ekim 2007
NEYSE ki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) ileri gelenleri, 21 Ekim’de yapılması söz konusu halkoylamasına gitmenin yol açacağı karmaşayı gördüler de harekete geçtiler.<br><br>Böylece "emirin demiri kesebileceğini" ileri sürseler bile "hukuku, daha doğrusu mantığını kesemediğini" teslim ettiler. Aksi halde Başbakan Erdoğan’ın 2 Ekim Salı günkü AKP Meclis Grup toplantısında söylediğine bağlı kalacaklar, yani "Hem halkoylamasını yaparız hem de bir sonraki Cumhurbaşkanı seçimini, Abdullah Gül’ün görev süresinin bitmesine yani 7 yıl sonraya bırakırız" demiş olacaklardı.

Oysa Sayın Erdoğan ne derse desin, halkoylamasına sunulan yasa kabul edildiği takdirde 40 gün sonra bir Cumhurbaşkanı seçimi yapılması yasanın emriydi.

Ankara’dan gelen haberlere göre AKP’liler, halkoylamasına sunulan yasanın "40 gün sonra seçim yapılmasını" emreden iki hükmünün (Geçici 18 ve 19’uncu maddelerin) metinden çıkarılmasını sağlayan bir "Anayasa değişikliği önerisi" hazırlamışlar. Bunun yasalaşması için de hem Milliyetçi Hareket Partisi’nden (MHP) hem de Demokratik Toplum Partisi’nden (DTP) destek vaadi almışlar.

Aslında onlardan önce CHP Genel Başkanı Deniz Baykal da AKP’ye çağrıda bulunmuş, "Bu hukuk skandalını ortadan kaldırmanıza yardım etmeye hazırız" mesajını vermişti.

Tamam, Deniz Baykal’ın Meclis’te yeni gerilimlere ve vakit kaybına yol açmamak için koyduğu tavır olumludur, iyidir. Lakin soralım:

Şimdi AKP geri adım atmış oluyor da Sayın Baykal ileri mi gitmiş sayılıyor?

Bu çözüm Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’ pekiştirecekse, Sayın Baykal’ın "Gül Cumhurbaşkanı olmasın" diye aylar süren tepinmelerinden geri adım attığı da gerçek değil mi?

Demek ki tutarsızlık tek taraflı değil.

İkinci nokta... Sayalım ki AKP’lilerin MHP ve DTP’lilerle uzlaşması sonunda bu öneri geçti ve öteki hükümler yasalaştı...

O takdirde de sorun çözülmüş sayılmaz. Çünkü bu yasa, yürürlükteki Anayasa’da değişiklik yapıyor ve bundan böyle Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesini emrediyor.

Peki ama Türk kamuoyu bir süredir Anayasa’dan başka bir şey mi tartışıyor?

Hani herkes akıl verecek, her görüş dikkate alınacak ve yeni Anayasa o suretle yapılacaktı? O noktada eğer samimi isek şimdi birçok insanın -ve kurumun- karşı çıktığı bir model olan "Cumhurbaşkanı’nın Meclis yerine halk tarafından seçilmesi" formülünde neden ısrar ediyoruz?

Öyle ya, belki de önümüzdeki tartışmalar bu fikrin yanlış olduğunu ortaya çıkaracak...

O nedenle şimdi yapılması gereken şey, halkoylamasına sunulan 5678 sayılı -henüz yürürlüğe girmemiş- yasanın sadece iki maddesini iptal etmekle (lağvetmekle) kalmayıp, tamamını lağvetmektir. Böylece hem boşu boşuna en az 100 trilyon lira tutarında masraf edip halkoylaması yapmaktan kurtuluruz, hem de böyle hata yapmamayı öğreniriz.
Yazının Devamını Oku

11 mi, 12 mi?

4 Ekim 2007
EMİR demiri keser derler. Galiba Başbakan Tayyip Erdoğan bu söze güveniyor. O nedenle olacak TBMM’de önceki gün AKP Meclis Grup Toplantısı’nda konuşurken, "21 Ekim’de yapılacak halkoylaması ardından yeni bir Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmayacağını" ileri sürmüş. Başbakan Erdoğan’a göre, Abdullah Gül, TBMM tarafından "Onbirinci Cumhurbaşkanı" olarak seçildiği için, artık yeni bir Cumhurbaşkanı ancak Abdullah Gül’ün görev süresi dolduktan sonra (onun da 7 sene mi yoksa 5 sene mi olduğu ayrı bir konu) seçilebilirmiş. Nitekim düşüncelerini, "Bu (21 Ekim günü halkoylamasına sunulacak olan) Anayasa değişikliği ile 12’nci Cumhurbaşkanı’nı ve ondan sonra gelecek olanları seçme yetkisi milletimizin olacaktır" diyerek ifade etmiş.       

Başbakan Erdoğan emrin her şeyi, hatta demiri bile kestiğini görebilir ama hukuku zor keser. Hatta önümüzdeki yasanın tartışma götürmeyen;

"Onbirinci Cumhurbaşkanı seçiminin ilk tur oylaması, bu kanunun Resmi Gazete’de yayımını (örneğin 25 Ekim’i) takip eden kırkıncı günden sonraki ilk pazar günü, ikinci tur oylaması ise ilk tur oylamayı takip eden ikinci pazar günü yapılır" maddesi karşısında o emir hiçbir şeyi kesmez, kesemez.

Çünkü bir yasaya geçici madde, o yasanın koyduğu kuralların uygulanmasına ilişkin "istisnaları" belirtmek için konur. Bir başka deyişle "yukarıda böyle dedik ama bu defalık uygulamayı böyle yapın" emridir oradaki.        

Yasa koyucu burada diyor ki:

"Bu defa seçilecek olan, 11’inci Cumhurbaşkanı’dır. Bunu aklınızdan çıkarmayın. Bundan önce birini seçtiniz mi seçmediniz mi, beni ilgilendirmez. Yasa yürürlüğe girince yapmanız gereken şeyi unutmayın. 40 gün sonra 11’inci Cumhurbaşkanı’nı seçmeye mecbursunuz."

Kaldı ki ister 11’inci ister 12’nci densin, fark etmez. Yasanın yürürlüğe girmesini izleyen 40’ncı güne rastlayan pazar günü Türk ulusunun "Cumhurbaşkanı seçmek için sandığa gitmesi" yasayla emredildiğine göre, Sayın Başbakan ne kadar esip savurursa savursun önümüzdeki birkaç ay içinde halkımız yeni bir Cumhurbaşkanı seçecektir.

Başbakan -pek sevdiği üslupla söyleyelim- "bunu da böyle bilmeli"dir.

Sadece "bunu" değil, Sayın Başbakan, TBMM’deki grup konuşmasında "Halkoylaması sonucunda Cumhurbaşkanı seçimi yapılmasını emreden yasa yürürlüğe girse bile, siz yeni seçim yapılmasını engelleyin" mesajını Yüksek Seçim Kurulu’na vererek bu kurulu etkilemeye kalkışmasının çok büyük bir yanlış olduğunu da öğrenmelidir.

Yargıdan, Cumhuriyet’in temel değerlerini hedef alanlarla Cumhuriyet karşısında bile "tarafsız" olmasını talep eden kendisi değil miydi?

Son bir nokta...

Varsayalım ki "emir, hukuku kesti" öyle ya... Burası Türkiye! Siz "hukuk devleti" dersiniz, "hukukun üstünlüğünü" savunursunuz. Ama bir de bakarsınız ki bu konuda en duyarlı kurumlar bile hukuku ve hukukun üstünlüğünü hiçe saymış.

O zaman Sayın Abdullah Gül bazılarının sandığı gibi 5 değil, 7 sene Çankaya’da kalır. Sayın Erdoğan da 5 değil, 7 sene daha beklemeye mecbur olur.
Yazının Devamını Oku

Durumumuzun resmi

3 Ekim 2007
HÜRRİYET’in Başbakanlık Muhabiri Hasan Tüfekçi, 1 Ekim akşamı saat 18.47 ile 18.52 arasında, yani Ankara’da iftar topu atıldıktan 5 dakika sonra, Başbakanlık merkez binasındaki korumaların görev yerinde olmadıklarını saptayan toplam 41 kare fotoğraf çekmiş. Fotoğraflara göre o sırada Başbakanlığı birileri bassa, "Dur" diyecek bir tek görevli yok.

Açık olalım... Tüfekçi orada sadece Başbakanlığın değil "Türkiye’nin fotoğrafı"nı çekmiş.

Günde en az üç kere "ayrılmayacağız" dediğimiz "laiklik" ilkesi var ya... Onun halini çekmiş.

Aslında biz o sözü yeni değil, on beş, yirmi, hatta otuz sene önce de aynen böyle diyorduk.

Ama o zamanlar resmi dairelerdeki korumalar "top atıldı" diye nöbet yerini bırakıp iftar açmaya giderlerse bir daha o görevi rüyalarında bile göremeyeceklerini bilirlerdi.

Oysa şimdi, "iftar molası""Acaba bir yanlışlık yapıyor muyuz?" diye düşünmeden veriyorlar.

Belki de kendilerine "dininde, imanında" dedirterek terfi etmeyi bile düşünenleri vardır.

Çünkü "mahalle baskısı"nın en alası, hem onları hem de kamu sektöründe çalışanların pek çoğunu yoğun bir şekilde "dininde imanında" görünmeye yönlendirdi.

Mahalle baskısı demişken değinelim:

Her şeye keskin yanıtlar bulan Milli (Dini) Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik acaba "İmam hatip liselerindeki kız öğrencilerin istisnasız hepsinin okulda başlarını örtmelerini" eğer "mahalle baskısı" olarak görmüyorsa nasıl açıklıyor? Söylese de öğrensek!

Aslında ortada şaşacak bir şey yok ama, biz yine de yukarıda sözünü ettiğimiz "laiklik" ilkesine gerçekten bağlı Türkiye’yi özlediğimiz için böyle olayları yadırgıyoruz.

Yadırgarken de galiba 1967 yılıydı... O tarihte TBMM Başkanı olan Sayın Ferruh Bozbeyli’nin TBMM Başkanı sıfatıyla milletvekillerine iftar daveti vermesini Yeni Gazete’de eleştirdiğimizi ve kendisinin "Haklısınız... Kamu kaynağını kullanmamam lazımdı" diyen bir açıklama ile kamouyu önünde özür dilediğini anımsıyoruz.

İftar davetine elbet kimse bir şey demez. Ama kamu parasıyla değil kendi cebinden çıkan parayla yaparsan bir şey demez. Aksi halde kendi dini inançlarının bedelini devlete ödetmiş olursun. O da laik bir devlet düzeninde sana zimmet çıkarmayı ve verdiğin iftarın bedelini ödetmeyi gerektirir.

Tabii düzene hálá "laik" demek mümkünse...

Yok eğer "Ilımlı İslam" devleti olmayı baştan kabul ederseniz, sorun kalmaz. O zaman Cumhurbaşkanı -biraz da popülizm adına- tutar "Şehit ailelerine" iftar verir. Başbakan aynı şeyi yapar. Bedelini de sizin bizim vergilerden öder.

Öteki örnekleri saymakla bitmez... Bakanlar, Belediye Başkanları, Emniyet Müdürleri eğer ceplerinden değil, devletin parasıyla iftar veriyor ve biz de bunu olağan karşılıyorsak, "Ilımlı İslam Devleti" olma süreci zaten yürüyor demektir. Mesele ona "dur" demenin yolunu bulmaktır.
Yazının Devamını Oku

Gül’ün fazlası eksiği

2 Ekim 2007
BUNDAN sonra da dün TBMM’de yaptığı konuşmadaki çizgiyi takip eder mi, etmez mi, dikkatle izleyeceğiz.<br><br>Ama sadece dünkü konuşmasına bakarak bir şey söylemek gerekirse yeni Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bir Cumhurbaşkanı’ndan beklenecek konuşmayla kamuoyunun ve Meclis’in karşısına çıktı. Söylediklerinde derinlik arıyorsanız, o yoktu.

Hem şu anlama hem ötekine gelebilecek "lastikli" türden ifadeler, cümleler arıyorsanız yoktu.

Hükümetin önüne yeni politikalar koymak gibi bir iddia bekliyorsanız o da yoktu.

Konuşma bu "yok"lar yüzünden değil, içinde var olanları net bir şekilde ortaya koyduğu için bizce iyi idi.

Tabii bir de, Cumhurbaşkanı seçilmesi üzerine yaptığı teşekkür konuşmasında dile getirdiği kendine özgü -daha doğrusu Adalet ve Kalkınma Partisi zihniyetine ait- "laiklik" tanımlamasına burada yer vermediği için "iyiydi" diyoruz.

Başka pek çok olay ve sebep araya girdiği için o zaman değinme fırsatı bulamamıştık, ama Sayın Gül’ün "Laiklik, bir hak ve özgürlükler sistemi olan demokrasi içerisinde farklı hayat tarzları için özgürleştirici bir model olduğu kadar, bir sosyal barış kuralıdır da.(...)" şeklindeki tarifi gerçekten zararlı tohumlar içermekteydi. Çünkü "farklı hayat tarzları için özgürleştiriciliği" laiklik tanımı içine alan yaklaşımın bir adım sonrası "çok hukuklu düzen"dir.

Çok hukuklu düzenin gerisinde "Medine Sözleşmesi" dönemi özlemi yattığını söylemeye gerek yok.

Sayın Gül’ün dünkü konuşmasının bizce altı çizilmeye değer bir tarafı da "Son dönem Osmanlı aydınları ve devlet adamları, Atatürk ve silah arkadaşları, çok partili dönemimizin siyasetçileri ve düşünürleri"nin bugünkü aşamaya ulaşmamızda gösterdikleri gayretin, birbirini tamamlayıcı nitelikte olduğunu söylemesidir.

İnkárcı politikalar arasında çalkalanmış bir ülkede bu tarihi gerçeğin Cumhurbaşkanı tarafından ifade edilmesi bizce önemlidir.

Sayın Gül’ün beklentimize hayli yakın bulduğumuz konuşmasının en fazla dikkate değer tarafı, "Anadolu şehirlerimizde canlanan kültür hayatı, büyük şehirlerimizde arka arkaya açılan modern sanat merkezleri, özel müzelerin de katkısıyla müzeciliğimizde sağlanan aşamaları bu bağlamda övgüyle kaydetmem gerekir" cümlesinde özetlenen yaklaşımdır.

Bu söze önem veriyoruz, çünkü bu ülke, Atatürk, İnönü ve Fahri Korutürk dışında, bu anlayışı egemen kılan bir Cumhurbaşkanı özlemini hep duymuş ama her defasında hayal kırıklığı yaşamıştır. Nitekim 1950’den sonra bizim cumhurbaşkanlarımız ve başbakanlarımız arasında "san’at ve kültür" faaliyetlerine protokol zorunlulukları olmaksızın yani kendi arzusuyla katılan, onları destekleyen isim bulmak maalesef yoktur. O nedenle Gül’ün ilk hangi konsere gideceğine bakıp, içtenliğine not vereceğiz.
Yazının Devamını Oku

Gözlemler

30 Eylül 2007
ANAYASA ile başladık, biliyorsunuz Malezya’da karar kıldık. Bu arada kafa karıştıracak ne kadar beyan, yazı, iddia, röportaj varsa hemen hepsini okuduk. Ve sonunda; Malezya’yı gidip gören, orada yaşamın hiç de kötü olmadığını söyleyen, kadınların mutlu ve başarılı yaşam hikáyelerini anlatanlar da dahil, yazılmışlardan bir seçme yapalım dedik. Buyurun, Türkiye bir gün Malezya’laşır mıymış, Malezya’laşırsa ne olur, siz karar verin.

"Üç yıl önce İstanbul’da bazı entelektüellere, "Türkiye İslamlaşıyor" dedim. Bana ’Bu mümkün değil, Türkiye’nin subapları var’ dediler. 22 Temmuz sonuçları beni haklı çıkardı. Böyle giderse 5-10 yıl sonra Malezya İran, Türkiye de Malezya olacak." (25 Eylül 2007 Hürriyet, Ezgi Başaran)

"Şehrin diğer ucundaki Malay İslam Üniversitesi’ni ziyaret ettiğimizde, elimdeki pet şişesini saklamam öğütleniyor. Ramazanda oruç tutmadığımı ima eden bütün ipuçlarını yok ediyorum ki, rahat dolaşabileyim." (24 Eylül 2007 Hürriyet, Ezgi Başaran)

"İki ülke arasında bu kadar çok fark olmasına rağmen Malezya’yı mutlaka izlememizi gerektiren şey, İslami hareketin tıpkı Türkiye’dekine benzeyen ’tırmanış’ biçimi. Bu tırmanış (...) ’sıkılmış bir macuna’ benziyor, yani geri dönüşü yok." (25 Eylül 2007 Milliyet, Ece Temelkuran)

"(Malay’ların gittiği ilkokulda, Ramazan boyunca yemek aralarını kaldırdıklarını ve kantini kapattıklarını söyleyen ilkokulun müdür yardımcısı kadın yanıt veriyor.)

"- Evet, yemek yemiyor çocuklar. Sabah 07.00’den öğlen 13.00’e kadar.

- Ama bu kadar mecburiyet?

- Hiçbir şey mecburi değil" diyor." (25 Eylül 2009 Milliyet, Ece Temelkuran)

"Malezya, her şeyin konuşulabildiği ama herkesin özgürce konuşamadığı bir ülke." (24 Eylül 2007, Yeni Şafak, Ayşe Böhürler)

"Dininizi iyi bir şey olarak düşünmek istiyorsunuz ama dinin koruyucuları olduklarını iddia eden insanlar çok kötü şeyler yapıyorlar." (24 Eylül 2007 Yeni Şafak, Ayşe Böhürler)

"Bize komşu olan Selangor eyaletinde (...) ’Eğer ikinci bir eş almak istiyorsan, birinci eşinin imzalı iznini almak zorundasın’ diyen bir kanun vardı. (...) Bunu kolaylaştırmanın bir şekilde yolunu buldular." (24 Eylül 2007 Yeni Şafak, Ayşe Böhürler)

"Ülkede sinema başta olmak üzere Batılı yaşam tarzını yansıtan pek çok etkinlik var. Ama bunların hepsine herkes gidemiyor. Pek çok etkinlik Müslümanlara yasak." (29 Eylül 2007 Milliyet, Ece Temelkuran)

"Uyuyorduk, diyor (Kadına Yardım Örgütü’nün kurucusu) Ivy. (...) Güzellik yarışmasını protesto ettiklerinde, kadınların elini sıkmamaya başladıklarında, devlet dairelerine kapalı giysilerle gelmemizi söylediklerinde, hatta haklı buluyorduk bir yanıyla. Doğru, devlet dairesine ’düzgün’ kıyafetle gidilmeliydi. Ama sonra o düzgün yani kapalı kıyafetleri zorunlu hale getirdiler. Bu yavaş yavaş oldu. (...)

Biz tamam, eğer İslam devleti istiyorsanız, gelin anayasayı değiştirelim o zaman, dediğimizde asla kabul etmiyorlar. Çünkü tepki çeker ve reddedilir, biliyorlar. O yüzden çok yavaş ve yumuşak yaptılar başlangıçta. Ama şimdi gücü ele geçirdikleri için o kadar yumuşak değiller." (29 Eylül 2007 Milliyet, Ece Temelkuran)
Yazının Devamını Oku

Stratejik ortağımız

29 Eylül 2007
BUNU ne siz söylüyorsunuz ne de biz... Ağzını her açışta "ABD bizim stratejik ortağımızdır" diyerek lafa başlayan Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan söylüyor. Hem de Amerika Birleşik Devletleri’nde ve karşısında oturan ABD’lilerin gözünün içine baka baka: "PKK kamplarında top, tank gibi ABD’ye ait maalesef ağır silahlar çıktı. Yakaladığımız PKK’lı örgüt mensuplarının elinden Amerika’ya ait silahlar çıktı. Sonunda Amerikalı yetkililer de bunu kabul etti, ’Evet’ dediler. Buna da, boşaltılan bölgelerdeki silahlardan ellerine geçtiği, korsanlar, silah tüccarları aracılığıyla aldıkları şeklinde açıklamalar getiriyorlar."

Şimdi bu sözden nasıl çark edileceğini birkaç gün içinde görürüz. Zaten arkadaşımız Uğur Ergan, Ankara’daki askeri yetkililerin, "Sayın Başbakan’ın dili sürçmüş olabilir. PKK’nın elinde ne tank var, ne de top" dediklerini bildiriyor.

Öyle midir, değil midir, belki de gerçeği hiçbir zaman tam olarak öğrenemeyeceğiz. Ama sayınız ki tank ve top lafı söz gelimi "tankıyla, topuyla" deyiminden kaynaklandı.

Ne fark eder?

Ortada tek kelimeyle "rezalet" denecek öylesine iğrenç olaylar var ki, eğer PKK’nın elinde ancak düzenli ordu tarafından kullanılabilen tank ve top gibi ABD silahı da varsa şaşmamak gerekir.

Amerikan Ordusu Başmüfettişi Stuart W. Bowen’in, "Donald Rumsfeld ve Paul Wolfowitz döneminde ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) tarafından Irak’a verilen 370 bin adet silahtan 360 bininin akıbetinin ne olduğunun belirlenemediğini" bildiren raporu, geride kalan şubat ayında yayımlanmıştı.

Bu silahlar arasında 165 bin adet Kalaşnikof (AK-47); 138 bin adet Glock marka tabanca; 14 bin 983 adet makineli tüfek RPK; 1528 adet Luncher RPG/7 roketatar ve 3 bin 900 adet el bombası bulunduğu 21 Şubat 2007 tarihli Türk basınında da yer almıştı.

Tuhaf tesadüf ama o tür silahları PKK sadece bizim askerimize karşı kullanıyor.

Aradan zaman geçti. Bu kadar silahın kaybından kimin sorumlu olduğu nedense araştırılmadı. Taa ki Türkiye, son temmuz ayında 1086 adet Glock marka tabanca dahil 1252 adet ABD menşeli silahı PKK’lılarda yakalayıp da feryat edinceye kadar.

O zaman Pentagon, Emekli Korgeneral Claude Kicklighter’ı bu konunun araştırılmasıyla görevlendirdi. O arada Irak’ta kaybolan silah sayısının 190 bin olduğu açıklandı. Ama ister 360 bin, ister 190 bin olsun, ABD yetkililerinin kuru bir "Maalesef PKK’lıların eline bizim silahlardan da geçmiş. Ama biz (devlet olarak) vermedik" anlamında açıklama geldi. O da orada bitti.

Neyse ki günahı havale edecek bir adres son günlerde çıktı. Irak’ta üniforma giymiş paralı askerleriyle en iğrenç olaylara karışan güvenlik şirketi Blackwater’ın bu silahları PKK’ya satmış olabileceği ileri sürüldü.

Ama dikkat edin... Irak hükümeti bu şirketi Irak’ta görmek istemediğini ilan ettiği halde, Pentagon, Blackwater’ı korumaktan vazgeçmedi.

"Stratejik ortağımız"ın silahlarının bizim askerleri öldürmesine hálá şaşıyor musunuz?
Yazının Devamını Oku

Laf-ü güzaf

28 Eylül 2007
BU satırları yazdığımız sırada, "Türkiye ile Irak arasında bir terörle mücadele anlaşması" imzalama çabaları başarıyla mı, yoksa başarısızlıkla mı sonuçlanacak belli değildi.<br><br>Buna rağmen konuyu ele almaya karar verdik, çünkü "Başarıldı, imzalandı" dense bile, sonucun "imzalamama"nın doğuracaklarından farklı olacağına inanmıyoruz. Çünkü konuşulan, Irak’ın kuzeyindeki terör yuvalarını kurutmayı amaçlayan bir anlaşma değil, sadece Türk kamuoyunu oyalamayı amaçlayan bir anlaşmadır.

O nedenle, gazete haberlerine göre tartışılan, "anlaşma taslağında PKK’nın ve PJAKın (PKK’nın İran’daki kolu) isimlerinin geçiyor olması veya olmaması", yahut "Irak’ın kuzeyine sıcak takip harekátı yapılacağı zaman Bağdat’taki merkezi hükümete haber mi verilecek yoksa oradan izin mi alınacak?" konularını da önemsemiyoruz.

Sayınız ki "izin alma" denmedi de "bilgi verme" dendi. Ne değişecek?

Herkes biliyor... ABD’nin payandasıyla ayakta duran Bağdat’taki Maliki hükümeti ne ise, Beyrut’taki Sinyora yahut Kabil’deki Karzai hükümetinin birbirinden farkı yok. Hiçbiri halkını temsil etmiyor. Bunlar kukla hükümetler. O yüzden hiçbiri verdiği sözü tutamıyor.

Tutabilselerdi adını saydığımız bu üç ülkede zerre kadar iyileşme ve huzur olurdu.

Kaldı ki Maliki hükümetinin Türkiye ile bir anlaşma imzalayarak PKK’Irak’ta cezalandırmak gibi ne bir arzusu ne de bir politikası var.

Yapılan düpedüz hokkabazlık.

Herkes biliyor ki "PKK’ya karşı birlikte mücadele etmek" hususunda Türkiye’ye 4 yılı aşkın süre önce açıkça söz veren, ama sonra Türkiye’ye değil Kuzey Irak’taki Kürt varlığına destek yağdıran ABD’nin artık yüzü kalmadı.

Önce "Irak’ta PKK’ya karşı kullanacak kadar askerimiz yok" dedi. Sonra "gereken hazırlıkları yapıyoruz"a sığındı. Onun da palavra olduğu anlaşılmak üzereyken lafı, "Türkiye ile işbirliğine hazırız"a çevirdi. O da sonuç vermedi. Zaten vermesi gerekmiyordu. Ama Türkleri oyalamak için Başkan Bush, "İşbirliğini koordine edecek yetkililer atamayı" önerdi. En güzeli de PKK’ya, "Türkler şu tarihte gelecek. Sizi şuradan vuracak" haberini versin diye, sözde Irak hükümeti adına birisini daha bu heyete dahil etmeye kalktılar.

Kendi kamuoyunun oyalanmasına ve aldatılmasına razı olan hükümetimiz bile artık bu kadarına isyan edince, "işbirliği" isimli maskaralık da sona erdi.

Lafı neden uzatıyoruz ki, -kaç kere yazdık- ABD, PKK’nın tasfiye edilmesini gerçekten isteseydi, silahlı çatışmadan vazgeçtik, PKK’nın Irak’taki lojistik yollarını kesemez miydi? Hadi kendisi yapmak istemedi diyelim, bu işi Barzani’ye ve Talabani’ye yaptırmaz mıydı?

Tamam, anlaşmayı yine de imzalasınlar. Ama ona bakıp da kimse kendini aldatmasın. Çünkü ne o yolla çözüm var, ne de çözüm isteyen...

İstenen -Türkiye dahil- tüm Ortadoğu haritasını ABD’nin çıkarlarına göre yeniden çizmektir.
Yazının Devamını Oku