26 Ağustos 2007
YA birileri Sayın Başbakan’ı aldatıyor, yahut da Başbakan kamuoyunu aldatabileceğini düşünüyor.
Biz birinci ihtimali tercih ediyor ve "Amerika’daki Musevi lobi kuruluşu Anti Defamation League’in (İnkár ve İftira ile Mücadele Birliği) (ADL) "Ermeni soykırımını kabul ediyoruz" şeklindeki açıklamasını geri almadığını" söylüyoruz.
Oysa Sayın <B>Başbakan</B>, önceki gün <B>TBMM </B>kulisinde kendisiyle görüşen gazetecilere, <B>ADL’</B>nin 21 Ağustos tarihli açıklamasını, 23 Ağustos tarihli ikinci açıklamayla geri aldığını söylemişti.
Kim haklı, birlikte bakalım...
Konuyla ilgili haberde aynen şöyle deniyordu:
<B>"Erdoğan, </B>(...) <B>ADL’in </B>(ikinci) <B>açıklamasının yazılı metnini geçtiğini belirterek,</B> ’<B>Bize yönelik bu açıklamadan dolayı özellikle bizim hassasiyetlerimizi paylaştıklarını ve yaptıkları yanlışı da bize gönderdikleri yazılı faksta ifade ettiler’</B> dedi.
(...)
<B>Erdoğan, daha önce atılan yanlış adımın bu açıklamayla geri alınmış olduğuna işaret ederek, </B>(ADL yöneticileri) <B>’Ellerinden gelen bütün destekleri bugüne kadar nasıl verdilerse, bundan sonra </B>(da)<B> vereceklerini ifade ettiler</B>’ dedi. (...)"
Yazının Devamını Oku 25 Ağustos 2007
KIRMIZI çizgileriyle meşhur Dışişleri Bakanımız Abdullah Gül daha Çankaya’ya çıkmadan, Amerika’daki Yahudi cemaatine ait "Anti Defamation League" (İftira ve İnkárla Mücadele Birliği) isimli lobi kuruluşu, kendisine muhteşem bir hediye sundu: Yıllardır bizim "Onlar trajik olaylardır. Türkler ve Ermeniler karşılıklı olarak birbirini öldürmüştür. Ama bu hiçbir zaman soykırım değildir" dediğimiz olaylara ABD’deki bu kuruluş da bundan böyle "soykırım" diyecekmiş.
Neyse ki bu Anti Defamation League’e ağır bir mektup yazıp "Nasıl böyle bir açıklama yaparsınız?" diye soran bir Jak Kamhi’miz var. Jak Bey sormakla kalmadı onlara:
"Almanya’daki bir Musevi ne ayaklandı, ne toprak istedi, ne de kimseleri yaraladı. Yalnızca kökenlerinden dolayı, "genlerinden" dolayı yok edildiler. Türkiye’de ise öyle bir şey olmadı. Bunlar ayaklanıp toprak istediler. Savaştılar. İnsan öldürdüler. Elbetteki bunun karşılığında da direnç gördüler. (O nedenle) buna ’soykırım’ denemez" dedi.
Dedi ama bilelim ki "bilim adamı" kisveli bir "tetikçi"nin Amerika’daki en güçlü savunucularımızdan Holdwater’ı devre dışı bırakmasının ardından bu ikinci darbe, Türkiye açısından en önemli bir kalenin daha yıkılması anlamına gelmektedir.
ABD Temsilciler Meclisi’ne verilen ve düne kadar 225 imzaya ulaşan bir öneri "Kongre’nin, Ermenilerin maruz kaldığı olayları soykırım olarak tanıdığını" ilan edecekleri günü bekliyor.
Öyle tahmin ediyoruz ki, Sayın Gül Çankaya’ya çıkar çıkmaz Kongre kendisine bu hediyeyi sunacaktır.
Gördüğünüz gibi bu iktidarın "çok başarılı" dış politikası sayesinde 7 milyon kadar masum Yahudiyi fırınlara doldurup yakan, gaz odalarında boğan Almanlar’la aynı hizaya geldik.
Yeri gelmişken bir parantez açıp soralım:
Onlara neden Alman yerine Naziler deniyor da, bize gelince suçlu tüm Türkler oluyor?
Gördüğünüz gibi, biz yıllardır "her türlü tedbir alınmıştır" benzeri boş laflarla vakit öldürürken Ermeni lobisi tek tek bütün kaleleri zapt etti.
İyi anımsarız... Son olarak Sayın Abdullah Gül’e "Doğan Medya Grubu mensuplarına özel bilgi vermek" amacıyla geçen yıl İstanbul’da yaptığı konuşma üzerine, bu gelişmeleri işaret ederek "Hükümet olarak ne yapmakta olduklarını" sormuş, aynı boş yanıtlardan birini almıştık.
Son olarak somut bir adımı geride kalan mart ayında atacaklardı. Artık siyasi yoldan sonuç alamayacağımızı onlar da görmüş olmalılar ki, tek çare olarak Türkiye’nin Uluslararası Adalet Divanı’na başvurma hazırlığını tamamlanmak üzere olduğunu, 23 Mart 2007 tarihinde bizzat Abdullah Gül ilan etmişti. Hatta "kararın yakında kamuoyuna duyurulacağını" söylemişti.
Ne oldu?
Belli ki bir karar veremediler. Yani oradaki kırmızı çizgi de kağıda düşmeden uçtu gitti.
Hele bir ABD Kongresi de "soykırım"ı kabul etsin... Sıra "tazminat" taleplerine, "AB’ye kabul için, siz de soykırımı kabul edin" dayatmalarına gelince biz göreceğiz kırmızı ışıkları...
Yazının Devamını Oku 24 Ağustos 2007
SON seçimde hangi sandıkta ne sonuç alındığına ilişkin bilgiler Yüksek Seçim Kurulu (YSK) tarafından internette yayımlandı. Ama "Sonuçlarla oynandı mı" kuşkusu yine de ortadan kalkmadı. Nitekim en sonunda CHP de, partinin tüm örgütüne genelge göndererek, kendilerindeki bilgilerle YSK’nın yayımladıklarını karşılaştırmalarını istedi.
Bu sütunu izleyenler seçimle ilgili tüm işlemlerin saydam olması için yırtındığımızı bilirler.
Nitekim YSK Başkanı Muammer Aydın o günlerde bizi aradı ve "Birkaç gün içinde her sandıkla ilgili sonuçların YSK’ya ait internet sitesine konulacağını" bildirdi. Dediğini de yaptı.
Biz artık tüm kuşkuların ortadan kalkacağını sanıyorduk. Aldanmışız.
Örneğin arkadaşımız Yalçın Bayer, 17, 19 ve 22 Ağustos tarihlerinde "seçim sonuçlarının değiştirilmiş olduğuna" ilişkin önem vermeye değer belge ve bilgiler yayımladı. Keza onun sütununda Ankara Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ahmet Saltık’ın:
"Bilindiği gibi son derece hünerli virüs yazılımları ile veya başkaca yöntemlerle bu olağanüstü korsanlık asla olasılık dışı değildir. Yazılım, diyelim 30 saniyede bir otomatik yedekleme (back up) yapmış mıdır? Eğer yaptı ise ardışık yedeklemelerde veriler arasında bir uyumsuzluk var mıdır; varsa nasıl açıklanmaktadır?" diyen bir mektubu çıktı.
Bunlar gösteriyor ki, dönüp sonuçları irdelemek, hepimiz için rahatlatıcı olacak. Nitekim Ahmet Karahan isimli bir okuyucumuz da bilgisayar programlaması yoluyla sonuçları değiştirmenin mümkün olduğunu bize gönderdiği e-mail’inde ileri sürdü.
Ahmet Karahan şunları söylüyor:
"Program kodunun içerisine mantık bombası yerleştirilir. Mantık bombası, tüm ülke çapında sandıklardan gelip bilgisayara girilen bilgileri çarpıtır ve siz tüm Türkiye ile birlikte bu çarpıtılmış verileri izlersiniz. Mantık bombası, kötü niyetle, bilerek üretilmiş bir program hatasıdır. A partisinin oy adedini artırmak için, diğer partilerden A partisine oy transferi yapabilecek iki satırlık bir kod değişikliği, programın hileli versiyonunu üretebilmenize olanak verir. Hileli versiyonu derlersiniz ve seçim günü makinedeki program dosyasını hileli versiyonla değiştirirsiniz olur biter. Programın kaynak koduna ve sisteme erişim hakkı olan birisinin bunu yapması sadece birkaç saniyesini alacaktır. (...) İncelemeye açık olan kod, hatasız koddur. Ama sistemde çalışan program, hileli koddan derlenmiştir. Hatasız program seçimlerden sonra tekrar sisteme yüklenir. Herkes bu işlemi rutin bir bakım işlemi zanneder. Türkiye hatalı versiyonun iktidar yaptığı partiyle beş yıl daha geçirmeye başlar."
Karaman sonuç olarak, "sandık sonuçlarının muhalefet partileri (...) tarafından irdelenmesini" tek çare olarak tavsiye ediyor.
Ancak 179 bin sandık sonucunun tek tek irdelenmesi mümkün olamaz. Ama örneğin 5 ildeki 5 ilçe seçim sonuçları başlangıçtan son noktaya kadar incelenirse Saltık’ın ve Karaman’ın dile getirdiği kuşkular yerinde mi değil mi görülür. Bu kadarını yapmaya da herhalde her partinin gücü yeter.
Yazının Devamını Oku 23 Ağustos 2007
YENİ Anayasa taslağına ilişkin haberler kıyısından kenarından, basına yansımaya başladı. Sevgili basınımızın bir meseleyi tüm boyutlarıyla görme ve anlatma yeteneği hakkında yeterince bilgimiz olduğu için bu haberleri esas alıp bir yorum yapmaktan korkarız. Çünkü o çok ciddi bir risk üstlenmek anlamına gelir.
Böyle bir gafletimiz 2004 yılı yaz aylarında oldu. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı, biraz da Avrupa Birliği’ne yaranma aşkıyla, 1926’dan beri yürürlükte olan ve çok şikayetlere yol açan Türk Ceza Yasası’nı değiştirme çalışmalarını o yaz hızlandırdı. Gazetelere de bu çalışmanın özünü değil, "AB standartlarına uygun yasa yapıyoruz" havası verilerek, magazin ağırlıklı haberler uçuruldu. Örneğin "yargıç artık hapis cezasını ertelediği hükümlünün bir meslek edinmek üzere eğitilmesine karar verebilecek" dendi. Buna uygun senaryolar yazıldı. Bir bakıma "suç işle, meslek edin" mesajları verildi.
Dahası, üzerine bu şekilde şeker sürülmüş tabletleri yutan kamuoyu, yasanın içindeki yanlışları göremedi. Bizler de ifade özgürlüğünü kısan pek çok madde olduğunu keşfedemedik. Biz ayılıncaya kadar atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmişti.
O nedenle basında dün çıkan "Milletvekili dokunulmazlığı daraltılıyor. Sadece milletvekillerinin değil, kamu görevlileri başta olmak üzere çeşitli yollardan yaratılmış ayrıcalıklara da son veriliyor. İfade özgürlüğü genişletiliyor. Laikliğin tanımı daha da netleştirildiği gibi sınırları da genişletiliyor. Vatandaşlık kavramının tanımı, 1924 tarihli Anayasa’dakine benzetiliyor" türü haberleri temkinle karşılamaktan yanayız.
Özellikle sütten ağzımız yandığı için...
Bununla birlikte iyimser olmamız için sebepler bulunduğunu da belirtmeliyiz.
Yine basına yansıyan bilgilere göre AKP iktidarının yeni Anayasa taslağını partinin uzmanları değil, sağduyusuyla, bilim adamı kalitesiyle, ciddiyetiyle tanınan Anayasa profesörü Ergun Özbudun’un başında bulunduğu 6 kişilik bir bilim adamları kurulu hazırladı.
Hiçbirimiz için söyleyemeyeceğimizi elbet Ergun Özbudun için de söyleyemeyiz. Bir başka deyişle onun "kusursuz" olduğunu veya "kusursuz bir taslak hazırlayacağını" iddia edemeyiz. Ama en azından Ergun Özbudun’un "kötü niyetli" olabileceğini düşünmeyiz. Onun bu taslağı hazırlamasının, örneğin bizler gibi "Cumhuriyetin temel felsefesine bağlı" kesimler açısından ciddi bir güvence teşkil ettiğini söyleyebiliriz.
Ancak Özbudun taslağı, Başbakan’ın da kamuoyuna açıkladığı gibi önce AKP’de ele alınacak. Belki de AKP’nin uzmanlarıyla Özbudun ve ekibi karşı karşıya gelip, eldeki taslağa yeni bir şekil verecekler. O andan itibaren taslak artık Özbudun ve arkadaşlarının değil AKP’nin metni olacak. Onu da AKP taslağının kamuoyunda tartışılması süreci izleyecek.
Eğer Başbakan samimi ise, bu şekilde en iyi hale getirilmiş metin Anayasa önerisi olarak belli sayıda milletvekilinin imzasıyla TBMM’ye sunulacak. Sonra da bilinen yasa yapma süreci başlayacak.
Unutmayalım... Cumhuriyetimizin ve birey olarak hepimizin geleceğine şekil verecek olan yeni Anayasa’yı ne kadar yakından izleyip irdelersek, o kadar iyi bir Anayasa’yı hak ederiz.
Yazının Devamını Oku 22 Ağustos 2007
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan önceki akşam Kanal D televizyon kanalında Uğur Dündar’ın sorularını yanıtlarken bir ara sözü arkadaşımız Bekir Coşkun’a getirdi. Onun 15 Ağustos tarihli yazısına belli ki çok kızmış. Aynen, "Bazıları çıkıp, (Abdullah Gül için) ’Benim cumhurbaşkanım olamaz’ gibi ifadeler de kullanıyor. Onu diyebilen insanın önce Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkması lazım. Git nerede kimi istiyorsan seç" dedi.
Görüyorsunuz, Mersin’de kendisine soru yönelten vatandaşa "Al ananı git!" diyen kişi aynen orada duruyor.
Bekir’e mi, o mülakatı yapan Uğur’a mı yoksa Erdoğan’a mı teşekkür etsek bilemiyoruz. Çünkü bu cümle sayesinde Başbakan Erdoğan maskesiz dolaşmaya başladı.
Aksi halde sevgili halkımız Erdoğan’ın 22 Temmuz 2007 akşamı seçim sonuçları belli olunca yaptığı, "hoşgörülü olacağız" temalı konuşmaya inanmaya devam edecekti.
Başbakan gerçi sadece Bekir’e değil, bize de kızmış ama faturamızı o kadar yüksek tutmamış. Kızgınlığının nedeni, Cumhurbaşkanı Sezer’in 60’ncı hükümet listesini görmek bile istemeden "Siz onu yeni cumhurbaşkanına sunun" demesinin düpedüz bir "rest" anlamına geldiğini yazmamızmış. "Sen rest olarak değerlendirirsen köşende, Türkiye’ye, bu iki makama ne kazandırıyorsun? Bunlar yıllanmış köşe yazarları... Bu edepten, adaptan uzak kalmaktır" demiş.
Edep, adap ve üslup bahsinde kimin ne olduğunu herkes bilir. Yani yanıta değmez.
Bizim asıl üstünde duracağımız husus Bekir Coşkun’la ilgili sözleri...
Ne yapmış Bekir Coşkun? Son seçim sonuçlarından memnun olmadığını yazmış.
Memnun olmaya mecbur muydu? Nitekim bu duygu ve düşüncesini söz konusu yazıda:
"Doğrusunu isterseniz ’göbeğini kaşıyan adam’ın zaferidir bu.
Taa genel seçimlerde kararı o verdi.
Çocukları için aydınlık Türkiye isteyenler meydanlara dökülürken, o uzakta bıyık altından güldü, göbeğini kaşıdı ve dinci devletin yolunu açtı...
Abdullah Gül tam ona göredir.
Zaten onun cumhurbaşkanı olacaktır.
Benim değil..." diyerek ifade etmiş. Ne var bunda?
Hani Sayın Başbakan özgürlükçüydü; demokrat idi; hoşgörülü idi? Hani kendisine oy vermeyenlerin de görüşlerine değer verecekti? Hani herkesi kucaklayacaktı?
Daha o sözlerin üzerinden bir ay bile geçmeden ne çabuk unutuverdi dediklerini?
Aslında şaşılacak bir şey yok. Çünkü Sayın Başbakan’ın zihniyetini yansıtan 22 Temmuz konuşması değil, 20 Ağustos akşamı Uğur Dündar’a yukarıdaki sözleri söylerken yaptığı konuşmadır.
Sayın Başbakan’a birileri sormalıdır:
"Babanın çiftliğinden mi kovuyorsun Bekir Coşkun’u?" diye...
Yazının Devamını Oku 21 Ağustos 2007
CUMHURBAŞKANLIĞI seçiminde 2 Mayıs 2007 yani Anayasa Mahkemesi’nin "en az 367 milletvekili olmadıkça Genel Kurul açılamaz" dediği tarihte kesilen süreç tam 110 gün sonra tekrar başladı. Bu defa Genel Kurul tartışmasız bir şekilde 367’den fazla milletvekiliyle açıldı. Seçimin şanslı adayı da aynı idi.
Ne var ki siyasi tablo değişmiş, bir önceki dönemde direnen ana muhalefet partisi daha zayıf düşmüştü.
Gerçi CHP’nin yeni cumhurbaşkanının "uzlaşılarak" seçilmesi konusundaki haklı isteği karşılanmadı. Dahası, 22 Temmuz’dan önceki konuşmalarında "yeni cumhurbaşkanını uzlaşarak seçme" sözü veren Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) lideri Tayyip Erdoğan, seçimden kendi beklentisini de aşan bir güçle çıkınca o sözünü unuttu.
Böylece siyasi geleneklerimizi geliştirip olgunlaştırma konusunda Sayın Tayyip Erdoğan’dan fazla bir şey beklememek gerektiği bir kere daha ortaya çıktı.
Ama geride kalan aylar boyunca yaşadıklarımızdan sonra, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesine kesin olarak bakacağımız noktaya geldik.
Nitekim dünkü TBMM Genel Kurulu’nda kullanılan 448 oyun 341’inin Abdullah Gül’e verilmiş olması, yukarıdaki beklentinin tartışılmazlığını ortaya koymaktaydı.
O nedenle artık formalitelerin tamamlanmasını beklemeden konuşabiliriz:
Abdullah Gül, cumhurbaşkanı sıfatını taşımaya başladığı andan itibaren kendisini 70 milyon üyeli bir orkestranın şefi konumunda görecektir. Bu orkestranın iyi icralarla büyük eserler ortaya koyabilmesi, yeni Şef Abdullah Gül’ün hem önündeki notaları (anayasayı, yasaları) iyi okumasına hem de orkestranın tüm enstrümanlarını zamanında devreye sokabilmesine bağlıdır.
Eğer orkestranın sadece birkaç üyesi ile sonuç almaya kalkarsa, korkarız ki iyi bir icra bir performans, vahim bir curcuna doğar.
Anayasal açıdan sorumlu olmasa da böyle bir tablonun tarih karşısındaki sorumlusu Cumhurbaşkanı olur.
Özellikle Türkiye’nin içinde bulunduğu bu ortamda Gül’ün taşıyacağı hem sorumluluk çok büyüktür, hem de işi çok zordur. Çünkü orkestranın 70 milyonu bulan üyelerinin çoğunluğu, onun önündeki eserleri bilip bilmediğinden, henüz emin değildir. Biliyorum dediklerini özümseyip özümsemediği meçhuldür. Daha da önemlisi, icraya sıra gelince Mozart yahut Beethoven’ın eserleri yerine Hacı Arif Bey veya Itri’den çalınmasını isteyip istemeyeceğinden emin değildir.
Sembollerle ifade etmeye çalıştığımız husus, aslında modern Türk Cumhuriyeti’nin 84 senelik doğrultusu ile yeni Cumhurbaşkanı’nın kimliği bir noktada çatışacak mı kuşkusunu dile getirmektedir.
Abdullah Gül’ün siyasi kimliğinde ve geçmişinde uzlaşmacı bir anlayışın izleri bulunabilir. Ama kritik sorunlarla karşılaştığı zaman ne kadar dirayet gösterebileceğine ve iyi bir liderden beklenecek performansı ortaya koyup koyamayacağına ilişkin iyi bir örnek bizim hafızamızda yoktur.
Lakin bazen beklediğimizden iyisini, bazen de çok kötüsünü görmek sürpriz olmamalıdır.
Yazının Devamını Oku 19 Ağustos 2007
ÖZEL dünyamızı veya iş ilişkilerimizi buraya getirmek bizim profesyonel anlayışımıza uymaz. Ama arkadaşımız Emin Çölaşan’ın Hürriyet’le iş ilişkisi bitince, okuyucular o kadar çok e-mail gönderip telefon ederek "Bir şeyler söylesene!"; "Orada artık ne arıyorsun? İstifa edip ayrılsana!" türü çağrı yaptı ki, bu yazıyı yazmak kaçınılmaz hale geldi. Önce Emin Çölaşan’la ilgili düşüncemizi yazalım:
Emin Çölaşan’ı takdir etmemek mümkün değil. Okuyucunun dünyasında öylesine derin bir iz bırakmış ki, hem bir dostu, hem bir meslektaşı olarak gıpta ettik.
Okuyucuların bir yazara böylesine sahip çıkması nedeniyle de büyük mutluluk duyduk.
Ancak bunlar Emin’in ne her yazdığını, ne de yazar olarak Emin’in tarzını benimseriz demektir.
Biz Emin’le yaşam felsefesi uyumlu insanlarız. Türkiye’nin hem içinde bulunduğu durumu hem de geleceğini genel olarak, birbirine çok yakın şekilde değerlendiririz.
Bu dediklerimi yıllardır sütunlarımızı izleyenler bilir. Ama bilmedikleri bir şey var:
Bu anlayışımız yüzünden ne Emin Çölaşan’a, ne bana ne de başka bir yazara baskı yahut yönlendirme söz konusudur. Buna karşılık biz de "ertesi gün kovulmayı" göze almadan yazı yazmayız. Profesyonel kalitemizi -o her ne ise- bu cesaret belli düzeyde tutar.
Kısaca yazılarımız bizim bireysel ve özgürce yaptığımız değerlendirmeleri yansıtır. O nedenle bizleri, aslında mevcut olmayan -olmaması da gereken- "bir takımın oyuncuları" gibi görmek yanlıştır. Zaten çoğulcu demokrasi de bunu gerektirir. O nedenle "O gitti sen ne duruyorsun?"lar anlamsızdır.
"Yarın senin de başına o gelecek!" deniyor.
Ertesi sabah kovulmayı göze alarak yıllarını geçiren ve kovulmamak için işini her gün becerebildiği en iyi şekilde yapmaya itina eden adam için bu bir sürpriz veya tehdit mi?
Biz bu mesleğin böyle olduğunu bilerek girdik. Korkanlar düşünsün...
Okuyucular bir de "Basın Konseyi Başkanı" veya "Hürriyet’in Başyazarı" sıfatıyla bu konuda açıklama yapmadığımız için eleştiriyorlar. Çünkü anlaşılan birileri Konsey’i "sendika" sanıyor.
Basın Konseyi’nin görevleri, kuralları belli. Merak eden www.basinkonseyi.org.tr adresine bakabilir. O kurallar gereği Konsey öteki yazarların iş ilişkileri kesilince neden bir açıklama yapmadıysa Çölaşan için de yapmadı. Yapması gerekmezdi.
Bazı okuyucular çalıştığım gazete yönetiminin bir iş akdini feshetmesini, Hürriyet’in başyazı sütununda tartışmamı bekliyormuş. Onlara -hoş görürlerse- Allah sağlık versin diyorum.
Son olarak Emin Çölaşan’ı "arayıp bir geçmiş olsun demediğim" eleştiriliyor.
Çölaşan’ı ilk akşam aradım. Ulaşamayınca ev telefonunun telesekreterine mesajımı bıraktım. Kendisine de dün "telesekretini kontrol etmesini" rica ettim.
Yazının Devamını Oku 18 Ağustos 2007
CUMHURBAŞKANI Ahmet Necdet Sezer’in önceki gün, yeni hükümet listesini kendisine sunmaya gelen Başbakan Tayyip Erdoğan’a, "Listeyi çıkartmanıza hiç gerek yok. Bunu yeni cumhurbaşkanına sunun" demesi dünkü iktidar borazanı gazetelerle aynı telden çalan sütunları şaşkına çevirmişti. Kimi Sayın Sezer’e kızgınlığını "Sezer’lik yaptı" diyerek dile getirmişti.
Kimi Sezer’in Danıştay’a, YÖK’e tayin yapıp da kabinenin atanması işlemini bir sonraki cumhurbaşkanına bırakmasını "Sezer’in tutarsızlığı" olarak sunmuştu.
Tabii Sezer’in Erdoğan’ın bir jest yapıp, listeyi Sezer’e sunma inceliği göstermesine karşılık olarak Sezer’in aynı şekilde zarif davranıp "Listeyi sizinle uzun süre çalışacak olan yeni cumhurbaşkanının inceleyip onaylaması kabineyle cumhurbaşkanı arasındaki uyum yönünden daha isabetli olur" mesajı verdiğini söyleyen de...
Ama belli ki olayın özünü herkes görmekteydi. Çünkü özellikle seçimden sonra pek afralı tafralı yazılar yazan bir kalem, Sezer’in bu hareketiyle Anayasa’nın kendisine yüklediği görevi yerine getirmediğini, böylece ülkeye gün kaybettirdiğini iddia ediyor; bir başkası Sezer’i Cumhurbaşkanlığına değil Devlet Başkanlığı’na layık gördüğünü ifade ediyor, üçüncüsü "Cumhurbaşkanının mizah duygusunun ve yönetim becerisinin berbat olduğunu" söylüyordu.
Sezer’e dönük eleştirilerin yoğunlaştığı nokta da özetle şu:
"Madem görev döneminin sonuna geldi diye yeni hükümetin atama işlemini yapmıyorsun, o halde Danıştay üyeliğine, YÖK üyeliğine, Uyuşmazlık Mahkemesi üyeliğine yapılacak atamaları neden gelecek cumhurbaşkanına bırakmayıp imzalıyorsun?"
Bizde insanlar gerçeğin sadece işine gelen kısmını kullanır, ona dayanarak hüküm verirler.
Nitekim bu olayda da asıl sebebi hep göz ardı ederek ahkam kestiler.
Oysa kanımızca Cumhurbaşkanı Sezer’in, kendisine kabine listesini getirip "onaylamasını" isteyen Tayyip Erdoğan’a verdiği yanıt bir "jest" değil, alenen ve resmen "rest"tir.
Sadece Sezer değil siz aynı durumda aynı resti çekerdiniz. Çünkü listeyi getiren zat, sizi Cumhurbaşkanı değil, Çankaya Noteri gibi gördüğünü bir gün önce ilan etmiş, gazetecilere aynen:
"Kendisine seçilmişlerden oluşan bir kadro sunuyorum. Burada biz bir takım kuruyoruz. O takımda kimi nereye monte edeceğim noktasında ben bilirim. Sayın Cumhurbaşkanımız sunacağım kabineyi (...) anlayışla karşılayacaktır" demiş. Bir başka deyişle "Onaylamazsa ben de listeyi alır, yeni cumhurbaşkanına sunarım" mesajı vermiş.
Oysa Anayasa’nın 8’inci maddesi "Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından (...) kullanılır ve yerine getirilir" demektedir. Zaten cumhurbaşkanı onaylamadıkça hükümetin kurulamamasının nedeni de budur.
Öyle konuşan Başbakan’ın listesi açılmadan ona iade edilir.
Öteki tayinler de bal gibi yapılır.
Yazının Devamını Oku