4 Ocak 2008
BİZİM siyaset -daha doğrusu iktidar- mensuplarına "demokrasi sadece Meclis’teki parmak sayısından ibaret değildir"i kim ne zaman öğretecek, bilmiyoruz. Bir zamanlar Sayın Süleyman Demirel de kendisini istifaya çağıran muhaliflerine -güvensizlik oyu için gerekli asgari sayı olan- "Bulun 226’yı sonra gelin!" demişti.
Ardından gelen malum, meşhur ve mahut 12 Mart 1971 darbesi ona "226’dan başka etkenlerin de bir hükümeti yerinden edebileceğini" öğretti. Ama onun ders alması ülkeye pahalıya patladı.
Yanlış anlaşılmasın diye hemen belirtelim:
Darbeler ardından ülkenin kısa bir süre de olsa rahat nefes aldığına çok tanık olduk. 27 Mayıs ihtilali gibi ülkeye en gelişmiş Anayasa getiren darbe de oldu. 12 Eylül gibi, sokaklardaki kan selini durduran darbeyi de yaşadık. Ama darbelerin uzun vadede, getirdiğinden çok götürdüğünü, devletin hukuk sisteminde ve demokratik rejimde iyileşmez yaralar açtığını da gördük. O nedenle yazımızı maksadımıza ters düşen bir bakışla yorumlayan olursa baştan bilsin istedik.
Lafı karıştırmadan konuya dönelim:
Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in dünkü gazetelere yansıyan sözlerinden anlıyoruz ki iktidar sahiplerinden hepsi değilse de bazıları Meclis’te nerdeyse Anayasa’yı tek başına değiştirebilecek sayıda milletvekili sahibi olmanın yetmediğini görüyor. Nitekim Çiçek’in "Anayasa yapmak Ağrı Dağı’nı yerinden oynatmak gibi bir şey" dediği bildiriliyor.
Doğrudur, Ağrı Dağı’nı yerinden oynatabilmeye kendi gücünüz yetmez. Tüm toplumun desteğini almanız lazım.
Bu konuda tanınmış hukukçu Sabih Kanadoğlu bir süredir önemli bir noktaya dikkat çekmeye çalışıyor. "Madem yeter sayımız var, Anayasa’yı istediğimiz gibi değiştiririz veya yeni Anayasa yaparız" diye düşünenlere, şeklen böyle bir hakları olduğunu zannetseler bile meselenin "yeter sayı"dan ibaret olmadığını anımsatıyor. O da bir ülkenin Anayasasının aynen Çiçek’in dediği gibi çok özellikleri olan bir yasama süreci sonunda yapılması gerektiğini savunuyor. Örneğin öncelikle halka "Türkiye’nin yeni bir Anayasa’ya ihtiyacı var mı yok mu?" sorusunun yöneltilmesini, eğer bu halkoylaması sonunda "Evet"ler çok olursa üyeleri toplumun tüm kesimlerini adil şekilde temsil eden ve görevi sırf Anayasa hazırlamak olan bir Kurucu Meclis oluşturulmasını öneriyor. Bu Kurucu Meclis’in yapacağı Anayasa’nın halkoylamasında kabulü koşuluyla Türkiye’nin yeni Anayasa’ya kavuşması mümkün olur diyor.
Oysa siyasi iktidarın tutumuna bakıyoruz, böyle bir anlayışın zerresini orada göremiyoruz. Örneğin "Kim isterse görüşünü bildirsin. Hepsine açığız" türü laflar ettikten sonra, bu sözleri ciddiye alıp ilk Anayasa Taslağı çalışmasını yapan Türkiye Barolar Birliği metnini bizzat Başbakan, kamuoyu önünde dışlıyor.
En demokratik yaklaşımı benimser görünen Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, "Anayasa taslağı ile ilgili çalışmalara katkıda bulunan" kuruluşların isimlerini sayarken önerisini bütün halinde ortaya koyan Türkiye Barolar Birliği’nden söz etmiyor. Sonra da samimiyetine inanmamızı bekliyor.
Tamam inanalım ama, önce siz inandırıcı olun da ondan sonra bunu bekleyin.
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2008
MERSİN Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü’nün açtığı sergideki 5 adet "nü" yani çıplak insan tablosu eğer bıçakla delik deşik edildiyse, o ülkede her kabalığa prim veren bir ortam var demektir. O zaman yılbaşı gecesi Taksim Meydanı’na giden genç kızlara -onlar üstelik turist ise- ceketli pantolonlu ayılar tarafından cinsel tacizde bulunulmasında hayret edecek bir şey yoktur.
Öyle bir ülkede polis neden zamanında ve yerinde önlem almaz, o ayrı bir konu. Ama biz asıl konuya dönelim:
Televizyon ekranlarında belki de izlemişsinizdir.
Taksim’deki tacizciler üstelik marifet yapıyormuş gibi kameramana bakıp sırıtıyorlardı.
Tam bir ayak takımı rezaleti...
Aynı sosyal terbiye eksiğinin bir benzerini de dünkü Milliyet’te okuduk. Türkiye sorunlarıyla öteden beri yakından ilgilendiği bilinen Alman Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Bayan Claudia Roth, yılbaşı akşamı birkaç dostuyla birlikte Bodrum’da yemek yerken masalarına gelen bir Türk, "Türkiye’ye her gelişinizde koşa koşa Güneydoğu’daki dostlarınızın yanına giderdiniz. Şimdi burada ne işiniz var? Gidip yılbaşını Diyarbakır’da kutlasaydınız" demiş.
Düşünün ki olay yılbaşı gecesi yani herkesin keyfince eğlenip mutlu bir şekilde yeni yıla girmeye kendisini hazırladığı gün meydana geliyor. Hem de Türkiye’de insanların en geniş hoşgörü kültürü ile beslendikleri yer olan Bodrum’da...
Böyle bir gün, böyle bir yerde kendisine düpedüz saygısızca müdahale edilen hanım belli ki bunu yapan zatı tanımıyor. O kişinin masasında oturmuyor. Onunla Türkiye’nin doğusunu veya batısını konuşması için bir neden yok. Üstelik öyle bir akşam belki kendi masasındakilerle bile böyle bir konuyu hiç konuşmayacak. Çünkü ne gece o gece, ne ortam o ortam!
Adam 30 yıl Almanya’da yaşamışmış. Üstelik bir Almanla evli imiş. Yani bir miktar mürekkep yalamış bir kişi olmalı. Ama yine de olaydan sonra "Düşüncelerimi söylemek istedim. Kabalık ettiğimi sanmıyorum" demiş.
Yaptığının ne büyük bir kabalık olduğunun demek hálá farkında değil.
Böyle birine siz olsanız ne yanıt verirdiniz?
Claudia Roth oraya politika yapmaya değil, dostlarıyla yılbaşı geçirmeye geldiğini söylemiş. Bodrum’da ev satın aldığını anımsatmış. Ve "Bu sorunuzun bir anlamı ve önemi yok" diyerek ayrılıp evine gitmiş.
Adı ister Claudia Roth ve hatta ister Daniella Mitterrand olsun. Terbiyeli bir adam yapar mı bunu?
Olayı Bayan Roth bireysel saymış. İyi etmiş. Ama acaba sahiden bireysel mi?
Elbet hepsini anımsayamayız. Ama 2006 yılının Cumhuriyet Bayramı akşamı Mustafa Sandal’ın Taksim Meydanı’nda verdiği konser sırasında yine bizim pantolonlu ayıların konsere gelmiş 3 Rus bayanı aynı şekilde ortalarına alıp alenen taciz ettiklerini unuttuk mu?
Rusya’nın Trabzon Başkonsolosu’nun 19 Ekim 2007 tarihli Hürriyet’te çıkan sözlerini anımsayınca hálá utanırız... Adamcağız, "Eşim bile Yomra ilçesinde denize girmek için gittiği plajda tacize uğradı" demiş, "gençlerinizi eğitin" tavsiyesinde bulunmuştu.
Medeni olmak en zorudur diye o yüzden diyorlar belli ki...
Yazının Devamını Oku 2 Ocak 2008
HANİ bunların verdiği mücadelenin adı "savaş" idi? Hani bunların uzantısı olduğu iddialarını reddedemeyen Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) ileri gelenlerine göre PKK sadece "siyaset yapan" bir örgüt idi? Hani bunlara "terörist" değil "gerilla" demek gerekirdi?
Terörist olmayan kişinin, masum bir sivilin sokakta park edilmiş otomobiline gece yarısı benzin döküp yakması söz konusu olabilir mi?
Araba yakan alçağın yaptığı eylemin "siyaset" sayılması mümkün mü?
Meclis’e giren, böylece tüm ulusumuzu temsil yetkisi üstlenmiş olan DTP’li milletvekillerine sesleniyoruz. Artık ağzınızdan çıkanı duyun. Sadece bizim yasalarımıza göre değil, uluslararası normlara göre de "teröriste destek verenin de terörist sayıldığı" bir dünyada yaşadığımızı görün.
Gerisi DTP’lilere kalmış. İsterlerse bu yolda devam ederler ve sonucuna katlanırlar; isterlerse demokratik, özgür bir ülkede huzur ve güven içinde yaşamak için kendilerine düşeni yaparlar. Örneğin, işe şu "araba yakma" alçaklığını lanetleyen bir şey demekle başlarlar.
Onlar düşünedursunlar, meselenin sadece DTP’yi veya DTP milletvekillerini değil, bizi yani medya dünyasını da ilgilendiren tarafı olduğunu görmeliyiz.
Görmeliyiz derken televizyonların araba yakma eylemlerini büyük bir keyifle ekrana getirmelerinden, gazetelerimizin bu olayları manşetlere çıkarma ve eylemcileri adeta onaylarmış gibi onlara "Neron" sıfatı takmalarından söz ediyoruz.
Roma’yı yaktırdığı ve bundan büyük keyif aldığı ileri sürülen Roma İmparatoru Neron’a benzetilmenin, bu eylemciler için "başarı" anlamı taşıyacağını reddedebilir miyiz?
Peki ya bu haberleri manşetlere taşımak?
Acaba kamuoyunu oluşturma görevi üstlenmiş biz gazetecilere düşen bu mu?
"Halkın gerçekleri öğrenme hakkı" kavramını yanılmıyorsak ilk telaffuz eden kişiyiz. O sıfatla söyleyelim... Bu konuda "halkın gerçekleri öğrenme hakkı"na karşı hiçbir talebi dile getirmiyoruz. Sadece bu tür olayları abartılı bir şekilde kamuoyuna sunmanın gazeteciliğimize bir şey kazandırmadığını ama ülkemize çok şey kaybettirdiğini vurgulamak istiyoruz.
Anlıyoruz, bugüne kadar yapıldığı gibi bir arabanın yanma sahnesini evire çevire üç kere, beş kere ekrana getirmek, "haber heyecanı" açısından savunulabilir. İzlenme oranı (reyting) yönünden gerekli görülebilir. Ama orada asıl yapılan "terör örgütünün ekmeğine yağ sürmek" yani onun propaganda aracı olmaktır.
Nitekim önce şurada burada üç beş serserinin eylemi gibi görünen "araba yakma" olayları, medyamızın bu konuyu kamuoyuna abartıyla, coşkuyla ve -daha açık konuşmak gerekirse- düşüncesizce sunması yüzünden şimdi "PKK’nın mücadele modellerinden biri" gibi algılanır oldu.
Gerçi polis ilk şaşkınlığını atıp başarılı sonuçlar almaya başladı ama PKK’nın bu yeni tür eylemlerden cesaret bularak yeni arayışlara girebileceğini düşünüyoruz.
Eylemciyi yakalamak polisin işi ama yeni terörist yaratmamak da bizim işimiz (en azından olmalı).
Yazının Devamını Oku 1 Ocak 2008
İYİYDİ kötüydü, herkese göre değişen bir yıldı. Sonunda 2007 de geride kaldı. Şimdi sadece 2007’den değil, eski yıllardan da sürüp gelen sorunlarla yeni bir yılın başındayız.<br><br>Yeni yılın ilk günü istisnasız herkese iyi dilek sunarak söze başlamak istiyoruz. Maksadımız giden yılın muhasebesini yapmak değil. Sadece şunu söyleyelim:
Bizim 2007’miz Hırant Dink’in öldürülmesiyle başladı, şehitlerimizle yüreğimizi dağladı. Erdal İnönü’yü elimizden alarak ağır bir darbe vurdu ve Benazir Butto’nun öldürülmesiyle bitti.
Araya elbet başka olaylar, örneğin Cumhurbaşkanlığı tartışması ile 22 Temmuz seçimi girdi. Bunlardan sevinen ve üzülen oldu. Ama kişisel olarak söyleyelim ki, 2007 ağzımızda buruk bir tad bıraktıktan sonra çekip gitti.
Dileriz 2008’in sonunu hep birlikte ve mutluluk şarkılarıyla getiririz.
Yeni yılın başında ekonomiydi, siyasetti, PKK’ydı, Irak’tı, Anayasaydı... Hiç birinden söz edecek değiliz. Yıllar yılları kovaladığı halde değişmeyen bazı gerçeklerimiz var. Onların sadece birine, "yargı ve biz" konusuna değineceğiz:
Bu ülkenin Anayasasında, devletimizin bir niteliğinin de "hukuk devleti" olduğu ve herkesin kanun önünde eşit olduğu yazılı değil mi?
Anayasamızın, "Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların uygulanmasını geciktiremez" dediği bilinmiyor mu?
Oysa, başkalarını bırakın sadece Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bile uygulamadığı mahkeme kararları var. Örneğin Kızılay eski Genel Başkanı Dr.Ertan Gönen’in bu görevden Başbakanlığın tasarrufları sonucu ayrılmaya mecbur edilmesinin haksızlığı tüm yargı aşamalarından geçip kesinleşti, ama bu kararlar uygulanmadı.
Şimdi biri çıkıp açıklayabilir mi? Mahkeme kararını Başbakana uygulattırmanın yolu nedir?
Veya Anayasanın yukarıda saydığımız hükümleri Başbakan söz konusu olunca geçersiz midir?
Sadece Başbakan değil, öteki kamu kurumlarında ve özellikle Milli Eğitim Bakanlığında da yargı kararlarını savsaklamak veya yok saymak maalesef bugün yaygın bir uygulamadır.
Daha da vahimini söyleyelim mi?
Yargı kararlarını keyfi olarak yok sayan yetkililer yanında bir de bazı yargı mensuplarının yasa hükümlerini keyfi şekilde yorumlamaları ve uygulamaları gerçeğini yaşıyoruz. Bu yüzden basına yansıyan keyfi "tukuklama" örneklerini hepimiz anımsarız.
En masum eleştiri yazısını "yargıca hakaret" sayan Yargıtay kararlarını da...
O nedenle "yargıda reform" fikrine bağladığımız umutlarla kendimizi aldatıp aldatmadığımızı zaman zaman soruyoruz.
Yazının Devamını Oku 30 Aralık 2007
ADAM bundan 25 yıl önce Yozgat’ta, "Sermayelerimizi veya küçük tasarruflarımızı birleştirip iş kurabiliriz" diyenlerin başına geçiyor. Bundan YİMPAŞ adında bir "mağazalar zinciri" doğuyor. Ve, sadece "hemşeri" parası yetmeyince Avrupa’da alnının teriyle birkaç kuruş biriktiren çileli Anadolu insanının parasına göz koyuyor.
İnsanımızın zayıf tarafını bildikleri için işin içine biraz din ve iman, biraz helal kazanç, biraz da memlekete hizmet kavramları giriyor. Böylece milyonlarca mark -sonra Euro- toplanıyor. Para verenlere hukuken geçerli olup olmadığı tartışmalı birtakım senetler dağıtılıyor.
Çalım iyi, hedef iyi, lafazanlık iyi...
Ama sıra para veren insanların bunun nemasını almasına gelince durum iyi değil.
Nitekim İsviçre’de, Almanya’da ve Türkiye’de konu yargıya intikal ediyor.
Sonuç, "Sermaye Piyasası Yasası’na aykırı olarak halka resmi mercilerden izin almadan hisse senedi satmak" suçundan 2 yıl hapis cezası...
Dursun Uyar adındaki kişi, bu suç yüzünden aldığı hapis cezasını çekmemek için her türlü akrobasiyi yaptıktan sonra, mecburen teslim oldu ve "itibarına" (!?) uygun olsun diye, Karabük’ün Eskipazar İlçesi’ndeki "Yarı Açık" Cezaevi’ne kondu.
Yürürlükteki infaz yasasının, adaletle alay etmekten başka bir anlam taşımayan hükmü gereği 9 ay sonra muhtemelen "Yozgat seninle gurur duyuyor!" sloganları arasında hapishaneden çıkar.
Tüm bunları neden yazıyoruz biliyor musunuz?
Küçük tasarrufçunun iyi niyetini kötüye kullanma suçu eğer gerçekten serbest piyasa ekonomisi olan bir ülkede işlenseydi, Dursun Uyar adındaki kişi bir daha gün ışığı göremezdi.
Merak edenlere bir liste verelim:
ABD’de ENRON isimli büyük bir şirket de küçük tasarruf sahibi insanların güvenini mahvedip iflas noktasına gelince başındaki Kenneth Lay ile Jeffrey Skilling yargılandı. İkisi de suçlu bulundu. Lay, en az 20 ila 30 yıl arasında bir ceza verilmesi beklenirken öldü. Skilling’e 24 yıl hapis cezası verildi.
Hepsinin suçu üç aşağı beş yukarı aynı olan öteki örnekleri de sayalım:
WorldCom şirketinin başındaki Bernard Ebbers 25 yıl, Tyco International’ın başındaki Dennis Kozlowski 25 yıl, aynı şirketin Finans Müdürü Mark Swartz 25 yıl, ImClone Systems’in Genel Müdürü Sam Waksal 7 yıl hapse mahkûm oldular ve şimdi hepsi de içerideler.
Bizde ise dün Ertuğrul Özkök’ün dediği gibi adaletin emri basın tarafından itile kakıla yerine getiriliyor. Onda da saygıdeğer suçlunun istirahati ön plana alınıyor.
Peki masum küçük tasarruf sahibi insanlarımızın paralarını aynı şekilde "din, iman" nutuklarıyla "söğüşleyen" öteki holdinglerin yöneticileri nerede?
Biz yolsuzu, hırsızı, ahlaksızı korumaktan hiçbir zaman vazgeçmeyecek miyiz?
Yazının Devamını Oku 29 Aralık 2007
BENAZİR Butto’nun pek feci bir suikasta kurban gitmesiyle ilgili dünkü yazımız nedeniyle ileti gönderen okuyucumuz Gürkan Kurdoğlu, dün bu sütunda çıkan yazımızın sonundaki soruları bizim açık açık yanıtlamamızı istiyor. Önce dünkü yazıyı görmemiş okuyucular için o bölümü tekrarlayalım.
Pakistan ile Hindistan’ın 1947 yılında, aynı gün kurulduğuna işaret ettikten sonra bu iki devletten birinin niçin yoksulluk, askeri darbe ve karmaşa içinde olduğunu, ötekinin neden demokrasiyi koruyup kalkınma süreci içinde yaşadığını yanıtlamak gerektiğini söylemiştik.
Bizim yanıtımız şu:
Bu iki ülkeden Hindistan’ın daha ilk günden itibaren "laikliği" korunmaya değer en önemli ilke sayması, buna karşılık Pakistan’ın kendisini her zaman "İslam Devleti" olarak görmesi asıl nedendir.
Hindistan’ın 1 milyar 100 küsur milyonluk nüfusu içindeki yüzda 80’i Hindu, yüzde 13.5 kadarı Müslüman, kalanları Hıristiyan ve Sih olan halk, birbirinden tamamen farklı 30 ayrı dil konuşuyor olmasına rağmen barış ve huzur içinde yaşıyorlarsa bunun tılsımı laik rejimi korumalarıdır.
Siz onun yerine devlete bir "din" elbisesi giydirdiğiniz zaman, iktidar mücadelesinin özünde de "Siz mi daha fazla dindarsınız, biz mi?" kavgası yatar. Maalesef Pakistan’daki gerçek budur. Dahası, dini siyasi amaçları için kullananların başında gelenlerden biri, maalesef Benazir Butto’nun babası Zülfikar Ali Butto’dur.
Pakistan örneği bir kere daha gösteriyor ki, siyasette dini kullanmak bazen insanları (partileri) çok hızla iktidara getirir. Bunun örnekleri de çoktur. Ama o yolun sonu hemen her zaman hüsrandır.
Bu görüşümüzü Harvard’ın Emeritus profesörlerinden -üstelik o kültürün uzmanı olan- tanınmış Antropolog dostumuz Nur Yalman’a aktardık. "Çok haklı" olduğumuzu söyledi. Ama çok önemli ve "bünyesel" farklar ve başka faktörler de var, dedi. Sonra:
"Hindistan ve Pakistan ayrıldığında okumuş elitler arasında fazla bir fark yoktu ama müstemleke ordusunun en etkili ve önemli kademeleri Müslüman kısımlardan ve Batı (Bengal) bölgesindendi. Yeni Pakistan’ı kuran ve ayakta tutan güç, bu ordu ve askeri düzen oldu. Hindistan’da ise yüzlerce değişik diller konuşan etnik gruplar ve iyi yetişmiş sivil ve yerel bürokrasi hakim" diye ilave etti.
Prof. Dr. Nur Yalman’ın şu sözlerini de aktaralım:
"Zaman içinde Batı Pakistan ordusu zorla Doğu Pakistan’a yani Bengal’e (Bangladeş) hakim olmaya çalışınca bütün demokratik dengeler bozuldu. Bu tarihten itibaren bu kuvvetli ordu Batı Pakistan’a da hakim oldu. Pakistan’ın kaderini görüldüğü gibi askerler çiziyor. Hindistan’da ise askerler normal demokratik sürece ve elit idare kademelerine hakim olmak gereğini duymuyorlar. Hindistan demokrasisi büyük tehlikelere rağmen düşe kalka yürüyor. İstikrar ekonomik canlılığın şartlarını yaratıyor.
Pakistan’da ise durum açık. Askerler çok karmaşık olan ve fevkalade güç bir siyasi dönemden geçmekte olan bu topluma katiyen yön veremiyorlar. Etnik grupların da etkisiyle işler giderek daha da karışıyor. Bugünkü dehşet verici yerlere geliniyor."
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2007
BENAZİR Butto dün Ravalpindi’de uğradığı suikast sonucu hayatını kaybetti. Oysa 8 yıl sürgün hayatı yaşadıktan sonra ülkesine 18 Ekim günü dönmüştü. Amacı yapılacak seçimlere katılmak ve parlak bir zaferle tekrar iktidara gelmekti. Olmadı...
Daha geldiği gün Karaçi’de maruz kaldığı suikast teşebbüsünden kıl payı kurtulmuştu. Canına kastedenler o kadar kararlı ve acımasız olmalıydı ki bu ilk teşebbüste Butto kurtuldu ama en az 150 kişi hayatını kaybetti.
Benazir Butto, "Batı kültürünü içine sindirmiş cesur ve dirayetli bir lider" idi. Bu niteliklerini önce Babası Zülfikar Ali Butto’nun 4 Nisan 1979 tarihinde Ravalpindi’de, dünkü suikastın yapıldığı yerden birkaç kilometre uzakta bazılarına göre hiçbir suçu yokken idam edilmesine rağmen, hırsla heyecanla siyasete girmekle gösterdi. İktidar onun tutkusuydu. Nitekim iktidar kavgası annesiyle ve kardeşiyle de arasını açtı. Kardeşinin ölümünde bu ihtilafın etkisi ve eşinin parmağı olduğu ileri sürüldü. Aldırış etmedi.
Eşi "yolsuzluk" iddiasıyla yargılandı, hapse mahkûm oldu. Ama Benazir bunu da kendisini sindirmeyi hedef alan bir tertip olarak algıladı, önemsemedi.
Şimdiki Cumhurbaşkanı General Pervez Müşerref, bundan 8 yıl önce yaptığı bir hükümet darbesinin ardından Başbakan Navaz Şerif’i Suudi Arabistan’a sürünce Benazir Butto da başına gelecekleri gördü. O sırada bulunduğu yurt dışından Pakistan’a dönmedi. Sekiz yıl boyunca genellikle İngiltere’de olmak üzere dışarıda yaşadı.
Ve ülkesinde muhalefetin, Pervez Müşerref’i devirecek kadar güçlendiğini hissedince ilk genel seçime katılmak üzere ülkesine döndü. Hemen belirtelim ki dönmeden önce Pervez Müşerref’le anlaşmayı ve kendisi aleyhindeki "suç" iddialarının işlemden kaldırılmasını sağlamayı ihmal etmedi.
Şimdi Pakistan’da tam bir keşmekeş var. O yüzden belki de 8 Ocak günü yapılacak seçim ertelenecek. Ama seçim ister yapılsın ister yapılmasın belli ki sonuç değişmeyecek. Bir başka ifadeyle Pakistan bu karmaşayı, bu vahim durumu daha bir süre yaşayacak.
İyi de... Merak etmeye değer bir husus var:
Pakistan ile Hindistan bilindiği gibi uzun süre İngiliz dominyonu olan topraklardan aynı tarihte (Ağustos 1947’de) doğmuş iki ülkedir. Farkları Hindistan’ın "Hindu" ağırlıklı, Pakistan’ın da "Müslüman" ağırlıklı halklardan kurulmuş olmasıdır.
Bu iki devlet doğduğu zaman aralarında başka bir fark olmadığına göre geçen 60 sene sonunda Hindistan neden "dünyanın en hızlı gelişen ekonomilerinden biri" oldu da Pakistan yoksulluk denizinde bocalamaktan hálá kurtulamadı? Bu bir...
İkincisi Hindistan neden demokrasiden hiç ayrılmadı, orada hiçbir hükümet darbesi olmadı da Pakistan’da hep tam tersi yaşandı? Bu iki...
Ne dersiniz, Benazir Butto’nun hazin akıbetini doğuran sebepler arasında bu sorulara verilecek yanıtların önemli bir payı yok mudur?
Yazının Devamını Oku 27 Aralık 2007
MESUD Barzani bir karar verse de Irak’ın kuzeyindeki PKK yuvalarını tahrip amacıyla yapılan hava operasyonları sonunda öldürülenlerin "masum Kürt halkı" mı yoksa 22 Kasım 2007 günü yaptığı basın toplantısında "1992 yılından beri bize de düşmanlık yaptılar" dediği PKK’ya mensup teröristler mi olduğunu onun ağzından duysak... Gerçi bizim Genelkurmay Başkanlığı yaptığı açıklamada hayli ayrıntılı bilgi verdi. Dünkü gazetelerde yer alan bu açıklamaya göre hava kuvvetlerimiz PKK’ya ait 200 hedefi yerle bir etti. Bu sırada 3 komuta binası, 2 muhabere tesisi, 9 lojistik tesis, 182 adet sığınak, 10 adet uçaksavar mevzii, 14 adet silah/mühimmat deposu ile örgütün arşiv ve muhasebe sistemi havaya uçuruldu.
Uzmanlar bu sonuca bakarak, terör örgütü mensuplarından en az 150-175 kadarının ölmüş olması gerektiğini söylüyorlar.
Bu bizden bakınca görünen resim. Oysa Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetimin başında bulunan Mesud Barzani olayı öyle görmüyor. Harekáta hedef olan yöreye gittiğine ve orada bir konuşma yaptığına ilişkin haberlere bakarsanız, şöyle diyor:
"Kandil’de halka yönelik saldırı açık zulümdür. (...) Kürt halkına karşı gerçekleşen bu tür saldırılar kabul edilemez. (...) Böyle devam etmesi mümkün değil. Saldırıların hedefi de kuşkusuz Kürtler, Kürt bölgesinin deneyimi ve mücadelesidir. (...) Burasının bombalanması, Erbil, Süleymaniye ve Kürt bölgesinin diğer yörelerinin bombardıman edilmesinden farksızdır." (24 Aralık 2007, Vatan Gazetesi)
Barzani’nin bu sözlerini, bildiğiniz gibi 24 Aralık günü Cumhurbaşkanı Talabani ile birlikte yaptığı basın toplantısında, "Türkiye’nin saldırılarını kınıyoruz. Çok sayıda vatandaşımız öldü" şeklindeki iddiası izledi.
Barzani eğer öldürülen PKK mensuplarını "masum Kürt halkı" olarak görüyor, "çok sayıda vatandaşımız öldü" sözleriyle onları kastediyorsa, o zaman gerçeği olduğu gibi görmemiz gerekir. Bir başka deyişle Türkiye’ye karşı terör eylemleri düzenleyen örgütün PKK değil -veya en az PKK kadar- Barzani’nin başında bulunduğu Bölgesel Kürt Yönetimi olduğu sonucu doğar. Onun da bedeli çok ağır olur.
Yok eğer Barzani, ölen PKK’lıları değil de "sivil halkı" kastediyorsa, ona düşen "Şu köyde şu isimli, bu köyde bu isimli siviller Türk Hava Kuvvetleri’nin attığı bombalar nedeniyle hayatını kaybetti" demesi gerekir. Öyle uydurma isimlerle filan da değil, resmiyle, yaşıyla, varsa mesleğiyle her biri için doğru bilgi verdiğini kanıtlamak koşuluyla...
Aslında ona da lüzum yok. Eğer Türk Hava Kuvvetleri sivil hedefleri vursa ve bu yüzden masum insanlar ölseydi, Barzani ağzını açmadan önce, Batı medyasının "Türkler aleyhine bir şey bulsak da yazsak" diye orada dolaşıp duran mensupları çoktaan kıyameti koparırdı.
Nitekim Başbakan Tayyip Erdoğan da başında bulunduğu partinin TBMM Meclis Grubu’nda önceki gün "Her kim Türkiye’nin Kuzey Irak’ta yaşayan sivillere zarar verdiğini, zarar vereceğini söylüyorsa, yalan söylüyor" derken, ayaklarını gerçekler üzerine basan bir yetkili tavrıyla konuşuyordu.
Türkiye, PKK’ya vurunca Barzani bağırıyor. Bu size bir şey ifade etmiyor mu?
Yazının Devamını Oku