13 Ocak 2008
SÖYLEYEN BBC olmasa emsalini çok gördüğünüz "palavra" haberlerden biri der geçersiniz. Ama BBC haber ciddiyetiyle tanınmış bir yayın kuruluşu... Çok baskı altında kaldığı dönemlerde (örneğin Margaret Thatcher’in başbakanlığı döneminde) bile "tarafsız" ve "dürüst" gazetecilik adına dik durmayı, saygınlığını korumayı başardı.
Burada -yeni deyimle- bir "BBC güzellemesi" yapmak niyetinde değiliz. Keza "BBC ne verirse doğrudur" gibi bir iddiamız da yok.
Kaldı ki her yayın kuruluşu gibi BBC’nin de -bilerek veya bilmeyerek- bazı maksatlı kaynaklara alet olduğunun örnekleri bulunabilir.
Biz sadece aşağıda değineceğimiz konuyu ciddiye almaya, neden gerek duyduğumuzu açıklamak istiyoruz.
Dünkü gazetelerde bildirildiğine göre BBC’nin Ortadoğu Servisi, Celal Talabani tarafından desteklenen Aso isimli gazetenin "Türkiye ile PKK yakında masaya oturacaklar" diyen bir haberini aktarmış. İki taraf -konu her ne ise onu- "müzakere etmek" için bir araya geleceklermiş. Bu müzakere sürecinde Celal Talabani de "arabuluculuk" yapacakmış. Gazetenin 6 Ocak 2008 tarihli sayısında yer aldığı bildirilen bu habere göre bu müzakereler "yakın bir gelecekte bir Avrupa ülkesinde" başlayacakmış.
Baştan belirtelim:
Böyle haberler bazen "ortalığı iskandil etmek" için, yani "gerekirse tekzip ederiz ama eğer böyle bir görüşmenin yapılması ihtimaline kamuoyunun tepkisi ne olur, onu ölçelim" diyenler tarafından ortaya atılır.
Bazen de gerçeğin ta kendisini yansıtır.
Bu aşamada hangisi doğrudur bilemezsiniz. Örneğin, "aslı astarı yok" diye tekzip edilen bir haber bazen gerçeği yüzde yüz aksettiriyor olabilir.
Sadece bir noktayı anımsatmakta yarar olduğunu düşünüyoruz:
Bilindiği gibi Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 5 Kasım 2007 günü Beyaz Saray’da Başkan George W.Bush’la yaptığı görüşmeyle ilgili olarak yayınlanan haberlerde, "Bush’un Erdoğan’dan konunun siyasi çözüm boyutunu da göz önünde tutmasını istediği" belirtilmiş, ancak Erdoğan bu haberlere şiddetli bir tepki göstererek, "yazılanların yalan olduğunu" söylemişti.
Daha sonra ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü de Başkan Bush’un Türkiye’den "siyasi çözüm" istediğine ilişkin iddiaları yalanlamıştı.
Bunlardan da anlaşıldığı gibi, "disinformation"un, yani maksatlı olarak kamuoyunu yanıltacak haber verme örneklerinin pek çok olduğu çağımızda en doğru şey, okuduğunuzu temkinle karşılamaktır.
Bu kayıtla söyleyelim:
Bugünkü hükümetin gündeminde PKK ile el altından -yıllar önce İsrail ile Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Norveç’in başkenti Oslo’da yaptıkları gizli görüşmeler gibi- bir temas kurma düşüncesi varsa, bu milletten ilk seçimde öyle bir tekme yer ki...
Bir daha belini sittin sene (lügat anlamı 60 yıl, günlük dildeki anlamı çok uzun yıllar) doğrultamaz.
Hele Celal Talabani’nin "arabulucu" olacağı bir olaydan Türkiye adına olumlu bir sonuç beklemek için bir insanın aklını peynir ekmekle yemiş olması gerekir.
Yazının Devamını Oku 12 Ocak 2008
BANKACILIK yönünden veya "İstanbul’u dünya finans merkezlerinden biri" yapma iddiaları açısından ne kadar isabetli veya ne kadar yanlış olduğunu uzmanlar söylemeli... Ama eski bir tartışma tazelendi ve "bağımsız" olduğu yasalarda ifade edilen Merkez Bankası’nın Ankara’dan İstanbul’a taşınacağını Başbakan Tayyip Erdoğan önceki gün kesin bir dille söyledi.
Hükümetin yeni Eylem Planı’nı açıkladığı basın toplantısında bir gazeteci bu konuyu gündeme getirince, Başbakan üslubuyla başladığı sözlere Tayyip Erdoğan üslubuyla devam etti.
Tabii üslup o olunca ağzından Merkez Bankası, Ziraat, Halkbank, Vakıfbank’ı hedef alır şekilde şu cümleler çıktı:
"Hepsi de İstanbul’a taşınacak. Bu konuda kararımızı verdik. Hatta yerleri de belirlenmiştir. Bunu hiç kimseye de soracak değiliz."
Tayyip Erdoğan’ın "kimseye soracak değiliz" dediği Merkez Bankası’nın, yasalara göre "bağımsızlığı" var.
Bağımsızlık ne demektir?
Kendinle ilgili kararları kendi iradenle alma yetisine sahip olmak demektir, değil mi?
Başbakan ne diyor?
"Bu konuda kararımızı verdik.(...) Bunu da hiç kimseye soracak değiliz" diyor değil mi?
Harika bir demokrasi anlayışı! Böyle bir Başbakanımız olduğu için onu seçenleri kutlamalıyız.
Nitekim Başbakan, bankanın "bağımsız" olduğu anımsatılınca da şöyle diyor:
"Merkez Bankası alacağı kararlarda özerktir. Bulunacağı yere ise kanunla, hükümet olarak karar verebiliriz.(...) Kanunsa kanun çıkartırız. Bunun kararını verdik."
Rahmetli Falih Rıfkı Atay günümüzde yaşıyor olsaydı Başbakan’ın bu sözleri üzerine hemen Enver Paşa’nın bir tarihte, "O konuda kanun yok" diyenlere verdiği meşhur yanıtı anımsatırdı:
"Yok kanun?; yap kanun!"
Görüyorsunuz bu mantıkta "yasama" iradesinin ayrı bir organa (Meclis’e) ait olduğu gibi bir düşünce yok... "Kanun dediğini ben söylerim, onlar çıkartırlar" anlayışı var.
Buyurun, bir güzel demokratik anlayış örneği daha!
Şimdi "Adnan Menderes de aynen böyleydi" desek son seçimlerde kendi resmini Menderes ve Özal’ınkiyle birlikte afiş haline getirten Tayyip Erdoğan belki de memnun olur ama ona yaranmak isteyenler hemen, "Ne demek istiyorsun?" diye saldırmaya başlarlar.
Ama biz yine de "Adnan Menderes de aynen böyleydi. Hatta 1954 seçimlerinden sonra Kırşehir’i sırf tanınmış muhalif Osman Bölükbaşı’yı milletvekili seçtiler diye cezalandırmak amacıyla il iken ilçe haline dönüştüren yasayı aynı şekilde kimseye sormak gereğini duymayarak çıkarmıştı" diyeceğiz.
"Daha önce dememiş miydim?"ci yazarlığı sevmediğimiz için elimiz varmıyor ama, bağışlarsanız söyleyelim... 22 Temmuz 2007 seçim sonuçları belli olunca "AKP’nin, 1954 seçimlerinden sonraki Demokrat Parti gibi şımarma ihtimali var" uyarısında bulunarak galiba doğru bir şey yapmışız.
Yazının Devamını Oku 11 Ocak 2008
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan dün "60’ıncı Hükümet Programı Eylem Planı"nı açıklarken şeytan dürttü. Kendisinin Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı sıfatıyla 16 Kasım 2002 tarihinde açıkladığı "Bir Yıllık Acil Eylem Planı" aklımıza geldi.<br><br>O tarihte başbakan, Abdullah Gül idi. Erdoğan henüz "yasaklı" ve o nedenle milletvekili değildi. Ama AKP’nin Genel Başkanı’ydı ve "Bu işler bundan sonra bizden sorulur" der gibiydi.
Uzatmayalım... O açıklamanın sonunda gazetecilere;
"Bu yayınladığımız metni bütün sivil toplum örgütleri, meslek kuruluşları ve tek tek her vatandaşımız, partimizin internet sitesinden indirerek bir dosyaya koyabilir, bundan sonraki vaatlerimizi de aynı dosya içerisinde toplayarak;
Böylece bizi, taahhütlerimizi süresi içinde yerine getirip getirmediğimizi sürekli izleyebilirsiniz.
Sizler de basın mensupları olarak, kamuoyu adına Ak Parti iktidarının ilk gününden başlayarak çetele tutabilir, bu vaatlerimizi takip edebilirsiniz" demişti.
Dün biz olaya işte o açıdan baktık ve Tayyip Erdoğan’ın o "Acil Eylem Planı"ndaki vaatlerin pek çoğunun, -birkaçı ertesi yıla kaymış olsa bile- yerine getirildiğini gördük.
"Ekonomik istikrarı sağlayacağız" demiş, sağlamış. "Sürdürülebilir bir kalkınma ortamını yakalamış bir Türkiye vizyonu hayata geçirilecektir" demiş, kendi politik görüşü doğrultusunda yapmış. "Sayıştay’ın yetkilerini genişleteceğiz" demiş, genişletmiş. "TMSF’ye devredilen alacakların tahsilatı hızlandırılacak" demiş, yapmış. "Özelleştirmeyi hızlandırma" vaadinde bulunmuş, yerine getirmiş. "Küçük ve orta ölçekli işletmeleri destekleyeceğiz" demiş, yapmış. "15 bin km.lik duble yol yapma" sözünü -yanılmıyorsak büyük çapta- yerine getirmiş.
Başka da var ama uzatmak istemiyoruz. Keza "yaptıklarının hepsi doğrudur" demiyoruz. Ama kendi sözünü tutmuş olmasını bir erdem olarak kaydediyoruz.
Tutmadığı vaatler de var. Onları da anımsatmalıyız:
"Üç aylık süre içinde; Kamu Yönetiminde Toplam Kalite ve Yönetişim İlkeleri hayata geçirilecek"ti, ne oldu?
"Yolsuzlukla mücadele konusu başlı başına bir alan olarak ele alınacak"tı. Neden hálá dünyanın "en çok yolsuzluğa batmış ülkelerinden biri"yiz?
"İhale mevzuatı AB standartlarına çıkarılacak"tı, neden tam aksi yapıldı?
"Kamu hizmetlerinin sunumunda bunların ne kadar sürede sonuçlandırılacağı kurumlar ve birimler bazında açık ve net olarak belirlenecek"ti, neden olmadı?
"Türkiye acilen hukuk devleti zeminine oturtulacak"tı, neden Başbakan en çok mahkemelerle devamlı nizalı hale geldi?
"Adaletin zamanında ve hızlı şekilde tesisi için gerekli değişiklikler yapılacak"tı, ne oldu?
Ve son olarak "Siyasi partilerle, sivil toplum kuruluşları ve medya kuruluşlarının temsilcileriyle düzenli şekilde bilgilendirme ve görüş alışverişi toplantıları yapılarak katılım artırılacak"tı. Bu vaat öteki dünyaya mı kaldı?
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2008
LAF yargıdan açılınca biliyorsunuz Başbakan Tayyip Erdoğan’ın derdi deşiliveriyor. Hele yargıdan kendisi aleyhinde bir karar çıkınca cinleri tepesine çıkıyor. Elbet Başbakan sıfatıyla konuşuyor ama kürsüde o değil de öteki yani kendisini frenleyemeyen, aklına gelenleri, bilinen üslubuyla dile getiren Tayyip Erdoğan oluyor. Bu ikinci yani "sansürsüz" Erdoğan yargıya güvenmediği için kızgınlıkla kalmıyor, yargı sistemini kendi arzu ettiği şekle sokmanın çarelerini arıyor.
Dediklerimizin son örneğini önceki gün Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Meclis Grubu’nda yaptığı konuşmada da gördük.
Başbakan Erdoğan, bir konuşmasında şehitlerimizden söz ederken "kelle" demesi nedeniyle hakkında açılan dava sonucu, Kartal’daki bir Sulh Hukuk Mahkemesi tarafından davacılara "3 Yeni Kuruş" tutarında "tazminat" ödemeye mahkûm edildi. Son olarak buna çok kızmış. Konuşmasında;
"Ceza alıyorsam, bu cezaya inanmalıyım. Hukuk bu kadar zedelenmemeli. Yoksa nefislerimizi tatmin için bu tür kararlar verilemez" demiş. Ardından da şu ilginç sözlerle devam etmiş:
"Yayın özgürlüğü bu anlayışın dışına çıkılmasına ve insan onurunun çiğnenmesine mazeret teşkil edemez. Bunu her zaman söylüyorum. Bakıyorsunuz medya dünyasında böyle bir anlayış var. Sınırsız özgürlük... Yok böyle bir şey! Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakan’ıyım. Şahsımla alakalı, düşünebiliyor musunuz, dava açıldı. Neymiş? Birisine ben ’Sayın’ demişim. (Başbakan galiba farkında değil... Farkında olsaydı "birisi" dediği Abdullah Öcalan’a aynen kendisi gibi "Sayın" dedi diye mahkûm olmadık DTP’li kalmadığını dikkate alır, böyle konuşmazdı. O.E.) Ve bundan dolayı açılan dava da ne biliyor musunuz? 3 kuruşluk tazminat davası.(...)"
Gördüğünüz gibi Başbakan Erdoğan, verilen mahkeme kararının birilerinin nefsini tatmine hizmet ettiğini yani "keyfi" olduğunu söylüyor.
Onunla kalmıyor, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak kendisini bu tür davaların üstünde gördüğünü söylüyor.
Kaç defa yazdık... Asıl o konumu nedeniyle özgürlüğünün öteki vatandaşlardan daha sınırlı olduğunu ve öteki vatandaşların "hakaret" sayabileceği eleştirilere sırf o nedenle katlanmaya mecbur olduğunu bir türlü anlatamadık. Bu konulara demokratik düzenin bir figürü olarak değil devr-i saltanat kafasıyla bakıyor.
Konunun bir de bu tazminatı Başbakan’ın "ceza" olarak nitelendirmesinin yanlışlığı boyutu var ama artık onu başka yazıya bırakmaya mecburuz.
Ama daha da önemlisi, başta da söylediğimiz gibi bu tür sözleriyle ve bu tür tepkilerle "yargı"ya nasıl bir şekil vermek istediğini ortaya koyuyor.
Biliyorsunuz, önümüzde bir "yeni Anayasa" meselesi var ya... Başbakan’ın bu tür tepkilerini, "yargıyı tarafsız yapacağız" anlamındaki sözlerini unutmayın. "Yargının tarafsızlığı" gibi ilk bakışta "Daha ne desin?" diyebileceğiniz sözlerin arkasında "Yargıyı Cumhuriyet’in temel değerlerine sahip bir yargı olmaktan çıkartıp AKP zihniyetinin egemen olduğu -böylece Erdoğan’ı kızdırmayan- bir yargı haline getirme" isteği var. Onu da önümüzdeki günlerde daha net göreceğiz.
Yazının Devamını Oku 9 Ocak 2008
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül’ün ABD Başkanı George W.Bush’un konuğu olarak yaptığı yolculuğa katılan gazetecilere "Terör örgütü oradan (Irak’ın kuzeyinden) çıksın, Türkiye’nin bütün Irak’a, Kuzey Irak dahil yapacağı yardımlar 10 katına, hatta daha fazlasına çıkar" dediğini gazetelerde okuduğunuz zaman herhalde siz de gurur duymuşsunuzdur. Bizim öğrencilik yıllarımızda Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın bir sözü aktarılırdı. Venedikliler Osmanlı donanmasını 1571’de İnebahtı’da yakınca Sokullu’nun, Uluç Ali Paşa’ya "derhal yeni bir donanma inşa edilmesini" emrettiği sırada, "Bütün donanmanın demirlerini gümüşten, halatlarını ibrişimden, yelkenlerini atlastan yapabiliriz. Hangi geminin malzemesi yetişmezse gel benden al" dediği anlatılırdı.
Aklımıza o geldi. Keşke Türkiye Cumhuriyeti, o tarihte Osmanlı’nın sahip olduğunu güce sahip olsaydı da Cumhurbaşkanı Gül’ün Irak’a yardım konusunda söylediklerini ciddiye alabilseydik.
Daha önce de yeri gelince değindiğimizi anımsıyoruz... Bizim devlet büyüklerimize nedense böyle yurtdışı gezilerine çıktıklarında bir hal olur. Ayaklarını yerden kesince gerçeklerle de bağlarını koparıyorlar mı her ne ise, ölçüsü ayarı kaçık demeçleri hep uçakta verirler.
Cumhurbaşkanı Gül gibi, her lafı yuvarlayıp köşesiz hale getiren biri dahi böyle "Gerekirse Irak’a 10 misli yardım ederiz" diyorsa, ya o lafta ya da o hesapta bir hata olmak gerekir.
Eğer "Bir ihtimal daha var... Irak’a zaten ne yardım yapıyoruz ki, onun 10 misli bir şey ifade etsin!" derseniz buna itirazda zorlanırız.
Ama asıl mesele galiba "yardım"da değil.
Yanlış değerlendirmiyorsak bu sözün gerisinde Cumhurbaşkanı’nın kendisini "dış politikanın etkin aktörü" olarak görmekten vazgeçmediği gerçeği var.
Nitekim Gül’ün beyanları, "Türkiye adına ben diyorum ki..." mesajını içeriyor.
Bir Cumhurbaşkanı kanımızca bu rolü üstlenebilir.
Abdullah Gül’ün siyasi sicilinde "Başbakan sıfatıyla görev yaparken, 1 Mart 2003 Tezkeresi’ni sahipsiz bırakıp TBMM’den geçmemesini sağlamak" gibi ABD tarafından konulmuş bir kayıt var. Ama yine de kabul edelim ki Gül, geride kalan 5 yıla yakın süre, dış politika ile gece gündüz yoğrulmuş bir kişidir. O da kendisini bu konuda yetkili bir devlet adamı konumuna oturtur.
Onun tabii sonucu da Cumhurbaşkanı’nın dış politika üretmeye hakkı olduğudur. Kaldı ki Büyük Atatürk, İsmet İnönü, Turgut Özal ve Süleyman Demirel bizim dış ilişkilerimizde etkin rol oynayan cumhurbaşkanlarımızdır.
Bize göre durum böyledir ama acaba Sayın Başbakan’a göre de böyle midir, doğrusu emin değiliz.
Öyle ya... Bugüne kadar Irak’taki PKK varlığının oradan çıkarılması veya çekip gitmesi yönünde çok kişi söz söyledi. Hatta bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan da bu düşünceyi yeri geldiğinde net şekilde ifade etti. Ama "Çıksınlar (veya çıkartılsınlar) o zaman da biz Irak’ı abad ederiz" anlamında bir beyanını biz duymadık.
Dahası hükümetin böyle bir ihtimal üzerinde çalıştığına yahut kafa yorduğuna da tanık olmadık.
O nedenle diyoruz, yarın bir mahcubiyet doğmasın...
Yazının Devamını Oku 8 Ocak 2008
YETMİŞLİ yıllarda genç ve ışık dolu bir Emniyet mensubuydu. Bilgi içeren konuşmalarıyla, sevecen ve mütevazı tavrıyla, düzgün laf etmesiyle derhal dikkat çekiyordu. İnsan ilişkilerinde olağanüstü başarılıydı. Önüne gelen her meseleye "olumlu" açıdan bakıyor, standarttan farklı olduğunu ortaya koyuyordu. Önceki gün Ankara’da yapılan Demokrat Parti Kongresi’nde parti genel başkanlığını Süleyman Soylu’ya bırakan Mehmet Ağar’dan söz ediyoruz.
Bir süre kendisinden kıdemli bir "Emniyetçi" olan Ünal Erkan’la beraberdi. Sonra terfiler ve tayinler yollarını ayırdı. Valilik, Emniyet Genel Müdürlüğü, politika... Bakanlık derken yukarıda anlattığımız Mehmet Ağar’ı kamuoyu da tanıdı.
Tansu Çiller’in 2002 seçimlerinde partisini Meclis’e sokamaması üzerine o zamanki adıyla Doğru Yol Partisi’nin (DYP) Genel Başkanlığı’na seçildi. Böylece yaşamının en önemli sınavına girdi.
Mehmet Ağar polis dünyasının efsane ismiydi. Maalesef siyaset dünyasının gelmiş geçmiş en başarısız aktörlerinden biri oldu.
Oysa daha yeni Genel Başkan olduğu aylarda eline çok önemli bir fırsat geçmişti:
Anımsayacaksınız... Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Demokratik Halk Partisi’nin (DEHAP) 2002 seçimlerine "Sahte belgeler sunup hile yaparak girdiğini" ileri sürüp ispat edince, bu partiye verilmiş 1 milyon 960 bin oyun nasıl değerlendirilmesi gerektiği Yüksek Seçim Kurulu’nun kararına kalmıştı. Yüksek Seçim Kurulu, "Bu oylar geçersiz sayılmak gerekir" derse, yaklaşık 2 milyon kadar oy, "geçerli" oylardan düşülerek daha önce "geçersiz" sayılmış oylara ilave edilecekti. Tabii yüzde 10’luk baraj hesabı da yeniden yapılacaktı.
O seçimdeki geçerli oy sayısı 31 milyon 528 bin 783 idi. Bundan 1 milyon 960 bin 060 oy çıkınca "geçerli" oy sayısı 29 milyon 568 bin 723’e iniyordu. O seçimde DYP’nin aldığı oy 3 milyon 008 bin 942 olduğuna göre oy oranı yüzde 9.54’ten yüzde 10.17’ye çıkıyor böylece Adalet ve Kalkınma Partisi ile CHP’ye verilmiş yaklaşık 60 kadar milletvekilliğinin DYP’ye geçmesi gerekiyordu.
Mehmet Ağar partisine 60 kadar sandalye kazandıracak bu konuda kendine düşeni yapmadı. Yüksek Seçim Kurulu’na göstermelik olsun bir dilekçe verdi mi bilmiyoruz ama olayı sahipsiz bıraktı. Ve geçmişi sayısız yanlış karar örnekleriyle dolu olan Yüksek Seçim Kurulu, "DEHAP oylarının geçersiz sayılamayacağına" karar verdi. DYP de Meclis’te Ağar ve birkaç kişiyle kaldı.
Mehmet Ağar neden öyle yaptı? Hálá meçhuldür. Bu bir...
Ağar’ın affedilmez ikinci büyük günahı, 22 Temmuz 2007 seçimlerinden önce Anavatan Partisi ile DYP’nin güçbirliği yapmasını önlemesidir. Anavatan Partisi Genel Başkanı Erkan Mumcu’nun bu bağlamda bazı kusurları olabilir. Ama sorumluluk tartışmasız olarak Mehmet Ağar’ındır.
Bu konuda Mehmet Ağar’ın hálá inandırıcı bir açıklama yapmadığını düşünüyoruz.
Daha çok söylenecek şey var ama yer yok. Sırası gelince onlara da gireriz. Şimdilik sadece Merkez Sağ eğer çöktüyse ilk sorumlu Tansu Çiller ama asıl fail Mehmet Ağar’dır diyerek bitirelim.
Yazının Devamını Oku 6 Ocak 2008
GALİBA derdimizi anlatamıyoruz. Bu acaba bizim ifade yeteneğimizin kısıtlı olmasından mı yoksa muhatap kişilerin anlama konusunda bir sorunları olduğundan mı kaynaklanıyor, henüz çözebilmiş değiliz. <br><br>Diyeceksiniz ki, "Üçüncü bir ihtimal daha var. Yazdıklarınızı önemsemiyor olabilirler". Hiç itiraz etmeyiz. Ama bir aşamada kimin doğru konuştuğu, kimin kendini aldattığı ortaya çıkar.
Bu kadar lafı dünkü yazımızla bugünkü gelişmeler arasındaki bağı ele almak için ettik.
Dün bu sütunda, "PKK’ya terör örgütü demeyen"lerin bu örgüt tarafından yapıldığı tahmin edilen Diyarbakır olayı karşısında ne diyeceklerini merak ettiğimizi söylemiştik.
Öyle ya, bu örgütün işlediği cinayetleri ve öteki terör eylemlerini bildikleri halde "PKK bir terör örgütüdür" demeyen Demokratik Toplum Partisi (DTP) yetkilileri herhalde bir şey demek durumundaydı. Leyla Zana ile Hatip Dicle de...
Keza "Ben PKK’ya terör örgütü demem" diyen Mesud Barzani’nin de bir çift lafı olmalıydı.
DTP’lilerle Mesud Barzani ve Celal Talabani’nin düşüncelerini dün yaptıkları açıklamadan öğrendik. Barzani ile Talabani dün görüşmüş. Bunun ardından Celal Talabani basına, "Diyarbakır’daki saldırı insanlık dışı bir eylemdir. Olayı kınıyoruz" demiş, sonra da "Saldırının öncelikle Kürtlere yapılan bir darbe", barışı istemeyen ve sevmeyenlerin bir planı olduğunu belirtmiş.
Peki ya Barzani?
O da "Diyarbakır’daki olayın terör saldırısı olduğunu, bunun öncelikle Kürtlere yapıldığını ve saldırıyı şiddetle kınadıklarını" ifade emiş.
Şimdi bir de DTP’lilere bakalım... Bu partinin Eşbaşkanı Emine Kaya, Diyarbakır’da dün gazetecilere, şiddet politikalarının sorunları çözmediğini, Türkiye’yi kaosa sürüklediğini ifade ederek, "Bu topraklarda artık kimse ölmemeli, herkes bu konuda duyarlılığını artırmak ve çözümü doğru koymak zorundadır" demiş.
Bu demeçlerin hiçbirinde, "Yapılan bir terör eylemidir. Onu yapan her kim ise, o tek kelimeyle teröristtir. Eğer yapan yahut yaptıran bir örgüt ise o da terör örgütüdür" şeklinde veya anlamında bir cümle var mı?
Bakın Mesud Barzani veya Celal Talabani’den değil, Hakkári’deki, Bingöl yahut Diyarbakır’daki insanımız kadar İzmir’dekini, Edirne yahut Ordu’dakini de temsil yetkisiyle donatılmış olan DTP milletvekillerinden söz ediyoruz. Tekrar soruyoruz... Bu sözlerin arasında PKK’yı hedef alan tek kelime var mı?
Barzani ile Talabani üstelik tam tersini ima ediyorlar. "Bu eylemin Kürtlere karşı yapıldığını" vurgulayarak, "Eğer Kürtlere zarar vermiş olmasaydı, sakınca yoktu" der gibiler.
En güzeli de Emine Kaya’nın "şiddet politikalarının sorunları çözmediği" yolundaki kehaneti...
Bu hanım her terör eyleminden sonra devletin eylemcilere çiçek göndermesini mi istiyor?
Elbet öncelikle teröristin başı ezilecek... Öteki politikalarla bunun ne ilgisi var?
Yazının Devamını Oku 5 Ocak 2008
TUZLA’daki yedeksubay okulunun öğrencilerini hedef alan bir bombanın 19 Şubat 1994 günü tren istasyonunda patladığını ve 5 gencimizin oracıkta şehit düştüğünü anımsar mısınız? Ya o tarihte Demokrasi Partisi (DEP) Genel Başkanı olan Hatip Dicle’nin, "PKK bombası ile hayatını kaybedenler askeri üniformalıydılar.
Askeri üniformalılar savaş kurallarına göre hedef teşkil ederler. Bu saldırı gayet normaldir" dediğini?
Önceki akşamüzeri Diyarbakır’da bir askeri servis aracını hedef alan ama neticede 4’ü öğrenci 5 sivilin ölümüne yol açan olay nedeniyle Hatip Dicle ne der, öğrenmeye değmez mi?
Öyle ya... İçine 80 kilogram A-4 tipi patlayıcı madde konmuş bir otomobili yüzlerce çocuğun bulunduğu bir dershane önünde park ederek, oradan geçen askeri servis aracına pusu kuran alçakların eylemini Hatip Dicle bir şekilde yorumluyor olmalı.
Abdullah Öcalan’dan, Mesud Barzani’den ve Celal Talabani’den başka lider tanımayan Leyla Zana Hanım da herhalde bu konuda bir görüş açıklar, değil mi?
Şehit düşen bir askerin Kürt kökenli olduğunu öğrenince gidip "PKK’ya karşı savaşan Türk askerinin ailesine başsağlığı diliyormuş gibi" izlenim vermeye itina eden "kardeşimiz" Leyla Hanım herhalde bir şeyler söyler. Ama söyleyeceği, "ölenlerin ailelerine başsağlığı dilemek"le sınırlı kalırsa bir şey ifade etmez. "Bu eylemi kahramanca mı alçakça mı" saydığını da öğrenmeliyiz.
Peki ya son günlerde kendileriyle görüşen Türk gazetecilere aşk ve dostluk şarkıları söyleyen Mesud Barzani ile Celal Talabani ne diyorlar, bilmeye değmez mi?
Bizce değer, çünkü 21 Ekim 2007 tarihinde Celal Talabani ile birlikte Erbil’de düzenledikleri basın toplantısında "PKK’yı terör örgütü olarak görmediklerini" ilan eden aynı Mesud Barzani idi. Keza, "Türkiye, PKK’ya barışçıl bir plan sunar ve bu plan reddedilirse ondan sonra PKK’yı terör örgütü sayarız ama şu anda böyle bir şey yok" diyen de o idi. Şimdi dinleyelim bakalım yüzlerce masum okul çocuğunun hayatını hiçe sayıp 4’ünü öldüren PKK, bu zatın gözünde ne imiş?
Yeri gelmişken değinmekte yarar var:
Mesud Barzani geçenlerde kendisiyle mülakat yapan Bugün Gazetesi yazarı Mehmet Metiner’e, "(...) Biz her şeye rağmen Türkiye’ye karşı husumet beslemedik, beslemiyoruz. Türkiye’yi ve Türk milletini hep dost kabul ettik. Kabul etmeye devam ediyoruz. Uzattığımız dostluk elinin samimiyetle tutulmasını bekliyoruz" diyordu. Dahası, "Ben PKK’yı koruyup kollamıyorum. Ben Kürt halkını savunuyorum" diyerek hepimizi aptal yerine koyduğunu da saklamıyordu.
O zaman Mesud Barzani’ye, "Tüm çağrılara ve uyarılara rağmen PKK’nın silah, erzak, para, mühimmat vb. ikmal kanallarını bunca yıl neden açık tuttuğunu" sormak gerekmez mi?
Son bir soru da BBC; The New York Times; Le Monde; The Guardian gibi muteber batı medyası organlarına:
"Sizde çocukları öldürenlere gerilla mı diyorlar, yoksa terörist mi?"
Yazının Devamını Oku