5 Eylül 2007
BİRÇOĞUMUZ için hiç önemi olmasa da Ankara’daki siyaset dünyasını ilgilendiren bir haber dün geldi: TBMM eski Başkanı Sayın Bülent Arınç’a, üzerindeki plaka kırmızı olmasa da, bir makam aracı vermenin formülü bulunmuş. Bulunan formül gereğince Arınç’a "Karadeniz Ekonomik İşbirliği Parlamenter Asamblesi (KEİPA) Türk Grubu Başkanı" olması önerilecekmiş. Bizim anlayışımıza göre TBMM Başkanı sıfatı taşımış kişiye, o görev bittikten sonra da şoförlü araç tahsis etmek, "devlet" sıfatını taşımaya layık bir devletin ödemesi gereken bir borçtur. Bunu yapmak hem "kendi değerlerine saygı" ifadesidir, hem kadirbilirlik gereğidir.
Ama asıl Sayın Arınç’a verilmesi söz konusu araçtan da görevden de söz etmek değil niyetimiz. Biz Sayın Arınç’ın kendisiyle ilgili düşüncelerimizi sizinle paylaşmak istiyoruz:
Sayın Arınç kuşkusuz, bugünkü iktidar partisi milletvekilleri ortalamasının üstünde bir birikim ve kişilik sahibi kişi... Yüksek bir ikna gücü ve kendine özgü bir üslubu var.
Ama iç huzuru olmayan bir siyasetçi. Ne kendi rahat ediyor, ne başkasına rahat veriyor. Çünkü ihtiraslarıyla hesapları çoğu kez paralel gitmiyor. O yüzden hem "ihtiraslarını" saklamak zorunluluğunu duyuyor hem de bunları bir şekilde dile getirince kendi hesaplarını bozuyor.
Sonuç aldığı zaman kendisi elbet seviniyor ama, o arada çok şeyi de kırıp dökmüş oluyor.
Geçen yasama döneminde iki kere TBMM Başkanı oldu. İki seçimin sonunda da eminiz ki partisinin özellikle üst kademesindekilerin hemen tamamına "illallah" dedirtti.
Yeni dönemde "TBMM Başkanlığına aday olmayacağını" kendisi açıkladı. "TBMM’deki asıl görev milletvekilliğidir" dedi.
Gerçi bir ara yeni kabinede kendisini memnun edecek (Adalet Bakanlığı gibi) bir görev önerilirse almaya niyetliymiş gibi işaretler verdi. Ama perdenin gerisindeki rüzgarların kendi lehine esmediğini görmüş olmalı ki sonra geri çekildi.
En ilginci de birkaç gün önce Manisa’da -tam da "Eniştem beni niye öptü?" dedirtecek şekilde- bir basın toplantısı yaparak:
"Meclis başkanlığı seçimlerinden önce aday olmayacağımı söylemiştim. (...) İstemeyen kızını vermesin. Bazı küçük ve önünü görmeyen siyasetçiler önümüzü kesmeye çalışıyor. Ben kimsenin çantasını taşımadım. Ben buyum. Ancak küçük siyasetçiler avunmaya devam etsinler.(...)
Hükümet kurulma aşamasında bana roller biçildi. Ben hayalci bir insan değilim. Kendi hedefimde elbette bir planım var. Ben kabinede görev almayacağımı, sade milletvekili olacağımı ve 1-2 yıl hükümette görev yapmayacağımı (Erdoğan’a ve Gül’e) söyledim. 001 plakadan sonra 25 veya başka bir plakaya binmek abes olurdu.(...) Benim bakanlık hedefim yoktu.(...)" dedi.
Arınç bu sözleriyle AKP’de birilerinin "çanta taşıyıcılığı" (dalkavukluk) yaptığını, "parti içi oyunlarla kendisinin önünün kesildiğini" ilan etmiş olmuyor mu?
Arınç’ı biliyorsanız ve önümüzdeki bir iki yılı boş geçirmeyeceğini düşünüyorsanız, AKP’nin önünde Arınç’ın ifadesiyle söyleyelim, "güneşli günler" (!?) olduğunu reddedebilir misiniz?
Yazının Devamını Oku 4 Eylül 2007
YENİ Anayasa taslağını irdeleyen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Komisyonu’nun Başkanı Dengir Mir Mehmet Fırat dokunulmazlık, zorunlu din dersi, Cumhurbaşkanının Milli Güvenlik Kurulu’ndan çıkarılması gibi maddeleri, taslağı hazırlayan Bilim Kurulu üyeleriyle tartışacaklarını belirtmiş. Bildirildiğine göre AKP Komisyonu, taslak üzerindeki "Birinci Tur" görüşmeleri bitirmiş. Böylece AKP bu konuda ne kadar siyasi sorumluluk taşıyabileceğini belirleyecek noktaya gelmiş.
Lakin Sayın Fırat’ın sözlerinden, hem kendisinin hem de Komisyon’un öteki üyelerinin kafasının yukarıdakilerden başka konularda da hayli karışık olduğu anlaşılıyor.
Örneğin gazeteciler, "Kürtçe eğitim hakkı verilip verilmediğini" sorunca Fırat;
"Taslakta Kürtçe eğitim diye bir şey yok. Bu biraz algılama meselesi. Altını karıştırırsanız, bir şey bulmaya çalışırsanız çok şey bulursunuz. Ama kelimeye bakmak lazım. Başka bir şey aramanız size ait olan bir şeydir, o tefsir şeklidir. Kişilerin tefsirinin de Anayasa’da yeri yok" demiş.
Oysa yürürlükteki Anayasa’nın bu konuda;
"Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında, Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dilde eğitim ve öğretim yapan okulların tabi olacağı esaslar kanunla düzenlenir. Milletlerarası andlaşma hükümleri saklıdır" demesine karşılık yeni taslakta;
"Eğitim ve öğretim dili Türkçedir. Türkçeden başka dillerde eğitim ve öğretim yapılması ile ilgili esaslar, demokratik toplam düzeninin gereklerine uygun olarak kanunla düzenlenir" şeklinde bir hükmün yer aldığı biliniyor.
Fırat, "Taslakta Kürtçe eğitim diye bir şey yok" dese de o hükmün Svahili dili hedef alınarak konulmadığı cümlece malum.
O halde AKP iktidarı açık oynasın:
Okullarımızda Kürtçe eğitim ve öğretim yapılmasına izin vermeyi düşünüyor mu, düşünmüyor mu? Bu sorunun "evet"i ile "hayır"ı arasındaki sonuç farkı çok büyük.
Daha açığını konuşalım:
Bu konuda yapılacak tercih, "Tüm bireyleri her türlü haktan, özgürlükten tam olarak yararlanan ve demokratik rejimle yönetilen uygar bir ulus olmayı" mı yoksa;
"Tüm bireyleri her türlü haktan, özgürlükten tam olarak yararlanan ve demokratik rejimle yönetilen bir toplum" olacağız derken kantarın topunu kaçırıp "halk"lara ayrılmış ve bölünmüş bir toplum haline gelmeyi mi göze aldığımızı belirleyecek.
Biz bunlardan birincisinin, okullarda "Kürtçe eğitim ve öğretim yapılmasına" gerek olmadan da sağlanabileceğine inanıyoruz. Yeter ki kendisini etnik olarak Kürt hisseden insanlarımızın kendi kültürlerini koruma ve yayma, kendi dillerini öğretme, onu resmi yazışma sayılmayan her alanda kullanma hakkına kimse karışmasın.
Yazının Devamını Oku 2 Eylül 2007
PAZAR günü için sıkıcı bir konu gibi görünse de size önceki gün TBMM’de okunan 60’ıncı Hükümet Programı’ndan söz edeceğiz. Çünkü kanımızca kamuoyunun dikkatini çekmeye değer şeyler var:<br><br>Programın esas temasını Tayyip Erdoğan’ın birinci kabinesinin "başarıları" oluşturmuş. Ekonomide şöyle büyüdük, karayolları ağımızı şöyle genişlettik, milli geliri şöyle artırdık, ihracatı şöyle katladık türü, "doğru" olduğunu kimsenin reddedemeyeceği bilgiler var.
Ama insan gözü, olması gerektiği halde olmayanları da arıyor.
Örneğin Türkiye’nin en önemli sorunu olan PKK terörüyle nasıl mücadele edileceği, çözüm için ne düşünüldüğü yok. Sadece "Ulusal güvenliğimize, ülkemizin bölünmez bütünlüğüne ve üniter devlet yapımıza kastedecek her türlü oluşuma karşı son derece tavizsiz tutumumuz kararlılıkla sürecektir" demek ve ona üç beş tane içi boş cümle eklemek yeter mi? Bunu söylemekle, söylememenin farkı ne?
Hükümet yolsuzlukla mücadelede kararlı olduğunu söylüyor ama o bağlamda da ne yapacağını söylemiyor. Örneğin, "mal bildirimini gizli olmaktan çıkartacağız" bile diyemiyor. Yolsuzlukların temel kaynağı olan devlet ihalelerini tamamen saydam hale getirmeyi vaat edemiyor. Neden? Çünkü aksi halde AKP’lileri veya "cemaatten" olanları kayırma yolunun tıkanacağını biliyor.
"Uygulayacağımız vergi politikalarının temel amacı, ekonomide kayıt dışılığın azaltılması (...)dır" diyor ama o konuda ne gibi bir önlem düşünüldüğünü söylemiyor. Örneğin, "kayıt dışına ve vergi kaçırmaya hapis cezası getireceğiz" diyemiyor. Çünkü merhum Turgut Özal gibi muhtemelen bu hükümet de "kayıt dışı" ekonominin aktörlerini ürkütmekten ve paralarını yurtdışına kaçırmalarından korkuyor. O yüzden de böyle boş lafla idare etmeye çalışıyor.
Programda bol kepçe "özgürlük" lafı ediliyor. "İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi" ile "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi" esas alınacakmış... Düzenlemeler ona göre yapılacakmış.
Çok iyi... Madem o kadar özgürlükçüsünüz, "İlke olarak ifade özgürlüğü suçu olmaz diyoruz. İstisnalar için de yasalara hapis cezaları yerine para cezası koyacağız" desenize... Orada hapis var ama vergi kaçırmada yok... Böyle demokratik anlayış olur mu?
Programda Türkiye’nin yarın öbür gün uğraşacağı en önemli sorun olan "Ermeni soykırımı" suçlamalarına karşı bu hükümetin ne yapmayı düşündüğüne ilişkin tek kelime yok. Tam bir "devekuşu mantığı" söz konusu. Sok başını kuma, problemi görme, kurtul... Söyleyin lütfen olur mu?
Adalet reformu yapılacakmış. Programda öyle deniyor. Bu bağlamda örneğin yargı sistemindeki iletişim hızlandırılacak, bazı ihtilaflar yargıya gitmeden çözülecekmiş...
Onları elbet yap... Ama Türkiye’nin ihtiyacı olan yargı reformu bu mu?
Hani yargı bağımsızlığı, hani yargıç güvencesi? Hani Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yasasından yapısına kadar sayısız sakıncalı hüküm? Onları kaldırmaktan hiç söz etme, "Kapıları pencereleri değiştireceğiz, bu reform olacak" de!
En ilginci de Eğitim’de "Kaynak ve insan israfını önlemek amacıyla, okul çeşitliliğinden çok program çeşitliliğini esas alan bir ortaöğretim reformu"ndan söz edilmesi...
Hüseyin Çelik’in Milli (Dini) Eğitim Bakanı olduğu bir yerde o sözlerin altından her şey çıkabilir. Şimdiden uyarıyoruz... Aman dikkat edin!
Yazının Devamını Oku 1 Eylül 2007
HÜKÜMET programı dün Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından TBMM’de okundu. Herkese "formalite" gibi görünen "güvenoylaması" işlemi de bitince sıra tekrar, yeni anayasa tartışmalarına gelecek. Hani şu gazetelerde bölük pörçük haberler halinde yer alan anayasa taslağından söz ediyoruz.
Eldeki bilgilere bakarsanız gayet demokratik, iyi, kısa, net bir anayasa taslağı söz konusu.
Zaten biz de bu taslağın mimarı dostumuz Prof. Dr. Ergun Özbudun hakkında bu sütunda bir süre önce çok olumlu şeyler yazdık. Yıllardır tanıdığımız ve iyi bir anayasa bilimcisi, gerçek bir demokrat olduğuna inandığımız Ergun Özbudun’un elinden çıkacak metne güvenle bakacağımızı söyledik.
O yazı çıktıktan sonra yaptığımız telefon görüşmesinde Özbudun’dan, "Anayasa taslağını kamuoyuna açıklamasını" rica ettik. Eğer açıklayamıyorsa, kendisinden onay çıkıncaya kadar yayımlamamak kaydıyla metni görmemize izin verip vermeyeceğini sorduk.
İzin vermezse ona da saygı duyacağımızı peşinen ifade ettik.
Aziz dostumuz, aldıkları karar gereği kimseye -tabii bize de- bu taslağı veremeyebileceğini söyledi... Vermedi... Biz de saygı duyduk.
Lakin kamuoyuna yansıyan haberlerden anlıyoruz ki, her şey bizim düşündüğümüz gibi yürümüyor.
Eğer söz konusu taslak gizli ise, herkes için gizli olmalı... Oysa durum öyle değil...
Bakıyoruz kamuoyunda dikkatin cumhurbaşkanı seçimi, 30 Ağustos törenleri gibi konulara yöneldiği günlerde, anayasa taslağına ilişkin haberler gelmiyor.
Ama dikkatlerin bu konuya yönelmesi söz konusu ise, "A" gazetesinde taslağın şu bölümünden, "B" gazetesinde öteki bölümünden olmak üzere ikişer üçer maddelik haberler yer alıyor.
Yani ortada bir manipulasyon olayı var... Taslakla ilgili bilgileri -belki de Özbudun’un ekibinden- birileri, kamuoyunun dikkatini kendi istediği yere çekecek şekilde gazetelere sızdırıyor. Böylece çok muhtemelen taslağın sadece "üzerine şeker sürülmüş" tabletleri kamuoyuna duyuruluyor. Belki de öteki -yani duyarlık sebebi olabilecek düzenlemelerden- söz edilmiyor.
O zaman, yeni taslak hakkında kamuoyunun dürüstçe bilgilendirildiği iddia edilebilir mi?
Biz son Irak savaşının, kandırılmış kamuoyları desteğiyle açıldığını inkár edebilir miyiz? Daha doğrusu, çağımızın bir "aldatılmış kamuoyları" çağı olduğunu bilmeyenimiz mi var?
İki sene önce, kamuoyumuz ve biz gazeteciler aynen böyle, kamuoyunu yanlış bilgilendiren haberler yüzünden berbat bir Ceza Yasası kazığı yemedik mi?
O nedenle açık söylüyoruz... Yeni anayasa çalışmalarında bir kaşkariko olup olmadığını anlamak için hem Özbudun ekibinin hazırladığı metni hem de bu metnin AKP tarafından değiştirilmiş şeklini tam olarak görmek zorundayız. Yoksa bu süreçten kuşku duymaya mecbur olacağız.
Yazının Devamını Oku 31 Ağustos 2007
İLK işaretler pek iyi değil. Yeni Cumhurbaşkanının siyasi kimliğinin devletin en üst değerleriyle çatıştığı inancı özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üst kademelerinde yaygın. Bireysel olarak söyleyelim... Biz de o görüşteyiz.
Ama başka mesele var...Örneğin, önceki akşam hükümet ilan edildi. Buna ilişkin haberler medyada mecburen önemliymiş gibi sunuldu. Ama herkesin gözü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de katıldığı, Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ndeki diploma törenindeydi.
Gazeteler ve televizyonlar, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün salona gireceği anons edilince kimin hemen, kimin ağırdan alarak ayağa kalktığı... Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın yerine oturmak için Cumhurbaşkanı’nın oturmasını beklemediği... Bir öğrenciye diplomasını vermek için yerinden kalktığı ve diplomayı verip yerine döndüğü sırada Cumhurbaşkanı’nı selamlamadığı gibi olağan koşullarda kimsenin dikkat etmeyeceği ayrıntılarla doluydu.
Açık konuşalım... Bu böyle gitmez.
Bunun böyle gitmeyeceğini öncelikle Genelkurmay Başkanlığı’nın görüp kabul etmesi ve Sayın Büyükanıt’ın kendi tavrını hızla gözden geçirmesi gerekir.
Çünkü istesek de istemesek de ortada meşruiyetini reddedemeyeceğimiz bir Cumhurbaşkanı var. Ortada bin yılı aşkın süredir bağımsız yaşamış bir ulusun uzun süre boyunca oluşturduğu "devlet" gelenekleri var. Ortada, milletin hakemliğiyle ulaşılmış bir sonuç var.
Sayın Genelkurmay Başkanı’nın duygularını da, CHP’de somutlaşan tepkileri de anlıyoruz... Kişisel olarak bunların çoğunu paylaştığımızı da söyleyelim.
Ama iterek, kakarak, tavır koyarak ve daha da önemlisi yeni kuşaklara kötü örnek teşkil eden yanlışlar yaparak bir yere varma olanağı yok. Bunu görelim.
Milletin verdiği karardan ve onun sonuçlarından memnun olmayanlara söylüyoruz.
Kavgayı böyle "beyhude" denecek zeminlerde vermeyin.
Kavga "kaybedilecek yerde" ve "kaybedilecek zamanda" verilmez. Kavgaya girmenin birinci kuralı "kazanacağınızdan emin olmak"tır.
Hele askerin böyle bir konuda taraf olmaya yani milli iradenin belirlediği siyasi iktidarı beğenmeye veya beğenmemeye hiç hakkı yok...
Bu gerçeği hepimiz görmek zorundayız. Yoksa gereksiz yere bu ülkeyi felakete sürükleriz.
İkincisi... Asker dışındaki tüm bireylerin hem siyasi iktidardan memnun olmama hakkı vardır hem de bunu ifade etme, o siyasi iktidarı meşru yoldan değiştirmeye çalışma hakkı vardır.
Onu yapma görevi de öncelikle anamuhalefet partisine düşer...
Muhalefete, özellikle anamuhalefet partisi CHP’ye soralım:
AKP’yi Türkiye’nin başından uzaklaştırmak için planınız var mı? Varsa ne? Açıklar mısınız?
Yoksa hiç konuşmayın...
Yazının Devamını Oku 30 Ağustos 2007
KARMAŞIK duygular içindeyiz. Bir yanda ulusal iradenin emrettiği kişinin Çankaya Köşkü’ne çıktığı gerçeği var. <br><br>Meşru bir seçim... Meşru bir sonuç... O açıdan bakınca bu noktaya gelmeyi "demokrasimizin zaferi" gibi algılamak ve sunmak hem doğru hem de haklıdır.
O nedenle Sayın Abdullah Gül’ün 11. Cumhurbaşkanı olmasına sevinenlere sempatiyle bakmayı içimize sindiremiyorsak, hoşgörüyle bakmayı bilmeliyiz.
Ama ya öte yandan bakınca görünen şey çok farklı:
Kralın çıplak olduğunu, içeride önce Ertuğrul Özkök, dışarıda da The New York Times söyledi.
Özkök, Abdullah Gül’ü "İkinci Cumhuriyet’in Birinci Cumhurbaşkanı" olarak tanımladı.
The New York Times’ın muhabirleri Sabrina Tavernise ile Şebnem Arsu ise, "İslamcı siyasi geçmişi ve inançlı bir Müslüman kimliğiyle bilinen (Abdullah Gül’ün) Cumhurbaşkanlığı’na seçilmesini, 84 yıllık laik sistemin (belinin) kırılışı" olarak sundular.
Daha önce de yazdık... Colin Powell henüz ABD Dışişleri Bakanı iken Türkiye’yi "ılımlı İslam demokrasisi" diye tanımlamamış mıydı?
Aynı şeyi 22 Temmuz seçimlerinden hemen sonra ABD’nin tanınmış diplomatlarından Richard Holbrooke ifade etmedi mi?
Bir zamanlar yani 1940’lı yıllardan Yunanistan’ın Avrupa Birliği’ne girdiği 1981’e kadar olan dönemde Türkiye, Avrupa ailesinin bir parçası sayılmaz mıydı?
İster ABD ister Avrupa ülkeleri, coğrafyanın bizim bulunduğumuz bölgesine göz atınca, "Türkiye ile Yunanistan"ı aynı teraziye koymazlar mıydı?
Söyler misiniz hangi nedenle şimdi Ortadoğu’nun veya İslam ülkelerinin bir uzantısı olduk?
Bunun yanıtını daha geçen yıl "türbanlı kadınların sayısının azalmakta olduğunu" söyleyen üniversite hocalarından almaya kalkmayın. Onların daha iddialılarına bakarsanız "modern mahrem"ler sayesinde çağdaş uygarlığı yakalayıp geride bırakmamıza az kaldı.
Dedikleri doğru ise, çağdaş uygarlığın temsilcisi ülkeler bizi neden Endonezya ve Malezya terazisinde tartıyorlar?
Türkiye’nin 84 yıllık "laik sisteminin" beli kırıldıysa o bir günde olmadı.
O öncelikle, yıllardır -belki 30 yıldır- CHP’yi yönetenlerin halktan tamamen kopmuş olmaları yüzünden oldu.
O, Süleyman Demirel’in 1965’ten itibaren, tarikatları siyasi iktidar ortağı yapması ve onları kollaması yüzünden oldu.
12 Eylül, Turgut Özal, Tansu Çiller ve Necmettin Erbakan o yolun sonraki yolcularıdır.
Zaten din bir kere siyasete alet edilince onun önünü almak mümkün değildir. Sonunda ya ülke veya sistem batar. Ama iş işten geçer.
İkinci Cumhuriyet mi deniyor? Laikliğin beli kırıldı mı deniyor?
Kimseye kızmayalım... Nerede yanlış yaptık önce oradan başlayalım.
Yazının Devamını Oku 29 Ağustos 2007
DÜNDEN itibaren Türkiye’nin yeni bir Cumhurbaşkanı var... <br><br>Sayın Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkması, hayli sancılı bir süreci yaşamaya hepimizi mecbur etti. Ama demokratik sistemin ve hukukun temel kurallarından sapmadan çözüm aramayı bilen Türk ulusu, "meşruiyetin" gösterdiği sonuca ulaşmayı bildi. Bu aşamada hepimize düşen Sn. Abdullah Gül’ün Onbirinci Cumhurbaşkanı olduğu gerçeğini kabul etmek ve Türk ulusu önünde ettiği yemine sadık kaldığı sürece, kendisine yardımcı olmaktır.
Sayın Gül dün çok ciddi yükümlülükler üstlendi. Gerçi onların hiçbirine sadık kalmasa da, eylemi "vatana ihanet" niteliği taşımadığı sürece, kimseye hesap vermesi gerekmez.
Ama kısa vadede Türk kamuoyu, uzun vadede ise tarih, Sayın Gül’ü yakından izleyecek ve irdeleyecektir.
Kamuoyu ve tarih ondan "Türk milletinin birliğini temsil eden; Anayasa’nın uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını" sağlayan bir Cumhurbaşkanı olmasını isteyecektir.
Onunla kalmayacak Gül’ün "tarafsız" ve "sorun çözücü" bir Cumhurbaşkanı olup olmadığını her an sorgulayacaktır.
Ancak buradaki "tarafsızlık" kavramı zaman zaman yanlış anlaşılmaktadır.
Cumhurbaşkanı öncelikle "devletin başı"dır. Bu sıfatı nedeniyle, "devletin kurucu felsefesiyle" bütünleşmiş olmaya mecburdur. Örneğin, "Bu devlet laik temeller üzerine kurulmuştur ama ben bunun doğru olduğunu düşünmüyorum. Öyle devam etmesini de gerekli görmüyorum" deme hakkına sahip değildir.
Bunu dediği veya demeden o yönde bir çizgi tutturduğu zaman meşruiyetini kaybeder. Bir başka deyişle, devletin kurucu felsefesine karşı tarafsız olmak gibi bir lüksü yoktur.
Bir başka deyişle ne Anayasa karşısında, ne Türk ulusu karşısında, ne bayrak karşısında, ne de ettiği yeminle "koruma" sözü verdiği diğer değerler konusunda "tarafsızlık"tan bahsedilebilir.
Biz Sayın Gül’ün bu ilk gününde ona iyi dileklerimizi sunmayı görev biliyor, Büyük Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’e layık bir Cumhurbaşkanı olmasını diliyoruz.
ÑÑÑÑÑÑÑ-
Not: Türkiye’deki Musevi Cemaati Başkanı Sn. Silvyo Ovadya, 26 Ağustos Pazar sabahı bu sütunda çıkan "Ne aldan, ne de aldat" başlıklı yazım nedeniyle bir açıklama gönderdi. Kamuoyunda bir yanlış izlenim kalmaması için örnekler vererek, Türk Yahudilerinin 1939-45 yılları arasında Nazilerin, Yahudilere uyguladığı soykırımdan başka hiçbir olayı soykırım olarak kabul etmediklerini vurguladı. "Dönem dönem haksız değerlendirmelere maruz kalsak da bizler, ülkemizin menfaatleri ve inandıklarımız doğrultusunda çalışmalarımızı sürdüreceğimizi açıklamak isterim" dedi. O.E.
Yazının Devamını Oku 28 Ağustos 2007
ONUNCU Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer’in Çankaya’daki son günü bugün... Arkadaşımız Süleyman Demirkan, Sezer’in Çankaya dönemine ilişkin bilgileri toparlamış. Buna göre Sezer’in Cumhurbaşkanlığı tam 7 yıl 104 gün sürmüş. Sayın Sezer’in o 7 yılı aşkın görev süresi içinde yeri geldi, kendisini eleştirdik.
Ama yeri geldi, ülkemizde "hukuk devleti" ilkesini yaşama geçirme mücadelesi verdiği için;
Yeri geldi, laik Cumhuriyet’i sözüyle değil özüyle de benimsemiş bir Cumhurbaşkanı olduğu için;
Yeri geldi, birinci gün koyduğu sadelikten zerre kadar sapmadığı için;
Yeri geldi, Cumhurbaşkanı yakını olmanın sağlayabileceği avantajları aile bireyleri başta olmak üzere hiç kimsenin kullanmasına izin vermediği için övdük.
Oysa Sezer’e kızanlar hep "laik Cumhuriyet’i korumakta gösterdiği titizliğe" tepki gösterdiler. Çünkü Sezer, -Ömer Dinçer’in Başbakanlık Müsteşarlığı’na tayin edilmesi dışında- hemen hiçbir hata yapmadan bu tutumunu son gün, son dakikaya kadar sürdürdü.
Sezer’in 19 Şubat 2001 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısında, önündeki Anayasa kitapçığını sert bir şekilde Başbakan Bülent Ecevit’in önüne itmesinden kaynaklanan olayları hepimiz biliyoruz.
Bir musibet bin nasihatten iyidir derler. Neyse ki Türkiye o olaydan ders aldı. Kemal Derviş’in reçeteleriyle toparlandı. Son altı yılı da iyi kullandı.
Ahmet Necdet Sezer’in elbet eksikleri de vardı. Örneğin, san’at, kültür etkinliklerine ilgi gösteren, destek veren bir Sezer o sayede Türkiye’ye çok şey kazandırabilirdi.
Türkiye’nin dış ilişkilerinde daha aktif bir rol oynasaydı, ihtimal bölgemizde daha itibarlı bir aktör olabilirdik.
Yurtiçine çok gezi yapan, halkın nabzını tutan bir Cumhurbaşkanı olsaydı, eminiz bugünkünden çok daha fazla sevilirdi.
Ama bunları söylesek de biliyoruz ki Sezer ulusumuzun büyük çoğunluğunun gönlünde yer tutmayı bildi. "Saygıdeğer bir Cumhurbaşkanımız var" dedirtti. Onu saygıyla ve alkışla uğurluyoruz.
Not: Sayın Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, "Ermeni soykırımını kabul ediyoruz" açıklamasını yapan Musevi örgütü Anti Defamation League’yu kastederek yazdığımız "Son bir kale daha gitti" başlıklı yazımızı, "Abdullah Gül’ün seçilmesiyle elimizdeki Çankaya kalesi de düşmüş olacak" anlamında bir şey yazmışız gibi hedef alması, pek çok kişi gibi beni de şaşırttı. Tevil uzmanı Akif Beki’nin sonra gazetecilere, "Hedef Oktay Ekşi’nin yazısı değildi" demesi de buna tüy dikti ve güldürdü.
Pek çok kişi buna tepkimi merak ediyormuş. Söyleyeyim... Böyle nahoş durumların bir daha olmaması için Sayın Başbakan’ın ya tam bilgi almadan konuşmamasını yahut da okuması yazması olan ve okuduğunu anlayan birilerinden yardım almasını tavsiye ediyorum.
O.E.
Yazının Devamını Oku