Oğuz Aral

Karlar da ihtiyarlar

13 Ocak 2002
Bildiğiniz gibi İstanbul şehri, Afrika'nın Kenya bölgesinde olup halkının tamamı doğma büyüme Afrikalı'dır. Bu nedenle de çok sıcak kanlı insanlardır. Başka insanlarda normal beden ısısı 36 santigrat dereceyken, İstanbullularınki 40 dereceden aşağıya düşmez. Geçtiğimiz hafta İstanbul tarihinde görülmemiş bir olay yaşandı. Halk paniğe kapıldı, herkes bir tarafa kaçıştı. Kaçışırken çarpışmalardan ve düşmelerden dolayı, yaralanmalar oldu. Fırınlar ve makarnacı dükkánları yağmalandı, Teneke Kazım Kukumbo müthiş bir icat yaptı, adını soba koyduğu bu icat sayesinde, Nobel Bilim Ödülü'ne aday gösterildi. Binlerce İstanbullu bu icadı görmek için kuyruğa girdi. Kazım Usta da onlardan seyirci ücreti olarak birer muz aldı.

Olaylar şöyle başladı; Tevfik Tonko ile Rıza Ronko otobüs durağında 7.15 filini beklerken Tevfik,

‘‘Aaa burnuma bir pamuk kondu!..’’ dedi. Rıza da,

‘‘Ay, benim de kulağıma kondu. Ama bu pamuk soğuk ve kulağım üşüdü’’ diye cevap verdi. Sonra da başını göğe kaldırıp,

‘‘Amanın gökten binlerce soğuk pamuk yağıyor. Herkes canını kurtarsın!..’’ diye feryadı bastı. Ortalık karıştı, İETT filleri ve özel zebralar birbirlerine çarpmaya başladı. Yollar tıkandı, halk kulübelerine gidemedi. O öfkeyle de bu soğuk pamukların suçlusu olan kabile valisini küfür kıyamet istifaya davet ettiler.

* * *

Ben bu bütün perişanlığı penceremden izlerken, her ihtiyarda olduğu gibi kafamda geçmişten resimler canlanmaya başladı.

İkinci Dünya Savaşı'nın yarı açık İstanbullusu kar yağınca bayram ederdi. Gece ellerine fener alıp karda bata çıka kırlık yerlere bıldırcın avına giderlerdi. Soğukta göç eden uçmaktan takatsiz düşmüş aç bıldırcın sürüleri, ışığı görünce yere inerlerdi. Güçsüzlükten bir daha uçamazlardı. Halk da onları karların içinden toplayıp torbalarına doldururdu. Fazlasını komşularına verir, mahallece bir hafta bayram ederlerdi. O arada soğuktan gerilmiş telgraf telleri bağlama teli gibi inlerdi.

* * *

Bu sırada televizyondan okulların tatil edildiğini öğrendim. İçimi bir sevinç kapladı. Sonra da,

‘‘Ne diye seviniyorsun enayi, sen artık okula gitmiyorsun ki!’’ dedim kendime.

Karadeniz'den gelen buz kütleleri bütün Boğaz'ı kaplamıştı. Ben Beyoğlu Erkek Lisesi'nden Üsküdar'daki evime dönüyordum. Çımacı elindeki çengelli yangın sırığıyla Salacak vapurunun alçak burnundan sarkıp buzları iteliyor, vapura denizde yer açıyordu. Karda okul tatili ne demekti? Zaten İstanbul'dan kar birkaç aydan önce kalkmazdı ki... Ama vapurlar, tramvaylar kar tipi dinlemez, bizi okulumuza götürürlerdi.

Fakat Darülaceze'de kalırken ufak tefek sorunlarımız olurdu. Tramvay bizi Şişli meydanına kadar getirirdi. Zaten Şişli semti camide biterdi. Gerisi kırlık kırsallıktı. Darülaceze'ye varana kadar tek bina Bulgar Hastanesi'ydi. Biz Darülaceze'nin öğrencileri, Şişli'den bizi alacak olan döküntü otobüsümüzü beklerdik. Ama haftanın üç gününü tamirde geçiren otobüsümüz genellikle gelmezdi. Hele kış günü, hiç gelmezdi. Zaten dört karış enindeki yol, kardan kaybolurdu. O zamanlar tam gün okuduğumuz için gece erken basardı. Benim gibi şehirde okuyan öğrenciler, gülle misali çantalarımızla beş kilometre ötedeki Darülaceze'ye doğru bir koşu koparırdık. Üşümek bir yana, terlerdik bile. En büyüğümüz olduğu için Alaattin başı çekerdi. Ben hafif siklet olduğumdan Alaattin'i geçer gibi olunca ‘‘Geri dur kepçe!..’’ diye homurdanırdı. Aslında bizi korumak için... Çünkü karanlık içinde sarı kurt gözleri gördüğümüz ve ulumalar duyduğumuz çok olmuştur. Biz de onlara, ‘‘Hoşt! Hoşt!’’ diye bağırıp köpek muamelesi yapardık. Kurtlara nasıl bağırılacağını bilmiyorduk ki!..

* * *

Gecenin 3'ünde Milliyet Gazetesi'ndeki işimi bitirip karlı bir kış gecesine çıkmıştım. O havada ve o saatte dolmuş ya da tramvay hak getire. Gündüzleri Güzel Sanatlar Akademisi'ne gittiğim için, akşamları ve geceleri çalışırdım. Üsküdar'daki evime gidebilmek için tek araç olan araba vapuruna binmek zorundaydım. Araba vapurları saat başı Kabataş'tan kalkardı. Çok kez yaptığım gibi rahvan bir koşu kopardım. Tam Babıali yokuşunun dibine varmıştım ki, bir an kendimi havada hissettim. İki ayağım da yere basmıyordu. Önce ayaklarımla yeri bulabilmek için muhtelif tepinme hareketleri yaptım. Ama yer yerinde değildi. Kimbilir nereye gitmişti? Sonra da kollarımla yüzme figürleri yaptığımı bugün gibi hatırlıyorum. Ama havada ne kadar yüzdüğümü hatırlamıyorum. Muhtemelen birkaç gün havada kaldım ya da bana öyle geldi. Sonra büyük bir beyazlık bana yaklaştı ve göğsüme, yüzüme çarptı. Ne yazık ki o zamanlar göbeğim yoktu.

Kulağımın dibinde biri iniliyordu. Kafamı doğrultup bulanık gözlerle çevreme baktım. Kimsecikler yoktu. Ne ‘‘Vah vah!’’ ne de ‘‘Geçmiş olsun, neyiniz var?’’ diyen bir Allah'ın kulu yokken, insanın bir başına inilemesi çok komik oluyor. Kuş uçmaz kervan geçmez bir beyazlığın ortasında deniz yıldızı gibi yayılıp yere yapışmışım. Komik üstü komik!.. Beni kaldırsın diye birini beklesem, vapuru kaçıracağım. Ihlamalı, tıslamalı küfürler arasında yerimden kalktım. Alnımdaki şişin dışında kırık çıkığım yoktu. Ah nerede, yorgan gibi o eski paltolar? Bıraktığım yerden Kabataş'a doğru tekrar bir koşu tutturdum.

* * *

Pencere seyri sırasında ikinci kadehimi yudumlarken tipi bastırdı. Kıç atıp birbiriyle tokuşan arabaların, üst üste kayıp düşen insanların seyrine doyum olmuyor. Hele, bir karı-kocanın löngedenek yere oturuşları vardı ki gülmekten rakı genzime kaçtı az kala boğuluyordum. Çünkü, aman kayıp düşmesin diye küçük çocuklarını ellerinden tutmuşlardı. Ama onlar düştü, velet ayakta kaldı.

Sonunda intikam saatim gelmişti. Yünlü iç fanilamın üstüne iki kazak bir de hırka giydim. Altı traktör lastiği misali, tırtıllı yürüyüş pabuçlarımı ayağıma geçirdim. İçi müflonlu kabanımı da giyip bastonumu elime aldım. Evet, aslanlar gibi eğilip bükülmeyen bastonumu!.. Sonra da,

‘‘Haydi sıkıysa şimdi düşür bre namert kar!..’’ deyip sokağa çıktım. Herkes taytay durmaya çalışan bebek adımlarıyla yürümeye çalışırken, ben insanların arasından Jim Kellivari dansör adımlarıyla geçiyordum. Önümde soğuktan dişleri takırdayan gariban kılıklı birine,

‘‘Üşüyorsun galiba hemşerim?’’ diye takıldım.

‘‘He ya beyim, üşüyom.’’

‘‘Sen nerelisin?’’

‘‘Erzurumluyum.’’

‘‘Erzurum adamı İstanbul'da üşür mü be? Erzurumlu'nun bıyığı buz tutar da üşümek aklına gelmez.’’

‘‘N'apayım beyim, baktım bu İstanbul'da herbirkesler üşüyo, ben de onlara ayıp olmasın diye üşüyom.’’

Tam o sırada yine havada yüzüyormuşum gibi bir duyguya kapıldım.

* * *

Şimdi evde bastonuma dayanıp ayakta duruyorum. Çünkü onca yastığa rağmen oturamıyorum. Ama mabadım iyileşir iyileşmez, ilk işim bir soba satın alıp sobada o alçak bastonu yakmak olacak. Çünkü, o bir kar casusu ve ilk o kaydı namussuz!..

* * *

Bu yazı bitince soyunacağım ve pencereyi açacağım. Sonra dışarıdaki tipiye çıplak göğsümü gerip,

‘‘Gelin lan gelin!.. Ama erkekseniz teker teker gelin!..’’ diye bağıracağım. Ama o kar tanelerinde teker teker gelecek yürek ne gezer! Sonra da kaloriferin termostatını yükselteceğim.
Yazının Devamını Oku

Gel de içme!

6 Ocak 2002
<B>‘‘Sakın áşık olma abicim.’’<br><br>‘‘Bu yaştan sonra olacak halim yok ama, bildiğim kadarıyla aşk güzel şeydir. Adamı rengárenk bulutlarda gezdirir, durup dururken şarkı bile söyletir.’’ ‘‘Şarkı konusunda haklısın... Ahım gibi ah var mı ahlar içindeee!..’’

‘‘Tevfik şarkı niyetine ünülediğin bu bağırtıyı kes. Bütün meyhane bize bakıyor.’’

‘‘Baksınlar, görsünler ve hatta gelip beni çiğnesinler. Semra'sız yaşamaktansa asfalt gibi çiğnenmeye razıyım.’’

‘‘Semra da kim?’’

‘‘Ay sen bilmiyor musun, o benim hayatımın kadınıydı. Beni salya sakallı bir hıyar uğruna terk etti.’’

‘‘Niye?’’

‘‘O hıyarın imajı varmış. Ama imajından başka bir de 4 çarpı 4 Renk Rovır'ı varmış. Tabii benimkisi 4 çarpı 4 gariban Honda'sı. Üstelik benim imajım kel kafaydı. Ama modası geçmişmiş. Bu saç dediğin namert de zırt diye çıkmıyor ki yeni bir imaj yapalım abicim.’’

‘‘Tevfik, benim bildiğim kadarıyla sen zengin olmadan evli barklı, üç çocuk babası bir heriftin.’’

‘‘Aaahh!.. Hatırlatmaa... Yavrularımı özledim. Onların hasretine içelim aabicim!.. Hasretlik şerefinee!..’’

‘‘Trink!..’’

* * *

‘‘Top Ümit'in önüne lokum gibi düştü be abicim. Sağında solunda bir Allah'ın kulu yok... Kaleci de Perşembe Pazarı'na alışverişe gitmiş zati... Yani, kalede kaleci de yok. Of be off!..’’

‘‘Niye of puf edip duruyorsun Hilmi?’’

‘‘Nasıl oflamayayım? Herif boş kaleye iki metre uzaklıktan şut attı, top taca gitti.’’

‘‘Yahu Hilmi....’’

‘‘Efendim abicim.’’

‘‘Sen futboldan anlamazsın. Hayatında senin maça gittiğini ne gördüm ne de duydum.’’

‘‘Gassaraylı olmak için bu top tetiğinden anlamak şart mı be abicim. Ben en süzme Gassaraylıyım. Damarımı kessen kanım sarı-lacivert akar.’’

‘‘Sarı-kırmızı diyecektin.’’

‘‘Ben de zati öyle demedim mi? Of be offf!..’’

‘‘Bu Galatasaray aşkı sana nereden arız oldu?’’

‘‘Adamların yenmediği İtalyan ve İspanyol takımı mı kaldı? Gassaray Türk milletini zaferden zafere koşturdukça, sen Gassaray'ın şerefine ne yapıyorsun?’’

‘‘Ne yapıyorum?’’

‘‘Rakı içiyorsun... Bana Gassaray gibi güzel rakı içirten bir takım söyle, nah bu şişeyi pencereden atmazsam namerdim abicim.’’

‘‘Dur lan, bırak o şişeyi de ben sana Macarlar'a üç tane haydahladığımız maçı anlatayım. Sen daha doğmamıştın ama, o zamanlar Puşkaş'lı Hidekuti'li bir Macar takımı vardı ki, İngiltere'ye bile Londra'da 6 çekmişti. İşte o takıma bizim Lefter bir vole çaktı....’’

‘‘Lefter'in şerefine içelim abicim.’’

‘‘Sonra da Metin Oktay....’’

‘‘Metin'in şerefine abicim.’’

‘‘Trink!..’’

* * *

‘‘Biz çok yanlış yaptık arkadaş. Sosyalist devrim yapmaya kalkarken, en büyük devrimciyi inkár ettik.’’

‘‘Kimi inkár ettik?’’

‘‘Atatürk'ü inkár ettik abicim... Ata'mızın bıraktığı yerden başlasaydık Türkiye şimdi bu halde mi olurdu? Köşküm var deryaya karşııı... Durmaz akar gözüm yaşııı...’’

‘‘Haydaa, bu şarkı da şimdi nereden çıktı?’’

‘‘Bu bir Selanik türküsüdür ve her 10 Kasım'da Atatürk'ün en sevdiği türküler programı içinde yer alır. Haydi Ata'mızın şerefine içelim abicim.’’

‘‘Trink!..’’

* * *

‘‘Bu ne öfke be Celal.’’

‘‘Öfkeyi boşver, cinnet geçirip 3-4 kişiyi bıçaklamadığıma dua et abicim.’’

‘‘Niye yahu?’’

‘‘Kıriz, mıriz dümeniyle beni de kapının önüne koyuverdiler. Şimdi ben işsiz güçsüz ve bilem beş parasız altı çocukla ne halt edeyim? Zati oturduğum iki göz gecekondu da kira!.. Mal sahibi köylüm olur ama, kira almaya gelince gávur kesiliyoo kahpe!..’’

‘‘Kaç çocuğum var demiştin?’’

‘‘Altı dedim ama yedincisi de yolda. Yani öfkemden içmeyeyim de ne halt edeyim abicim?’’

‘‘Trink!..’’

* * *

‘‘Yorgun Savaşçı romanını yazarken Yaşar Kemal içerdeydi diil mi abicim?’’

‘‘Yorgun Savaşçı'yı Yaşar Kemal değil, Kemal Tahir yazmıştı.’’

‘‘Hani şu Murtaza'yı yazan yazarımız?’’

‘‘O Orhan Kemal'di.’’

‘‘Yahu bizim edebiyatımızdaki bu Kemal bolluğu, benim kafamı karıştırıyor. Hele Budala romanını hangi Kemal'in yazdığını hiç anımsamıyorum.’’

‘‘Zaten onu hiçbir Kemal yazmadı.’’

‘‘Yani o roman değil miydi?‘‘

‘‘O bir roman ama, yazarının adı Dostoyevski'ydi.’’

‘‘Hahhahhayt!.. Senin de edebiyat sohbetlerine doyulmuyor be abicim. Artık demir almak vakti gelmişse zamandan... Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan... Sohbetimize abicim, şairlerimiz rakının mezesi sohbettir diye boşuna mı demişler? Sen yanmasam, ben yanmasam, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa.... değil mi? Haydi sohbetimize!..’’

‘‘Trink!..’’

* * *

Tam kerahat vakti rakımı doldurmuş rengárenk bulutlara gözlerimi dikip neye benzediklerini kestirmeye çalışırken telefon çaldı.

‘‘Aloo abii, ne yapıyorsun?’’

‘‘Rakıma su koyuyorum.’’

‘‘Tek başına içilir mi bu meret? O İrfan alçağı var yaa...’’

‘‘Eee?’’

‘‘Benim için kalemini üç otuz paraya sattı demiş. Hem de kimlere demiş?’’

‘‘Kimlere?’’

‘‘Patrona, yayın müdürüne ve her birkeslere... Ah lan, nasıl olsa benim elime geçeceksin!.. Currk!.. Geçecek değil mi abicim.’’

‘‘Bilmem.’’

‘‘Bana ihtiyar dümeni yapma, yemezler abicim. Sen her şeyi bilirsin. Sence bu hükümet Derviş koltuk değneğiyle ne kadar yürür? Halkımız açlık sınırında, kadınlarımız çöplüklerden ekmek topluyor. Evlerimizi seller basıyor ama, Ankara'nın gözü kör, kulağı sağır olmuş... Ah be ahh!.. Currk!’’

‘‘Kadir sen misin?’’

‘‘Tabii benim abicim.’’

‘‘Curklarından anladığım kadarıyla rakı içiyorsun. Ama niye rakı içiyorsun?’’

‘‘Bunca rezillikten, hırsızlıktan, hortumdan, ahlak çöküşünden sonra gel de içme be abicim!..’’

‘‘Çok haklısın.’’
deyip telefonu kapattım. Kadehimdeki yeni doldurduğum rakıyı gidip mutfak lavabosuna döktüm. Sonra da kendime nedensiz bir kadeh viski doldurdum.
Yazının Devamını Oku

Bu da benim yıllık iznim: 2

30 Aralık 2001
Geçen hafta Çapa Üniversite Hastanesi'nde geçirdiğim yıllık izin öykümü gevezeliğimden ötürü bir yazıda bitirememiştim. Öykümün kalbinizi parça parça edecek ve sizi gözyaşlarına boğacak olan kalan kısmını izninizle bu hafta anlatacağım.

Hastaneye yatışımın ikinci gecesi başhekimlerle aramızda hır çıktı. Başhekim dedimse, sakın ömrünü tıp bilimine ve hastanelere adamış doktorlar aklınıza gelmesin. Ben, hastanelerin gizli başhekimlerinden söz ediyorum. Bunlar hademe adı altında çalışan, hangi politik zorlama ya da hangi hemşehrilik gücüyle hastanelere kapağı attığı pek bilinmeyen en iyi ihtimalle ilkokul mezunu olduğu tahmin edilen köylülerdir. Özellikle geceleri, nöbetçi hekim ve nöbetçi hemşire üç günlük uykusuzlukla o hastadan bu hastaya koşuşturdukları için meydan bunlara kalır. (Yalnız haklarını yemeyeyim, benim katın hademelerini bunların dışında tutuyorum. Onlar efendi çocuklardı.)

Hastaneye yatışımın ikinci gecesi,

‘‘Röntgenciler meydanee toplansıın!..’’ diye bir pehlivan narasıyla yatağımdan zıpladım. Bana da röntgen çekimi yazıldığı için meydane geldim. Bizim katta benim gibi üç-beş hasta daha vardı. Kulakları kafasından büyük, yerden bitme ve az beslenmiş bir hademe bizi önüne katıp asansöre bindirdi. Ben de içimden,

‘‘Demek randevuyla çalışıp hastaları bekletmeden röntgene sırayla alıyorlar. Sonra da hemen yatağına götürüyorlar. Aferin hastanemize!..’’ diye keyifle mırıldanırken, alt kattaki röntgen bölümüne geldik. Amanın, siz deyin otuz, ben diyeyim kırk hasta asker taburu misali sıraya sokulmuş ve dikilip beklemekteler. İçlerinde açık kalp ameliyatı olmuş ana kucağında bebeler, serum torbası elinde hastalar bile var. İkinci bir köylü başhekim de, ‘‘Höst, hüst’’ diye koyunları ağıl kapısına sırayla sokar gibi hastaları itip kakıp röntgen kapısında sıraya sokmaya çalışıyor. Tepem attı.

‘‘Hastaları niye yataklarından üçer üçer değil de toptan alıp burada saatlerce bekletiyorsunuz?’’

‘‘Yok yavv... Yukarı bin kere inip çıkalım mı yani?’’

‘‘Şimdi ne bekliyoruz?’’

‘‘Röntgenci teknisyeni bekliyoruz.’’

‘‘Ne zaman gelecek?’’

‘‘Saat 7'de gelecek.’’

‘‘Şimdi saat kaç?’’

‘‘7 buçuk!..’’

İşte o zaman bende film koptu. Fare kulaklı herifi yakalayıp paralayamadımsa, kabahat gut hastalıklı topallayan sol bacağımdadır.

(Lütfen binbir fedakárlıkla çalışan üniversite ve devlet hastanelerini kötülüyorum sanmayın. Bu kişiler için bütçe bu ve kalite de bu... Ne kaa küfte, o kaa ekmek!..)

Benim kalp sorunumu tel sokup elektrikleyip çözümleyecek olan Prof. Kamil Adalet Hoca'nın düşüp omurunu sakatlamasına çok üzüldüm. Ama ne yapayım, insanoğlu iki yüzlü. Üzülürken bir yandan da sevinçten göbek attım. Hem kalbimin dürtüklenmesinden kurtulmuştum, hem de artık hastaneden tüyebilirdim. Hatta iznimin kalan kısmını Londra pablarında falan geçirebilirdim. Sevincim Prof. Yılmaz Büyükuncu'nun odamı ziyaretiyle sona erdi.

* * *

Sözün bundan sonrasını nasıl anlatıp nasıl yazacağımı bilemiyordum. Çünkü ben, hem erkekliğe yağmur damlası bile değdirmeyen hem de çok mahçup bir yazarım. Ama ne halt edeyim ki, son 10 yıldır bağırsaklarıma zaman zaman söz geçiremez oldum. Ne durdan anlıyorlar, ne çüşten. En olmadık yerde ya da en olmadık durumda sinsi bir sancıyla birlikte dışarıya doğru hücuma kalkıyorlar. Eğer atik-tetik davranabilirsen canını yakın bir kenefe atıp namusunu kurtarabiliyorsun. Tabii pantolonunu da... Yani bedeninin son deliği sıkıştırılması mümkünsüz bozuk bir musluk gibi oluyor. Zaten gelen de su gibi bir şey.

Bir aralar içinde kitaplarımın, çalışma masamın, televizyonun, hatta bağlamanın bulunabileceği büyük bir tuvalet yaptırmayı düşündüm. Sonra salona, mutfağa, yatak odasına birer klozetli tuvalet yaptırmanın daha ucuz olacağına karar verdim. Ama Yılmaz Hoca, bu durumuma kanserin neden olacağından şüphelenince boşuna para harcamaktan vazgeçtim. İçinizde aynı perişanlıktan mustarip olanlar ya da olabilecekler için benden size ihtiyar nasihati:

1. Komik bir durumda asla kahkaha atmayın. Hafif bir tebessüm daha kullanışlı oluyor.

2. Hapşırığınızı veya öksürüğünüzü mutlaka tutun. Burnunuzu mu sıkarsınız, derin nefes mi alırsınız sizin bileceğiniz iş.

3. Sokakta küçük küçük adımlarla yürüyün. Su birikintilerinin üstünden atlayıp zıplamaya kalkmayın. Suyun tam ortasına basıp geçin. Pantolonunuz daha az ıslanmış olur.

4. Ve sakın, düğün dernek yerlerinde halay çekip zeybek filan oynamaya kalkmayın. Hele zeybek oynarken yere diz vurduğunuz durumda heykel gibi kalıverirsiniz. O pozunuzu bozmadan üç kişi sizi tuvalete zor taşır.

5. Pencereden eğilip duyurmak için sokaktaki patatesçiye asla bağırmaya kalkmayın. Çünkü tecrübe konuşuyor!..

* * *

Yılmaz Büyükuncu Hoca bilgili, nazik, güven verici, orta yaşın kırlaşmış saçlarıyla yakışıklı bir hekim. Yani, karşı konulması zor bir adam. Hiçbir şey hissetmeyecekmişim ve çok kısa sürecekmiş. Ama hayati bir şüpheyi içimizden atacakmışız. Neyse uzatmayayım, ucunda minik bir kamera olan çok ince bir tel bedenime girdi. Kameranın gezip gördüğü yerleri de televizyonda belgesel izler gibi izledik. O kameralı tel, ülser şüphesiyle daha önce ağzımdan mideme de girmişti. Ama hiç zoruma gitmemişti. Erkekçe ve kahramanca gıkımı çıkarmadan dayanmıştım. Ama bu kez işlem ters taraftan olmuştu. Erkeklik namusumu kurtaracak son çare, kanser teşhisi olabilirdi. Ama testler sonucu kanser bile olmayı beceremediğim anlaşıldı. ‘‘Var mı bu dünyada erkeklik taslamak hıyar!..’’ dedim kendi kendime.

* * *

Ha unutmadan söyleyeyim, benim bir de çakıl taşı büyüklüğünde safra kesesi taşım varmış. Yılmaz Büyükuncu Hoca beni hazır eline geçirmişken onu da çekip alıverdi. Anamdan, eşimden ve kızkardeşimden anımsıyorum; safra kesesini alırken adamı keserlerdi. Şimdi yeni moda, delip alıyorlar. Daha sağlıklı ve kolaymış. Yani eskiden canınız tek yarıktan acırken şimdi dört delikten acıyor. Bir sokak kavgası sonunda dört yerinden bıçaklanmak gibi bir şey!..

Artık kenefe her koşturduğumda,

‘‘Kes artık şu zevzekliği, bak kanser değilmişsin. Sadece kolitmişsin’’ diyorum. Ama insanın mabadına söz geçirmesi ne mümkün!..

* * *

Şimdi elim delik karnımda, ıhlaya ahlaya masama oturuyorum. 10-15 çeşit ilacımı masamın üstüne diziyorum.

‘‘İçmezsen bak bu ağlar’’ deyip hepsini yutuyorum. Yine inileyerek mutfağa gidip kendime öksüz doyuran cinsten bir kadeh rakı dolduruyorum ve üçüncü sigara paketinin kulağını yırtıyorum.

* * *

Birkaç gündür de udi Şakir'den müzik dersleri almaya başladım. Karnımı acıtmadan hababam şarkı söyleyip duruyorum. Belki de Etiler barlarında bir şarkıcılık işi bulurum ve apartmanın doğalgaz giderini öderim. Böylece o kameralı tel operasyonu da boşa gitmemiş olur.
Yazının Devamını Oku

Bu da benim yıllık iznim

23 Aralık 2001
Bir buçuk ay öncenin pırıl pırıl, güneşli ve ılıman günlerini anımsayın. İşte o günlerden birinde yıllık iznini almış bir gazetecinin görgüsüz oburluğu içinde valizimi hazırlıyordum. Londra'yı hayal edip valize kazaklar, ceketler dolduruyordum. Sonra,

‘‘Londra paplarında krizden sonra bir duble viski kaç para oldu haberin var mı? Elin gávuruna gidip kendini ne halt etmeye soyduracaksın? Güzelim Antalya ne güne duruyor enayi!..’’ diye söylenip kazakları çıkarıyor, yerlerine şort, tişört filan yerleştiriyordum. Tabii, asker postalı cüssesinde ve altı traktör lastiği gibi tırtıklı yürüyüş pabuçlarımı da unutmuyordum. Tatile çıktığım zaman yürüdüğüm en uzun yol kaldığım odayla otelin barı arasındaki mesafedir. Ama ne hikmetse yürüyüş pabuçsuz asla tatile çıkmam.

Valizleri hazırlama işi bitince arife gecesi bayram sabahını bekleyen bir bayram çocuğu heyecanıyla kendime okkalı bir rakı doldurdum ve ilk yudumumda kapı çalındı. Kırk yıllık can dostum Prof.Dr. Aydın Kargı mayışık gözlerime ve sırıtkan ağzıma bakıp,

‘‘Demek ki yıllık iznini nihayet aldın’’ dedi.

‘‘Nereden bildin?’’

‘‘Kötü haber çabuk yayılır. Bu akşam mı yatmak istersin, yarın sabah mı?’’

‘‘Nereye?’’

‘‘Tabii, hastaneye... Sen bir yıldır,
'Tamam gelip yatacağım ve her bir tarafımı tamir ettireceğim' diye bana söz verip durmuyor musun?’’

‘‘Ben o sözleri mutlaka sarhoşken vermişimdir. Ben yarın Antalya'ya gidiyorum...’’
dememe kalmadı Aydın, fırın küreği iriliğindeki eliyle enseme yapışıp, 'İmdat adam kaçırıyorlar!..'' diye höykürmeme rağmen beni arabasına doğru sürüdü. Aslında bir Türk erkeği olarak ben iri yarı bir adam sayılırım. Ama Aydın yaşam boyu hazır bir takım elbise alıp giyemedi.

Aydın'ın beni yürüte sürüte yatırdığı yer, Anabilim Başkanı olduğu Çapa'nın Kalp ve Damar Cerrahisi'ydi. Üstelik yattığım odayı eşi Dr. Nevin Hanım'la geçen yıl yitirdikleri tek evlatları Dr. Yıldıray Kargı'nın anısına adeta yeniden inşa etmişlerdi. Yıldıray'ı çocukluğundan bilirdim.

Aydın yine de Başhemşire Gülseren Hanım'a,

‘‘Odası her on dakikada bir kontrol edilecek. Elbiselerine el konacak. Çünkü her an kaçabilir!..’’ diye sıkı sıkı tembih etti. Ondan sonra da engizisyon işkenceleri, yani testler başladı. Ben de kendime,

‘‘Ne halt etmeye ağrını, sızını, şikáyetini arkadaşın bile olsa bir doktora söylersin a salak herif!.. İşte böyle ciddiye alacağı tutuverir’’ diye düz gittim.

* * *

Kan tahlilinde ürik asit miktarı 9 çıkınca, ağrısına küfür yağdırdığım topallayan bacağımın Gut denen bir hastalıktan olduğu ortaya çıktı. Eti, kebabı, tatlıyı ve daha bir sürü lezzetli aşı yasakladılar. Tabii rakı konusunda küçük bir meydan savaşı verdim. (Ve o gün bugündür, bizim gazetede lezzetli aş yazıları yazan Tuğrul Şavkay ve de gurme Serdar Turgut'tan nefret ediyorum.)

Göz görmeyince gönül katlanırmış diye bir deyim vardır ve kesinlikle doğru değildir. Göz, hababam sulanıp yani su koyverip, bazen kanlanıp bazen de yumruk yemiş gibi acıyınca koskoca Çapa profesörleri bir araya geliyor. Her gün sizi ayrı teste çağırıyorlar. Siz müşfik bastonunuzun yardımıyla monoblok cerrahi bölümünden çıkıp dağlar tepeler aşarak (Tabii bana öyle geliyor) zonklayan ayağınızın üstüne basmamaya çalışarak hababam gözcülerin binasına giriyorsunuz. Buna da gönül zor katlanıyor.

Sonunda ihtiyarlayıp gevşeyen göz kaslarınız, yüksek göz tansiyonunuz ve tıkanık gözyaşı kanallarınız olduğu ortaya çıkıyor. Sanıyorum Prof. Fazıl Sezen'in kurduğu bir tuzak sonucu Prof. Lale Közer Bilgin Hanım, böğrüme çöküyor. Elindeki tığ ve şişlere bakınca, anneannemin tığla ördüğü danteller aklıma geliyor. Ama Lale Hanım hem anneannem gibi yaşlı değil, hem de dantel örme gibi bir merakı yok. Elindeki eğri tığları ve şişleri göz kanallarıma sokup çıkarıyor. Önce yiğitliğe ketçap sürmemek için ses etmiyorum. Ama bir bakıyorum, lavabo deliği açar gibi şişlerin içinden bir de su fışkırıyor. Mahçup bir Tarzan narası kopartıyorum. Aslında kanallar açılmamış ve ameliyat gerekmiş. Eğer bu ameliyat değilse, bunun gerçek ameliyatı kimbilir nasıl olur diye düşünüp,

‘‘Bakın gözlerim faltaşı gibi açıldı... Hatta cingöz bile oldum. Teşekkürler üstü kalsın Fazıl Hoca'cığım.’’ diyorum. Lale Hanım,

‘‘Baktığınız kişi Fazıl Hoca değil, Belgin İzgi Hoca!..’’ diyor.

(Ama şimdi bu yazıyı yazabildiğim için gördüğüm her harf sayısı kadar onlara dualar ediyorum.)

* * *

Oda kapımın her açılışında yüreğim hoplardı ve bu hoplamada haklıydım. Ya iğne yapıp, ya kan alıp ya da serum takıp bir yerlerimi delip duruyorlardı.

Ama bu kez Prof. Kamil Adalet geldi. Etrafına pek belli etmediği bir hiciv anlayışı vardı.

‘‘Üç gün içki içmeden durabilir misiniz?’’

‘‘Kim, ben mi? Tabii dururum. Hatta üç gün üç gece bile dururum.’’

‘‘Ya üç gün sigara içmeden durabilir misiniz?’’
Benden cevap çıkmayınca Kamil Hoca yüzüme merhametle baktı.

‘‘Peki hiç olmazsa bir gün?’’

Canımı dişime takıp,

‘‘Dururum!’’ dedim.

‘‘Öyleyse üç gün sonra sizi operasyona alacağız. Göğüs ve etek tıraşı olmayı unutmayın.’’

Benim kalbimde doğuştan bir enayilik vardır. Hastalık değil de bir çeşit elektrik bozukluğu. Herkesin kalbi maaşallah pata küte atarken, benimkinin ne halt edeceği belli olmuyor. Üç duruyor, beş atıyor. Aşka gelirse dümbelek misali tıırrtt-düm-tek diye çarpıyor. İnsanda mecal bırakmıyor. İşte Kamil Hoca yepyeni bir tıp buluşuyla bir tel sokup arızalı yeri yakacakmış. Bugüne dek binlerce kişiyi başarıyla tamir etmiş ve dünya çapında bir hocaymış.

Kamil Hoca çıkar çıkmaz odaya Prof. Enver Dayıoğlu daldı.

‘‘Bizim hastanenin milli bir berberi vardır. Etek tıraşın için randevu alayım mı?’’ diye her zamanki şakacılığıyla sordu ve ben ağzımı bozmadan da tüyüp gitti.

İçemediğim içkiler ve sigaralar yanıma kár kaldı. Çünkü Kamil Hoca, benim kalbimi tamir etmek yerine, ameliyat günü kayıp düştüğünden ve bir omurunu kırdığından yatak döşek yattı. Haa, söylemeyi unuttum; o sırada Aydın Kargı da iki kat aşağımda böbrek taşlarının tekrar hır çıkarması nedeniyle yatıyordu. Biz, bir hasta iki hekim aynı anda yatışmaya başladık. Aydın'ın böbrek taşları maaşallah kaldırım taşı gibiydi. Ne alınır, ne kırılır cinsten... Ama içlerinde hálá en sağlam olan bendim. Arada bir Aydın'ın odasına inip ona yapacağım yemeklerin tariflerini anlatıyordum. Aydın yemeğe, içmeye, müziğe, güzel sanatlara düşkün klasik bir Türk doktorudur. Tam Vellington File'nin tarifine gelmiştim ki, böbrek sancıları içinde kıvranan Aydın'ın gözleri keyifle baygınlaştı, kulaklarına varan ağzının suyunu hürrp diye içeri çekti ve,

‘‘Seni bu hastaneye soktuğum için ben bu böbrek sancılarına müstehakım!..’’ diye inledi.

* * *

Gencecik doktorlar bu arada benim 13-21 sularında seyreden tansiyonumu da çüş deyip rahvan adıma razı ettiler. Ama askerlik anıları bir, hastane maceraları iki, anlatmakla bitmez. Ben de sözün sonunu bu hafta getiremedim. Kısmetse gerisi haftaya...

Boyuma kısa gelen hastane yatağında gecelerce tespih böceği gibi kıvrılmış yatarken aklımda hep bir Bektaşi fıkrası dönenip duruyordu:

Bektaşi'nin biri nasılsa cuma namazına gitmiş. Yanında mır mır yakaran biri varmış. Bektaşi kulak vermiş, adam,

‘‘Allah'ım görmeyen gözlerimi gördür, topal bacaklarım düzelsin de koşayım, ülserimi, veremimi iyileştir, kulaklarım işitsin, bağırsaklarım çalışsın....’’ diye niyaz edip dururmuş. Bektaşi dayanamayıp adama dönmüş:

‘‘Ulan, Allah seninle bu kadar uğraşacağına yenisini yapar be!..’’ demiş.
Yazının Devamını Oku

Anne ben yine áşık oldum

19 Ağustos 2001
Babama,<br><br><B>‘‘Bana okuma yazmayı öğretir misin?’’</B> diye sordum.<br><br><B>‘‘Çocuk Sesi dergisindeki Baytekin'in maceralarını mı okumak istiyorsun?’’ ‘‘Hayır, mektup yazmak istiyorum.’’

‘‘Ne mektubu?’’

‘‘Aşk mektubu!..’’

Babam kibar adamdı, aşk mektubunu kime yazacağımı sormadı ve bana okuma yazmayı öğretti. Güzel resim çizdiğim için çizgi hafızam gelişmişti. Bu nedenle harflerin çoğunu zaten tanıyordum. Böylece aşk uğruna yazmayı 15 günde söküttüm. Sonra da oturup Gülten'e bir aşk mektubu döktürdüm. Gülten, fırıncının kızıydı ve iki ev ötemizde otururdu. Bukle bukle sarı saçları, koyu pembe çilleri vardı. Ve de ben yaşlardaydı. Mektubu verirken Gülten'in okuma yazma bilmediğini unutmuştum. Ama ilkokul 4'teki ağabeyi Hasan okumasını biliyordu sanırım. Çünkü beni bakkal Adem'e giderken yolda kıstırıp bir güzel dövmüştü.

Gülten'e olan aşkım biter bitmez hemen Suat'a áşık oldum. Çünkü Suat beceriksizliğimden ötürü yine beni oynatmadıkları için bir pelakuka oyununda,

‘‘Oğuz oynamazsa ben de oynamam!..’’ diye bütün mahalleye posta koymuştu. Gerçi benden biraz büyüktü ama olsun... Aşk yaş-baş dinlemiyor. Suat'a en sevdiğim Tarzan resimlerimi götürüp verdim. Üstelik her resimde Ceyn'in yüzünü silip Suat'a benzeterek yeniden çizdimdi. Tabii Tarzan'ı değiştirmedim. Onun ben olduğunu bir bakışta herkes anlayabilirdi. Suat benden en çok 2-3 yaş büyüktü. Ama Selda abla en az 20 yaş büyüktü. Annemin arkadaşıydı ve ben Selda Abla'ya zurna gibi áşık olmuştum. Güzel keman çalıp resim yapan eczacı amcanın kızıydı. Bana hep güleç bakan güzel gözleri vardı. Bazen annem,

‘‘Selda Abla'na git, onu çaya beklediğimi söyle. Sevdiği keklerden yaptım’’ diye beni Selda Abla'nın evine gönderirdi. Selda Abla, kapıyı açınca ben onun gözlerine dalıp neden geldiğimi, ne diyeceğimi unutur kapının önünde öylece dikilip kalırdım. Selda Abla'nın sorularını salak salak dinler sonra da tek söz etmeden gidip deniz kenarında bir taşa oturur ve gözlerimi yosunlara daldırırdım. Herhalde anneciğim de keklerinin başında bütün gün Selda Abla'yı beklerdi.

(Meraklısına not: Selda Abla'yı çok ama çook uzun yıllar sonra gördüm. Evlenmişti. Yani aşkıma ihanet etmişti. Gerçi, ben de o sırada evli ve çoluk çocuk sahibiydim, ama olsun... İhanet ihanettir!.. Eşi benim hem çok sevdiğim hem de çok saydığım ünlü gazeteci rahmetli Şahap Balcıoğlu ağabeyimizdi. Yani karikatürcü arkadaşım Semih Balcıoğlu'nun ağabeyiydi. Bu nedenlerden ötürü Selda Abla'yı affetmiştim.)

* * *

Ama en büyük aşk çelişkisini Selda Abla'ya áşıkken yaşadım. Çünkü aynı zamanda Hatice Teyze'ye áşıktım. Hatice Teyze de annemin arkadaşıydı. Keyifli, şenlikli, bol kahkahalı bıngıl güzeli bir teyzeydi. Annemin arkadaşları içinde elimi eteğinin altına sokup bacaklarını tutmama bir tek o izin verirdi. O sırada ben annemin öfkeli yüzüyle karşı karşıya gelmemek için gözlerimi kapayıp başımı Hatice Teyze'nin kucağına yaslarken o,

‘‘Ayol dokunmayın çocuğa, 3-4 yaşındaki masumun zamparalığından ne olacak?’’ deyip kahkahayı basardı. Gülerken göğüsleri ne güzel oynardı bir bilseniz!..

Aslında Hatice Teyze'nin romanlarda, filmlerde bile aranmakla bulunmaz bir öyküsü vardı. Eşi Cihat ile iki katlı ahşap bir evde otururlardı. Eşinin kardeşi Cemil de evin alt katında yaşardı ve bekárdı. İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı ve Cihat askere çağırıldı. O zamanlar askerlik 3-4 yıldı. Hatice Teyze, kocasını yıllarca bekledikten sonra Cihat'ın ölüm haberi geldi. Hatice Teyze ve Cemil'in gidecekleri başka evleri yoktu. Namuslu insanlardı. Bir yıl sonra evlendiler ama nikáhtan bir yıl sonra da Cihat askerden döndü. O yılların toz dumanı içinde teskeresi uzamış, kayıtlara da öldü diye geçmişmiş. Tabii onun da gidecek yeri yoktu. Kardeş olan iki adet koca ve bıngıl güzeli Hatice Teyze aynı evde olunca ortalık çalkalandı. Hatta kıyamet koptu... Bir gece Cihat ve Cemil'in gelip kanuni durumlarını avukat olan babama sorduklarını hayal meyal anımsıyorum. Sonra babamın,

‘‘Kanun kolay, önce gidip Hatice Hanım'a sorun’’ dediği ve onların da sorduğu rivayet olundu.

(Bu arada ne yazık ki kimse bana bir şey sormadı.)

Sonra üçü aynı evde mutlu olarak yaşadılar. Mutluluklarını Hatice Teyze'nin kahkahalarından, balıkçı olan iki kardeşin bizim eve ıstakoz veya koccaman lüferler getirdikleri zamanki keyifli hallerinden anlıyordum. Ama ben onlar kadar mutlu değildim. Büyüdüğüm için artık elimi oraya buraya sokmam yasaklanmıştı ve Selda Abla da uzaklara gitmişti.

Türkiye'de aşk ve dayağın mutlaka bir arada olduğunu Erdem'e áşık olunca öğrendim. Erdem'le Kızılay'ın Pendik kampında tanışmıştık. Babam öldüğü için annem öğretmenlik yapıyordu. Ben de 10 yaşlarında filandım. Erdem bir filmde çocuk yıldız olarak oynamıştı. Yüzlerce velet içinde kırıştırmak için beni seçtiğinden ötürü arkadaşlar arasında yılbaşı hindisi misali afur tafur dolaşıyordum. Kırıştırmamız da uzaktan çapkın bakışlar fırlatmak ya da sabah kahvaltısında verilen altı zeytinden dördünü ikram olsun diye birbirimize göndermek şeklinde oluyordu. Hatta, yağ satarım bal satarım oyununda yanyana oturmuştuk ve o benim elimi tutmuştu. Ben de ebenin sırtıma vurduğu düğümlü mendili hissetmemiştim bile...

Sonra yeni devreyle komik ve şirin bir çocuk geldi. Erdem onunla kırıştırmaya başladı. İhanete uğramış bir áşık olarak tam 2 gün yemeden içmeden kesildim. Arkadaşların da ısrarı üzerine önce komik çocuğu dövdüm. Aslında o beni daha çok dövdü ama arkadaşlara çaktırmadım. Sonra da gidip Erdem'e bir tokat attım. Tabii kıyamadım ama arkadaşlar uzaktan görsün diye vurur gibi yaptım. Böylece, hem benim hem arkadaşların gururu kurtulmuştu. Aşka ihanetin bedeli bir kez daha ödenmişti. Ama asıl bedeli, bana annem ödetti. Kızılay kampındaki bu aşk skandalından sonra bir çadırın tepesindeki bayrak sopasını söktü ve beni onunla dövdü. Hem de ne dayaktı!.. Anneler aşktan ne anlarlar zaten!..

* * *

Size ilk aşkımın, elle çizilmiş çikolata kartındaki bir kız çocuğu olduğunu daha önce yazmıştım sanırım. İkinci büyük aşkım da rüyamda gördüğüm bir genç kızdı. Kız uzun boyluydu. Dalgalı siyah saçları, ela gözleri, tombulca olmasına rağmen incecik beli vardı ve ben ona deli gibi áşıktım. O rüyadaki kızı gördüğüm zaman 5-6 yaşlarında filandım. Ama bugün bile size o kızın resmini çizebilirim. Çünkü onu rüyamda sadece bir kez görmemiştim. Delikanlı olana dek rüyalarımda birçok kez karşıma çıkmıştı.

Ama bir gün sahicisini de gördüm. Yeni Sabah gazetesinde çalışıyordum. Bir gün gazetenin ve İstanbul Erkek Lisesi'nin olduğu sokağa sapınca onu yol ortasında buldum. Sokakta bizden başka kimsecikler yoktu. İkimiz de zınk diye durup birbirimize uzun uzun baktık. Bakışından ve gülümsemesinden beni tanıdığını anladım. Orada ne kadar dikildiğimi anımsamıyorum. Sonra birbirimize doğru yürüdük. Yirmi yaşındaydım ve ilk evliliğimi yapalı bir hafta olmuştu. Rüyamdaki kıza doğru yürüdüm ve onu geçip kıçıma bakmadan gazeteye gittim. Gazetenin kapısında,

‘‘Sen korkak ve ödlek itin birisin!..’’ diye homurdanıp hızla geri döndüm ama sokak boştu.

* * *

Konuşmayı, ateşin elimizi yakacağını, kaşıkla yemek yemeyi, okuma-yazmayı minicik yaştan itibaren bize öğretirler. Ama áşık olmayı bize kim öğretiyor? Yoksa áşık mı doğuyoruz? Araba kullanmak gibi herkesin becerebileceği bir işin eğitimi ve ehliyeti vardır. Áşık olmanın ehliyeti, okulu, fakültesi var mı?.. Ailemiz ve devletimiz bunu bize niye öğretmiyor? Askerliğin yaşı 20... Ama aşkın yaşı kaç?.. Taytay durabilen, hálá altına eden ya da yeni konuşmaya başlayan çocukların bile áşık olabildiğinden haberiniz var mı?..

* * *

Geçen gün romatizma ilaçlarımı almış eczaneden dönerken gül goncası gibi genç bir kıza rastladım. Bastonumun üzerinden doğrulup,

‘‘Size bir miktar áşık olabilir miyim?’’ diye sordum. Kız da bana,

‘‘Torununu gönder bunak moruk!..’’ dedi.
Yazının Devamını Oku

Zenginliğin sefaleti

12 Ağustos 2001
Nişantaşı'nda vitrinlere bakınıp tıngır mıngır yürürken kendisi ve camları kara bir Mersedes azmanı yanımda durdu. Arabanın içinden fırlayan sinek siklet biri <B>‘‘Oğuz'cuğum!..’’</B> diye naralanıp boynuma zıpladı. Sıska bacaklarım ikimizi de çekmeyeceğinden ötürü kendimi kurtarmak için debelenirken o,

‘‘Beni tanımadın mı? Ben Remzi!.. Salacak'tan Remzi!..’’ deyip beni şapır şupur öpüyordu. Sakallı, bıyıklı ve de terli erkek milletinin birbirini vıcık vıcık öpmesi bana hep itici gelmiştir. (Meraklısına not: Bizim geleneklerimizde erkekler birbirini asla öpmez, sadece kucaklaşırlar. Bu mucuk mucuk öpüşme modasını kimler icat etti hálá anlamış değilim.)

Neyse, Remzi'yi zor bela üstümden indirdim. O da,

‘‘Elli yıl sonra bulmuşken ölsem de seni bırakmam!..’’ deyip beni ite kaka arabasına soktu. Araba dediğime bakmayın, girdiğim yer deri koltuklu ve kanapeli, ceviz masalı, buzdolaplı, televizyonlu bir tür salon salomanjeydi. Öndeki şoför bölümü gri camla kaplıydı. Remzi cilalı tahta bir kutudan bir Havana purosu ikram etti. Ben,

‘‘İçmesini beceremiyorum, puroya yazık olur.’’ diye reddedince o bir tane yaktı. Öksürükler ve tıksırıklar arasında,

‘‘Gördün mü, oldum işte!..’’ dedi.

‘‘Ne oldun?’’

‘‘Zengin oldum!..’’

*

Remzi benim Salacak'tan çocukluk ve ilk gençlik arkadaşımdı. Çoğumuz gibi o da fakirdi. Ama fakirliğe adeta cihat açmıştı. Akasya kokulu Salacak bahçesindeki uzun yürüyüş gecelerimizde hababam zengin olunca neler yapacağını anlatırdı. Hayalleri geniş bir çocuktu. O yıllarda bizim için zenginlik bir Amerikan sigarası içmek, o zamanların Beymen'i veya Vakko'su olan Amerikan pazarlarından bir ceket almak, haydi bilemedin bir Amerikan Doç otomobilin sahibi olmaktı. Tabii bir de yazları çalışmamaktı. Okullar tatile girince hepimiz çalışırdık. Kimimiz terzi çıraklığına verilir, kimimiz sokaklarda bağıra çağıra salatalık ya da Yeni Hayat şekeri satar, şanslı olanımız da Fethi Bey'in Salacak plajında kabinecilik yapardı. Benim işim onlara göre daha asildi. Babıali'ye gidip karikatür çizerdim. Asildi ama kazancı onlardan daha azdı.

Remzi ise sabahın köründen gecenin sağırına kadar en az üç işte çalışır, para biriktirirdi. Sonra da biriktirdiği paraları bize borç verip yüzde 10 faiz alırdı. Yani daha kısa pantolondan kurtulduğumuz yaşlarda zengin olmayı kafasına koymuştu.

*

Remzi'nin Boğaz'a nazır villasının balkonunda içkilerimizi yudumluyorduk. Ben çok yıllık bir Armanyak konyağı içerken o, bir şişe Yeni Rakı'nın başına çökmüştü.

‘‘Hayrola, kriz seni de mi hırpaladı?’’

‘‘Yoo, döviz zıplayınca ben krizden birkaç milyon dolar daha kazandım.’’

‘‘Ama pek mutlu görünmüyorsun. Hatta hicranlı bir ifaden var. Oysa çocukluk hayallerini gerçekleştirmişsin, zengin olmuşsun.’’

‘‘Asıl derdim bu işte!.. Para kazandım ama zengin olamadım.’’

‘‘Remzi anımsıyor musun, ufak tefek olduğun için ben seni bir kere dövmüştüm.’’

‘‘Evet, ödediğin borcunu belki yuttururum diye bir kere daha isteyince o haltı etmiştin.’’

‘‘Şimdi seni yine dövebilirim. Boğaz'a nazır bu villa, evdeki uşaklar ve hizmetçiler, orman gibi bir bahçe, bahçedeki Jaguar dahil bir sürü araba... Bunlar zenginlik değil de nedir? Sen benimle dalga mı geçiyorsun lan!..’’

‘‘Eksik söyledin, şurada bağlı olan 12 kamaralı, jet motorlu tekne de benim. Ama ben para kazandıkça fakirleştiğimi anladım. Çocukken meğer ne zenginmişim de haberim yokmuş.’’

‘‘Sallama Remzi, çocukken haftada bir çikolata bile yiyemezdik.’’

‘‘Çikolata yiyemezdik ama, canımız istediğinde Boğaz'da oynar oynar taze balık yerdik. Çakır'ın sandalına atlardık. Kızkulesi önünde çapariyi her sıyırttığımda en az üç istavrit gelirdi. Uskumru da cabası... Sandaldaki gaz ocağında pişirip balıkları elle yutardık. Yanında da ucuz Tekel birası... Elimizi ağzımızı yıkamak için sandaldan denize atlardık. Ama ben şimdi bunu beceremiyorum.’’

‘‘Niye be?’’

‘‘Aşka gelip balığa çıkayım diyorum, ama kotranın motorlarının ve gemicilerin hazırlığı için bir gün gerekiyor. O zamana kadar hevesim sönüyor. Ayrıca sabretsem bile Boğaz'da o isravritler, lüferler ve uskumrular artık yok!..’’

‘‘Sen de balıkçıdan getirt.’’

‘‘Ben de öyle yapıyorum. Çanakkale'den canlı uskumru getirtip villanın yüzme havuzuna attırıyorum. Sonra da balıkları oltayla havuzdan tutmaya çalışıyorum. Ama Çakır'ın sandalında tutup yediğimiz balıkların tadıyla aynı olmuyor. Yani balık konusunda eski zenginliğim yok olmuş. Ama en büyük fakirliği eğlence konusunda çekiyorum.’’

‘‘Niye yahu, bunca paraya rağmen eğlenemiyor musun?’’

‘‘Yüzlerce káğıt mendili şarkıcıların üstüne attım. Eşşek yüküyle para verip gazinoda bir sürü masa örtüsü ve garson ceketi yaktım. Ama bir türlü eğlenemedim. Hatta parasını bastırıp İbo mibo gibi şarkıcıları eve getirttirip bağırttırdım. Layla'lara gidip pistte binlerce kişi arasında maymunlar gibi zıpladım fakat nafile!.. Az kaldı müzik adı verdikleri gümbürtüden sağır olacaktım. Kapıda 4 lira verip katıldığımız eğlencelere şimdi Rahmi Koç'un bile parası yetmezmiş meğer!..’’

‘‘Hangi eğlenceden söz ediyorsun?’’

‘‘Salacak bahçesindeki pazar konserlerinden... Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses, Şemsi Yastıman, İsmail Dümbüllü'yü 4 papele geceyarısına kadar dinler ve izlerdik...’’

Ben de Armanyak konyağının etkisiyle geçmişe dalıp,

‘‘Sabite Tur, Münir Nurettin Selçuk, Zıt Kardeşler, Celal Şahin ve etrafta kırıştırdığımız da bir sürü kız.’’ diye mırıldandım.

‘‘Şimdi gecede 4 lira değil, homo birkaç şarkıcıyı izlemek için 4 milyar veriyorum. Yine de eğlenemiyorum. Fakirlik dediğim işte bu!..’’

‘‘Sen de Paris'e, Londra'ya gidip eğlen... Konserleri, operaları, resim sergilerini, müzikalleri, şovları izle...’’

‘‘Nece izleyeyim, yani hangi dille?.. O Pikasso denen adamın resmini görünce Silivri yoluna dikilmiş trafik işareti sanıyorum. Beni Viyana'da operaya götürdüler, karılar ciyak ciyak bağırırken canımı dışarıya zor attım. Az kala kurdeşen döküyordum. Gavurun eğlencesi bizim zengine yaramıyor. Ama en büyük fakirliğim aşk konusunda oldu.’’

‘‘Aşkın da zengini fakiri mi varmış?’’

Remzi hık demeden bir duble rakıyı tepesine dikti. Sonra da göğsüne iki şaplak çekti.

‘‘Meğer varmış Oğuz'cuğum, biliyorsun ben bizim mahalledeki Şebnem'e aşıktım. Gül yaprağı gibi temiz ve bizim Çiftekayalar'ın denizi kadar uysaldı. O da bana tutkundu. Adeta sözlü gibiydik. Evlenmek için elimin ekmek tutmasını iple çekerdik. Ama ben genç yaşta zengin olunca Şebnem'le değil, Hülya Ateş'le evlendim.’’

‘‘Niye?’’

‘‘Hülya o sırada ortalığı kırıp geçiren bir assolistti. Benim gibi genç bir zengine herkesin ayılıp bayıldığı bir kadın yakışır diye düşündümdü.’’

‘‘Eee, sonra?’’

‘‘Sonrası rezalet!.. Her gün kavga dövüş, mücevherler, arabalar ve yatakta buz torbası gibi bir karı!.. Tabii boşandık. Bana maliyeti 2.5 milyon doları geçti. Ama yine de ucuz kurtuldum diye sevindim.’’

‘‘Hemen Şebnem'e koşup yalvar yakar olup evlenseydin.’’

‘‘Koştum ama o sırada Şebnem'in iki çocuğu ve arslan gibi bir kocası vardı. Tanırsın, bizim Kaptan Raif'le evlenmişti.’’

‘‘Peki, şimdi evde cıbıl cıbıl dolaşan bu hanımlar kim?’’

‘‘Onlar geceliği birkaç yüz dolar olan Nataşalar... Ama ben hálá köpeğimle yatıyorum.’’

Remzi'nin işi zordu.

‘‘Paralarını bana ver, seni bu fakirlikten kurtarayım Remzi'ciğim. Eskisi gibi daha çok zengin olursun’’ dedim. O da bana ayıp el işaretleri yapıp ağzını bozunca sinirlendim. Onu milyon dolarları ve fakirliğiyle başbaşa bırakıp evden çıktım ve en yakın balıkçı meyhanesine gittim.

Allah cümlemizi zengin olmaktan korusun!..
Yazının Devamını Oku

Hem ağlarım, hem gidemem

22 Temmuz 2001
Arslan gibi koca bir adamın hıçkıra hıçkıra ağlaması yüreğime dokunmuştu. Hem ağlıyor, hem söyleniyor hem de arada bir oturduğu park bankını tekmeliyordu. Kronik bir meraki olduğum için, çaktırmadan bankın diğer ucuna da ben oturdum. ‘‘Allah beni kahretsin!.. Ben adam olmaz hıyarın tekiyim!.. Ben benim ağzıma şeydeyim!..’’le başlayıp kendine dümdüz gidiyor sonra da bol hüngürüklü bir ağlama tutturuyordu. Üstü başı temizdi, hatta özenli giyinmişti diyebilirim. Yanında arada bir tekmelediği irice bir seyahat valizi vardı.

‘‘Bir sigara içer misiniz?’’

‘‘İçerim. Sigara değil, esrar, eroin, kokain bile içerim!’’

Adamcağızın sigarasını yaktım.

‘‘Başınız sağolsun, galiba bir yakınınızı yitirdiniz.’’

‘‘Evet, en yakınımı yitirdim. Çünkü ölen benim. Artık ben yaşıyor sayılmam.’’

‘‘Niye, maaşallah arslan gibisiniz.’’

‘‘Arslan gibiyim ama gidemiyorum.’’

‘‘Nereye?’’

‘‘Avrupa'ya.’’

‘‘Niye gidecektiniz?’’

‘‘İş-güç sahibi olmaya, nefes almaya. Yarın işten atarlar mı kábusundan kurtulup rahat uyumaya, itilip kakılmadan yaşamaya, oğlumu insan gibi yetiştirmeye...’’

Sözünü kesmesem daha da sayacaktı.

‘‘Galiba Türkiye'den pek memnun değilsiniz.’’

‘‘Ya siz?’’

‘‘Eh hamdolsun, yuvarlanıp gidiyoruz.’’

‘‘Ben artık yuvarlanamıyorum bile. Belediye'nin kazıp açık bıraktığı çukura bir gece düşüp belimi incittiğimden beri çelik korseyle dolaşıyorum. Sırt üstü yatmak bile benim için işkence.’’

‘‘Belediye'yi dava etmediniz mi?’’

‘‘Davayı kazandım ama korsenin ücretini bile alamadım. Yine de bugüne kadar sağ salim gelebildiğim için şükürler olsun.’’

‘‘Galiba çok şanssız bir yaşamınız oldu.’’

‘‘Yoo, Türk vatandaşlarının büyük çoğunluğu gibi bir yaşamım oldu.’’

‘‘Yani?’’

‘‘Yani, babam sert bir adamdı ve en küçük hatamda beni döverdi.’’

‘‘Eh, babanın vurduğu yerde gül biter.’’

‘‘Gül değil, çürükler biterdi. Ama öğretmenlerim daha fena döverdi.’’

‘‘Niye, tembel miydiniz?’’

‘‘Hayır, çok çalışırdım ama öğretmenlerim aldıkları maaşlarla çok zor yaşarlardı. Çektikleri sıkıntıların nedeni olarak da bizleri görürlerdi. Çoğu gece ikinci bir işte çalıştıkları için sabah sınıfa kan çanağına dönmüş gözlerle ve öfkeleri burunlarında olarak gelirlerdi. Babam sert adamdı ama Cumhuriyet kuşağı bürokratıydı. Bana ülkemi, devletimi ve yurttaşlarımı sevmeyi öğretti. Dedesinden kalma konağı satıp beni okuttu. Avusturya Lisesi'ni bitirince üniversitenin Arkeoloji Bölümü'ne girdim. Tarihe tutkundum. Tam üniversiteyi bitirecektim ki, hapse düştüm.’’

‘‘Ne yaptınız?’’

‘‘Hiçbir şey. Okulda sağcılarla solcular dövüştü. İki çocuk vuruldu. Sağcılık ya da solculukla hiç ilgim olmadığı halde polis beni de götürdü. Sonra da hem sağcı hem de solcu militanı olduğuma dair birer itirafname imzalattılar. Ne yapayım, sorgulama çok sıkıydı. Elektrik bile verdilerdi.’’

‘‘Sonra ne oldu?’’

‘‘Ne olacak, mahkemede ilk celsede beraat ettim. Ama ilk celse ancak 9 ay sonra yapılabildi. Ben hapistayken babama inme indi.’’

‘‘Çok şükür yine ucuz kurtulmuşsunuz.’’

‘‘Hayır, pahalı kurtuldum. Üniversite bitince polisteki kaydım yüzünden devlet bana arkeolog olarak iş vermedi. Özel sektörde de arkeoloji işi yok. İngilizce, Almanca ve bilgisayar kullanmasını bildiğim için askerlikten sonra bir otelde resepsiyon memuru olarak iş buldum. Sevdiğim işi yapamadığım için çok mutsuzdum. Ama eve ekmek götürebildiğim için yine de yakınmıyordum. Sonra da evlendim.’’

‘‘Allah mesut etsin.’’

‘‘Eşim de çalışıyordu, derken oğlumuz oldu. Oğlumuzun geleceğini düşünerek banka borcuyla küçük bir apartman dairesi alıp oraya taşındık.’’

‘‘Maaşallah oğlan uğurlu gelmiş. Benim oğlum Seyit de bize uğurlu gelmişti. Harçlanıp, borçlanıp biz de bir daire almıştık.’’

‘‘Ama banka bizim daireyi elimizden aldı.’’

‘‘Vah vah, banka borcunu ödeyemediniz mi?’’

‘‘Karı koca çalıştığımız için tıkır tıkır ödüyorduk. Hatta artan parayla ve yine banka kredisiyle elden düşme bir de araba almıştık. Hafta sonları Şile'ye, Silivri'ye filan gezmeye gidiyorduk. Hasan denizi çok seviyordu.’’

‘‘Banka, evi niye geriye aldı?’’

‘‘Yalnız evi değil, arabayı da aldı. Banka bizi dolar hesabı üzerinden borçlandırmıştı. Krizden sonra 500 milyonluk taksidimiz 1.5 milyarı geçti. Zaten kriz nedeniyle eşimin çalıştığı şirket kapandı. Cavidan işsiz kaldı. Biz de borcumuzu ödeyemedik.’’

‘‘Doğrusu çok üzüldüm, ama gençlikte bunlar oluyor. Bizim de başımıza geldi. İnanmazsınız, bir çorba için bakkal bile dolandırdık. Ama eşler birbirini sevdikten sonra savaşıp, didinip bu kötü günleri atlatıyorlar.’’

‘‘Cavidan yaşasaydı belki biz de atlatabilirdik.’’

‘‘Cavidan'a ne oldu?’’

‘‘Yeşil ışıkta yaya geçidinden karşıya geçerken bir arabanın altında kaldı. Babalarının lüks arabalarıyla yarış eden 16'şar yaşında iki çocuk kırmızı ışıkta duramamışlar!..’’

‘‘Vay kahpenin dölleri!..’’

‘‘Hayır, gayet zengin ve saygın ailelerin dölleri... Ben çalıştığım için Hasan'ımı anneannesine vermek zorunda kaldım. Yine de bağrıma taş basıp oğlumun eğitim parasını biriktirmeye çalışıyorum. Ama vuruldum. Hastanede iki ay kalınca beni de işten çıkardılar.’’

‘‘Kavga filan mı ettin?’’

‘‘Hayır canım, bizim semtin futbol takımı 3. Lig'e yükseldiği için vuruldum. Mahallenin gençleri sevinçten havaya ateş ederlerken ben de balkonda çamaşır asıyordum. Hastaneden nefret duygularıyla çıktım. Artık ülkemden, devletimden nefret ediyordum. Hatta, yurttaşlarımdan korkuyordum. Beni her an soymalarını, öldürmelerini bekliyordum. Hele, televizyonda doğduğum günden beri suratlarını seyrettiğim politikacıların buruşuk, pembe ve tombul etlerini gördükçe sırtıma sancılar saplanıyordu. Çünkü onlar bana, sırtıma dişlerini geçirip hálá kanımı emmeye çalışan ihtiyar birer sülük gibi geliyorlardı. Bir gün oturup bütün batı üniversitelerine mektup yazdım. Mektuba üniversite bitirme tezimi de ekledim. Artık Türkiye'de yaşayamazdım. Bütün gün kulağımın zarını yırtan hoparlörlü patates-soğancılara ve müezzinlere bile dayanamıyordum.’’

‘‘Cevap geldi mi?’’

‘‘Üç üniversiteden birden... Hele Berlin Üniversitesi açık bir uçak bileti bile göndermişti. Neyim var neyim yok sattım. Oğlumla helálleşip havalimanının yolunu tuttum. Artık Türkiye'den kurtuluyordum. Bunca yıl göznuru döküp dirsek çürüttüğüm arkeoloji bilimini Berlin'de hoca olarak öğretmenin mutluluğunu yaşayacaktım. Bir yıl içinde Hasan'ımı da yanıma aldıracaktım.’’

‘‘Niye gitmedin?’’

‘‘Allah kahretsin, eşekliğimden!.. Tam dış hatlar binasına saparken yandaki yeni inşaatın amelelerine gözüm ilişti. Kir-pas içinde, kara-kuru, partal giyimli çirkin adamlardı. Tırnaklarının içi bile simsiyah çamurla doluydu. Ellerini yıkamayı akıl edemeden inşaatın önündeki çayıra yayılmış, öğle yemeğini yemeye çalışıyorlardı. Hatta biri burnunu bile karıştırıyordu. Kendi kendime,
'İyi bak, işte senin ülkenin insanları bunlar!.. Bu yaratıkları unutma da, Berlin'de vatanımı özledim diye hıyarca nostaljiye kapılma!..' diye söylendim. Benim önlerinde dikildiğimi gören amelelerden biri güleç kahverengi gözlerle bana bakıp,

‘‘Buyur gardaş, galiba açsın. Gel beraber lokma yiyek’’ dedi. Yanındaki herif ayaklarımın dibine bir gazete serdi. Biri gazetenin üstüne yarım domates, bir başkası biraz beyaz peynir, öbürü üç-dört zeytin koydu. Güleç gözlü olanı iki eliyle kavradığı ekmeği ortadan bölüp azıkların yanına bıraktı. Benim de gırtlağıma bir yumru girdi ve gözlerimden yaşlar indi. Uçak biletimi yırttım. İşte o gün bugündür, ağlıyorum ve gidemiyorum!..’’

Berlin'de Doyç Oper'in karşısındaki küçük dairem, knaypelerim (yani meyhanelerim), müzelerim, tiyatrolarım gözümde canlandı.

‘‘Üzülme, ben de sigarayı bırakamıyorum!..’’ dedim.
Yazının Devamını Oku