Düzden kalkmak nasıl oluyor bilmiyorum ama, bu sabah yine tersten kalkmıştım.
İlk kavgayı saka kuşumla yaptım. Bugünlerde herifin çenesi düştü. Sabahın ilk ışıklarını görür görmez cıyırdamaya başlıyor, öğlene kadar da susmuyor. Yalnız yemlerini tıkınmak için arada bir ciklemesine mola veriyor.
‘‘Tıkan be tıkan, kafeste yaşayan yalnız sen misin? Bak benim de kafesim var. Benimki sadece seninkinden biraz daha büyük, iki oda bir salon.’’
‘‘Cüyyük!..’’
‘‘Çünkü ben senden daha iriyim ve kendi kafesime ancak sığıyorum.’’
‘‘Cik, cuk, cik!’’
‘‘Hayır efendim, sana artık evde serbest dolaşmak yasak. Çünkü kitaplarımın ve koltuklarımın üstüne kakanı yapıyorsun. Sana baktıkça merhum su kaplumbağamı daha fazla özlüyorum. Bir gün seni fırında kızartıp kuşlu pilav yapacağım.’’
Anladığından mıdır nedir bilmem, kuş sustu. Bana kıçını dönüp denizi seyretmeye başladı.
İkinci kavgayı bastonumla yaptım. İki haftadır herifte bir edalar, bir nazlar... Eskiden hiç olmazsa masamın kenarına astığım yerden ‘‘Günaydın, iyi geceler’’ filan derdi. Artık bastonda tık yok. Neymiş efendim, ben onu hiç gezmeye götürmüyormuşum. Evden çıkmadığım için ancak koridordan tuvalete kadar gidebiliyormuş. Uzun bir baston olduğu için onun ne kötü bir kaderi varmış. Çünkü benim tarafımdan seçilmişmiş. Ne yapayım, Türk erkeğinin ortalama boy ölçülerine göre yapıldığı için sırık boyuma uyan tek baston buydu.
‘‘Odun oğlu odun!.. Elalemin bastonları bahar geldi diye yaprak sürüp çiçek açtı. Sen hálá karşımda kara kuru dikilip mızırdanıyorsun.’’
‘‘Tabii onları gezdiren var.’’
‘‘Ben de seni şömineye kadar gezdireyim mi? Bak şöminenin kenarında bir sürü odun akraban var. Beraber yanarken muhabbet edersiniz.’’
Bastonum da sesini kesti. Ama bu kadarcık sabah kavgası beni kesmemişti.
‘‘Aloo, buyrun Ortaklar Şarküteri.’’
‘‘Dün geceki konuklarıma rezil ettin beni!.. O ne biçim pastırma be!.. Senin pastırma diye gönderdiğin mereti biz eskiden kayış diye pantolonlarımıza takardık.’’
‘‘Aman abicim, antrikottan kestirdimdi. Derhal geri aldırıyorum.’’
Şarkütericiden de hayır çıkmamıştı. Adam dediğin biraz diklenir yahu. Ağız tadıyla bir kavga edememenin öfkesiyle telefonu şırrak diye yüzüne kapattım. Ondan sonra da ‘‘kavga edilecekler’’ defterimi masanın gözünden çıkardım. İlk iki telefona cevap çıkmadı. Üçüncü kısmetim Cemal,
‘‘Şimdi toplantıdayız abi...’’ dedi. Ben,
‘‘Ne toplantısı lan, orada kaç kişi toplanıyorsunuz? Hatırladığım kadarıyla senin büron, benim banyodan küçüktür. İçeriye bir adam girse, kıçı dışarıda kalır. Dur kaçma alçak Cemal!..’’ diye bağırırken telefon çoktan kapanmıştı. Ve tahminime göre fişten de çekilmişti. Üç metrekare halımın üzerinde bir İspanyol arena boğası gibi öfkeyle tur atarken yarım paket sigarayı sömürdüm. Bu turu atarken bacaklarımın sancısını bile unutmuştum. Kimsenin benimle kavga etmeye niyeti yoktu anlaşılan.
Defterimi karıştırırken birden Fikret'in adı gözüme ilişti. Fikret, bizim gazetenin Yazı İşleri Müdürleri'ndendir ve baş sayfayı düzenler.
‘‘O ne biçim fotoğraf be?’’
‘‘Hangisini soruyorsun? Biz yüzlerce fotoğraf kullanıyoruz.’’
‘‘Benimkinden söz ediyorum. Kıskançlığından en çirkinini bulup sayfaya koydun değil mi? Hani Cemal Nadir Ödülü'nü bana verdikleri için koyduğun çirkin ve mayhoş fotoğraftan söz ediyorum.’’
‘‘Abicim, haberini birinci sayfada kullandığım için sevinirsin sanmıştım.’’
‘‘Niye tepede mavi zeminli dokuz sütun değil de, kenarda iki sütun çıktı? Ayrıca benim gazetenin arşivinde, otuzlu yaşlarımdan kalma jilet gibi resimlerim vardı. Hatta o fotoğraflarda dalga dalga saçlarım bile vardı. Siz de gazeteci misiniz be!’’
Fikret,
‘‘Sen merak etme, bir dahaki sefere çocukluk fotoğraflarını bulup onları yayınlarız abicim. Şimdi benim taşra baskısına yetişmem gerek’’ deyip telefonu kapattı.
Yarım büyük rakı, iki paket sigaradan sonra evde homurdayıp dört dönerken kapı zili çaldı ve cankurtaran gibi Fahri geldi. Fahri, çok eski bir arkadaşımdı ve bizim kuşak gazetecileri arasında hır-gür çıkarmasıyla tanınırdı. Bayram haftasını mangal tahtası anlayıp hemen dövüşe kalkmasıyla nam salmıştı. Fahri'yi görünce içim bir anda mutlulukla doldu.
‘‘Buyrun Fahri'ciğim, buyur güzel arkadaşım. Şöyle baş koltuğa geç otur. Bak muhteşem bir Martel konyağım var. Yoksa sen Fransız konyağı sevmez misin?’’
‘‘Yoo, severim. Ama konyağı boşver. Ben senin sağlığını merak edip geldim.’’
‘‘Yoksa sen de konyaktan, şaraptan hoşlanmayıp rakı severlerden misin? Hatta balık yerken rakı içmeye kalkan kırolardan mısın?’’
‘‘Yahu, bu balık-rakı muhabbeti nereden çıktı? Ben senin sağlığını öğrenmek için geldimdi.’’
‘‘Rakı-balık muhabbeti gurmelerden çıktı.’’
‘‘Gurme dediğin de kimdir?’’
‘‘Yiyecek-içecekten anlayan adam, yani yemeklerin Demirel'i...’’
‘‘Pöh, bunlar kendilerine dil nakli mi yaptırmışlar?’’
‘‘Ne yani, sen benim gurmeme laf mı dokunduruyorsun? Ben gurmeme laf ettirmem arkadaş... Ben adamın...’’
‘‘Seni iyileşmiş gördüğüm için çok sevindim, haydi bana eyvallah. Haftaya yine uğrarım.’’
‘‘Dur lan kalleş kaçma!.. Daha bir kavga bile etmedik. Hiç olmazsa Martel şişesini bırak alçak!..’’
Ben bastonuma dayanıp Fahri'ye hamle edene kadar o, sırıtarak çekip gitmişti bile.
Demek ki bu namertlerin hepsi benden gizli birbirleriyle haberleşip benimle kavga etmemeye kavilleşmişlerdi. Bu arkadaşlığa sığar mıydı be? Bir Türk erkeği olarak arkadaşını kavgasız dövüşsüz bırakmak kalleşlik değil de nedir?
Apartman komşularım çoktan uyudukları için onlardan da hayır yoktu. O saatten sonra üşenmeden giyinip kuşanıp ve bastonuma atlayıp dıgıdık dıgıdık sokağa çıktım. Bizim cadde işyeri olduğu için gece yine in-cin top oynuyordu. Ama uzakta bir umut ışığı belirdi. Üstelik ufak tefek, yani dişime göre bir umut ışığı... Birbirimize yaklaşıp göz göze geldik. Ben,
‘‘Naber ulan hıyar’’ deyip gözgöze geldiğim göze bir tane yapıştırdım. O da,
‘‘Vallaa, iyilik sağlık abicim’’ deyip burnumun üstüne bir tane kondurdu.
Sonra da birbirimize keyifli bir sırıtışla iyi geceler dileyip yolumuza gittik. Umarım bu gece ikimiz de rahat uyuyacağız.