7 Nisan 2002
Sert görünüşüme aldanmayın, aslında ben çok mahçup biriyimdir. Kalabalık bir yere kolay giremem, balık ısmarladığım garson pirzola getirip önüme koysa utancımdan gıkımı çıkaramam, bir hanım yüzüme biraz dikkatli baksa kıpkırmızı olur gözlerimi kaçırırım. Hele bana iltifat ettikleri zaman elim ayağıma dolaşır, kaçacak delik ararım. Kaçamazsam mahçupluğumu gizlemek için sert erkek pozlarına bile bürünürüm. Yani övülmeye dayanamam!.. Bu nedenle televizyona çıkmaktan fellik fellik kaçarım. Gazetelerde resmim çıkınca, tanınacağım diye ödüm patlar üç gün sokağa çıkamam. Benim kişiliğimdeki bir adamın biraz ünlü ve tanınmış olması nasıl bir işkencedir bilemezsiniz.
* * *
Tam manav Hayri ile elma tartışmasına girişmişken arkamdan bir ses,
‘‘Bak Nalan, bu o!..’’ diye bağırdı.
‘‘Hangisi?’’
‘‘Şu bastonlu, uzun boylu yaşlı adam.’’
‘‘O da kim?’’
‘‘Cahillik etme Nalan, Huysuz İhtiyar, yani Oğuz Aral... Türkiye'nin en büyük karikatürcü ve yazarlarından biri.’’
‘‘Ayy!.. Vallahi inanamıyorum Remzi. Ne kadar da alçak gönüllü bir sanatçıymış. O da bizim gibi manavdan kendi alışveriş yapıyor. Koş yakından bakalım.’’
Bir anda bedenimi ter bastı. Elimde elmalar olmasa hemen tüyeceğim.
‘‘Siz Oğuz Aral'sınız değil mi?’’
‘‘Evet.’’
‘‘Biz de milyonlarca kişi gibi sizin hayranlarınızdanız.’’
‘‘Ay, yazdığınız kadar da yaşlı değilmişsiniz ayol! Ama kendinize iyi bakın, siz bize lazımsınız. Sizin gibi sanatçılar artık kolay yetişmiyor.’’
Genç çift yanımızdan ayrılınca manav Hayri hayran hayran yüzüme bakmaya başladı.
‘‘Vay, meğer sen neymişsin be abi! O elmaları geri ver, sokağımızın meşhur sanatçısına onlar yaramaz. Ben sana hakiki Vaşhington portakalı vereyim, daha bu sabah geldi.’’
* * *
Arabamı satalı beri otobüse biniyorum ama, her seferinde pişman oluyorum. Geçenlerde kalabalıkça bir otobüsle Taksim'e giderken kulağımın dibinde,
‘‘Hocam... Hocamm! Ver elini öpeyim.’’ diye bir nara patladı. Ben başıma gelecekleri tahmin ettiğim için yolcuları yara yara arka kapıya doğru kaçmaya çalıştım, ama nafile... İri kıyım biri beni belimden yakalayıp döndürdü. Sonra da elime yapışıp şapur şupur öpmeye başladı. Ben elimi kurtarmaya çalışıyorum ama, adamda Zaloğlu Rüstem Pehlivan kuvveti var. Bizim itişip kakışmamıza otobüs halkı da dönüp bakmaya başladı.
‘‘Hocam sayende sanat sahibi olup elim ekmek tuttu. Ev, ocak sahibi oldum. Sayın yolcular, sizler de benim hocamı tanırsınız elbet! O ülkemizin en büyük karikatürcüsü, tiyatrocusu ve hocaların hocasıdır!’’
Otobüsün içi bir an hareketlendi ve dört kişi kalkıp bana yer verdi. İlk durakta canımı dışarıya dar attım. Yolun kalanını tanınmamak için pardösümün yakalarını kaldırıp yaya olarak yürüdüm.
Birkaç kadeh yudumlayıp bir çift sohbet etmek için arkadaşlarla buluşmaya karar vermiştik. Buluşma çok az kişinin bildiği sapa bir meyhanede olacaktı. Çünkü arkadaşların hepsi sokakta rahat yürüyemeyecek, Çiçek Pasajı'nda ağız tadıyla rakı içemeyecek kadar tanınmış yazar-çizer ve şarkıcı tayfasındandı. Hatta içlerinde ünlü televizyon dizilerinde oynayanlar bile vardı. Mahçup olmamaları için adlarını vermek istemiyorum. İçimizdeki en taze ünlü Beyoğlu delikanlısı, müzik ve Galatasaray maç yazarı, sakallı ince uzun yakışıklı genç,
‘‘İnsanın her gün gazetede resminin çıkması ne zor işmiş be abi... Artık kaçak doktor Kimbıl gibi yaşıyorum. Sokağa çıkmak için havanın kararmasını bekliyorum’’ dedi. Lakabı minik bir kuş anlamına gelen bıngıl primadonnamız acı acı güldü.
‘‘Çocukken bana baksınlar, beni fark etsinler diye sokaklarda oryantal danslar yapardım ve annemden dayak yerdim. Şimdi dört koruma görevlisiyle arabama kadar zor gidebiliyorum.’’
Horozuyla dolaşan ve lakabı Katil olan bir televizyon dizisi oyuncusu,
‘‘Sizinki de bir şey mi? Ben kılık değiştirip değişik bir makyaj yapmadan evden burnumu bile çıkaramıyorum. Son iki hayran izdihamı sonunda kaçarken kalp krizi geçirdim de by-pass ameliyatı oldum’’ dedi.
Hem Hürriyet'te köşe yazarı, hem şarkıcı ve de bir zamanların film yıldızı olan sarışın ve Afrikalı dudaklı hanım arkadaşımız,
‘‘Münasip bir koca bulup evlenmeye bile razıyım. Bu hayattan elimi eteğimi çekip kendimi unutturmak istiyorum. Özgürce yaşama hakkım elimden alındı. Artık Rumelihisarı'nda bir kahveye oturup Boğaz Köprüsü'nden geçen arabaları bile sayamıyorum. Günde en az 100 kişi imza istiyor’’ diye inledi.
Masada herkes ünlü olduğu için başlarına gelen felaketlerden bir avaza şikáyet ederken arkamızdan,
‘‘Aaa, bu orada!..’’ diye bir kadın çığlığı duyuldu ve kadınlı-erkekli altı kişi masamızı kuşattı.
‘‘Ne olur bizimle bir resim çektirin.’’
‘‘Bu fotoğraflar çocuklarımıza en değerli miras olarak kalacaktır.’’
‘‘Allah'ım, size bu kadar yakın olduğuma inanamıyorum.’’
‘‘Lütfen size biraz dokunabilir miyiz?’’
Ortaya bir fotoğraf makinesi çıktı ve masadaki ünlü arkadaşlarımın hepsi kendilerine en yakışan pozları takınıp fotoğraf çekimini beklemeye başladılar. Hatta, makyaj tazeleyip saç tarayanlar bile oldu. Ama masamıza hücum edenlerin hepsi sadece benimle resim çektirdi.
‘‘Biz sizinle büyüdük Oğuz Bey.’’
‘‘Resim çekilirken sizi öpebilir miyim?’’
‘‘Son aldığınız Cemal Nadir Özel Ödülü zaten hakkınızdı...’’
‘‘Yazıp yönettiğiniz oyuna tam beş kez gittim, ama yine doyamadım.’’
Ben utancımdan masanın altına girsem mi diye düşünürken, arkadaşlarla aramızda buz gibi bir sessizlik oldu. Bir kısmı bana kötü kötü bakarken, diğer kısmı da görmezden gelmeye başladı. Artık benimle konuşan yoktu. Kanter içinde kalabalığa çaktırmadan masadan kalktım ve sokağa çıkıp bir taksiye atladım. Şoföre,
‘‘Mecidiyeköy'e, ama dikkat et hayranlarımın arabaları tarafından takip edilebiliriz. Onları atlat’’ dedim.
* * *
Vecdi,
‘‘Moruk bu ayki maaşımızı gönderdi mi?’’ diye sordu.
Tarık,
‘‘Gönderdi, ama artık zam istemenin zamanı geldi. Pinti herif noolucak!.. Biz Yeşilçam'da figüranlık yaparken bile daha fazlasını kazanıyorduk.’’
Oktay,
‘‘Artık avanak hayran rolü oynamaktan bıktım. Parası da kendisinin olsun. Ben önümüzdeki ay yokum arkadaşlar!’’
Necla,
‘‘Benim maaşım niye eksik?’’
Tarık,
‘‘Tam iki defa 'Ah eskisinden de daha yakışıklısınız, yaşlılık size çok yaramış!' demeyi unutmuşsun. Moruk yazar da sana ceza kesti.’’ diye cevap verdi.
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2002
Düzden kalkmak nasıl oluyor bilmiyorum ama, bu sabah yine tersten kalkmıştım. İlk kavgayı saka kuşumla yaptım. Bugünlerde herifin çenesi düştü. Sabahın ilk ışıklarını görür görmez cıyırdamaya başlıyor, öğlene kadar da susmuyor. Yalnız yemlerini tıkınmak için arada bir ciklemesine mola veriyor.
‘‘Tıkan be tıkan, kafeste yaşayan yalnız sen misin? Bak benim de kafesim var. Benimki sadece seninkinden biraz daha büyük, iki oda bir salon.’’
‘‘Cüyyük!..’’
‘‘Çünkü ben senden daha iriyim ve kendi kafesime ancak sığıyorum.’’
‘‘Cik, cuk, cik!’’
‘‘Hayır efendim, sana artık evde serbest dolaşmak yasak. Çünkü kitaplarımın ve koltuklarımın üstüne kakanı yapıyorsun. Sana baktıkça merhum su kaplumbağamı daha fazla özlüyorum. Bir gün seni fırında kızartıp kuşlu pilav yapacağım.’’
Anladığından mıdır nedir bilmem, kuş sustu. Bana kıçını dönüp denizi seyretmeye başladı.
İkinci kavgayı bastonumla yaptım. İki haftadır herifte bir edalar, bir nazlar... Eskiden hiç olmazsa masamın kenarına astığım yerden ‘‘Günaydın, iyi geceler’’ filan derdi. Artık bastonda tık yok. Neymiş efendim, ben onu hiç gezmeye götürmüyormuşum. Evden çıkmadığım için ancak koridordan tuvalete kadar gidebiliyormuş. Uzun bir baston olduğu için onun ne kötü bir kaderi varmış. Çünkü benim tarafımdan seçilmişmiş. Ne yapayım, Türk erkeğinin ortalama boy ölçülerine göre yapıldığı için sırık boyuma uyan tek baston buydu.
‘‘Odun oğlu odun!.. Elalemin bastonları bahar geldi diye yaprak sürüp çiçek açtı. Sen hálá karşımda kara kuru dikilip mızırdanıyorsun.’’
‘‘Tabii onları gezdiren var.’’
‘‘Ben de seni şömineye kadar gezdireyim mi? Bak şöminenin kenarında bir sürü odun akraban var. Beraber yanarken muhabbet edersiniz.’’
Bastonum da sesini kesti. Ama bu kadarcık sabah kavgası beni kesmemişti.
‘‘Aloo, buyrun Ortaklar Şarküteri.’’
‘‘Dün geceki konuklarıma rezil ettin beni!.. O ne biçim pastırma be!.. Senin pastırma diye gönderdiğin mereti biz eskiden kayış diye pantolonlarımıza takardık.’’
‘‘Aman abicim, antrikottan kestirdimdi. Derhal geri aldırıyorum.’’
Şarkütericiden de hayır çıkmamıştı. Adam dediğin biraz diklenir yahu. Ağız tadıyla bir kavga edememenin öfkesiyle telefonu şırrak diye yüzüne kapattım. Ondan sonra da ‘‘kavga edilecekler’’ defterimi masanın gözünden çıkardım. İlk iki telefona cevap çıkmadı. Üçüncü kısmetim Cemal,
‘‘Şimdi toplantıdayız abi...’’ dedi. Ben,
‘‘Ne toplantısı lan, orada kaç kişi toplanıyorsunuz? Hatırladığım kadarıyla senin büron, benim banyodan küçüktür. İçeriye bir adam girse, kıçı dışarıda kalır. Dur kaçma alçak Cemal!..’’ diye bağırırken telefon çoktan kapanmıştı. Ve tahminime göre fişten de çekilmişti. Üç metrekare halımın üzerinde bir İspanyol arena boğası gibi öfkeyle tur atarken yarım paket sigarayı sömürdüm. Bu turu atarken bacaklarımın sancısını bile unutmuştum. Kimsenin benimle kavga etmeye niyeti yoktu anlaşılan.
Defterimi karıştırırken birden Fikret'in adı gözüme ilişti. Fikret, bizim gazetenin Yazı İşleri Müdürleri'ndendir ve baş sayfayı düzenler.
‘‘O ne biçim fotoğraf be?’’
‘‘Hangisini soruyorsun? Biz yüzlerce fotoğraf kullanıyoruz.’’
‘‘Benimkinden söz ediyorum. Kıskançlığından en çirkinini bulup sayfaya koydun değil mi? Hani Cemal Nadir Ödülü'nü bana verdikleri için koyduğun çirkin ve mayhoş fotoğraftan söz ediyorum.’’
‘‘Abicim, haberini birinci sayfada kullandığım için sevinirsin sanmıştım.’’
‘‘Niye tepede mavi zeminli dokuz sütun değil de, kenarda iki sütun çıktı? Ayrıca benim gazetenin arşivinde, otuzlu yaşlarımdan kalma jilet gibi resimlerim vardı. Hatta o fotoğraflarda dalga dalga saçlarım bile vardı. Siz de gazeteci misiniz be!’’
Fikret,
‘‘Sen merak etme, bir dahaki sefere çocukluk fotoğraflarını bulup onları yayınlarız abicim. Şimdi benim taşra baskısına yetişmem gerek’’ deyip telefonu kapattı.
Yarım büyük rakı, iki paket sigaradan sonra evde homurdayıp dört dönerken kapı zili çaldı ve cankurtaran gibi Fahri geldi. Fahri, çok eski bir arkadaşımdı ve bizim kuşak gazetecileri arasında hır-gür çıkarmasıyla tanınırdı. Bayram haftasını mangal tahtası anlayıp hemen dövüşe kalkmasıyla nam salmıştı. Fahri'yi görünce içim bir anda mutlulukla doldu.
‘‘Buyrun Fahri'ciğim, buyur güzel arkadaşım. Şöyle baş koltuğa geç otur. Bak muhteşem bir Martel konyağım var. Yoksa sen Fransız konyağı sevmez misin?’’
‘‘Yoo, severim. Ama konyağı boşver. Ben senin sağlığını merak edip geldim.’’
‘‘Yoksa sen de konyaktan, şaraptan hoşlanmayıp rakı severlerden misin? Hatta balık yerken rakı içmeye kalkan kırolardan mısın?’’
‘‘Yahu, bu balık-rakı muhabbeti nereden çıktı? Ben senin sağlığını öğrenmek için geldimdi.’’
‘‘Rakı-balık muhabbeti gurmelerden çıktı.’’
‘‘Gurme dediğin de kimdir?’’
‘‘Yiyecek-içecekten anlayan adam, yani yemeklerin Demirel'i...’’
‘‘Pöh, bunlar kendilerine dil nakli mi yaptırmışlar?’’
‘‘Ne yani, sen benim gurmeme laf mı dokunduruyorsun? Ben gurmeme laf ettirmem arkadaş... Ben adamın...’’
‘‘Seni iyileşmiş gördüğüm için çok sevindim, haydi bana eyvallah. Haftaya yine uğrarım.’’
‘‘Dur lan kalleş kaçma!.. Daha bir kavga bile etmedik. Hiç olmazsa Martel şişesini bırak alçak!..’’
Ben bastonuma dayanıp Fahri'ye hamle edene kadar o, sırıtarak çekip gitmişti bile.
Demek ki bu namertlerin hepsi benden gizli birbirleriyle haberleşip benimle kavga etmemeye kavilleşmişlerdi. Bu arkadaşlığa sığar mıydı be? Bir Türk erkeği olarak arkadaşını kavgasız dövüşsüz bırakmak kalleşlik değil de nedir?
Apartman komşularım çoktan uyudukları için onlardan da hayır yoktu. O saatten sonra üşenmeden giyinip kuşanıp ve bastonuma atlayıp dıgıdık dıgıdık sokağa çıktım. Bizim cadde işyeri olduğu için gece yine in-cin top oynuyordu. Ama uzakta bir umut ışığı belirdi. Üstelik ufak tefek, yani dişime göre bir umut ışığı... Birbirimize yaklaşıp göz göze geldik. Ben,
‘‘Naber ulan hıyar’’ deyip gözgöze geldiğim göze bir tane yapıştırdım. O da,
‘‘Vallaa, iyilik sağlık abicim’’ deyip burnumun üstüne bir tane kondurdu.
Sonra da birbirimize keyifli bir sırıtışla iyi geceler dileyip yolumuza gittik. Umarım bu gece ikimiz de rahat uyuyacağız.
Yazının Devamını Oku 10 Mart 2002
Rüştü elinde koca bir buket çiçekle odama daldı, ‘‘Hayrola moruk, işten tüymek için yine bahaneler mi uyduruyorsun?’’
‘‘Yok yahu, bir sürü hastalık pusuya yatmış hepsi birden üstüme çullandılar. Ben de onlara erkekseniz teker teker gelin dedim.’’
‘‘Neyin var ki?’’
‘‘Hamdolsun her şeyim var. Örneğin, önceki gün safra kesesi ameliyatı oldum. Sonra da kolonoskopi....’’
‘‘Ohhoo, şimdiki ameliyatlara ameliyat mı denir? Senin safra keseni mutlaka kesmeden almışlardır.’’
‘‘Evet, karnımın dört yerini delip öyle aldılar. Laparoskopi mi ne diyorlar, öyle bir şey işte.’’
‘‘Ameliyat dediğin nah böyle olur. Beni 20 yıl önce boydan boya ince kıyım doğramışlardı da, safra kesemi öyle almışlardı.’’
Rüştü bunları söylerken ceketini ve gömleğini çıkardı. Sonra da fanilasını sıyırıp karnındaki eski bir ameliyat izini gösterdi.
‘‘Bir de bağırsaklarımda bazı sorunlarım var.’’
‘‘Bağırsak sorunu dediğin nedir ki? Dua et benim gibi mide sorunların yok. Salata yok, kebap yok, iki kadeh rakı bile yasak!.. Kuru fasulyeye hasret kaldım be!.. Sıkıysa ye. Sabaha kadar asit ve gaz sancısından kıvranıp durursun. Baş ucunda kitap olduğuna göre okuyabiliyorsun demek.’’
‘‘Evet ama bir sürü glokom ilacı ve de göz damlasıyla ancak 15 dakika okuyup, 15 dakika dinlenerek...’’
‘‘Şükret be şükret!.. Ben bir yıldır gazete bile okuyamıyorum. Herhalde gözlerime perde iniyor. Boğazımdan kesip en büyük ekran televizyon almasam haberleri bile izleyemeyecektim. Ne oldu, suratını niye ekşittin?’’
‘‘İki gündür koluma takılı bu serum iğnesi artık canımı yakmaya başladı.’’
‘‘Senin canın da amma tatlıymış haa!.. Hatırlıyor musun yıllar önce seninle marangozculuk oynarken elime koskoca çivi girmişti de, gıkım bile çıkmamıştı. Hepiniz azıcık nezle olup ahlaya uflaya salya sümük dolaşırken ben 40 derece ateşle sabahlara kadar çalışırdım.’’
Rüştü hastalık tiradını bitiremeden hastanedeki odama Aykut ve dördüncü eşi Mine girdi. Aykut her zamanki gibi başçavuş edası ve çatık kaşlarıyla başucuma dikildi.
‘‘Ben sana demedim miydi, başına gelecek bu rezillikleri yıllar öncesinden haber vermedim miydi?’’
‘‘Ne dedindi?’’
‘‘Bak onca nasihatimi kulak arkası etmişsin. Ben sana günde dört paket sigara içme demedim mi?’’
‘‘Dedin.’’
‘‘Günde bir büyük rakı içme demedim mi?’’
‘‘Dedin.’’
''İşte büyük sözü dinlemeyenlerin hali böyle olur.''
Aykut aslında benden beş-altı ay büyüktü ama, kendini herkesin babası sanırdı. O sırada ayaklarımdaki gut sancısı arttığı için Aykut'a gerekli küfürleri döşenemeyip sadece inlemekle yetindim. Ben inlerken Mine söze karıştı;
‘‘Ne hoş bir tesadüf oldu Oğuz Bey, kaç aydır aklımdaydı da vakit bulup soramıyordum. Hani size geldiğimizde yediğimiz bir tavuk köftesi vardı ya....’’
‘‘O köfte değil, Kiyevski'ydi.’’
‘‘Kiyevski ne demek?’’
‘‘Kiyev usulü tavuk demek.’’
‘‘Hah işte onun tarifini alabilir miyim? Aykut bayılmıştı ama, ben bir türlü pişiremedimdi.’’
‘‘Hazırlaması ve pişirmesi çok kolay. Ama sen önce bana Gülseren Başhemşire'yi çağırır mısın?’’
Gülseren Başhemşire 23'e çıkan tansiyonumu düşürmek için bana iğne yaparken ben,
‘‘Tavuğun göğüs etini ezip içine tereyağı koyarak yuvarlayacaksın. Sonra bir folyoya sarıp yarım saat buzdolabında beklet ki, yuvarlağı çözülmesin. Daha sonra galeta ununa....’’ diyerek Mine'ye Kiyevski'nin tarifini yazdırıyordum. O sırada odanın diğer köşesinde Rüştü'yle Aykut fena kapışmışlardı. Fenerli Rüştü, elindeki elektronik hesap makinesiyle toplayacakları puanları hesaplayıp Fenerbahçe'nin nasıl şampiyon olacağını Aykut'a ispatlamaya çalışıyordu. Aykut da hem ayıpçı el işaretleri yapıp hem de,
‘‘Gassaray'ın size ölüsü yeter be!’’ diye bağırıyordu. Bu patırtı arasında Galip odaya daldı ve gözyaşları içinde göğsüme kapandı.
‘‘Ah be ağabeyciğim, seni bu hallerde mi görecektim? Sen bu durumlara düşecek bir babayiğit miydin?’’
‘‘Üzme canını Galip'çiğim, insanlık hali bu. Model eskiyince motor da tekliyor işte.’’
‘‘Kalp değil mi ağabey?’’
‘‘Evet kalpte de ufak bir sorun var ama, kalp hastası değilim.’’
‘‘Öyleyse niye konuşuyorken nefes nefese kalıyorsun?’’
‘‘Üstümden inersen daha normal konuşabilirim.’’
‘‘Necip ağabey de kalbim İsviçre saati gibi dakik atıyor derdi. Ama bir gece masasına yığılıvermişti. Hatırlıyorsun değil mi? Ne olur bizi bırakma ağabey!..’’
Galip bana daha sıkı sarılıp için için ağlamasını höykürmeye dönüştürdü.
‘‘Dur lan hıyar, ameliyat yaralarımı acıtıyorsun. Vallahi kalpten ölmeyeceğim. Sana şeref sözü!..’’
Galip höykürüğünü kesip yüzüme şüpheyle baktı.
‘‘O zaman bizden saklıyorsun. Sen zaten hep böyleydin. Kötü haberleri bizden hep gizlerdin.’’
‘‘Hangi kötü haberi?’’
‘‘Bak yüzünün yeşil bir renk almasından belli, ciğerde mi?’’
‘‘Ciğerde olan ne?’’
‘‘Kanser!.. Benden gizleme, ben katlanırım ağabey. Cemal'i hatırlıyor musun, aslan gibi delikanlı altı ayda eriyip gittiydi de seni bile ben teselli etmiştim.’’
Bu sırada Aykut'la Rüştü Avrupa Topluluğu'na girip girmeme konusunda tartışırken Mine de odamdaki küçük buzdolabında bulduğu taze sıkılmış portakal sularımı içiyordu. Ben seruma bağlı olmayan ama, iğneyle delik deşik olmuş sağ elimle Galip'in burnuna vurmaya çalışırken odaya bir karı-koca daha daldı. Onları hiç tanımıyordum.
‘‘Selamınaleyküm ağabey.’’
‘‘Aleykümselam.’’
‘‘Kusura kalma, biz aslında senin bitişik odadaki komşun Kurugiller'in Rıfat'ı ziyarete gelmiştik. Hani mideden ameliyat olmuştu. Ama odaya giremedik.’’
‘‘Niye?’’
‘‘Aynı odada üç hasta daha var. Her birisinin ziyaretçisi bizden önce gelip odayı tıka basa doldurmuşlar. İçerisi adam almıyoo...’’
‘‘Koridorda bekleseydiniz. Çıkan olunca girerdiniz.’’
‘‘Beklemekten ayacıklarımıza kara sular indi. Çıkan filan da olmuyoo. Zati Rıfat'ın öbür akrabaları da yatak üstünde pişpirik oynamaya oturmuşlar ki geceye kadar bitmez. Bizim karı, Rıfat'a elceğizleriyle çiğ köfte yoğurmuştu. Aha onu sana bırakıyorum, yarın bizim Rıfat'a verir misin ağabey? Rıfat çiğ köfteye bayılır, benim karı da çok güzel yapar. Nah bi tane de sen buyurmaz mısın? Ye ha ye!.. Tencerede daha çok var.’’
* * *
Ziyaret gününden sonra bir süre beni yoğun bakıma kaldırdılar. İflah olduğuma karar verip tekrar odama taşıdılar. Bugün yine ziyaret günü. Gözlerim pencerede, bana gelecek ziyaretçileri kolluyorum. Çünkü aranıp sorulmayınca insan mahzun oluyor.
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2002
Geçenlerde bir sabah Hürriyet Gazetesi'nin sürmanşetinde (yani başlığının bile üstünde) koca kafalı bir fotoğrafımı görünce, dehşetle irkilip elimdeki sıcak çayı zaten ağrımakta olan sol bacağımın üstüne döktüm. Benim fotoğrafımı birinci sayfanın tepesine niye koysunlardı? Muhtemelen ben ölmüştüm de, belki haberim yoktu. Sonra aklıma haberi okumak geldi. Efendim, huysuzluk meğer doğuştan bir beyin arızasından kaynaklanıyormuş. İngiliz bilim adamları, yıllarca araştırma yapmışlarmış, huysuzluk ve edepsizliğin insan beynindeki bilmemne lobunun eksikliği ve aksaklığından meydana geldiğini bulmuşlar. Gazete haberi süslemek için benim resmimi münasip görmüş. Bu yetmezmiş gibi, haber iç sayfalarda dört sütun yine benim çizgi portremle sürüyordu.
Ben zaten doğarken her acının tiryakisi olmuşum, ama kafadan çatlaklığa tipik bir örnek olarak gösterilmeyi de yeyip yutacak kadar daha elden ayaktan düşmedim. (Aslında ayaktan bir hayli düştüm ama bastonum sağolsun.) Serde delikanlılık var. O öfkeyle bastonuma atlayıp dıgıdık dıgıdık gazetenin yolunu tuttum. Daha dış kapıya varmadan yanımdan ufak tefek esmer bir rüzgár geçti. Durum anlaşılmıştı. Geldiğimi, suçun failine telefonla haber vermişler, o da olimpik bir sprinter (yani hız koşucusu) telaşıyla benden ve bastonumdan kurtulmak için canını gazetenin dışına atmıştı.
Ben adamı kokusundan tanırım. O esmer rüzgár, bizim Yazı İşleri Müdürlerinden Fikret Ercan'dı. Suçluyu bulmuştum. Ama bulmak başka, koşup yakalamak başka bir marifet...
Aylardır uğrayamadığım için gazeteyi ve arkadaşları çok özlemiştim. Ama daha asansörde tuhaf ve kötü bir koku başladı. Ben bu kokuyu bizim bahçeden tanıyordum. Hay Allah neydi koku dememe kalmadan, asansördeki herkesin kolunda, koynunda ya da elindeki zincirin ucunda birer kedi olduğunu gördüm.
Ayhan'a uğradım, bilgisayarının başında bir kedi yavrusu vardı. Üstelik onu ithal bir kedi mamasıyla besliyordu. Demek ki Ayhan, boğazından bir hayli kısmıştı.
Neyyire Özkan'ın bölümünde yine bir toplantı vardı. Bu bölüm size en güzel ekleri hazırlayan bölümdür. Bir sürü güzel kız ve yakışıklıca erkek harıl hurul çalışıyorlardı. (Düşünün, bu yakışıklıcalardan biri de kıllarından ötürü yüzünün ancak gözlerinin ve burnunun bir kısmı görülebilen bizim fotoğraf ustası Sebati'dir. Ama adamın onca güzel kızdan sonra erkeklere çirkin demeye dili varmıyor.)
Toplantı odasında gazeteciden çok kedi vardı. Kimisi kızların bacaklarına sürünüyor, kimi toplantı masasının üstünde fuhuşsal çabalarda bulunuyordu. Her kedinin boynunda bir plaka ve ne hikmetse her plakanın üstünde bir gazeteci ismi vardı.
* * *
Kanat Atkaya'nın odasına uğrayınca Beyoğlu delikanlısı, önce koridora fırlayıp sağına soluna baktı, sonra kapıyı içeriden kilitleyip,
‘‘Tamamdır, yapabilirsin abi’’ dedi.
Kanat beni yakından tanıdığı halde sevmeyi becerebilen arkadaşlarımdandır. Ben de onun kedisinin kuyruğuna keyifle bastım. Miskin hayvan ‘‘Cıyyk!..’’ Kanat da,
‘‘Ohh, ayağına sağlık abi!..’’ dedi.
‘‘Ben gazeteye mi geldim, yoksa kedi çiftliğine mi? Nedir bu kedigillerlik?’’
‘‘Abicim bilirsin, biz hepimiz kediseveriz. Hatta, kediseverlik yüzünden aramızda eşinden boşananlar bile oldu.’’
Tam o sırada Kanat'ın kedisi paçama çişini yaptı.
Ben kart, o da taze bir Beyoğlu delikanlısı olduğu gibi bu aşkı sevdayı muhabbet iddialarını yemedim. O da yalan söyleyemeyecek kadar bir Beyoğlu delikanlısı olduğu için mecburen,
‘‘8-1-1 abi’’ dedi. Spor sayfasına yazalı beri oğlanın Türkçesi de tuhaflaşmıştı.
‘‘Ne diyorsun yahu?’’
‘‘Bu kriz defansı abicim.’’
Meğer bu ekonomik kriz sonrası bazı gazeteciler işten çıkarılınca bizim uyanıklar kedisel bir taktik geliştirmişler. Bizim Genel Yayın Müdürümüz Ertuğrul Özkök, bir kedi esiri olduğu için kucaklarına en sevimli kedileri alıp toplantıya girmeler mi istersin?.. Kedileri okşayarak günde üç beş kere adamın önünden geçmeler mi istersin?.. Seç seç al!..
Bu Çanakkale savunmasına karşı, gel de adamı işinden at!.. Bir kedici bir kediciye dokunsa vicdan azabından en az bir ay uykusundan olur. Hatta öbür tarafta cehennemlik bile olur.
Tam kazasız belasız gazeteden tüyüyordum ki, Ertuğrul Bey'le burun buruna geldim. Hayırlı bir iş için arasam Yayın Müdürümü gazete içinde 10 gün kovalarım da yine kıstıramam.
‘‘Ben de epeydir sizinle görüşmek istiyordum Oğuz Bey.’’
İlk kötü haber Oğuz Ağabey yerine Oğuz Bey demesinden anlaşılıyordu.
‘‘Karikatür çizmeyeli neredeyse üç ayı buldu. Hastaneden çıkalı bir ay oldu ama, iki haftadır size yer ayırıyoruz, röportajınız gelmiyor.’’
Gözlerini bana değil de duvara dikmesinden lafın dibinin nasıl bağlanacağı belli olmuştu.
Ertuğrul Bey'e yavaşça yaklaştım. Omuzumu omuzuna sürterek ve mavi gözlerinin içine bakarak,
‘‘Miyavvv!..’’ dedim.
Sert ifadesi biraz yumuşadı. İkinci olarak daha acıklı ve Hicaz makamında bir ‘‘Miyavv!..’’ daha çektim. O sevecenlikle,
‘‘Lütfen, kendinizi hazır hissettiğiniz zaman çizersiniz. Bir akşam beraber olalım.’’ dedi. Ben de en keyifli sesimle,
‘‘Mırrr!..’’ dedim.
* * *
Yahu nedir bu kedi tapınması? Sinan Çetin nam rejisör bir kediyi pompalısını çekip vurmuşmuş. Ya da anti-kedi bir çete, kedileri çuvallara doldurup mahalleyi kedi fakiri bırakmışmış. En az 25 haber, bir o kadar da kediciklerim köşe yazısı okudum. Bizim bahçede bunlardan irili ufaklı 20 tanesi her gün beni sömürüyor. Önüne gelen doğuran kedilerinin yavrularını bizim arka bahçeye atıyor. Atarken çuvala hiç olmazsa üç beş kuruş para koyun be adamlar ya da kadınlar. Hepsini benim sırtıma yüklemeyin. Bu enikler yüzünden ne aile kavgalarımız çıktıydı...
Aslında ben Bekir sayesinde bir zamanlar köpekçi olmuştum. Ama onlar da doğura doğura 14 adet olup benim pantolonlarımı paralayınca ve maaşımın yarısını yiyince havhavcılıktan da vazgeçmiştim. Düşünün, en az ayda iki yazıyı ve 10 karikatürü köpecikleriniz tavuk kemiği, ciğer, etsuyuna papara filan yesinler diye yazıp çiziyorsunuz. Vallahi gazeteden taşıdığım pilavları bile yiyememişlerdi. Bir de sabahlara kadar beni ve komşuları uyutmadılardı.
* * *
Ben, sizlerdeki bu hayvanseverlik tutkusunu hiç anlamıyorum. Filitle foş fuş yapıp sivrisinekleri öldürüyorsunuz. Yine aynı fısfısla hamam böceklerini gebertiyorsunuz. Hele pirelere hiç tahammülünüz yok. Yani seveceğiniz hayvanları bir diktatör edasıyla kendiniz seçiyorsunuz. Bunun adı hayvanseverlik değil, kendini severliktir. Çünkü insanları sevmek, zor ve zahmetlidir. Oysa hayvanlar, benim verdiğim sadakanın karşılığında benim yalnızlığımın bir kısmını paylaşıyorlar ve benim üstünlüğüme hiç itiraz etmiyorlar.
Haartt!.. Huurtt!..
Bu sesler benim sırtımda yeni beslemeye başladığım bitlerin kaşıntısından geliyor.
Yazının Devamını Oku 10 Şubat 2002
Karikatürlerini masama koyan çocuğa baktım. Ela gözlerinden ışıl ışıl umut fışkırıyordu. Karikatürlerinin yayınlanacağından hiç şüphesi yoktu. O zamanlar yönettiğim Gırgır dergisinde pazartesi günleri yüzlerce delikanlının karikatürüne bakar, aklımın erdiğince çizgi üstüne yol yordam gösterirdim. Ama umutlu delikanlının karikatürleri umutsuzdu. Hem çizgiler, hem espriler kötüydü. Ben bile kendi hört-zört dürüstlüğümden nefret ederim. Ama akrep kuyruğu dilimi de tutamam. Karikatürlerinin kötü olduğunu, işin kolayına kaçtığını, daha çok fırın ekmek yemesi gerektiğini söyledim çocuğa... Sonra da kendime ‘‘Hay benim ağzıma....’’ diye başlayan bir küfür döşendim. Çünkü çocuğun ışıltılı ela gözleri kararmış, uzun boyu kısalmış, pembecik yanakları çöküp morarmıştı. Odam karikatür getiren delikanlılarla doluydu. Hatta koridor bile doluydu.
Sonra para fişini çıkarıp bir karikatür ücreti yazdım. Çocuk, ‘‘Bu ne?’’ diye sordu.
‘‘Bu bir karikatür ücreti.’’
‘‘Ama benden karikatür almadınız ki.’’
‘‘Hiç merak etme, bir gün alacağım. Çünkü sen yakın zamanda çok güzel karikatürler çizeceksin. Ben de onları yayınlayacağım.’’
‘‘Nereden biliyorsunuz?’’
‘‘Çünkü senden umudum var. Çünkü çok çalışıp, bir gün çok ünlü bir karikatürcü olacaksın.’’
Delikanlı umudumu boşa çıkarmadı. Önce Gırgır'ın, sonra Türkiye'nin çok ünlü karikatürcülerinden biri oldu. Şimdi New York Times'ta çiziyor.
* * *
Avukat Nermin Aksın Türkiye İşçi Parti'li olduğu için yaşamında çilenin bini bir paraydı. Zırt pırt gözaltına alınmalar, sorgulanmalar, evi basılmalar... Sonunda bir gün bana ‘‘Kanser olmuşum’’ müjdesiyle geldi.
Ama bize uzaktan bakan biri Nermin'in değil de, halimi görüp benim kanser olduğuma bire yirmi bahse girerdi. Nermin, ‘‘Bunca belayı savuşturduk. Kanser bize ne eder ki’’ deyip bir Arnavut'un inatçı umuduyla peşpeşe üç kere ameliyat oldu. Sonra da oğlunu büyüttü. Eşi İbrahim Bey'le Avrupa turlarına bile çıktılar. Hem de dökülen bir arabayla...
Aradan kaç yıl geçti artık anımsamıyorum bile. Nermin hálá sabah jimnastiklerini yapıyor, hálá ilaçlarını alıyor ve hálá benim arkadaşım hem de hálá avukatım.
Oğlu Devrim de Teksas'taki bir Amerikan üniversitesinde hem doktora, hem hocalık yapıyor.
* * *
Söz kanserden ve umuttan açılmışken bizim Nuri Kurtcebe'den iki çift söz etmeden olmaz. Herif benden habersiz akciğer kanseri olmuş. Oysa benim çocuklarım benden habersiz nezle bile olamazlar. Nuri'yi Gırgır'dan, Cumhuriyet'ten, Leman'dan, Gaddar Davut çizgi romanından tanırsınız. Yaman ötesi bir çizgicidir. Ameliyat oldu, ciğerinin birini aldılar. Sonra oturdu ve Nazım Hikmet'in o koca Kuvay-ı Milliye destanını çizdi. Leman da kitabı bastı. Nuri,
‘‘Bir ciğere bir Nazım destanı... Aslında ben kárlı çıktım değil mi ağabey?’’ dedi.
* * *
Benim delikanlı zamanımdan kalma bir arkadaşım vardı. Ne zaman bir meyhaneye gitsek, mutlaka onu çağırırdık. Hoşsohbet oluşundan ve rakıyı güzel içişinden değil tabii... İçimizde hesabı ödeyebilecek tek kişi olduğundan. O bize umutlarını anlatırdı. Sanıyorum bir ağa çocuğuydu. Önce bir film şirketi kurdu. En namlı yönetmenler ve en ünlü oyuncularla filmler çekti. Zannediyorum, zamanın kralı Yılmaz Güney'i de oynattı. Ve sonunda da battı. (Tabii Yılmaz'dan ötürü değil.)
Bir ara ortadan kayboldu, sonra yeni umutlarıyla geldi. Yeni umutlarını gerçekleştirmek için babasından, atasından kalan toprakları satmıştı. Büyük bir buluş olarak kiraladığı gemideki açtığı lüks restoran da battı. Çünkü lodoslu havalarda kimse bir şey yiyemiyor, yediğini de çıkarıyordu.
‘‘Ben kara çocuğuyum, denizi ne bileyim?’’ deyip Beyoğlu'nda açtığı meyhane de battı. Çünkü bütün müşterilerden fazla içip, hepsine içki ısmarlıyordu. Sonra plastik işine mi girdi, neydi pek anımsamıyorum. Bir gün Tahtakale'den geçerken onu bir işportanın başında keyifle bağırıp çağırıp müşteri çekerken gördüm. Başı kalabalıktı ve müşterisi de iyiydi. Beni bir bakışta tanıdı.
‘‘Bir alay zengin marketi var, ama bir tane fakir marketi yok. Ben şimdi üç beş kuruş biriktirdim. Bankadan kredi de alacağım ve Migros gibi, Gima gibi bir market kuracağım. Ama benimki ucuz işporta marketi olacak. Her birkesler işportalara koşuşturacak.’’
‘‘Nasıl yani?’’
‘‘Sen bilirsin, hani Londra'nın Covent Garden'deki işporta marketi gibi... Marketin her satıcısı işportacı olacak.’’
Yanaklarından öpüp onu işporta marketi umuduyla ve işporta müşterisiyle başbaşa bırakıp yürüyüp gittim. Sonra da evimi satıp arkadaşımın işporta marketine ortak olmadığıma pişman oldum. Gerçi yine battı ama olsun.
* * *
Darülaceze'deki yan yatak arkadaşım Sefer Fil'di. Mum sandığı bir dinamiti yakıp, kolunu nasıl kaybettiğini koca sesiyle gülerek anlatırdı.
‘‘Patlamadan sonra pantolonum ayak bileklerime düştü. Ayağımda don mon da yok. Bir gece önce yıkayıp asmışım. Hürriyet-i Ebediye Tepesi'ndeki girdiğimiz mağarada arkamdan gelen arkadaşlara mahçup oluyorum. Yani, kıçım açıkta. Hemen elimi attım, ama pantolonu bir türlü belime çekemiyorum. Sonra bir baktım ki, ne elim var ne kolum!.. Pantolon ondan yukarı çıkamıyormuş.’’
Sonra Sefer Fil, kalan tek eliyle muhteşem yağlı boya resimler yaptı. Sonra da usta elektrik teknisyeni emeklisi mi ne olmuş, moruk yaşımızda can arkadaşım Aysan bir gün bizi bir araya getirdi. Zurna gibi sarhoş olup birbirimize yeni umutlarımızı anlattık. İkimiz de tekrar yağlıboya resme başlayacaktık ve resimleri birbirimize satacaktık.
* * *
Bu yazdıklarımı size gevezelik olsun diye anlatmadım. Hepsi de bütün bunaklığıma rağmen harfi harfine doğrudur sanırım. Geçen haftaki UMUT YAZIMDAN sonra, faksımın káğıtları bitti. Telefonum susmadı, mektuplar hálá geliyor...
Bu e-mail dedikleri elektronik postamın şifresini de yine bunaklıktan unuttuğum için, oralarda neler oldu bilmiyorum. Ben, Hürriyet Gazetesi'ne gideli beri sizlerden bu kadar haber alamadım.
Demek ki önünüze konan bu kara, hatta kapkara günlere ve geleceğe itirazınız var ve de çok haklısınız!..
Tarihle biraz ilgilenenler bilirler, bu ülkeyi Büyük İskender, Haçlılar, Aksak Timur çiğnemiş geçmiş. Birinci Dünya Savaşı sonrası düşman girmiş, yakıp yıkmış. İkinci Dünya Savaşı sırasında süpürge tohumlu, günde adam başı 150 gram ekmek yenmiş. Şeker bile bulunmamış da üzümle çay içilmiş. Ama intihar etmek kimsenin aklından geçmemiş. Geçmiş olsaydı zaten ben şimdi yoktum ve siz bu zevzek yazıları okumamış olacaktınız. Çünkü benim umutlarım vardı ve bu yaşta bile hálá var!..
* * *
Benim ismini vermek istemediğim bir gençlik arkadaşım vardı. Çünkü hálá hayatta. Kara, kuru, çirkinin dik alásı, aramızdaki en cüce herifti. Gitti mahallenin en güzel kızına áşık oldu. Üstelik çulsuz bir oğlandı ama, kızın babası da zengin mi zengindi... Tüm arkadaşlar bizim kavrukla dalga geçti. O hep umutla sırıtıyordu ve bizi hiç iplemiyordu. Sizce kızı aldı mı dersiniz?
Yazının Devamını Oku 3 Şubat 2002
Niye intihar etmiyorsunuz çocuklarım?<br><br>Káğıt mendilci küçük kıza,<br><br><B>‘‘Niye intihar etmiyorsun?’’</B> diye sordum. ‘‘O intayar dediğin ne ki amca?’’
‘‘Yani kendini niye öldürmüyorsun?’’
‘‘Kendimi öldürürsem bu mendilleri satamam. Bu mendilleri satamazsam zati babam beni dayaktan öldürür.’’
* * *
Beni oynattıkları zaman yensek de yenilsek de kolaları benim ısmarladığım bizim bir mahalle takımımız var. Attığı çalımla belimi iki kere sakatlayan takımın 13 yaşındaki santrforu Suat'a sordum:
‘‘İlk yarı karnesinde kaç kırık geliyor?’’
‘‘Coğrafyadan sıyırabilirsem 5 kırık gelir.’’
‘‘Bütün umutlarını sana bağlamış olan anan ve babandan hiç utanmıyor musun?’’
‘‘Valla utancımdan ölüyorum Huysuz Amca...’’
‘‘Demek ki intiharı düşünüyorsun?’’
‘‘Düşünmez olur muyum, ama takım arkadaşlarıma karşı ayıp olur.’’
‘‘Niye lan?’’
‘‘Takımda ben olmazsam Fındıkspor bize her maçta 5 basar. Arkadaşlarım da kahrolur ondan!..’’
* * *
Kaportacı-boyacı çırağı Kemal'e niye intihar etmediğini sordum.
‘‘Aman Huysuz Amca'cığım, bizim intihar edecek vaktimiz mi var? Sabahın köründe dükkánı açıp temizliyoruz. Ondan sonra ustalarla birlikte çekiçle, presle, kaynakla çarpılmış eğri büğrü arabaları düzeltiyoruz. Arabayı gününde yetiştirmek için bazen sabahlara kadar boya püskürtüyoruz.’’
‘‘Tatil günün yok mu?’’
‘‘Arada bir oluyor Huysuz Amca. Ama o zaman manitamla buluşuyoruz. Emine tabii annesini atlatabilirse... Çıkamadığı günlerde ben de sinemaya, pasaja filan gidiyorum. Öyle yorgun oluyorum ki, intihar edecek mecalim kalmıyor. Yürüye, sürüne eve zor dönüyorum.’’
* * *
Selin,
‘‘İntihar etme hakkımı elimden aldılar. Bu insan haklarına aykırı değil mi?’’ diye öfkeyle haykırdı.
‘‘Hayrola ne oldu?’’
‘‘Tam intihar edecektim ki...’’
‘‘Niye edecektin?’’
‘‘Bir taraftan liseye gidiyorum, bir taraftan üniversiteye hazırlanma kurslarına... Kafamın içi çorbaya döndü. Ne lisede ne de kurslarda öğretilenlerden anladığım hiçbir şey yok.’’
‘‘Üniversiteye niye gideceksin?’’
‘‘Çünkü annem ilkokul, babam ortaokul mezunu. Kendi beceremediklerini ille de bende yaşayacaklar. Üniversiteye giremezsem aile çökecek!.. Benim de üniversiteye girme şansım Türkiye'nin Ortak Pazar'a girme şansından bile az!.. İntihar tek çözümdü.’’
‘‘Niye beceremedin?’’
‘‘Trafikten.’’
‘‘Ne o, trafik polisleri artık intihar edeceklere ruhsat ve ehliyet mi sormaya başladı?’’
‘‘Sen benim intiharımla dalga mı geçiyorsun?’’
‘‘Vallahi değil, trafik yüzünden intihar edilemediğini ilk kez duydum.’’
‘‘Evet, trafikten... Bindiğim taksi birkaç karış gidip sonra 10 dakika duruyordu.’’
‘‘Takside mi intihar edecektin?’’
‘‘Hayır, Boğaz Köprüsü'nde... Her akşam televizyonlarda görmüyor musun, Boğaz Köprüsü intiharın Kábe'si olmuş. Oradan atlamayanı intihardan saymıyorlar. Ben de Köprü'den atlayayım da medyatik olsun diye düşünmüştüm.’’
‘‘Eee, sonra ne oldu?’’
‘‘Trafik tıkanınca şoförle mecburen muhabbete girdik. Boylu poslu, yakışıklı bir Anadolu delikanlısıydı. Askerliğini Güneydoğu'da komando eri olarak yapmış. PKK ile bir sürü çatışmaya girişmiş. Vurulmuş, bir akciğerinin yarısını almışlar. Ama bütün bunları sanki bir kusur işlemiş gibi mahçup bir tavırla anlatıyordu. Arabası da mis gibi vanilya kokuyordu.’’
‘‘Muhabbetin sonu ne oldu?’’
‘‘Biz lafa dalınca fark etmeden dura kalka Köprü'yü geçmişiz.’’
‘‘Şoföre intihar edeceğini söylememiş miydin?’’
‘‘Söylemiştim.’’
‘‘Ne dedi?’’
‘‘Önce güldü, ardından beni Caddebostan'da salaş bir kahveye götürdü. Birer çay içtik. Güneşin batışını seyrettik.’’
‘‘Sonra ne oldu?’’
‘‘Seni Köprü'ye geri götüreyim mi diye sordu.’’
‘‘Sen ne dedin?’’
‘‘Allah kahretsin bu trafiği dedim. Şimdi nişanlıyım. Ama ben hálá üniversite kurslarına taşınıp duruyorum.’’
‘‘Niye?’’
‘‘Bu kez o istedi diye... Ama şimdi mutlaka kazanırım.’’
* * *
Günlerdir gençlik üstüne en televolesinden televizyon programları ve en kapkarasından gazete köşe yazarları okuyup duruyorum. İçim kurum bağladı. Bu meslektaşlarımın büyük kısmı ancak, iyi bir aile yavrusu intihar edince gençliği ve gençliğin sorunlarını anımsıyorlar. Çünkü onlar da benim gibi gençlik yaşlarını geride bırakalı yüzyıllar geçmiş. Çoğu, gençliklerini bir an önce geçirilmesi gereken bir nezle gibi yaşamışlar. Gençliklerinden utanmışlardır bile... Bu utanç hálá sürüyor. Gençlik bir an önce kurtulunması gereken bir hastalık ya da bir doğa hatası... İlk çıkan burun altı tüylerinin bıyık haline getirilmesi, sıskacık bacaklarının üstüne giyilen dar etekler ve altındaki koca topuklu pabuçlar da bu yüzden!..
Televizyon ve gazete yöneten ve gazetelerde köşe tutmuş arkadaşlar izninizle size bir çift sözüm olacak;
51 yıllık basın yaşamımın çeyrek yüzyılını gençlerle geçirdim. Onbinlerce gençle... Kimi köydeydi, kimi gecekonduda, kimi lüks bir villadaydı, kimi hapishanede...
Ama yemin ederim, hiçbiri intihar etmedi.
ÇÜNKÜ UMUTLARI VARDI. ÜSTELİK YETENEKLERİNDEN ÇOK, UMUTLARI VARDI. VE YÜZLERCESİ DE BU UMUTLARINI GERÇEKLEŞTİRDİ!..
Belki sizler farkında değilsiniz ama, yazınızla, çizinizle, görüntülerinizle yarattığınız bu kapkara tablonun farkında mısınız? Ben bunca yıllık çizgi ustalığımla Dante'nin Cehennemi'ni çizmeye kalksam, sizinkinden iyisini beceremem.
Eğer sizler umutlarınızı kaybettiyseniz bu onların suçu değil ve gençlik niye bizi okumuyor diye salya sümük yakınmayı bırakın.
Yazılarınızı okudukça benim de gönlümden intihar etmek geçti. Karıma, kızıma, oğluma vasiyet mektuplarımı yazıp Boğaz'a gittim. Çünkü her Boğaz delikanlısı gibi benim de sonumun denizde olmasını isterim. Akıntı Burnu bu iş için en iyi yerdir. Hele benim gibi bastonlu, tıknefes bir ihtiyarı bir dakikada götürür. Tam atlayacaktım ki, olta sallayan genç bir delikanlı,
‘‘Amca şu kamışı biraz sıyırtır mısın? Ucunda çapari var, ben tuttuklarımı satıp geleyim’’ dedi.
Çapariyi suyun üstünde sıyırttım. Ama gelen giden olmadı. İstavritten vazgeçtim, kraça bile takılmadı. Ama ben oltayı sallamayı sürdürdüm. Nasıl olsa yakalayacağım. Hayır, mutlaka ve mutlaka yakalayacağım!..
ÇÜNKÜ UMUDUM VARDI ÇOCUKLAR!.. UMUT UMUTTUR VE UMUDUN YERİNİ TUTACAK HİÇBİR UKALALIK DA YOKTUR.
Yazının Devamını Oku 27 Ocak 2002
Benim biraz garip, hayır bir hayli garip bir oğlum vardır. Hepinizin oğlu ya da kızı gibi... Garipliği de, pat diye soruverdiği garip sorulardan ötürüdür. Geçen akşam masum bir yüzle karşıma oturup,
‘‘Baba ben kimim?’’ diye sordu. O sırada yudumladığım rakının tadı sirkeye döndü. Başıma gelecekleri anlamıştım.
‘‘Bu da soru mu be? Sen bir erkeksin.’’
‘‘Babacığım dünyada en az 3 milyar erkek var. Onların içinde ben kimim?’’
‘‘Sen bir Türk erkeğisin. Malazgirt'te Romen Diyojen'in yüz bin kişilik ordusunu perişan etmiş, Hıristiyan dünyasının doğudaki kalesi olan İstanbul'u manavdan elma alır gibi almış, serhat boylarında at oynatıp Viyana'ya dayanmış bedeni üstünde küffar askeri kellesi bırakmamış olan Türk atalarının torunu olan bir Türk erkeğisin.’’
* * *
Oğlum Seyit, yine mahçupça önüne baktı.
‘‘Babacığım kusura bakma ama, ben 30'uma geldim daha doğru dürüst bir kavga bile etmedim. Ben evdeki sineği bile öldürmeden yakalayıp pencereden dışarı atıyorum. Türklüğümden biraz şüphem var.’’
‘‘O nasıl laf lan!.. Kavga etmedinse bu senin suçun değil. Kalıbına bakıp herifler seninle kavgayı göze alamamışlardır.’’
‘‘Zaten benim 2 metreye yakın olan kalıbım da standart Türk kalıbına pek uymuyor.’’
‘‘Uymuyor, çünkü baba tarafın sarışın Rumelili pehlivan sülalesinden geliyor.’’
‘‘Peki, kara kıvırcık saçlarım nereden geliyor?’’
‘‘Ana tarafın da Osmanlı İmparatorluğu'nun Mısır'ından gelme.’’
‘‘Anlıyorum babacığım, bende biraz karışıklık var. Türkçe benim ana dilim ama ben kimim?’’
‘‘Hálá anlamadın mı? Sen bir Türk vatandaşısın.’’
‘‘Vatandaş ne demek?’’
‘‘Yani, Türkiye hudutları içinde özgürce yaşama hakkına sahip olan kişilere Türk vatandaşı denir. Size ortaokulda öğretmediler mi?’’
* * *
‘‘O zaman gece yarısı evime dönerken polis benim gibi bir sürü vatandaşı niye gözaltına aldı? Hani özgür vatandaştık?’’
‘‘Mutlaka bir halt etmişsinizdir. Yoksa sizi niye gözaltına alsınlarmış?’’
‘‘Siyah renk yüzünden.’’
‘‘Ne rengi be?’’
‘‘Hani bana armağan ettiğin siyah mont yüzünden. Üstelik renk uyumu olsun diye içine bir de siyah kazak giymiştim.’’
‘‘Aferin, ben de gençliğimde siyahlar giyinirdim. Methetmek gibi olmasın ama pek de yakışırdı.’’
‘‘Ama şimdi siyah suç delili oluyormuş.’’
‘‘Ne suçu be?’’
‘‘Satanist suçu!.. Benim haberim yok ama polisin dediğine göre satanistler siyah giyermiş. Bir de vücutlarına dövme yaptırırlarmış. Beni sabaha karşı bıraktılar, çünkü ben dövme konusundan yırttım. Sol mememin üstündeki et benimin dövme olmadığı uzun tettikler sonucu anlaşıldı çok şükür. Baba ben yoksa gizli bir satanist miyim?’’
‘‘Höst, o nasıl söz!..’’
‘‘O zaman ben kimim?’’
Herifin niyeti içtiğim rakıyı boğazımda düğüm etmek olduğu ayan beyandı. Ama bende daha dün ekmeğe mama diyen sübyanlara pabuç bırakacak göz yoktu. Sola eskiv yapıp en sert sağ aparkat vuruşumu yaptım.
‘‘Sen kim misin? İlkokuldan sonra Devlet Konservatuvarı'nda üniversiteyi bitirene kadar klasik gitar ve müzik öğrenen bir adamsın. Mezuniyet parçaların hálá aklımda... Vivaldi, Bach, Villa Lobos, Santas Solo, Fernando Sor ve daha bir türü bestecinin eserlerini çalmıştın. Bu da yetmedi, 2 yıl kompozisyon bölümüne devam ettin. Sonra 2 yıl da Berlin'deki ustalardan özel dersler aldın. Demek ki sen bir müzikçisin oğlum.’’
* * *
‘‘Peki ben bir müzikçiyim de, şu anda niye aşçılık yapıyorum babacığım?’’
‘‘Ne halt etmeye aşçılık yapıyorsun?’’
‘‘Arkadaşlarla işsiz kalınca, aşevi-kahve karışımı bir yer açtık. Nota bildiğim için aşçılık işi bana düştü.’’
‘‘Notayla aşçılığın ne ilişkisi var?’’
‘‘İkisi de bir kompozitörlük... Ha sekizlik bir Fa notası, ha çeyrek karışık karabiber armonisi... Birini duyuyorsun, birini yiyorsun.’’
‘‘Yani sen artık bir aşçısın?‘‘
‘‘Hayır değilim, ben kimim?’’
‘‘Sen uluslararası dalgıç öğretmeni değil misin? Amerika'dan gelme nah kapı gibi diploman var. Hatta bir ara bizim SAT komandolarımıza bile ders vermedin mi? Ben senin adını Osmanlı'nın büyük kaptanı Seyit Ali Reis'e özenip koymadım mı?’’
‘‘Ben iki yıldır ayak parmağımı denize bile sokmadım. Bu balıkadamlık yüzünden balık bile yiyemiyorum. Herkes istavritleri, palamutları hapur hupur götürürken, ben onlara dönüp bakamıyorum bile... Denizin dibini öğrenince o güzelim balıklara kıyamazsın.’’
‘‘Seyit sen bu gece içtiğim rakıyı bana haram etmeye mi geldin?’’
‘‘Vallahi değil babacığım, ben kim olduğumu öğrenmeye geldim.’’
Artık tiyatro yönetmenliği deneyimlerimden gayrısından umulacak başka bir medet kalmamıştı. Müzik setine bir Bach koyup ışıkları azalttım. Yüzüme becerebildiğimce şefkat dolu bir ifade yerleştirdim. Tadı iyice kaçmış rakımdan bir yudum alıp hicranlı bir nefes koyverdim.
‘‘Sen kim misin, sen benim oğlumsun. Üstelik de tek oğlumsun!..’’ dedim. Kroşe yerini bulmuştu. Çünkü ben oğlumun duygusallık IQ'suna her zaman güvenmişimdir.
‘‘Peki öteki oğulların kim oluyor?’’
‘‘Hangi öteki oğullarım?’’
‘‘Yüzlercesi. Sayayım mı? Nuri Kurtcebe'ler, Çağçağ'lar, Gani'ler, İlban'lar, Galip'ler, Latif'ler ve daha yüzlercesi... Ben onların içinde seni en az gören, en az beraber olan oğlun. Yani bu oğlum lafı da tutmadı babacığım. Şimdi söyle ben kimim?’’
15-20 yıl önce olsa herifi paspas gibi çiğneyeceğim. Ama askerlik dönüşü son tutuştuğumuz güreşten sonra üç gün yataktan kalkamamıştım.
* * *
‘‘Kim olduğunu çok merak ediyorsan söyleyeyim. Sen bir hıyarsın.’’
‘‘Nasıl bir hıyarım? Acur mu, Çengelköy hıyarı mı, turşuluk hıyar mı, yoksa ithal hıyarlardan biri mi? Hıyarın bile bir kişiliği var. Ben hangisiyim?’’ dedi ve önümdeki rakı kadehini aldı. Bana gelirken çaktırmadığı bir kutudan çıkardığı Armanyak konyağını balon bir bardağa koyup önüme koydu. Sonra da elimi öpüp gitti. Yalnız kapının önünde biraz duraklayıp her zamanki mahçup ifadesiyle sordu:
‘‘Peki hiç düşündün mü, sen kimsin baba?’’
İçindeki Armanyak konyağına acımadan kadehimi herife fırlattım. Ama o çıkıp kapıyı kapatmıştı bile!..
Yazının Devamını Oku 20 Ocak 2002
<B>Belki </B>farkındasınızdır, tam iki aydır Hürriyet'e karikatür çizemiyorum. Bu çizemezliğin bir aydan fazlası, hastalık ve marazlıkla geçti. Ama şimdi ne halt etmeye çizemediğimi ben de bilmiyorum. Bazen çizip, beğenmeyip göndermiyorum. Kendi kendime,
‘‘Herhalde yaşın doldu, motorun artık yağ yakıyor. Debriyajın da sıyırdığı için kalemin káğıtta yürümüyor!’’ diyorum. Ama benden birkaç asır yaşlı olan Semih Balcıoğlu ve Turhan Selçuk'un çizdiklerine bakınca, ihtiyarlığa sığındığım için kendime karşı mahçup oluyorum. Bu arada çizsem de çizmesem de gazetem maaşımı tıkır tıkır ödüyor. Ben, ayıp olmasın diye gidip almıyorum. Bu kez de evime gönderiyorlar.
Ama farkındaysanız, haftalardır yazılarımı sektirmiyorum. Demek ki artık bana çizer olarak değil de, yazar olarak para ödüyorlar. Yani ben, artık Çetin Altan, Emin Çölaşan, Serdar Turgut, Hıncal Uluç gibi profesyonel bir yazar olmuşum da haberim yok. Gert gert gerinip ‘‘Ben ekmeğimi artık yazıdan çıkarıyorum’’ diye ortalık yerde aksayarak dolaşırken (bu aksama gut hastalığının bana son hediyesi) birden aklıma Darülaceze düştü. Çünkü bu benim yazıdan ilk para kazanışım değildi. İlk yazı paralarımı Darülaceze'de mektupçuluktan kazandığımı unutmuşum.
* * *
O yıllarda Darülaceze sakinlerinin çoğu okur-yazar değildi. Okur-yazar olanlarının çoğu da ya yatalak ya da kalem tutamayacak kadar hastaydı. Ama ortak noktaları, yalnızlıktı. Çolukları, çocukları ya da akrabaları onları Darülaceze'nin şefkátine terk edip tüymüşlerdi. Hepsi terk edilmişliğin hüznünü yaşıyorlardı. O yıllarda telefon filan hak getire olduğundan, dış dünyayla tek ilişkileri mektuptu. Ben de o sıralarda 13-14 yaşlarında olmama rağmen lise öğrencisiydim ve mektupçulukta namım yürümüştü. Önce insanlara yardım olsun diye başladığım bu mektup yazma işi, giderek profesyonel bir hal aldı. Müşterileri sıraya koymak zorunda kaldım. Çünkü kalemimden kan damlıyordu. Mektubunu yazdığım Darülaceze halkının çoğunun oğlu, kızı hatta karısı bile ziyarete geliyordu. Gelemeyen de cevap veriyordu. Zaten mektuptan meram buydu. Yani, aranıp sorulmaktı. Bunu nasıl becerdiğimi düşündükçe şu anda bile yüzüm kızarıyor. Çünkü yazılması için bana söylenenlerden ziyade, yerli film senaryolarının en acıklısına beş basacak öyküler yazıyordum. Örneğin;
Sevgili kızım Meliha,
Seninle görüşmeyeli yıllar oldu. Ama ben her gece seni rüyamda görüyorum ve hasret gideriyorum. Çocukluk resmin hálá yastığımın altında. Ben evi terk ettiğim gün yanıma yalnız senin fotoğrafını almıştım. O cadı anan bizi ayırdı. Ben evden giderken yüreğimin yarısı sende kaldı. Ben içtimse, keyfimden mi içtim bakalım? Yavrumu okutamamanın, telli duvaklı gelin edememenin ıstırabından içiyordum. Sana bunları kızına hasret gidecek bir babanın son sözleri olarak yazıyorum. Çünkü dün doktor Hakkı Bey geldi, ilaçlarımı kesti. Bizde, umutsuz hastaların ilaçları kesilir. O ilaçlar iyileşebilecek hastalara verilir. Çünkü burada ilaç yokluğu var.
Bunları sana beni ziyarete gelesin diye yazmıyorum. Zaten gelmeye kalksan bile, yetişebileceğin şüpheli... Ama üzülme, giderken elimde senin resmin olacak o bana yeter.
Elveda yavrum.
Seni hep seven baban Rıza
Bu mektubu alan genç bir kadını kim tutar? Kendini küçük yaşta terk eden babacığına koşup sarılır, hediyeler bile getirir. Baba Rıza da ziyaretçisi olan ender kişilerden biri olarak koğuşunda en az bir hafta kabara kabara dolanır.
* * *
İşin profesyonel yazıcılık kısmına gelelim. Káğıt ve zarf 5 kuruş, pul 10 kuruş, mektup yazma ücreti de 10 kuruş, eder sana 25 kuruş. Okuldan döndükten sonra gece yarısına kadar en az 3 mektup yazıyordum. Etti mi sana 30 kuruş!.. (Káğıt ve zarfları toptan aldığım için onlardan da biraz bir şeyler kalıyordu. Ama bu ticaret aramızda kalsın.)
* * *
Mektupların çoğu sıradandı. Ama hálá kafamda unutamadığım ilginç mektuplar kalmış. Biri belden aşağısı tutmayan Fazıl'dan. Fazıl beni çağırtıp haftada en az 2 mektup yazdırırdı. Tevatüre göre bir zamanların Kasımpaşa bitirimiymiş. Elindeki kehribar tespihi şakırdatarak ‘‘Yaz bakalım oğlum yaz da, şu kör Hüsnü'yü kıç üstü oturtalım!’’ diye başlardı.
Ulan kör, ulan boynuzu kapıdan sığmayan pezo, ulan üç-beş babalı nesepsiz piç!.. Önce selam eder ellerinden sıkarım. Ulan sen benim kahvemde kuşak sarkıtacak çengi misin? Benim haracımı yiyecek babayiğit daha anasının rahmine düşmedi. Bacaklarım sandalyeye takılmasaydı, sen beni nah bıçaklardın. İyileşip buradan çıkar çıkmaz, öteki gözünü de oymaya geliyorum haberin olsun. Aklın varsa şimdiden kaçmaya başla. Artık Almanya'ya mı kaçarsın, yoksa Urfa'ya mı keyfin bilir. Hele büzüğün sıkıyorsa buralara uğra. Uğra da sana Kasımpaşalı Fazıl'dan nasıl meydan dayağı yenirmiş bir göstereyim. Ama sende o yürek ne gezer kör pezo!..
Selam eder ellerinden sıkarım hıyar.
Kasımpaşalı Fazıl.
Fazıl mektuplarını yazdırır, zarflatır, pullatır ama bana göndertmezdi. Kendi göndereceğini söylerdi. Günlerden bir gün Fazıl'ın koğuşuna uğradım, yatağında yoktu. Tekerlekli sandalyeyle bahçeye çıkarmışlar. Ama bana yazdırdığı mektuplar, yatağının altından taşmıştı. Yatağı kaldırdım, altı mektup doluydu. Yani hiçbirini gönderememişti.
Madam Mari, Türkçe, Fransızca, İngilizce ve Almanca bilirdi. Yaşlılıktan olacak, bazen bütün dilleri birbirine karıştırırdı. Buruş buruş yüzünde turkuaz taşı gibi parlayan mavi-yeşil gözleri vardı. Elleri titrediği için aşk mektuplarını bana yazdırırdı. Mektuptaki sevgi sözcüklerini yazdırırken kimse duymasın diye sesini hafifletirdi. Ben bile duyamazdım ama, tahmini cümleler yazardım.
Mon ami Haluk,
Heybeli'de elele oturduğumuz deniz kıyısındaki kayalara hálá gidip oturuyor musun? Hálá suyun şakırtısını dinliyor musun? Du yu rimembır (Bak sular bile konuşuyor ve sana seni seviyorum Mari diyorlar.) derdin. Denizler, hálá aynı sözleri şıprehen?
Niye gelemediğini biliyorum. Seni yine bir başka ülkeye tayin etmişlerdir. Ama lütfen üzülme. Ben burada seni bekliyorum, hep de bekleyeceğim. Üstelik kulaklarımdan hiç gitmeyen 'Vulevu kuşe avek moa?' diyen mahçup sesinle...
Olveyz yors Mari.
Madam Mari'nin mektuplarını her hafta muntazaman yazıp muntazaman gönderiyordum. Ama hiç yanıt gelmiyordu. Bir gün Madam'ın mektup parası bulmak için antika olduğunu tahmin ettiğim bileziğini sattığını duydum.
Gençlikte insanoğlu meraklı oluyor. Bir gün Madam'ın mektubunu postaya atmadım. Üstündeki adres Eyüp'te bir adresti. Haliç'in çingene vapuruna binip Eyüp'e geldim. (Her iskeleye uğraya uğraya gittiği için Haliç vapuruna çingene vapuru derlerdi.) Adresi buldum. Eskimiş, pörsümüş bir İstanbul konağıydı. Kapıyı açan yaşlı kadına Haluk Bey'i sordum. Önce boş, sonra da acılı gözlerle bana baktı.
‘‘Eşim Haluk Bey vefat edeli 20 yıl oldu oğlum’’ dedi.
* * *
Madam Mari'ye ıkınıp sıkınıp ter dökerek Haluk Bey'in vefatını ve artık mektuba gerek kalmadığını söyledim. O,
‘‘Biliyorum’’ dedi.
‘‘Ama sen yine de yaz. Mon ami Haluk....’’
Yazının Devamını Oku