Umut fakirin ekmeği mi, yoksa pastası mı?

Karikatürlerini masama koyan çocuğa baktım. Ela gözlerinden ışıl ışıl umut fışkırıyordu. Karikatürlerinin yayınlanacağından hiç şüphesi yoktu.

O zamanlar yönettiğim Gırgır dergisinde pazartesi günleri yüzlerce delikanlının karikatürüne bakar, aklımın erdiğince çizgi üstüne yol yordam gösterirdim. Ama umutlu delikanlının karikatürleri umutsuzdu. Hem çizgiler, hem espriler kötüydü. Ben bile kendi hört-zört dürüstlüğümden nefret ederim. Ama akrep kuyruğu dilimi de tutamam. Karikatürlerinin kötü olduğunu, işin kolayına kaçtığını, daha çok fırın ekmek yemesi gerektiğini söyledim çocuğa... Sonra da kendime ‘‘Hay benim ağzıma....’’ diye başlayan bir küfür döşendim. Çünkü çocuğun ışıltılı ela gözleri kararmış, uzun boyu kısalmış, pembecik yanakları çöküp morarmıştı. Odam karikatür getiren delikanlılarla doluydu. Hatta koridor bile doluydu.

Sonra para fişini çıkarıp bir karikatür ücreti yazdım. Çocuk, ‘‘Bu ne?’’ diye sordu.

‘‘Bu bir karikatür ücreti.’’

‘‘Ama benden karikatür almadınız ki.’’

‘‘Hiç merak etme, bir gün alacağım. Çünkü sen yakın zamanda çok güzel karikatürler çizeceksin. Ben de onları yayınlayacağım.’’

‘‘Nereden biliyorsunuz?’’

‘‘Çünkü senden umudum var. Çünkü çok çalışıp, bir gün çok ünlü bir karikatürcü olacaksın.’’

Delikanlı umudumu boşa çıkarmadı. Önce Gırgır'ın, sonra Türkiye'nin çok ünlü karikatürcülerinden biri oldu. Şimdi New York Times'ta çiziyor.

* * *

Avukat Nermin Aksın Türkiye İşçi Parti'li olduğu için yaşamında çilenin bini bir paraydı. Zırt pırt gözaltına alınmalar, sorgulanmalar, evi basılmalar... Sonunda bir gün bana ‘‘Kanser olmuşum’’ müjdesiyle geldi.

Ama bize uzaktan bakan biri Nermin'in değil de, halimi görüp benim kanser olduğuma bire yirmi bahse girerdi. Nermin, ‘‘Bunca belayı savuşturduk. Kanser bize ne eder ki’’ deyip bir Arnavut'un inatçı umuduyla peşpeşe üç kere ameliyat oldu. Sonra da oğlunu büyüttü. Eşi İbrahim Bey'le Avrupa turlarına bile çıktılar. Hem de dökülen bir arabayla...

Aradan kaç yıl geçti artık anımsamıyorum bile. Nermin hálá sabah jimnastiklerini yapıyor, hálá ilaçlarını alıyor ve hálá benim arkadaşım hem de hálá avukatım.

Oğlu Devrim de Teksas'taki bir Amerikan üniversitesinde hem doktora, hem hocalık yapıyor.

* * *

Söz kanserden ve umuttan açılmışken bizim Nuri Kurtcebe'den iki çift söz etmeden olmaz. Herif benden habersiz akciğer kanseri olmuş. Oysa benim çocuklarım benden habersiz nezle bile olamazlar. Nuri'yi Gırgır'dan, Cumhuriyet'ten, Leman'dan, Gaddar Davut çizgi romanından tanırsınız. Yaman ötesi bir çizgicidir. Ameliyat oldu, ciğerinin birini aldılar. Sonra oturdu ve Nazım Hikmet'in o koca Kuvay-ı Milliye destanını çizdi. Leman da kitabı bastı. Nuri,

‘‘Bir ciğere bir Nazım destanı... Aslında ben kárlı çıktım değil mi ağabey?’’ dedi.

* * *

Benim delikanlı zamanımdan kalma bir arkadaşım vardı. Ne zaman bir meyhaneye gitsek, mutlaka onu çağırırdık. Hoşsohbet oluşundan ve rakıyı güzel içişinden değil tabii... İçimizde hesabı ödeyebilecek tek kişi olduğundan. O bize umutlarını anlatırdı. Sanıyorum bir ağa çocuğuydu. Önce bir film şirketi kurdu. En namlı yönetmenler ve en ünlü oyuncularla filmler çekti. Zannediyorum, zamanın kralı Yılmaz Güney'i de oynattı. Ve sonunda da battı. (Tabii Yılmaz'dan ötürü değil.)

Bir ara ortadan kayboldu, sonra yeni umutlarıyla geldi. Yeni umutlarını gerçekleştirmek için babasından, atasından kalan toprakları satmıştı. Büyük bir buluş olarak kiraladığı gemideki açtığı lüks restoran da battı. Çünkü lodoslu havalarda kimse bir şey yiyemiyor, yediğini de çıkarıyordu.

‘‘Ben kara çocuğuyum, denizi ne bileyim?’’ deyip Beyoğlu'nda açtığı meyhane de battı. Çünkü bütün müşterilerden fazla içip, hepsine içki ısmarlıyordu. Sonra plastik işine mi girdi, neydi pek anımsamıyorum. Bir gün Tahtakale'den geçerken onu bir işportanın başında keyifle bağırıp çağırıp müşteri çekerken gördüm. Başı kalabalıktı ve müşterisi de iyiydi. Beni bir bakışta tanıdı.

‘‘Bir alay zengin marketi var, ama bir tane fakir marketi yok. Ben şimdi üç beş kuruş biriktirdim. Bankadan kredi de alacağım ve Migros gibi, Gima gibi bir market kuracağım. Ama benimki ucuz işporta marketi olacak. Her birkesler işportalara koşuşturacak.’’

‘‘Nasıl yani?’’

‘‘Sen bilirsin, hani Londra'nın Covent Garden'deki işporta marketi gibi... Marketin her satıcısı işportacı olacak.’’

Yanaklarından öpüp onu işporta marketi umuduyla ve işporta müşterisiyle başbaşa bırakıp yürüyüp gittim. Sonra da evimi satıp arkadaşımın işporta marketine ortak olmadığıma pişman oldum. Gerçi yine battı ama olsun.

* * *

Darülaceze'deki yan yatak arkadaşım Sefer Fil'di. Mum sandığı bir dinamiti yakıp, kolunu nasıl kaybettiğini koca sesiyle gülerek anlatırdı.

‘‘Patlamadan sonra pantolonum ayak bileklerime düştü. Ayağımda don mon da yok. Bir gece önce yıkayıp asmışım. Hürriyet-i Ebediye Tepesi'ndeki girdiğimiz mağarada arkamdan gelen arkadaşlara mahçup oluyorum. Yani, kıçım açıkta. Hemen elimi attım, ama pantolonu bir türlü belime çekemiyorum. Sonra bir baktım ki, ne elim var ne kolum!.. Pantolon ondan yukarı çıkamıyormuş.’’

Sonra Sefer Fil, kalan tek eliyle muhteşem yağlı boya resimler yaptı. Sonra da usta elektrik teknisyeni emeklisi mi ne olmuş, moruk yaşımızda can arkadaşım Aysan bir gün bizi bir araya getirdi. Zurna gibi sarhoş olup birbirimize yeni umutlarımızı anlattık. İkimiz de tekrar yağlıboya resme başlayacaktık ve resimleri birbirimize satacaktık.

* * *

Bu yazdıklarımı size gevezelik olsun diye anlatmadım. Hepsi de bütün bunaklığıma rağmen harfi harfine doğrudur sanırım. Geçen haftaki UMUT YAZIMDAN sonra, faksımın káğıtları bitti. Telefonum susmadı, mektuplar hálá geliyor...

Bu e-mail dedikleri elektronik postamın şifresini de yine bunaklıktan unuttuğum için, oralarda neler oldu bilmiyorum. Ben, Hürriyet Gazetesi'ne gideli beri sizlerden bu kadar haber alamadım.

Demek ki önünüze konan bu kara, hatta kapkara günlere ve geleceğe itirazınız var ve de çok haklısınız!..

Tarihle biraz ilgilenenler bilirler, bu ülkeyi Büyük İskender, Haçlılar, Aksak Timur çiğnemiş geçmiş. Birinci Dünya Savaşı sonrası düşman girmiş, yakıp yıkmış. İkinci Dünya Savaşı sırasında süpürge tohumlu, günde adam başı 150 gram ekmek yenmiş. Şeker bile bulunmamış da üzümle çay içilmiş. Ama intihar etmek kimsenin aklından geçmemiş. Geçmiş olsaydı zaten ben şimdi yoktum ve siz bu zevzek yazıları okumamış olacaktınız. Çünkü benim umutlarım vardı ve bu yaşta bile hálá var!..

* * *

Benim ismini vermek istemediğim bir gençlik arkadaşım vardı. Çünkü hálá hayatta. Kara, kuru, çirkinin dik alásı, aramızdaki en cüce herifti. Gitti mahallenin en güzel kızına áşık oldu. Üstelik çulsuz bir oğlandı ama, kızın babası da zengin mi zengindi... Tüm arkadaşlar bizim kavrukla dalga geçti. O hep umutla sırıtıyordu ve bizi hiç iplemiyordu. Sizce kızı aldı mı dersiniz?
Yazarın Tüm Yazıları