27 Eylül 2007
YENİ Anayasa taslağı kafaları çok karıştırdı ama bir de yararı oldu. Kimin gerçekten "özgürlükçü" olduğunu kimin özgürlük adına şeriat düzeni avukatlığına soyunduğunu ortaya çıkardı. Özellikle "Türkiye bu gidişle Malezya’laşır mı?" tartışmaları "turnusol kağıdı" görevi yaptı.
Çünkü "türbana" özgürlük isteyenler, uzun vadede "şeriat despotizmine" destek verir hale düştüler.
Somut durum şu... "Özgürlükçü" geçinenler, yeni Anayasa taslağındaki örneğin "Kılık ve kıyafetinden dolayı hiç kimse yüksek öğretim hakkından mahrum bırakılamaz" diyen öneriyi demokratikleşmenin gereği olarak savunuyorlar.
Onlara göre amaç çok masum. Türban yasağı yüzünden mağdur olan genç kızlara özgürlükleri verilecek ve olay bitecek.
Oysa olay bundan ibaret değil. Çünkü gerçeğin tamamını değil, işlerine gelen kadarını yani yarısını söylüyorlar. Tıpkı meşhur ayetteki "Namaz kılmak günahtır" ifadesini söyleyip de onun başındaki "İçkiliysen" koşulundan söz etmeyenler gibi.
Yine somuta indirgeyelim:
Gerçek özgürlükçü olanlar, -Türkiye koşullarında- türbanın serbest bırakılmasını isteyenler değil, bunun uzun vadede öteki -başı açık- kız öğrencileri de baskı altına alacağını söyleyenlerdir.
Uzağa gitmeye gerek yok... İmam Hatip Liselerinde -üstelik resmen yasak iken- kız öğrencilerin hepsi türbanlı değil mi?
Bu özgürlükçü (!?) kardeşlerimiz şeriat despotizminin bir ülkeye nasıl girdiğini, bir kere girdikten sonra tasfiye edilmesinin kaç asırlık bir mücadeleyi gerektirdiğini görmüyorlar mı? Bunca iddialı "aydın" havalarına rağmen, -hadi Malezya’yı inceleyecek vakit bulamadılar diyelim- otuz yıla yakın zaman geçti, İran’ı da mı hiç okumadılar?
Efendim "Türkiye ne İran ne de Malezya imiş". Bizdeki İslam farklı imiş.
Oysa daha geçenlerde Başbakan Tayyip Erdoğan söyledi, "Ilımlı İslam diye bir şey yoktur, İslam tektir" diye.
Başbakanın dediği doğru idi. İslam tektir. Üstelik o sadece din değildir. Aynı zamanda bir devlet yönetimi sistemidir.
Kabul et, etme... Gerçek budur.
O nedenle bir insanın saf olmadıkça, aptal ve cahil olmadıkça... Bir ihtimal daha var, -hadi yumuşatarak söyleyelim- Şah dönemi İranı’nda Humeyni’yi "özgürlükçü" sanan hayalci aydınlar gibi (...) olmadıkça böyle bir tablo içinde "türbanı serbest bırakmak, özgürlükçü anlayışın gereğidir" demek mümkün değildir.
Bu kardeşlerimize göre bizler, gereksiz yere korkular üreten, bu korkuları insanlara aşılamaya çalışan -ve bir takım aptallara göre de aslında din düşmanı olan- insanlarız. Oysa hem domakratik düzeni hem de laik sistemi savunan o nedenle de gerçek özgürlükçü olan bizleriz.
Anımsarsınız, Sovyetler Birliği despotizimine rağmen bir kısım aydınlar Komünist sistemin en sonunda tam özgür toplumu yaratacağını savunurdu. Oysa bu kafayla yola çıkan birçok aydının ülkesi de Sovyetler Birliği’nin esiri, hatta uşağı olmuştu. O sırada Winston Churchill’in "Komünizme karşı neden bu kadar hoşgörüsüzsünüz?" sorusuna verdiği güzel bir yanıt vardır:
"Ölümü denemek ahmaklıktır" diye.
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2007
ÇOK şeyi konuştuk ama fırsat bulup önümüzdeki üç beş ay içinde yeni bir cumhurbaşkanı seçmemiz ihtimali üzerinde duramadık. Oysa Cumhurbaşkanlığı Basın Başdanışmanı Ahmet Sever, 21 Ekim günü yapılacak anayasa referandumunda (halk oylamasında) seçmenlerimiz, "Cumhurbaşkanını ’TBMM’ değil ’halk’ seçsin" derse, Sayın Abdullah Gül’ün aday olacağını açıkladı. İlginçtir, muhalefette ne bir ses, ne de bir nefes var... Birleşip bir adayla ortaya çıkmayı nedense tartışmıyorlar bile.
Onların aklı başına gelene kadar biz mevcut durumu tartışmaya mecburuz.
Bazı meslektaşlarımız da değindi:
Sayın Abdullah Gül herkesin bildiği gibi 28 Ağustos 2007 tarihinde TBMM tarafından "11. Cumhurbaşkanı" olarak seçildi.
Oysa halkoylamasında kabul edilirse yürürlüğe girecek olan 5678 sayılı yasanın "Geçici 19’uncu maddesi" aynen şöyle diyor:
"On birinci cumhurbaşkanı seçiminin ilk tur oylaması, bu Kanunun Resmi Gazete’de yayımını takip eden kırkıncı günden sonraki ilk pazar günü, ikinci tur oylaması ise ilk tur oylamayı takip eden ikinci pazar günü yapılır."
Demek ki 21 Ekim’de yapılacak halkoylamasında "evet" oyu fazla çıkar da 5678 sayılı yasayla getirilen hükümler yürürlüğe girerse, en geç 9 Aralık’ta yeni cumhurbaşkanı seçimi için halkımız sandık başına gidecek.
İlk oylamada adaylardan biri geçerli oyların en az yüzde 51’ini alamazsa, bir sonraki oylama çok muhtemelen 23 Aralık Pazar günü yapılacak. Yasaya göre böylece "on birinci" cumhurbaşkanı seçilmiş olacak.
İyi de "iki adet on birinci cumhurbaşkanı" olur mu?
Şu anda halkoyuna sunulmasıyla ilgili işlemler yürüyen 5678 sayılı yasada, 21 Ekim tarihinde halkoylamasına sunulacak metni o tarihten önce değiştirmezse bir hukuk garabeti karşımıza çıkacak. Çünkü "Acaba 28 Ağustos tarihinde seçilmiş olan zat mı bizim onbirinci cumhurbaşkanımızdı yoksa Aralık 2007’de seçilen mi?" sorusu uzun zaman gündemde kalacak.
Diyelim ki -bizim hesabımıza göre- 9 yahut 23 Aralık tarihinde Abdullah Gül, "11/A" sayılı Cumhurbaşkanı olarak ve 5 yıl görev yapmak üzere seçildi.
O zaman -muhtemelen- biri 1982 Anayasası’nın verdiği yetkilerle; diğeri de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin benimsemiş göründüğü yeni anayasa taslağının düzenlediği yetkilerle görev yaptığı iki dönem olacak.
Bugünkü yetkileri bol. O nedenle "halkoyuyla" seçilmiş bir cumhurbaşkanı olarak bu yetkileri pervasızca kullanabilir. Çünkü arkasındaki en az yüzde 51’lik bir oy desteğinden güç alır.
Ama yeni taslak yasalaşırsa, Çankaya Köşkü’nde artık sembolik bir figür olarak kalacaktır.
Gerçi anayasa taslağında, parlamenter sistemlerde de halk tarafından seçilmiş cumhurbaşkanı örneklerinin bulunduğu bildiriliyorsa da, bunun altı kaval, üstü şişane denen türden bir uygulama olacağı da anlaşılıyor. Çünkü o takdirde halktan yetki alarak iktidara gelen Başbakan ile ondan daha güçlü bir desteği halktan alarak seçilmiş Cumhurbaşkanı arasında "Aslında ben daha güçlüyüm" düşüncesinden doğan sorunlar çıkacak.
Yazının Devamını Oku 25 Eylül 2007
YAZI işlerinde, bugünden itibaren ilgiyle okuyacağınızı zannettiğimiz "Türkiye Malezya olur mu?" konulu röportajlarla ilgili fotoğrafları tartışırken 1989 yılında gördüklerimiz geldi aklımıza... Meğer o tarihte çekilen fotoğraflardan daha iyisi, Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in gezisiyle ilgili 21 Şubat 1989 tarihli yazımızda yer almış. Şöyle demişiz:
"Malezya (...) nüfusunun yüzde 60 kadarı Müslüman (...) olmasına rağmen aşırı İslamcılar kadınları çarşaf altına sokmayı başaramamışlar. Sadece arada sırada bizdeki ’sıkma baş’lara benzeyen birkaç kadına rastlıyorsunuz. O kadar... Daha da ilginci, bir ’Müslüman ülkesi’ olmasına rağmen Malezya’da Arap harfleri ile yazılmış hemen hiçbir şeye rastlayamıyorsunuz."
Ezgi Başaran’ın yazdığı, Sebati Karakurt’un fotoğrafladığı röportajdan anlıyorsunuz ki artık "Arap alfabesi" ile yazılmamış tabela bulmak nerdeyse imkánsızmış.
Demek o Malezya’nın yerinde yeller esiyor.
Ezgi Başaran oradaki yobazların"din ve vicdan özgürlüğü" adına Müslüman bireylere yaptıkları baskıya karşı direnen Malezyalı Müslüman iki avukatla konuşmuş. Malik İmtiaz ve Haris bin Muhammed isimli avukatlardan biri şunları söylemiş:
"Üç yıl önce İstanbul’da, bazı entelektüellere ’Türkiye İslamlaşıyor’ dedim. Bana ’Mümkün değil, Türkiye’nin supapları var’ dediler. 22 Temmuz seçimleri beni haklı çıkardı. Bundan 10 yıl önce, Malezya’da geldiğimiz noktayı ben de hayal bile edemezdim. Ve böyle giderse, sivil toplum kendine gelip frene basmazsa, 5-10 yıl içinde Malezya İran, Türkiye de Malezya olacak."
Hadi diyelim ki Ezgi Başaran bu röportajı "tarafsız" bir anlayışla yapmadı. Gitti "Türkiye bir süre sonra Malezya’ya döner" diyecek adamlar aradı. Bu beyan da onun sonucu...
Peki ama bugünkü iktidarın destekçisi Yeni Şafak Gazetesi yazarı Ayşe Böhürler de mi o niyetle kaleme sarıldı?
Ayşe Böhürler’in eski Başbakan Muhammed Mahathir’in kızı Marina Mahathir’le yaptığı mülakat dünkü Yeni Şafak’ta yayımlanmaya başladı.
Bakın tüm tartışmalarımızın özünü oluşturan "din ve dini değerleri politikaya alet etme" eylemi ne sonuç veriyormuş? Marina Mahathir’den dinleyin:
"İslami bir parti olan bir muhalefet partimiz var ve şu anda bir eyaleti onlar yönetiyor. Bu parti bazen hükümetten daha Müslüman olduğu oyununu oynar. Hükümet kendisinin de İslami olduğunu ispatlamaya çalışarak tepki gösterir. Dolayısıyla biz iki ateş arasında kalırız."
İki ateş arasında kalmalarıyla bitseydi mesele yoktu... Marina, kadınların din baskısı altında nasıl ezildiklerini de anlatıyor.
İktidara gelmek veya orada kalmak kaygısıyla "dini duyguları" bir kere siyaset pazarına sürülünce varılacak yer -kaç defa yazdık ama bazı kafalara girmiyor o nedenle tekrar edelim- Malezya’nın şimdi bulunduğu yerdir.
Sonrasını da zaten Malezyalı avukat gayet iyi özetlemiş.
Malezya’daki Arap alfabesi modasının asıl amacını görüyor musunuz?
Yazının Devamını Oku 23 Eylül 2007
MAKSATLI mı yapıyorlar, "demokrasi cahili" olmalarının sonucu mu, her nedense, sürüp giden son tartışmalarda, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının taraftarlarıyla sözcüleri, bir lafı devamlı tekrarlayıp duruyorlar:<br><br>"Yeni bir Anayasa yapmak, bu Meclis’in yetkisi içindedir." Kimi "Anayasa’nın Kurucu Meclis tarafından yapılmasını" isteyenlere yanıt olsun diye söylüyor.
Kimi "seçmenin yüzde 85’inin temsil edildiği bir Meclis de Anayasa yapmaya yetkili sayılmazsa kim yetkili olabilir?" mantığına sığınıyor.
Kimi de güçlü bir iktidara sahip olma şımarıklığıyla konuşuyor.
Önce belirtelim ki TBMM’nin Anayasa yapma yetkisi elbet vardır.
Nitekim isterseniz, şimdi tartışılan metni "öneri" haline getirirsiniz. Altına da kendi milletvekillerinizden en az 184’ünün imzasını attırır TBMM Başkanlığı’na sunarsınız.
O metin önce Anayasa Komisyonu’nda tartışılır. Gerekirse değişiklik yapılır ve TBMM Genel Kurulu’na gelir.
Orada da tartışılır. Parmaklar kalkar, parmaklar iner... Her maddeye son şekil verilir.
Görüşmeyle ilgili süreç tamamlandıktan sonra Cumhurbaşkanı’na sunulur.
O da onayladıktan -gerekiyorsa halkoylamasına sunduktan- sonra aynen şimdiki Anayasa gibi, sandıktan "Evet" yani "Bu Anayasa’yı kabul ediyoruz" ağırlıklı sonuç çıkınca mesele biter...
Daha doğrusu "TBMM yetkilidir" diyenlerin kafasıyla, "mesele bitti" sanırsınız. Ama bitmez.
Tam tersine, çok muhtemelen asıl mesele o zaman başlar.
Çünkü böyle bir usulle Anayasa yaparsanız, o sizin yani "AKP’nin Anayasası" olmaktan hiçbir zaman kurtulamaz.
Düşünün ki bugüne kadar yapılmış anayasaların en iyisi, en ilerisi, en özgürlükçüsü diye kabul edilen 1961 Anayasası bile sırf Demokrat Parti mensuplarının katkısına kapalı olduğu için 20 sene bile yaşayamadı.
Yaşayamadı çünkü Süleyman Demirel, 1965’te iktidara gelir gelmez ilk savaşı 1961 Anayasası’na karşı açtı. Demirel’in bugün özgürlükçü olduğuna, hukuk devletini savunduğuna bakmayın... O zaman "Bu Anayasa hákimler devleti kurmuş" dedi. Kısaca ondan kurtulmak için ne mümkünse yaptı.
Gerçi o yıkılınca kendisi de altında kaldı, ama kabul edelim ki başardı da...
Yıllar sonra biz de kabul ediyoruz ki 1961 Anayasası’nın yapımına -mümkün olsa da- Demokrat Partililer de katılabilseydi (ki nerdeyse imkánsızdı), ihtimal o Anayasa daha çok yaşardı.
O nedenle diyoruz ki "yasal yetki" gereklidir ama yetmez. Onu uygun zamanda, uygun metotla kullanmazsanız çoğu kez başınıza iş açarsınız. Örnek istiyorsanız AKP’nin elindeki çoğunluğa rağmen Cumhurbaşkanı seçimi konusunda; "üniversiteler" ve "YÖK" konusunda; "zina" konusunda yapmaya kalktıklarından hiçbirini "yetkim var, yaparım" zihniyeti yüzünden yapamadığını anımsayın.
Yazının Devamını Oku 22 Eylül 2007
BOŞUNA nefes tüketip duruyoruz. Oysa Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) hem MKYK üyesi, hem Kütahya milletvekili hem de Başbakan Tayyip Erdoğan’ın "Danışmanı" olan Hüseyin Tuğcu’nun dünkü Referans Gazetesi’nde yayınlanan sözlerini okursanız, günlerdir tartışılan "mahalle baskısı" olur muymuş, olmaz mıymış görürsünüz. Konu malum... Yeni Anayasa eğer "üniversitelerde türbanı serbest bırakırsa" aynı yerdeki başı açık öğrenciler üzerinde bir baskı oluşur mu, oluşmaz mı?
İlahiyat Profesörü Beyza Bilgin dün, "Oluşur" diyordu.
Tabii siz Beyza Bilgin’e değil, bu Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal Atatürk’ten de ileri görüşlü aydınlarımıza sorunuz. "Dini inanç"la "siyasi görüş ve kanaat" arasındaki mahiyet farkını göremeyen, ikisini aynı terazide tartan ukala yazarlara sorunuz. Sorarken de, tertemiz inanç sahiplerinin değil, "yobaz" dediklerinizin "görüş değiştirdiğine ve özgürlüğe izin verdiğine hiç tanık oldunuz mu?" demeyi unutmayınız.
O tartışma bir yana... AKP milletvekili Tuğcu, "mahalle baskısı"nın ne kadar olağan sayılması gerektiğini "AKP iktidarından ihale almak isteyen müeahhitler" örneğinde açıkladı. Bay Tuğcu, "devletten iş alacak müteahhitlerin eşlerinin örtünmeye başladığı" yani "mahalle baskısının bilfiil yaşandığı" iddiası karşısında:
"Evet, tabii ki bunlar olabilir (...) Elbette iş alacaksa, iş yapacaksa kendine çekidüzen verecek" dedi. Bay Tuğcu’ya göre iş almak isteyen müteahhit "Bu yönetimin (AKP’nin) durumuna göre şekillenecek"miş.
Görüyorsunuz değil mi? Bu mahallede iş yapacaksan önce "mahallenin baskısına göre şekillenmen" gerekir diyor adam.
Zaten bu "mahalle baskısı" öyle elle tutulan, gözle görünen bir şey değildir. O söylenmeden yaşanır. Nitekim "mahalle baskısı" şimdi her yerde hissedilir oldu. Son bir örnek Ankara’nın Gölbaşı İlçesi’nden... Bir mağazanın çalışanları, vitrindeki cansız mankenlere yeni elbiseleri giydirecekleri zaman, çıplak mankenlerin üstünü gazete káğıtlarıyla örtmüşler.
Nezaketten değil, düpedüz insanların cansız mankenlere bakınca tahrik olacağı veya abdestlerinin bozulacağı düşüncesinden... Yani mahalle baskısından...
Bunu biliyoruz, çünkü Ağustos 2004’de buna benzer bir karar İran’da uygulamaya konmuş ve "vitrin mankenlerinin vücut hatları belli olmayacak şekilde giydirilmesi" zorunluğu getirilmişti. Orada kalınmadı... Kadın iç çamaşırı satan mağazalarda erkek tezgáhtarların çalışması da yasaklandı.
Siz bir kere bu yola girmeyegörün... Sonu yoktur. Nitekim 14 Mayıs 2007’de İran Havalimanları Emniyet Müdürü General Mahmud Botşekan, "Son üç haftada kötü örtünen 50 kadının İslami kurallara uymadıkları için iç ve dış hatlarda uçağa binmelerine engel olduklarını" iftiharla açıkladı.
Bitmedi... Hemen aynı tarihlerde yani 8 Mayıs 2007’de de İran televizyonlarında yayımlanan ve İran’da çekilmiş olan tüm TV dizilerine "namaz kılma sahnesi" konulması zorunlu kılındı.
Şeriatı bir kere ateşleyince durma şansı var diyene hiç rastladınız mı?
Yazının Devamını Oku 21 Eylül 2007
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan önceki gün yeni Anayasa taslağı hakkında bilgi vermek üzere basının karşısına çıktı ama hem "Anayasa konusunun türban sorununa indirgenmesinden" yakındı hem de "üniversitelerde türbanı serbest bırakma" dışında hiçbir konuya değinmedi. Böylece biz de anladık ki mesele ne "Avrupa Birliği’ne uyum", ne de "özgürlükleri genişletme" imiş. Birinci mesele "üniversitelerde türban yasağını kaldırmak"mış.
Tabii bu arada AKP’nin kızıp da kuşa çevirmek istediği ne kadar kurum varsa, Bilim Kurulu -tesadüf bu ya- onları tam da AKP’nin hoşuna gidecek hale getirmiş. Anayasa Mahkemesi’ne, Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na, Yüksek Öğretim Kurulu’na ilişkin -yeri gelince değineceğimiz- önerileri okursanız ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır.
Konumuz tanınmış İlahiyat Fakültesi Profesörü Beyza Bilgin’in, arkadaşımız Şehriban Oğhan’a söyledikleri...
Bilgin, Turgut Özal’ın zoruyla 1988 yılında üniversitelerde türbanın serbest bırakılması üzerine yaşadıklarını anlatmış:
"Bu sefer bir tek kız kalmadı başı açık. Okumak için saçlarını açıp örgü yapan, toka takan kızlara, erkekler koridorlarda ’Manken oldunuz, niye örtünmüyorsunuz?’ diye laf atmaya başladılar" demiş.
Prof. Dr. Şerif Mardin’in uyarıları ile eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin’in söyledikleri de bundan farklı mıydı?
Demek ki tarikat uşağı birtakım aydınların ve idraksiz ukalaların iddiasının aksine, "mahalle baskısı" pekálá geçerli bir endişedir.
Ama son seçimde AKP’nin bir öncekiden daha çok oy alarak iktidara gelmesine ve Anayasa değiştirecek güce sahip görünmesine bakarak "türban yasağını kaldırtacağız" diyen ve her gün biraz daha saldırganlaşanlara söyleyelim:
Anayasa’yı değiştirseler bile, istedikleri sonucu alamayacaklar.
Çünkü "milli irade"yi biliyorlar, "meşru iktidar" kavramından haberdarlar. "Yasa yapma"nın kurallarına aşinalar ama hem "demokrasi"nin "oy"dan ibaret olmadığını hem de Anayasa’nın değiştirilemeyen ikinci maddesindeki "Türkiye Cumhuriyeti (...) bir hukuk devletidir" ibaresini unutuyorlar. O ibarenin hepimizi -TBMM’yi, hükümeti, idareyi, yargıyı, herkesi- "hukukun üstünlüğü" karşısında şapka çıkarmaya mecbur ettiğini bilmezden geliyorlar.
Kendi irademizle biz, hem yürürlükteki Anayasa’da hem de tartışılan taslakta, "Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda, milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır" görüşünü hukukumuza sokmuş değil miyiz?
Siz hangi yasayı çıkartırsanız çıkartın, Anayasa’ya hangi maddeyi koyarsanız koyun... Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yerleşik kararları laik sistemi koruduğu sürece, amacınıza zor ulaşırsınız. Çünkü "üstünlüğünü" kabul ettiğiniz hukuk, o hukuktur.
Yazının Devamını Oku 20 Eylül 2007
GİDEREK Malezya’laşıp Malezya’laşmayacağımız artık günlük tartışmaların parçası oldu. Önceki günkü gazetelerde yayınlanan fotoğraflı bir haberden öğrendiğimize göre Malezya’nın Kalantan Eyaleti’nde bu yıl ilk kez, "Ramazanda oruç tutmayan kişiler ve onlara servis yapan restoran ve büfelere karşı operasyonlar yürütülmeye" başlanmış. Bu cümleden olarak "sivil kıyafetli ekipler sokaklara dağılıp, oruç tutmayanları yakalamaya çalışıyor"muş. Eyalet başkenti Kota Baru Belediyesi, ramazan dolayısıyla dükkánların saat 15.00’e kadar satış yapmasının da yasaklandığını bildirmiş.
Hoş bu eyalette geçen yıl da "açık giyinen kadınlara para cezası uygulanmakta" imiş.
Zaten öyledir. Önce "açık giyineni" yasaklarsın. Sonra orada duramazsın. Çünkü "dinimizin öteki emirlerinin de yerine getirilmesini" isteyenleri tatmin etmenin yolu ve sonu yoktur. Sonra sıra "ramazan polisine" gelir.
Onu da Suudi Arabistan’daki gibi "din polisi"nin çarşıda kapı kapı dolaşıp insanları "camiye gidip namaz kılmaya" mecbur etmesi izlerse şaşacak şey yoktur. Derken ya İran’da olduğu gibi "kadınların bisiklete binmesi" ile cinsel güdüleri arasındaki ilişki tartışılıp yasak getirilir veya Suudilerin yaptığı yapılır "kadınların araba kullanması" suç sayılır.
Dedik ya... Bu yola bir kere girdiniz mi onun sonu yoktur.
Şimdi bize çok uçta görünüyor ama unutmayalım ki Afganistan’daki kadınlara gözlerini bile görme olanağı bırakmayan ve "burka" denen bir çuval da din adına uygun görülen bir elbisedir.
Cezayir’in kırsalındaki kadınların kıyafeti "burka"lı Afgan kadınınkinden farklı değildir.
Neden? Din öyle istiyor diye...
Malezya’ya, sonuncusu 1989’da olmak üzere 3 kere yolumuz düştü. O üç gezide de dikkatimizi Müslüman olduğu bize söylenen kadınların sadece başlarının değil -henüz düşük belli pantolon ve göbek gösterme modası yokken- göbeklerinin de açık olması çekmişti.
"Buradaki İslamcılar, kadınların örtünmesini istemiyor mu?" diye sorunca şu yanıtı almıştık:
"İstiyorlar ama Çin ve Hint kökenli kadınlar da böyle giyindiği için engel olamıyorlar."
Gerçi görüştüğümüz Malezyalılar kendi ülkelerinde "demokrasi" olduğunu savunuyorlardı. İddialarına göre Hazret-i Muhammed’in Medine’deki kabileleri barış içinde yaşatma amacıyla ilan ettiği "Medine Sözleşmesi"nin istediği gibi "her dinin mensubu, kendi istediği gibi" yaşıyordu.
Yalnız orada atlanan bir nokta vardı... "Yahudi’nin Yahudiler gibi yaşamasına ses çıkarılmıyordu ama Müslüman olana, İslam’ın istediği gibi yaşama mecburiyeti" konuyordu.
Nitekim Malezya’da artık o noktaya gelinmiş olmalı ki, sözünü ettiğimiz haberle birlikte yayımlanan resimdeki anaokulu öğrencisi kız çocukları bile türbanlıydı.
Üniversitelerdeki "türban" sorununa "laik sistem" açısından değil de "özgürlük" açısından bakan Başbakan dahil o görüştekilere gerçeği bir kere daha gösterelim diye yazdık. Ne yazık ki yanlış yaptıklarını anladıkları zaman dönme şansları kalmayacak. Olan da bu millete olacak.
Yazının Devamını Oku 19 Eylül 2007
ANAYASA lafı açılınca hepimiz pek çok şeyi konuştuk ama sadece biz gazetecilerle değil, tüm bireylerle ilgili bir temel özgürlüğü yani "iletişim özgürlüğünü" hiç ele almadık. Aslında Bilim Kurulu’nun hazırladığı Anayasa Taslağı’na bakarsanız onların da "iletişim özgürlüğü" gibi bir kavramdan söz etmediklerini görürsünüz.
Çünkü Bilim Kurulu da, kendi taslağını hazırlarken bilinen kalıplardan hareket etmiş. Örneğin "İfade hürriyeti" demiş. "Basın ve yayın hürriyeti" demiş.
Hoş, gider bir hukuk fakültesine veya bir iletişim fakültesine sorarsanız oralardan da alacağınız yanıt farklı olmayacaktır. Çünkü hepsinde bu konular aynen yukarıdaki kavram ve kalıplar içinde okutulur.
Oysa biz diyoruz ve iddia ediyoruz ki o özgürlüklerin tamamını içeren kavram "iletişim özgürlüğü"dür.
İletişim özgürlüğü sadece yukarıdakileri değil, örneğin "haberleşme" yahut bilgi edinme hak ve özgürlüğünü" de içerir.
Onun alt başlıkları olarak "ifade özgürlüğü"nden söz edebilirsiniz. "Basın özgürlüğünden" değil, "basının özgür olmasandan" bir başka deyişle "özgür basından" söz edebilirsiniz. Düşünceleri ifade amacıyla kullanılan tüm öteki hak ve özgürlüklerden söz edebilirsiniz. Ve en önemlisi, "halkın gerçekleri öğrenme hakkı"nın bir sonucu olan "Bilgi edinme hak ve özgürlüğünden" söz edebilirsiniz.
İletişim özgürlüğü bu geniş kapsamlı yapısıyla hem gerçekleri bulmanın; bulunan gerçekleri dile getirmenin, onları yorumlamanın ve tüm bunları arzu edilen son noktaya kadar iletebilmenin güvencesidir, hem de bu niteliği nedeniyle demokratik sistemin temel taşıdır.
Demokratik bir rejim için basının özgürce görev yapmasının şart olduğunu gören, 18’inci yüzyıl Batı dünyasının aydınları, haklı olarak "basını" korumak gereği duymuşlardır. O nedenle "basın özgürlüğü" diye bir kavram icat etmişlerdir. Bu kavram literatüre aynen aktarıldığı için herkes hálá "Basın özgürlüğü"nden dem vurur. Böylece gazetecilere özgü bir "özgürlük" yaratılmış olur.
Hani bazıları, "basın özgürlüğünü gazeteciler halk yığınları -veya kamuoyu- adına kullanırlar" der ya, siz inanmayın... Özgürlüğün adı "basın özgürlüğü" olduğu sürece o, herkes adına kullanılan bir özgürlük değil, "basın" için sağlanmış bir imtiyazdır. Çünkü toplumun bir kesimine tahsis edilen özgürlüğe başka bir ad verilemez.
İkinci bir "çünkü" de şu:
Özgürlük ancak genel olursa özgürlüktür. Özel olunca onun adı imtiyazdır.
Bu düşüncelerle diyoruz ki yeni anayasa taslağı üzerinde çalışırken önce "İletişim özgürlüğü" esas alınmalıdır. Böylece bu özgürlüğün tüm bireylere ait olduğu gerçeği ortaya konulmalıdır. Onun alt başlıkları olarak da, "bilgi edinme özgürlüğü ve hakkı"; "haberleşme hak ve özgürlüğü"; "ifade özgürlüğü" ve onun çeşitli kullanım yolları; (yazılı ve elektronik basını içeren) "medya" ve "internet iletişimi" ile ilgili düzenlemeler ele alınabilir.
Biliyoruz bunlar "ezber bozan" düşünceler ama... Birilerinin de ezberi bozması lazım.
Yazının Devamını Oku