Geçenlerde bir sabah Hürriyet Gazetesi'nin sürmanşetinde (yani başlığının bile üstünde) koca kafalı bir fotoğrafımı görünce, dehşetle irkilip elimdeki sıcak çayı zaten ağrımakta olan sol bacağımın üstüne döktüm.
Benim fotoğrafımı birinci sayfanın tepesine niye koysunlardı? Muhtemelen ben ölmüştüm de, belki haberim yoktu. Sonra aklıma haberi okumak geldi. Efendim, huysuzluk meğer doğuştan bir beyin arızasından kaynaklanıyormuş. İngiliz bilim adamları, yıllarca araştırma yapmışlarmış, huysuzluk ve edepsizliğin insan beynindeki bilmemne lobunun eksikliği ve aksaklığından meydana geldiğini bulmuşlar. Gazete haberi süslemek için benim resmimi münasip görmüş. Bu yetmezmiş gibi, haber iç sayfalarda dört sütun yine benim çizgi portremle sürüyordu.
Ben zaten doğarken her acının tiryakisi olmuşum, ama kafadan çatlaklığa tipik bir örnek olarak gösterilmeyi de yeyip yutacak kadar daha elden ayaktan düşmedim. (Aslında ayaktan bir hayli düştüm ama bastonum sağolsun.) Serde delikanlılık var. O öfkeyle bastonuma atlayıp dıgıdık dıgıdık gazetenin yolunu tuttum. Daha dış kapıya varmadan yanımdan ufak tefek esmer bir rüzgár geçti. Durum anlaşılmıştı. Geldiğimi, suçun failine telefonla haber vermişler, o da olimpik bir sprinter (yani hız koşucusu) telaşıyla benden ve bastonumdan kurtulmak için canını gazetenin dışına atmıştı.
Ben adamı kokusundan tanırım. O esmer rüzgár, bizim Yazı İşleri Müdürlerinden Fikret Ercan'dı. Suçluyu bulmuştum. Ama bulmak başka, koşup yakalamak başka bir marifet...
Aylardır uğrayamadığım için gazeteyi ve arkadaşları çok özlemiştim. Ama daha asansörde tuhaf ve kötü bir koku başladı. Ben bu kokuyu bizim bahçeden tanıyordum. Hay Allah neydi koku dememe kalmadan, asansördeki herkesin kolunda, koynunda ya da elindeki zincirin ucunda birer kedi olduğunu gördüm.
Ayhan'a uğradım, bilgisayarının başında bir kedi yavrusu vardı. Üstelik onu ithal bir kedi mamasıyla besliyordu. Demek ki Ayhan, boğazından bir hayli kısmıştı.
Neyyire Özkan'ın bölümünde yine bir toplantı vardı. Bu bölüm size en güzel ekleri hazırlayan bölümdür. Bir sürü güzel kız ve yakışıklıca erkek harıl hurul çalışıyorlardı. (Düşünün, bu yakışıklıcalardan biri de kıllarından ötürü yüzünün ancak gözlerinin ve burnunun bir kısmı görülebilen bizim fotoğraf ustası Sebati'dir. Ama adamın onca güzel kızdan sonra erkeklere çirkin demeye dili varmıyor.)
Toplantı odasında gazeteciden çok kedi vardı. Kimisi kızların bacaklarına sürünüyor, kimi toplantı masasının üstünde fuhuşsal çabalarda bulunuyordu. Her kedinin boynunda bir plaka ve ne hikmetse her plakanın üstünde bir gazeteci ismi vardı.
* * *
Kanat Atkaya'nın odasına uğrayınca Beyoğlu delikanlısı, önce koridora fırlayıp sağına soluna baktı, sonra kapıyı içeriden kilitleyip,
‘‘Tamamdır, yapabilirsin abi’’ dedi.
Kanat beni yakından tanıdığı halde sevmeyi becerebilen arkadaşlarımdandır. Ben de onun kedisinin kuyruğuna keyifle bastım. Miskin hayvan ‘‘Cıyyk!..’’ Kanat da,
‘‘Ohh, ayağına sağlık abi!..’’ dedi.
‘‘Ben gazeteye mi geldim, yoksa kedi çiftliğine mi? Nedir bu kedigillerlik?’’
‘‘Abicim bilirsin, biz hepimiz kediseveriz. Hatta, kediseverlik yüzünden aramızda eşinden boşananlar bile oldu.’’
Tam o sırada Kanat'ın kedisi paçama çişini yaptı.
Ben kart, o da taze bir Beyoğlu delikanlısı olduğu gibi bu aşkı sevdayı muhabbet iddialarını yemedim. O da yalan söyleyemeyecek kadar bir Beyoğlu delikanlısı olduğu için mecburen,
‘‘8-1-1 abi’’ dedi. Spor sayfasına yazalı beri oğlanın Türkçesi de tuhaflaşmıştı.
‘‘Ne diyorsun yahu?’’
‘‘Bu kriz defansı abicim.’’
Meğer bu ekonomik kriz sonrası bazı gazeteciler işten çıkarılınca bizim uyanıklar kedisel bir taktik geliştirmişler. Bizim Genel Yayın Müdürümüz Ertuğrul Özkök, bir kedi esiri olduğu için kucaklarına en sevimli kedileri alıp toplantıya girmeler mi istersin?.. Kedileri okşayarak günde üç beş kere adamın önünden geçmeler mi istersin?.. Seç seç al!..
Bu Çanakkale savunmasına karşı, gel de adamı işinden at!.. Bir kedici bir kediciye dokunsa vicdan azabından en az bir ay uykusundan olur. Hatta öbür tarafta cehennemlik bile olur.
Tam kazasız belasız gazeteden tüyüyordum ki, Ertuğrul Bey'le burun buruna geldim. Hayırlı bir iş için arasam Yayın Müdürümü gazete içinde 10 gün kovalarım da yine kıstıramam.
‘‘Ben de epeydir sizinle görüşmek istiyordum Oğuz Bey.’’
İlk kötü haber Oğuz Ağabey yerine Oğuz Bey demesinden anlaşılıyordu.
‘‘Karikatür çizmeyeli neredeyse üç ayı buldu. Hastaneden çıkalı bir ay oldu ama, iki haftadır size yer ayırıyoruz, röportajınız gelmiyor.’’
Gözlerini bana değil de duvara dikmesinden lafın dibinin nasıl bağlanacağı belli olmuştu.
Ertuğrul Bey'e yavaşça yaklaştım. Omuzumu omuzuna sürterek ve mavi gözlerinin içine bakarak,
‘‘Miyavvv!..’’ dedim.
Sert ifadesi biraz yumuşadı. İkinci olarak daha acıklı ve Hicaz makamında bir ‘‘Miyavv!..’’ daha çektim. O sevecenlikle,
‘‘Lütfen, kendinizi hazır hissettiğiniz zaman çizersiniz. Bir akşam beraber olalım.’’ dedi. Ben de en keyifli sesimle,
‘‘Mırrr!..’’ dedim.
* * *
Yahu nedir bu kedi tapınması? Sinan Çetin nam rejisör bir kediyi pompalısını çekip vurmuşmuş. Ya da anti-kedi bir çete, kedileri çuvallara doldurup mahalleyi kedi fakiri bırakmışmış. En az 25 haber, bir o kadar da kediciklerim köşe yazısı okudum. Bizim bahçede bunlardan irili ufaklı 20 tanesi her gün beni sömürüyor. Önüne gelen doğuran kedilerinin yavrularını bizim arka bahçeye atıyor. Atarken çuvala hiç olmazsa üç beş kuruş para koyun be adamlar ya da kadınlar. Hepsini benim sırtıma yüklemeyin. Bu enikler yüzünden ne aile kavgalarımız çıktıydı...
Aslında ben Bekir sayesinde bir zamanlar köpekçi olmuştum. Ama onlar da doğura doğura 14 adet olup benim pantolonlarımı paralayınca ve maaşımın yarısını yiyince havhavcılıktan da vazgeçmiştim. Düşünün, en az ayda iki yazıyı ve 10 karikatürü köpecikleriniz tavuk kemiği, ciğer, etsuyuna papara filan yesinler diye yazıp çiziyorsunuz. Vallahi gazeteden taşıdığım pilavları bile yiyememişlerdi. Bir de sabahlara kadar beni ve komşuları uyutmadılardı.
* * *
Ben, sizlerdeki bu hayvanseverlik tutkusunu hiç anlamıyorum. Filitle foş fuş yapıp sivrisinekleri öldürüyorsunuz. Yine aynı fısfısla hamam böceklerini gebertiyorsunuz. Hele pirelere hiç tahammülünüz yok. Yani seveceğiniz hayvanları bir diktatör edasıyla kendiniz seçiyorsunuz. Bunun adı hayvanseverlik değil, kendini severliktir. Çünkü insanları sevmek, zor ve zahmetlidir. Oysa hayvanlar, benim verdiğim sadakanın karşılığında benim yalnızlığımın bir kısmını paylaşıyorlar ve benim üstünlüğüme hiç itiraz etmiyorlar.
Haartt!.. Huurtt!..
Bu sesler benim sırtımda yeni beslemeye başladığım bitlerin kaşıntısından geliyor.