25 Ağustos 2002
‘‘Haydin hanımlar beyler, azcık sıkışalım. Şişşt dayı birazcık geri gidiver!‘‘ ‘‘Guşuguh!’’
‘‘Sen de çocuğunu kucağına alıver bacım.’’
‘‘Deli misin ayol, kazık kadar herifi kucağıma nasıl alabilirmişim? Çocuk 13 yaşında!’’
‘‘Oğlunun bacak kısmısını dayı kucaana alsın. Yükleniver dayı!’’
‘‘Gulurguk!’’
‘‘Ne diyon yahu? Altı üstü beş saatlik yol gideceez.’’
‘‘Ingıhgıh!’’
‘‘Adamın kafası sıkışmış. Konuşamıyor lan maavin.’’
‘‘Şişt hanım abla, memelerini dayının kafasından çek yoksa ihtiyar havasızlıktan gidici.’’
‘‘Hadi len maavin, şunları yerleştir biz de binelim.’’
‘‘Siz kaç kişisiniz emice?’’
‘‘Karım, kaynanam iki de çocukla beş kişiyiz ailecek.’’
‘‘Arka kapıya gelin, oradan girin.’’
‘‘Arka kapıyı demin açtık ama, üstümüze beş yolcu düştüydü.’’
‘‘Sen de içeriye doğru bastırıver be emice. Hadee hadee yolculaar, yetişen gidiyoo!’’
‘‘Benim yerim kaç numara bir bakıver evladım.’’
‘‘Nah şu çarşaflı kadının yanı nine.’’
‘‘Ama onun yanında iki herüf oturuyoo.’’
‘‘Sen de kenardan sıkışıverirsin.’’
‘‘Sen beni solucan mı sandın len? Kaldır o herüfleri. Orası benim numaram.’’
‘‘Onların da numaraları aynı be nine. Aynı yeri üç kişiye satmışlar. Hadee kalkıyoo, yetişen biniyoo! Burda kaldım diye ağlamak yok.’’
‘‘Hişt gardaş, deminden beri cebimdeki leblebileri yiyip duruyon.’’
‘‘Hay Allah, ben onu kendi cebim sanmıştım. Sıkışıklıkta olur böyle şeyler.’’
‘‘Muavin bey, ben sepetimi nereye koyacağım?’’
‘‘Tavanda çanta koyma yeri var.’’
‘‘Ama orada yatmış adamlar var.’’
‘‘Sülümaan, kapıları kapat kalkıyoz. Ya Allah bismillah. (Gargargar!)’’
‘‘Ağır ol abi, daha beş kişi koşuyor.’’
‘‘Şoför oğlum daha ne kadar yolumuz kaldı?’’
‘‘Aha şu rampayı inince geldik sayılır. Anaa, frenler tutmuyoo!’’
‘‘Sola kıvırt be sola!’’
‘‘Hayır, direksiyonu yamaca doğru kıvırt! Uyy, gidiyoz len, eşhedüenn....’’
‘‘Ben sana sola kıvırt demedim mi len!’’
‘‘Şangırr!’’
GAZETE HABERİ:
Dün Hacıbektaş'tan Adana istikamámetine giden yolcu otobüsü yuvarlanıp devrildi. 40 kişilik otobüste 33 kişi öldü ve 37 kişi yaralandı.
*
‘‘Bak oğlum, nah bunun adı tabanca. Tabancasız erkeğe erkek demezler. Daha şimdiden alış. Bak bu tetiği çekince güm deyi patlar, düşmanını haklar. Düğünde yahut milli maçtan sonra havaya iki carcür saydırırsın, etiraftakiler 'Helál olsun bu koçyiğide' derler. Aha şu kediye nişan al bakayım benim errkek oğlum.’’
GAZETE HABERLERİ:
Beş yaşında bir çocuk, babasının tabancasıyla oynarken annesini vurdu.
Dünkü maçtan sonra havaya sıkılan kurşunlardan 3 kişi öldü, 8 yaralı var.
Son tabanca olayı da dün tuvalette yaşandı. Caminin tuvaletine giren Cemil Canver adlı şahıs, pantolonunu sıyırıp çömelince arka cebindeki tabancası düşüp ateş aldı. Mabadından ağır yaralanan Cemil, etraftan yetişenler tarafından hastaneye kaldırıldı ve ameliyata alındı.
*
‘‘Avizeye sıkı sarıl Yüksel, sakın bırakma!’’
‘‘Tutunuyom ama yine de kıçım ıslanıyo. Ana be, yağmurda bizim evi hababam niye su basıyo?’’
‘‘Evi kondururkene baban tepeye çıkmak zahmetli olur, evin yolu düzayak olsun diye buraya yapmış. Burada eskiden Káğıthane Deresi mi neyimkin varmış. Allah'tan geçen sene üçüncü katı da çıktık da, boğulmaktan kurtulduk.’’
‘‘Alt kattaki kiracılar ne yaptılar acaba?’’
‘‘Onlar tedbir olsun diye şişme bot almışlardı binip gittiler.’’
‘‘Ana be, babam nerde?’’
‘‘Televizyonu kurtarmak için demin dalmıştı. Nerdeyse suyun üstüne çıkar.’’
‘‘Benim karnım acıktı.’’
‘‘Dünden kalma etli patates vardı. Mutfağa dalayım da getireyim. Culump!’’
‘‘Dur kız dalma, patatesler suyun üstüne çıkmış geliyorlar.’’
GAZETE HABERLERİ:
Dün yağan şiddetli yağmurlar nedeniyle yurdu su bastı. 6 kişi sellere kapılıp kayboldu, ayrıca Beşiktaş'ta caddenin çökmesi sonucu 3 kişi yaralandı. İzmir'de su dolu belediye çukuruna düşen arabada bir aile can verdi.
Kilyos'ta ve Şile'de yüzme bilmeyen 8 kişi boğuldu. Boğulan kişileri kurtarmak için denize atlayan 4 kişiden ise haber alınamadı.
*
‘‘Hadi len Cemo, halaya kalksana.’’
‘‘Hele dur sürükleme be, daha ırakım bitmediydi.’’
‘‘Leey leey, dibi dibi loo!’’
‘‘Len Kazım, çok zıplama el bombaların fena sallanir!’’
‘‘Leey leey, dibi dibi.... GÜMBÜRRT!’’
‘‘Uy anam yandım!’’
‘‘Ateş etmeyin lo, PKK basmadı, Kazım'ın el bombaları düştü patladı!’’
GAZETE HABERLERİ:
Düğünde halay çeken korucuların boyunlarındaki el bombaları zıplarken düşüp patladı. Diğer korucular da PKK bastı sanıp düğün halkına makineli tüfeklerle ateş açtılar. Düğünün bilançosu 21 ölü, 38 yaralı.
Ayrıca Siverek'te yiyecek aramak için çöplüğü karıştıran çocuklar, top mermileri buldular. Mermileri kurcalayınca patlama sonucu 3 çocuk öldü.
Dün de Gültepe'de tüpgaz faciası yaşandı. Dükkána sığmadığı için caddeye dizilen tüpler, sıcağın etkisiyle patladı. 2 apartman yıkıldı, 4 ölü var.
Ayrıca dün şofben zehirlenmesinden sadece 2 kişi hayatını kaybetti.
*
‘‘Alo, Hızır Acil mi? Kardeşim yarım saattir cankurtaran bekliyoruz. Adam yaralı, yolda yatıyor.’’
‘‘Alo, yahu cankurtaran ne oldu? Adam bir saattir kan kaybediyor. Yarasına mendil mi basalım? Bastık be! Kanı durdurmak için tütün de bastık. Şoför cumadan dönünce hemen gönderecek misiniz? Ulan cankurtaranı Tekirdağ'dan çağırsaydık şimdiye kadar gelirdi.’’
‘‘Abi boşuna nefes tüketme. Bu cankurtaranlar gelmez. Geçenlerde bizim kayınvalide kalp krizi geçirmişti, cankurtaran çağırmıştık ertesi gün geldi.’’
‘‘Peki ne yapalım, adam gidiyor.’’
‘‘Kanama olduğu için taksiciler almaz. En iyisi şu karpuzcunun kamyonetine atalım. Hem de karpuzların üstünde uzanabilir.’’
‘‘Haydi tutun şunu sevabına. Herifi sallamayın be!’’
‘‘Ağır yaralımız var hastabakıcı kardeşim. Ne, hastanede yer yok mu? Demek koridorlar bile dolu. Dispansere mi götürelim? Zaten oradan geliyoruz, dispanser kapalıydı. Hayır, ilkyardımdan da almadılar. Sadece bir iğne vurup size gönderdiler. Peki, Cerrahpaşa'ya götürelim.’’
‘‘Çapa'dan geliyoruz, size gönderdiler. Yaa, demek doktorlar ameliyatta... İki saatten önce çıkmazlar mı? Adam gidiyor be! Hey karpuzcu, çek bir özel hastaneye. Ceremesi neyse buluşturup veririz. Göz göre göre adamcağızı ölüme terk edemeyiz.’’
‘‘...Lan karpuzcu, yaralıyı ne yaptın? Bak sedyeciler bekliyor karpuzların arasından yaralı çıkmadı. Kırk yılda bir hastane bulduk, bu sefer de yaralıyı bulamıyoruz. Sıkılıp kaçmış mıdır? Deli misin be, can vermeye dermanı olmayan adam nasıl kalkıp da kaçabilir? Bence sen haldur huldur araba sürerken adamı yolda düşürdün. Haydi kamyonete atla da geri dönüp herifi arayalım.’’
GAZETE HABERİ:
İstanbul'da Emin Göçmez adında ağır yaralı bir adam kaybolmuştur. Emin eve dönmediği için ailesi merak edip polise başvurmuştur. Polis üç gündür yaralıyı aramaktadır.
ÖNEMLİ NOT: Yukarıdaki gazete haberlerinin hepsi doğrudur.
Yazının Devamını Oku 18 Ağustos 2002
Sabahları gazeteyi alır almaz daha manşetini okumadan turistik ilan sayfalarını açıyorum. Gözlerimi Antalya, Marmaris veya Çeşme'deki otel, motel ilanlarına dikip hiç kıpırdamadan saatlerce oturuyorum. Yalnız otel değil, gezi gemisi ilanları da var. Örneğin gemiyle Volga Nehri gezisi... Hem de gemide yatıp kalkmacasına... Ama bu gezinin benim için iki mahsuru var. Birincisi; gemiye binmek için beş saat uçak yolculuğu yapıp Petrograd'a gitmek gerekliymiş. İkincisi; benim kaptan kıyafetim yok. Haydi armalı, sırmalı bir kaptan elbisesi diktirdim diyelim, uçakta beş saat sigara içmeden nasıl duracağım? Aynı sigarasızlık belası Antalya, Marmaris için de geçerli. Sigaramdan öksüz doyuran bir nefes çekip otobüsle, uçakla gidilmeyen bir tatil yeri ilanı aranıyorum. Bre, yok Allah yok! Paralı adam İstanbul'da yaşıyor. Tatile çıkanların çoğu İstanbullu... Ama turistik tesisleri ne halt etmeye taa cehennemin dibine yaparlar? Müslüman'a eziyet olsun diyedir herhalde!..
Sonunda sordum soruşturdum, ansiklopediler karıştırdım, tatil keyfi ehli arkadaşlardan bilgiler edindim, evden çıkıp birbuçuk saatte varabileceğim gizli bir tatil oteli buldum. Üstelik Ada vapurunda çayını yudumlayıp sigaranı tüttürerek gidebiliyorsun.
*
Heybeliada'daki otelim dünya güzeli. Eski yanmış bir konaktan, aslına sadık kalarak otel icat etmişler. Yüzme havuzu bile var. Ama asıl bir manzarası var ki, en kurak gönüllere şerbet şeker olup bencileyin miyop gözlerin derdine derman olur.
Elimde tonik kadehi, (alkolsüz tabii) balkondaki koltuğuma kurulup yandaki Burgaz ve Kınalı adalarını karşıda hamamböceği misali üst üste binmiş İstanbul'un beton apartmanlarını seyrana durdum. İstanbul milleti cayır cayır yanarken, benim balkon püfür püfür. Sanki melekler üflüyor. Denizi dün gece iyice ütülemişler gibi. Üstünde en küçük bir dalga çiziği bile yok. Süt beyazı Ada vapurları podyumda yürürcesine önümden kırıta kırıta geçiyorlar. Ama vapurları seyrederken yolculuğumun anısı olarak burnuma ter ve ayak kokusu geldi. Yahu bizim millet yüzyıllardır suyla niye kavgalı? Üstelik yüzde 99'u Müslümandır diye bir rivayet var. Müslüman ne demek? Günde 5 kez aptes alıp 5 kez ayağını yıkayan adam demek. Haydi suyla aran bozuk, deodorant diye bir icattan da mı haberin yok? Oysa yeni icatlar üstüne en meraklı millet bizimkidir. Vapurda bir sayım yapsam, 10 kişiden 8'inde cep telefonu çıkar.
Burnumdaki koku balkon keyfimi kaçırdı. Odaya girip televizyonu açtım. Ekranda Süreyya Ayhan, ceylan gibi sekiyor ardındaki Romen kızı bizimkini yakalamak için nafile yırtınıyordu. Ağzım kulaklarımda, Süreyya'nın altın madalya alışını, İstiklal Marşımızın gümbür gümbür çalınışını izledim. Burnumdaki ayak kokusu, tarifsiz kederlerim, milli aşağılık duygularım hatta belimin ağrısı bile uçtu gitti. Keyifle İzmir Marşı'nı ıslıkla öttürürken medyamızın gözüpek cengáverleri Hıncal ve Fatih aklıma düştü. Islığım dudağımda, keyfim kursağımda kalakaldı. Kızın, devletin sırtından asalak gibi geçinmesinden başlayıp, 13 yaşında bir sübyanken antrenörüyle zamparalığa kalkışmasına kadar döşenmişlerdi Allah döşenmişlerdi. Fidan gibi bir Anadolu kızcağızını çalakalem, ince kıyım doğramışlardı. ‘‘İkinize ceza verdim, yazılarınızı birer hafta okumayacağım işte!’’ diye öfkeyle homurdandım. O öfkeyle odamdaki halının kenarının yırtık, dolap kapaklarının karakol grisine boyalı olduğunu fark ettim. Mini barda da tonik yoktu. İyice tadım kaçtı.
Tatil keyfini tekrar yakalamak için mayomu giyip havuza indim. Su berrak bir limonata gibiydi. Daldım çıktım, bir Boğaz çocuğu olarak kravl, sırtüstü, kelebek yüzerek bütün hünerlerimi gösterdim. Çaktırmadan baktım, havuz kenarında sere serpe yayılıp güneşlenen hanımların hiçbiri yüzme gösterimle ilgilenmemişlerdi. Ama ünlü Cek-Nayf atlayışıma ilgisiz kalabilecekler miydi bakalım? (Cek-Nayf atlayışı şöyle oluyor: Havaya sıçrayıp ellerinizi ayaklarınıza değdiriyorsunuz, sonra da düşerken bedeninizi açarak düzeltip bıçak gibi suya dalıyorsunuz. Cek-Nayf zaten çakı demektir)
Havadayken ellerimi ayaklarıma değil ama dizlerime değdirebildim. Fakat suya bıçak gibi değil de karın üstü düştüm. Son olarak 30 yıl önce atladığımı unutmuştum. Bu kez bütün hanımlar ilgilendi. Herhalde çıkan pıloff sesi ve sıçrayan sular dikkatlerini çekmişti. Yine de tatil keyfimi bozmamak için aldırmadan sudan çıkıp bir şezlonga uzandım. Güneşin sıcak ışınları anne şefkatiyle beni sarıp sarmaladı. ‘‘Anasını satayım, bugün içilmez de ne gün içilir?’’ deyip gelen garsona bir layt bira söyledim. Bedenimi yaramazca çimdikleyen sıcağın üstüne buzlu birayı çekince gerdanı okşanan bir kedi gibi zevkle mayıştım. Yanımda getirdiğim Asımov'un kitabını açtım, ilk satırı tam dört kere okudum ama hiçbir şey anlamadım. Demek beynim de keyiften mayışmıştı. Sonra bir satıcı ‘‘Taze leeyr’’ diye bağırmaya başladı. Havuzun bulunduğu bahçe duvarı, denize inen bir ara sokağa bitişikti. Satıcı da o sokakta ‘‘Taze leeyr’’ diye ünülüyordu. Tazeler diye bağırıyor ama, neyin taze olduğunu söylemiyordu herif. Madem malını satmak istiyorsun, ne sattığını söylesene be adam. Millet senin ne sattığını öğrenmek için iskambil falı mı açacak sanıyorsun? Beşinci ‘‘taze leeyr’’den sonra dayanamayıp homurdanarak kalktım. Duvara gidip adamın ne sattığını öğrenmek istedim. Ama duvar boyumdan yüksekti. İki zıplama girişiminde bulundum. Göbeğim nedeniyle fazla yükseğe çıkamadım. Üstelik memelerim de sallanıp beni gıdıklıyordu. Düşe kalka yandaki ağaca tırmanıp sokağa baktım. Sokak boştu ve satıcı gitmişti. Aman canım, herhalde salatalık satıyordu. Yoksa balık mı satıyordu? Domates veya patlıcan da olabilir. Bu herif ne satıyordu yahu?
*
Akşam yemeğinde keyfim yerine gelmişti. Otelin yarısı açık, yarısı kapalı güzel bir restoranı vardı. Örtüler ve peçeteler pırıl pırıl temiz, rahat yayılabilmeniz için sandalye yerine koltuk koymuşlardı. Aman, hepsini tadayım derken hep aç kaldığım için açık büfeye yüz vermedim. Pilavlı bir şiş kebap söyledim. Bahçede bir saz takımı fasıl geçiyordu. Çocukluğumdan beri en sevdiğim şarkıları çalıp söylüyorlardı tesadüfen. Et, ekmeğin üzerine sürülüp yenecek kadar yumuşaktı. Keyfim keyfti! Kendimi tutmasam, bir bira daha söyleyecektim. Üstelik layt olmayanından... Yalnız etin biberi eksikti. Az sonra garsonu çağırdım,
‘‘Oğlum bu alet ne?’’
‘‘O biberlik efendim.’’
‘‘Biberliğin içinde ne olur?’’
‘‘Tabii ki biber olur.’’
‘‘Demek ki bu biberlik tuzluk taklidi yapıyor. Çünkü bunun içinde tuz var. Üstelik yanındaki tuzlukta da tuz var.’’
*
Bulutsuz gökyüzünde incecik yay gibi bir hilál vardı. Yıldızlar da hilálin ışıltısını seyre gelen konuklar gibi şen şakrak pırıldıyorlardı. Romantizmden ötürü gözlerim yarı kapalı bir uzun hava mırıldanırken, Hasan Mutlucan kalınlığında bir ses,
‘‘Aa, burası tam Mayorka Adası'na benziyor Mükü.’’ dedi. Mükü de,
‘‘Bizim rahmetliyle balayımızı Mayorka'da geçirmiştik’’ diye cevap verdi.
‘‘Ben olsam Rodos'u tercih ederdim. Bir kalamar yapıyorlar, parmaklarını yersin. Üstelik onların rakısı da anason kokmuyor.’’
İki balkon ötemde ben yaşa yakın ama, göbeklerine kadar açık buluzlar giyinmiş, güneşten kapkara kesilmiş iki otel müşterisi hanım sohbet ediyorlardı. Sigaradan sesi bas-bariton olmuş hanımın dediklerine göre, ikisi de hayırlısıyla kocalarını gömmüşler, şimdi yaz-kış turistik turlara katılıp adamlardan kalan paraları afiyetle yiyorlardı. Kadınlar Hong Kong'la Paris'in fiyatlarını mukayese ederken dayanamayıp odama girdim. Romantizmimin ırzına geçmişlerdi.
*
Gece birden uyandım, Süleyman'dan, Erbakan'dan, Ecevit'ten kurtulmuştuk ama, memleketi Baykal'dan kim kurtaracaktı? Adam hababam gidip gidip geliyordu. Ecevit gibi olmasına daha 20 yılı vardı. Fakat ülkenin daha 20 yılı var mıydı acaba?
Vatan-millet meseleleri yüzünden, yayla gibi yatağımda sabaha dek tam dört kez daha uyandım. Sabah da bavulumu toplayıp otelden ayrıldım.
*
Şimdi evde yine turistik ilanlara bakıp tatil hayalleri kuruyorum. Ama bugün üstümde bir tuhaflık var. Nedenini epeyce düşünüp sonunda buldum. Bugün başım ağrımıyor. Ama niye ağrımıyor acaba? Mutlaka yine bir terslik olmuştur.
Yazının Devamını Oku 11 Ağustos 2002
Bu dibi yere yapışık alçacık koltukları icat edenin başına koltuk kadar taş düşsün. Ben boyda biri üstüne oturmak gafletinde bulununca dizleri kulaklarına değiyor. Yani alaturka helada çökmüş pozisyonuna giriyor. Kalkabilmek için adamda Hasan Şaş'ın bacak gücü olması gerekir. Hele benim gibi bacakları gençken bile kürdan misali ince 90 kiloluk biri için hırp diye ayağa dikilmenin mümkünü yok.
Biraz denizi seyran edeyim diye pencerenin önüne çökmüştüm. Issız bir adaya ekmeksiz susuz düşmüş gibi koltukta mahpus kaldım. ‘‘Eliif, gel beni bu cenabetten kurtar!’’ diye feryat ettimse de Elif, elektrik süpürgesiyle halılara girişmiş olduğundan ve aynı zamanda çamaşır makinesi çalıştığından ve de karpuzcu apartmanın önüne park edip hoparlör gücüyle karpuz satmaya çabaladığından bu patırtı avasında feryatlarım hallaç tosuruğu gibi güme gitti. Mahpus damında açlık susuzluk neyse ne de sigarasızlık dayanılmaz bir bela... Masamın üstüne kırıtarak duran sigara paketimle uzun süre bakıştık. Madem yukarı kalkamıyorum ben de aşağı inerim deyip kendimi koltuktan yere bıraktım. Emekleyerek masaya kadar gittim. Allah'tan elim kolum tutuyor. Masanın kenarına tutunup kendimi yukarı çektim. Ayağa dikilince ‘‘Kız şıllık, ben koltukta inilerken adam merhamete gelir, kalkıp gelip bir sigara ikram eder. Seni içmiyorum işte kalleş!’’ deyip masadaki sigara paketine posta koydum. Mutfağa gidip kendime yeni bir paket açtım. Sonra en çiçekli böcekli sarılı morlu gömleğimi giyip ensemde uzayan saçlarımı bir lastikle tutturup kendime at kuyruğu yaptım. Benim at kuyruğu biraz diş fırçasına benzedi ama neyse...
Bu saç konusu bende bir hicran yarasıdır. Yaşlanayım da saçlarım yanlardan beyazlansın, kıranta film artistlerine benzeyeyim diye yıllarca hasretle bekledim. Ama yandan değil tepeden beyazlandı. Üstelik saç beyazı değil et beyazı...
Sonra da bastonuma atlayıp dıgıdık dıgıdık oyuncakçının yolunu tuttum.
*
Bizim Mecidiyeköy'de bir oyuncak mağazası var. İçinde yok yok. Elektrikli trenler, konuşan bebekler, havlayan Japon köpekleri, cikleyen robot kuşlar, bebekler, toplar... Bu robot itler tam Bekir Coşkun'luk. Yemek, su istemiyor. Oraya buraya kakasını çişini yapıp ortalığı kokutmuyor. Terlik, perde altı filan paralamıyor. Sadece hoplayıp havlıyor. Sahici kuşum olduğu için bir robot köpek aldım. Beni yol hasieti bastığı için bir de oyuncak tren aldım. Oyuncak deyip geçmeyin makaslı rayları, lokomotifi, açık kapalı vagonları, ışıkları her şeyi bir tamam. İstasyon binası bile var. Sığabilsem içine binip gezeceğim. Çocuk parkında arkadaşlarla kolasına maç yaparken çektiğim şut karşıdaki apartmanın camını kırmıştı. Camı ödememe rağmen kadın öfkelenip topumuzu geri vermemişti. Arkadaşlarım da beni yine oynatsınlar diye onlara kocaman bir futbol topu aldım. Yüzüme tuhaf tuhaf bakan satıcı kıza,
‘‘Torunlarım çok sevinecek’’ dedimse de pek inandığını sanmıyorum. Çünkü alışverişten önce dükkandaki oyuncaklarla yarım saat kadar oynamıştım.
Mecidiyeköy hep kalabalıktır, insanlar yolda itiş kakış zor yürür. Dönüşte göbeğine kadar açık tişört giymiş bıngıl bir kız,
‘‘Ne o birşey mi düşürdün beybaba?’’ diye sordu.
‘‘Galiba gözlüğümü düşürdüm.’’
‘‘Gözlüğünü herhalde göğüslerimin arasına düşürdün ki orada aranıyorsun. Burnunu memelerimin arasından çek!’’
‘‘Hay Allah, ben de bu güzel koku nereden geliyor diyordum. Gözlüksüz ben burnumun ucunu bile göremem ki oğlum.’’
‘‘Sen bu numaraları gel de nineme yap. Gözlüğün gözünde bunak moruk!..’’
Bizim sokağa sapınca kasabın önünde durup elimdekileri götürüp evin kapısına bırakması için çırağa verdim. Ben de kasabın karşısındaki gazete bayiinin asılı dergilerini karıştırmaya başladım. Bol memeli, bol kalçalı dergileri iyice tetkik ettikten sonra bir bilim dergisiyle bir tarih dergisi alıp eve döndüm.
*
Odamda trenimle tam Paris'ten kalkmış Manş Tüneli'ni geçip Londra Viktorya İstasyonu'na doğru yol alırken basıldım. Hanım kaşlarını çatmış kapıda duruyordu.
‘‘Ele güne rezil olduğum için artık sokağa çıkamıyorum. Yetmişine geliyorsun, artık yaşına uygun davransana!..’’
‘‘Yine ne yapmışım ki?’’
‘‘Hangi birini sayayım?.. Bitişikteki Osman Beyler'in bahçesinden erik çalarken ağaçtan düşüp başını yarmanı mı? Ağzından fırlayan protez dişlerini gecenin köründe bahçede saatlerce aramamızı mı? Yoksa, iki arkadaşım misafirliğe gelince bir koşu tam ortalarına oturup gözlerini bacaklarına dikmeni mi? Hele anlattığın belden aşağı fıkralar tam bir rezillik!.. Senin yüzünden artık kimseleri çağıramıyorum. Kafelerde buluşup görüşebiliyoruz. Eve bir kız arkadaşını çağırmaya korktuğu için oğlun da senden şikayetçi!..’’
‘‘Arkadaşlarına ne yapabilirim yahu? Onun odası ayrı.’’
‘‘Çocuklar tam iki çift laf edecekken odaya dalıp oğlanla zorla güreş tutuşmana ne demeli? Üstelik güreşirken naralar atıp, küfürler ediyorsun.’’
‘‘Ama herifi hala yeniyorum ya sen ona bak!’’
‘‘Senin eğilip çorabını giymeye mecalin yok. Oğlan, bir tarafını kırmaktan korktuğu için kendini hemen yere atıyor. Hele giyimin tam bir rezillik! Biraz üstüne başına dikkat et, yaşına uygun giyin.’’
‘‘Ne varmış üstümde başımda?’’
‘‘Hiçbir şey yok. Bir dondan başka gerçekten hiçbir şey yok.’’
‘‘Bu sıcakta onu da çıkaracağım ama utanıyorum.’’
‘‘O kılıkta gidip kapıyı açmaya utanmıyorsun ama.’’
‘‘Ne yani kapı çalınınca koşturup smokinlerimi mi giyecektim.’’
‘‘Sokağa çıkarken giyindiğin allı güllü palyaço kıyafetleri yerine smokinle gezmek daha evla... Hiç olmazsa deli yerine garson zannederler. Bundan sonra eve arkadaş getirip oyun oynamak da yok! Ortalığı perişan ediyorsunuz. Döküntülerinizi iki günde zor topluyorum. Artık yaşına uygun arkadaşlar edin.’’
‘‘Arkadaşlarım niye uygun değilmiş?’’
‘‘Çünkü, en büyüğü 8 yaşında.’’
Tolga, daha 15 dakika takaza edip odadan çıktı ama son birşey söylemek için geri dönünce beni arkasından ‘‘Bülü!.. Bülü!..’’ yaparken yakaladı. Bülü bülü şöyle yapılıyor: Başparmaklarınızı kulaklarınıza sokup ellerinizi sallarken dilinizi de dışarı çıkarıp oynatıyorsunuz. Tabii bu sırada gözlerinizi de şaşı yapabilirseniz bülü bülünüz harika olur.
*
İki basamak tırmanınca nefes nefese kalıp tıkanmama, sabahları yarım saat süren öksürük sololarıma, ağrılarıma, sızılarıma, zırt pırt hastanelik olmalarıma rağmen şu ihtiyarlık işini bir türlü beceremedim. O kadar uğraşıyorum da ak sakallı, nur yüzlü, halim selim, ağır başlı, saygın bir ihtiyar olmayı niçin beceremiyorum?.. Acaba ihtiyarlık kursları var mı? Bir bileniniz varsa Allah rızası için bana haber versin.
Yazının Devamını Oku 4 Ağustos 2002
Kapınız hiç tekmelendi mi bilmem ama, benimki her gün iki kez tekmeleniyor. Önce Yusuf, zili çalıyor ama ben kapıyı açmakta biraz gecikince Emir kapıma basıyor tekmeyi. Koşturup nefes nefese açıyorum. Emir, bir başçavuşun azarlayan bakışlarıyla yüzüme bakıyor. Sonra elleri arkasında sert adımlarla içeri dalıp mutfak teftişine başlıyor. Masanın üstündeki meyvelere ve kurabiyelere boşverip doğru buzdolabına yollanıyor. Dolabın üst rafına yetişemeyince bana dönüp sert bir sesle ‘‘gısılmıkmama’’ gibisinden bir şeyler söylüyor. Ben de hazırola geçip ‘‘Derhal komutanım!’’ diyorum ve üst raftaki çikolatadan bir parça koparıp Emir'e uzatıyorum. Bazen yaldızlı káğıdı çikolatanın üstünde oluyor. Emir, elini uzatmak zahmetine bile katlanmadan ‘‘fırıtgıb’’ diye sert bir emir daha veriyor. Ben de özür dileyip çikolatanın yaldızlı káğıdını soyup öyle veriyorum.
Bizim kapıcı Yusuf'un Yasemin ve Emine adlı bahar çiçeği gülüşlü iki küçük kızı var. Ama Yusuf, yıllarca Devlet Bahçeli'den beter bir asık suratla gezdi. Bir sabah ağzı kulaklarında, gülüşünde güller açan bir suratla sabah servisine gelince ben şaşkınlıktan eline 500 bin lira verip bir karton sigara, dört şişe rakı filan ısmarladımdı. Meğer o gece Yusuf'un bir oğlu olmuş. Bu gülüşler iki kızdan sonra erkek çocuk tutturan oğlan babası gülüşleriymiş.
Emir iki yıl içinde büyüyüp ayaklandı. Bukle bukle sapsarı saçlı pehlivan yapılı iki karış boyunda bir babayiğit oldu ve benim haracımı yemeye başladı. Yusuf oğlundan ayrılamadığı için servise çıktığı zaman Emir'i de yanına alıyor. Ben de ona bir gün çikolata vermek gafletinde bulundum. İşte o gün bugündür Emir'in her gün benden çikolata alacağı var.
Geçen gün annesi geldi. Asık bir suratla,
‘‘Artık oğlana çikolata verme Oğuz Amca’’ dedi.
‘‘Niye kız?’’
‘‘Çünkü oğlan her gün çikolata yemekten sıçırgan oldu. Bazen tutamayıp yatağa bile yapıyor.’’ Ben de Emir'e meyve vermeye karar verdim. Elma ve armudu reddetti. Üzümle kavunun yüzüne bile bakmadı. Yutturmak için kirazlara çikolata süsü verip yaldızlı káğıtlara sardım. Sonra káğıdı soyup el çabukluğuyla kirazı ağzına sokuverdim. Bir iki diş attı. Sonra yüzüme küçümser bir bakışla bakıp tuf diye kirazı tükürdü. Ben de ona ‘‘Ziftin pekini ye’’ dedim. O da öfkeyle ‘‘zıpıst mama!’’ diye cevap verdi. Küçük bir çocuğu aldatmaya kalkmanın utancıyla annesinden gizli gizli yine çikolata vermeye başladım. Emir hálá konuşmuyor. Aslında bir sürü laf ediyor da ben anlamıyorum.
Geçenlerde dil dersine başladım. Koca bir çikolatayı burnuna doğru uzatıp sordum.
‘‘Söyle bakalım bu ne? Adını bilirsen sana bunu vereceğim.’’
‘‘Mama!’’
‘‘Hayır efendim mama değil. Yenecek her halta mama diyorsun. Bunun asıl adı ne?’’
‘‘Mama!’’
‘‘Bunun adı mama değil, çikolata. Söyle bakayım, çii-koo-laaa-ta.’’
‘‘Mama!’’
‘‘Hay mama kadar başına taş düşsün! Çikolata oğlum çikolata.’’
‘‘Dede.’’
‘‘Hayır dede benim. Ben çikolata değilim. Hiç olmazsa çiko de!’’
‘‘Puçul!’’
‘‘Hayır bu Avni'ce oldu. Çiko be çiko!’’
‘‘Kuçu.’’
‘‘Sensin kuçu!.. Vermiyorum işte. Konuşmasını öğreninceye kadar sana çikolata yok!’’
‘‘Hıyar!’’
‘‘Sensin!’’
Yusuf'a çaktırmadan herifin ensesine bir şaplak çeksem mi acaba diye düşünürken Elgin'le Alyeska geldi. Kızım yaz tatili için çocukları toparlayıp Amerika'dan İstanbul'a gelmişti. Alyeska Emir'e bayıldı. Torunum zaten bütün erkeklere bayılıyor. Emir'i biraz mıncıkladı. Bir ara kucağına almaya kalktı ama kendi de Emir'den çok büyük olmadığı için yere yuvarlandılar ve yattıkları yerde bir miktar sohbet ettiler.
‘‘Dedee...’’
‘‘Efendim.’’
‘‘Sen bu çocuğun çikolatasını almışsın. Geri vermiyormuşsun.’’
‘‘Hadi be! İt iz may çaklıt.’’
Torunlarım, biraz Türkçe anlıyorlar ama konuşamıyorlardı. Bu nedenle onlarla çaresiz İngilizce konuşuyorum. İnsanın kendi torunlarıyla İngilizce konuşması garibime gidiyor.
‘‘Hem de ona dolt demişsin!’’ (Dolt, İngiliz argosunda hıyar anlamına geliyor.)
‘‘Ama önce o bana dedi!.. Üstelik kuçu bile dedi terbiyesiz herif!..’’
Birden öfkemin yerini şaşkınlık aldı. Alyeska Emir'in Emir'ce söylediklerini bana İngilizce tercüme ediyordu. Acaba oğlan bizim televizyonları seyrede seyrede Türkçe'den önce İngilizce'yi mi sökütmüştü? Televizyonlar her şeyin adı İngilizce. Hatta kendi adları bile İngilizce... Şov, entivi, fileş, Si en en Türk, Si en bi si-i, diskavıri, Best, Kis, Foks, Sine beş, Star vesaire!.. (Bunların sahipleri çocuklarına da Con, Henri, Meri diye mi isim koyuyor acaba?)
Geçen sabah Emir, yine kapıyı tekmeledi ama içeriye girmedi. Cebinden bir cep telefonu çıkarıp mağrur bir edayla alo dedi. Annesi pantolonuna koca bir cep dikmiş o da babasının telefonunu alıp cebine sokmuştu. Bu önemli aletin etkisinden çok emindi. Alo der demez hemen çikolata vereceğimi sanıyordu. Ben de üzüm verdim bozuldu enayi. O öfkeyle elektrik düğmesini beş-on kere açıp kapattı. Benim düğmeler bel hizasındadır. Tembelliğimden ötürü kolumu kaldırmak zahmetine katlanmamak için elektrik düğmelerini bel hizasına taktırmıştım. Sonra mutfaktan koca bir çikolata alıp karşısına geçtim ve ağzımı şapırdatarak yemeye başladım.
‘‘Bunun adı çikolata... Söyle bakayım.’’ O da telefona konuşup,
‘‘Alo salak!’’ dedi.
*
Geçen gün uyuz bir kedi yavrusu getirdi. Aklınca beni kandırıp çikolatayla değiş tokuş edecek. Ben de kediyi alıp erik verdim. Kedisini geri alıp gitti.
Ertesi gün kapıyı yine tekmeledi. Elinde bir çikolata vardı. Yüzüme bakmadan mutfağa yürüdü. Buzdolabını açıp çikolatayı koydu. Yine yüzüme bakmadan elektrik düğmesini bir iki açıp kapattı ve çekip gitti. Tam üç gün uğramadı. Üçüncü günün sonunda içimi hicran bastı, yüreğim ezildi. Kazık kadar herif minik bir bebenin kalbini kırmıştım. Sabah kalkıp pastaneye gittim. Koca bir kutu kuçu yaptırdım. Kapıcı dairesine gidip Emir'i sordum. Babasıyla servise çıkmış daha dönmemiş. Oturup bekledim. Gelince kutuyu açıp ‘‘Al bakalım sana kocaman bir kuçu!.. Sen benim kusuruma bakma’’ dedim. Oğlan annesinin yalvarmalarına aldırmadan yarım kutu çukuyu götürdü. Sonra bir tane de bana verdi.
‘‘Aaa, ne güzel kuçu!’’ dedim. Emir kuçuyu geri alıp küçümseyerek,
‘‘Çikolata!’’ dedi.
Yazının Devamını Oku 28 Temmuz 2002
Arasıra elimde soda bardağı penceremin önüne dikilip karşıdaki Üsküdar'a daldırıyorum. Bir zamanların yeşil Üsküdar'ını çekirge sürüsü gibi yeyip tüketmiş beton apartman yığınına bakıyorum. Artık Sultantepe, Selimiye, Bağlarbaşı nerdedir neresidir anlayan beri gelsin. Bir zamanlar Üsküdar'ın yarısını kaplayan koca Karacaahmet Mezarlığı yenmiş yutulmuş, betonlar arasında incecik yeşil bir şerit gibi kalmış. Orada yatan dedem, anneannem, annem ve yengemin mezarları üstüne bakalım ne zaman salon salomanjeli apartman konduracaklar?
Sonra, Salacak İskelesi'nden atlayıp Kızkulesi'ne yüzen çocuk kendimi acaba görebilir miyim diye miyop gözlerimle denizi tarıyorum. Aklıma İmrahorlu Salacaklı çocukluk ve gençlik arkadaşlarım düşüyor.
Yalkın, Yılmaz, Cevat, Yusuf, Ender, Çakır ve diğerleri şimdi kimbilir ne yapıyorlar. Pelvan Remzi hayatta mıdır acaba? Geçenlerde Kahveci Nihat'ın ölüm haberini aldım. Toprağına nur yağsın içim yandı. Nihat sarışın, babayiğit kahvesine gelen gençlere şefkatle yol yordam öğreten eski bir İstanbul delikanlısıydı. Hep güleç ve yumuşak başlıydı ama Kıvırcık Muzaffer ve Arap Hilmi gibi Üsküdar'ın namlı kabadayıları bile Nihat'a çekinik bir saygı gösterirlerdi.
*
Bir gece, iddialı bir bilardo maçına daldırdığımız için gece yarısını buldurmuştuk. İşe gidenler kahvaltılarını yapabilsinler diye kahvesini çok erken açan Nihat'ın mavi gözlerinden uyku akıyordu. Ama nezaketinden bizleri kışkışlamıyordu.
Ben tam topları sotaya getirip dördüncü sayımı çekecekken kahveye bağırış, çığırış, sallana, yıkıla Selim Ağabey'le Recep Ağabey girdiler. İkisi de Arap'ın meyhanesinden geliyorlardı ve zurna gibi sarhoştular. Nihat'ın koyu sade kahveleri bile onları yatıştırmadı. Doğanspor ve Üsküdarspor rekabeti yüzünden aralarında yine hır çıkmıştı. Oysa iki takım da aynı yörenin takımlarıydı. Çoğumuz hangi takımın o hafta maçı varsa gidip o takımda oynardık. Ama Selim Doğanspor'un, Recep Üsküdarspor'un manevi kaptanıydılar. Kimse onları seçmemişti. Onlar, kendilerini kaptan tayin etmişlerdi. Geçkince yaşları ve pazu güçleri nedeniyle hiçbirimiz kaptanlıklarına itiraz edememiştik.
Kim kimi nasıl ve ne kadar yendi kavgası uzayınca Nihat, şamatayı kesmek için
‘‘Bu iş kahve masasında değil, sahada anlaşılır’’ dedi. Selim de
‘‘Haydin, toparlanın gidiyoruz!’’ diye ayağa dikildi.
‘‘Nereye gidiyoruz Selim ağabey?’’
‘‘Maç yapmaya gidiyoruz. Tabii, bu Recep ödleğinin gözü yerse!..’’
‘‘Kim ben mi korkacağım? Üsküdarspor'un bebeleri bile size daha geçen hafta 5 basmadılar mı?.. Daha fazla atacaklardı ama ben araya girip ‘‘Yapmayın ayıp oluyor. Hepiniz aynı semtin çocuklarısınız!’’ dedim de 5 taneyle kurtuldunuzdu.’’
Bu laflar Doğanspor'un kalecisi Turgut'un ağırına gitmişti. Elindeki istekayı hışımla salladı.
‘‘Hakem bir maçta bize 4 penaltı verirse tabii yeniliriz. Hakem, Recep ağabeyin iş ortağı olunca siz Fenerbahçe'yi bile yenersiniz.’’
‘‘İyi ama nerede oynayacağız abiler?’’
‘‘Anadolu Kulübü'nün top sahasında.’’
O yıllarda Şemsi Paşa'nın deniz kıyısındaki Anadolu Kulübü'nün taşlı topraklı küçük bir futbol sahası vardı. Elektrik filan hak getire. ‘‘Bu karanlıkta topu değil birbirimizi bile göremeyiz Recep abi.’’
‘‘Tabak gibi mehtap var be.’’ Yılmaz yarın sabah yazılım var diye mızırdanacak oldu.
‘‘Bu gece maçına gelmeyen Üsküdarspor formasını bir daha rüyasında bile göremez!’’
‘‘Ben de Doğanspor'da oynatmam vallaa!’’
‘‘İyi ama biz burada üç - beş kişiyiz. İki takım etmeyiz.’’
‘‘Yürüyün lan, biz buluruz. Adamdan çok ne var memlekette!’’
Düşmemek için birbirine tutunup yürüyen Selim ve Recep ağabeylerin peşine takıldık. Kahvenin karşısındaki simitçi fırınının çırağını da zorla yanımıza aldık. Nihat'ın kahvesinden 30 metre uzaklıktaki Yusuf'un kahvesine uğrayıp son kalanları ekibe kattık. Hatta Pelvan Remzi'ye bile razı olduk. Takımlar yine tamam olmayınca bir kaç ev dolaşıp oyuncuları yataklarından kaldırdık... Sonra Recep ve Selim ağabeylerin evlerine uğrayıp malzemelerimizi aldık. Bir kısmımız bir daha takıma alınmam korkusuyla bir kısmımız da şamata keyfiyle Anadolu top sahasının yolunu tuttuk.
*
Tam maça başlamak üzereydik ki gecenin köründe kalabalığı gören Bekçi Veli Dayı düdüğü öttürerek damladı.
‘‘Burada ne halt ediyonuz?’’
‘‘Üskadar İlçesi Federasyon Kupası maçımız var. Başkomser Rüştü Abi'den izinliyiz.’’
Veli'nin düdüğünü gören Selim,
‘‘Tuu, hakem bulmayı unutmuştuk. Artık bir hakemimiz de oldu. Veli Dayı hakemlik yapacak.’’
Veli Dayı, şiddetle itiraza başlayınca uyanık Yalkın,
‘‘Veli Dayı futboldan ne anlar yahu... Biz kendimize başka hakem bulalım.’’ dedi damarına bastı.
‘‘Kim ben mi toptan anlamam. Len, daha sen ekmeğe mama derken biz top tepüklüyoduk. Hatta köyde bigün teptiğim top bi davara çarptıydı da hayvan erken doğurduydu.’’
Böylece bekçi nezaretinde kıran kırana bir maç başladı. Ay bulutların arasına girip çıkıyordu. Karanlıkta hepimiz bir tarafa koşuşturuyor, topun kimde olduğu anlaşılmıyordu.
‘‘Veli Dayı el fenerini topa tutsun. Top nereye giderse oraya koşsun.’’
‘‘Ben pire miyim len!.. Oradan oraya nasıl zıplayabilirmişim şavalak?’’
‘‘O zaman topu alan feneri de alıp topa tutsun!’’
‘‘Devletin malına heç bir sivil el süremez!..’’
‘‘Öyleyse top kimdeyse seslensin.’’
‘‘Bende yok!’’
‘‘Bende de...’’
‘‘Öyleyse ne koşturup duruyorsunuz?’’
‘‘Ne bileyim, öbür takım koşunca biz de koşuyoruz.’’
Bir ara her iki kale önünden de goool bağırtıları geldi.
‘‘Selim abi, neredesin be... Baksana herifler gol atmış.’’ Selim ve Recep'in koşacak mecalleri olmadığı için onları kaleci yapmıştık. Ama ortada yoklardı. Bağırışmamız üzerine Selim elinde rakı bardağıyla sallanarak göründü.
‘‘Ben kalede yokken atılan gol sayılmaz. Değil mi Veli Dayı?’’
‘‘Sayılmaz Selim yiğenim. Zati asıl gol öbür kaleye girdi.’’
‘‘Hadi be, bizim kaleye daha top bile gelmedi.’’
‘‘Bizim kaleye hiç gelmedi.’’
‘‘Öyleyse nerede bu top?’’
‘‘Son kim vurduysa söylesin.’’
Önce bir sessizlik oldu. Sonra Cevat'ın sesi duyuldu.
‘‘Bendeydi ama Yılmaz kilodumu aşağıya çekip topu aldı.’’ Selim Ağabey rakısının kalanını dikip gürledi.
‘‘Topu ne yaptın lan Yılmaz?’’
‘‘Abi, şut attım ama top denize gitti.’’
‘‘O zaman atlayıp alıver.’’
‘‘Bu karanlıkta denize girilir mi yahu.’’
‘‘Çocuklar Yılmaz'ı denize atın!’’
‘‘Durun be, kendim girerim. Hem bu futbol pabuçlarıyla yüzemem.’’
Yılmaz, soyunup Şemsi Paşa'dan denize girdi. Biz de deniz kıyısındaki kayalara tüneyip Yılmaz'la topun gelmesini beklemeye başladık. Top geri geldi ama Yılmaz gelmedi. Lodos olduğu için top karaya vurmuştu. Yılmaz'ı beklemekten sıkılıp yeniden maça başladık. Zaten o pek iyi oynamıyordu.
O gece koşuşturmaktan canımız çıktı, yara bere içinde kaldık. Ben şanslıydım. Sadece bir gözüm kapanmış ve kulağım ısırılmıştı. Selim, Veli Dayının tabancasını alıp 6-4'lük galibiyetimiz şerefine havaya ateş etmeye kalktı. Veli Dayı da onu ensesinden sürüyüp karakola götürdü. Recep'i bir kenarda sızmış bulduk. Sarsıp uyandırınca ‘‘Maç hala başlamadı mı’’ diye sordu.
İşin ilginç yanı karşı taraf da bizi 7-3 yendiğini iddia ediyordu. Hiç birimiz itiraz edemedik. Çünkü Pelvan Remzi onlardandı.
Doğanspor'la Üsküdarspor arasındaki bu maç 50 yıl önce oynandı ve ilk gece maçı olarak tarihe geçti. Yılmaz'ı balıkçılar, sabah Kızkulesi'nin kayaları üzerinde bulup getirdiler. O da karaya çıkınca maç kaç kaç bitti diye sordu.
Yazının Devamını Oku 21 Temmuz 2002
Dedelerimizin zamanında televizyon yoktu. Yani alt alta, üst üste yuvarlanıp şapır şupur öpüşen çiftler de yoktu. İç çamaşırı defilesinde memesini poposunu sallayarak gezinen üryan mankenler de yoktu. Kırmızı noktalı filmler hiç yoktu. Yere yayılmış, bacakları havada bıngıl sarışın kadın resimlerinden millete gına getirdiği için artık batmakta olan Playboy dergisi bile yoktu.
Ateşleri başlarına vurmuş zavallı dedeciklerimiz, bu yokluk içinde dumanları tüte tüte ofurdayıp dolanırlardı. Sokakta yürüyen bir hanımın rüzgárda eteği savrulup azıcık diz kapağı görünse dedelerimizin yarısı kalp krizi geçirir, yarısı da soğuk su dökünmeye koşardı. Yüce Mevla'nın er kullarına en büyük armağanı olan mini eteğin icadına bile daha 30-40 yıl vardı.
Ama bunca kuraklık içinde dedelerimizin hayatını kurtaran ve gizlice satılan bazı fotoğraflar vardı. Hem cana can katar, hem de bir bakışta adamları perişan ederdi. Dedelerimiz bazen toplanıp çilingir sofrası kurarlar ve ahlar oflar eşliğinde bu fotoğraflara bakma seansı düzenlerlerdi.
Çapkın dedelerimizin çektikleri zulmü anlatabilmek için size bu fotoğraflardan bir kaçını sunuyorum.
KAMERANIN GÖZÜ KÖR OLSUN!
Şimdilerde film ve fotoğraflarda her şey ayan beyan yerli yerinde içli içinde görülüyor.
Ama dedelerimizin aşkları daha volkanik ve daha yürek töpürtülüydü. Çünkü onların fotoğrafları hayal kurmaya fırsat veriyor. Hayalsiz aşk, sifon çekmeye benzer.
AYAK OYUNLARI
Sevişmenin şiddetine bakar mısınız? Hem de masa altında... Pantolonlu, pabuçlu ve çoraplı... Pastahanenin kapanma vakti gelip garson, dedemizle ninemizi sokağa atıncaya dek bu aşku sevdayı muhabbet sürmüştür sanırım.
SİLİKONSUZ BUNLAR!
Şimdi milyonlarca hatun plajlarda üstsüz sere serpe yatıyor da dedelerimizin torunları kavun-karpuz bostanından geçer gibi dönüp bakmadan geçiyor.
Silikonun icadından yarım asır önce çekilmiş olan bu limon irisi göğüsler kimbilir kaç dedenin rüyasına girip garibi kan-ter içinde bıraktı. Üstelik görünen kısmını yeter bulup hülyalı kızın alt tarafını fotoğrafa almamışlar bile...
AMANIN!.. BACAKLARA BAK!..
Bacakların en heyecanlı kısmı kombinezonla örtülmüş. Alt tarafına parmak kalınlığında koyu renk müslin çorap giydirilmiş.. Ama görünen o bir karışlık çıplak kısım var ya... Dedeleri dama çıkarmaya yeterdi.
CENNETTE HURİLER!..
Harem kültürüyle büyümüş dedelerimizi tek kadın resmi kesmez. Dedemin cenneti herhalde böyle bir yerdi. Üçü bir yerdeki çoraplı hurilerin bıngıllığına bakın. Gerçi öndeki kız biraz sıskaca ama yine de idare eder. Kadın dediğin etli butlu olmalı ve ele gelmeli. Ayva göbek makbuldür ama karpuz göbek daha şefkatlidir. Kuştüyü yastık gibi başını koy yat. Diyet manyaklığına tutulmuş şimdiki sıska ve gagidik manken kızlarımız bende bile merhamet uyandırıyor. İçimden zavallıları kebapçıya götürmek geliyor.
Yazının Devamını Oku 7 Temmuz 2002
Geçen günlerden bir gün midemde bir yanık acısı, belimde oflatıcı bir ağrı, bacaklarımda titrek bir sancı başladı. ‘‘Bre ne oluyoruz, unutmadığımız günler ilaçlarımızı muntazaman alıyoruz, yüreğimize çeki taşı basıp rakıyı da kestik. Oram buram ne halt etmeye sukoyverdi yine?’’ diye homurdanırken telefon üst üste çalmaya başladı. Eş-dost doğum günümü kutladı ve böylece oramın buramın çıkardığı marazanın nedenini anladım. Meğer ben birdenbire 67 yaşına girmişim. Bedenimin hır çıkarıp muhalefet etmesi bu yüzdenmiş. Yeni bir yaşa girmek, resmen faşizm yahu! 67 yaşına basmak ister misin diye kimsenin fikrimi sorduğu yok. Belki ben 25 ya da 35 yaşına girmek istiyorum. 67 yaşı metazori dayatmak demokrasiye sığar mı?
Bu sırada atlet fanilalı biri karşı apartmanın penceresinden göbeğine kadar sarkıp elindeki tüfekle havaya dan dun ateş etmeye başladı. Üst katlardan şehit vermedik ama, iki martı yaralandı. Pencereyi açıp ne olduğunu sordum, Kore'yi yenmişiz meğerse. Martıların Kore'yi tuttuğunu da böylece anlamış oldum. Ben penceremden havaya doğru güm güm diye bağırdım. Sonra da herifi gıcık etmek için seslendim:
‘‘Bak ben bedavaya ateş ediyorum. Senin patlattığın fişeklerin tanesi kaç para enayi? Hem geçinemiyoruz diye zırıldarsınız, hem paraları havaya saçarsınız!’’ dedim. Taze Kore gazisi bir an tüfeğini benim pencereye doğrultacak gibi oldu. Sonra vazgeçip pencereden kayboldu. Ben de giyinip kuşanıp herif kapıya dayanmadan 67 yaşın verdiği atiklikle evden dışarıya fırladım. Ortalık ana baba günüydü. İnsanlar bir taraftan hoplayıp zıplıyor, bir taraftan da araba pencerelerinden göbekleme sarkıp bayrak sallıyordu. Millet durmadan bağrıyordu ama, korna cayırtısından sesleri duyulmuyordu. İnsanımız sevinince niye ille de gürültü çıkarır anlamıyorum. Almanya'daki düğün alaylarında da Türkler otomobillere doluşup bir avaza korna çalarak şehri dolaşıyorlar. Almanlar da dehşet içinde kaldırımlardan kaçışıp ilk buldukları dükkán kapısından içeriye dalıyorlar.
Ben otomobil yapımcısı olsam, trafik kornasının yanına bir düğün kornası, bir de milli zafer kornası koyardım. Böylece Türkiye'de peynir ekmek gibi otomobil satardım.
*
Beni Taksim'e doğru götürmeye başladılar. Aslında ben Beşiktaş'a inip deniz kenarında oturmak istiyordum. Ama kalabalıkta bir delik bulup tüymenin imkánı yoktu. Etrafımdaki kalabalık beni ite kaka Taksim'e doğru sürüyordu. Yürümekten yorulunca bacaklarımı yukarı çekiyordum. Böylece o sıkışıklıkta havada kalıp zahmetsiz yol alabiliyordum.
Taksim'de kurbağa yutmuş gibi olduğumuz yerde hoplayıp zıplamaya başladık. Aslında benim hoplamak gibi bir niyetim yoktu. Ama yapışık olduğum insanlar zıpladıkça ben de aşağı yukarı inip çıkıyordum. Yanımdaki Milli Takım formalı pos bıyıklı adama sordum:
‘‘Biz şimdi niye bağırışıp zıplıyoruz?’’
‘‘Takımımızın galibiyetini kutluyoruz amca.’’
‘‘Sen hiç vergi verdin mi?’’
‘‘Ben seyyar satıcıyım.’’
‘‘Bu top oyunu dediğin masraflı bir oyundur. Stadına, tesisine, futbolcusuna, yediğine, içtiğine, uçağına ve binbir masrafına kervan yüküyle para gider. Bu paralar nereden çıkar? Devletten çıkar. Devlet parayı vergiden kazanır. Sen beş kuruş vergi vermeden ve Milli Takım'a meteliğin geçmeden ne hakla sevinip kutlama yapıyorsun avantacı? Önce sevinmeyi hak et, sonra sevin!’’
Herif suratıma öyle bir baktı ki, elini kolunu sıkışıklıktan kurtarabilse gırtlağıma sarılacağını anladım. 67 yaşımın bir hayli tehlikeli geçeceği anlaşılıyordu. Kimsenin keyfine dokunmak istemem ama, bağrış çığrış hoplayan yüzbinlerin kaçı bu kutlamayı hak etmişti acaba?
*
67 yaşın layt bunaklığıyla televizyonu açmayı unutup maçı seyredememiştim. Gece televizyonun karşısına oturdum. Bir baktım ki amanın... Bizim Hıncal Uluç cıscıbıldak televizyonun karşısına geçmiş, bağırıp duruyor. Mankenlerle bu kadar sıkı fıkı olunca adamın giyim anlayışı değişiyor demek ki. Dediklerine biraz kulak kabarttım. Hıncal,
‘‘Hadi bee, o topa öyle mi vurulur? Koşsana Ümiit!’’ diye oyunculara taktik veriyor. Böylece Kore'yi nasıl yendiğimizi anladım.
Sonra, Şenol Güneş basın toplantısı yapıp uzun uzun konuştu. İyice bir satranç oyuncusu olduğum için ihtimalleri hesaplayıp dediklerinin bir kısmını anladım. Spor yazarlarından dert yanıyordu. Daha teknik direktör olup bismillah demeden oğlanın ne bilgisizliğini bırakmışlardı, ne de imaj fakirliğini!.. Kötü giyinen ve İngilizce bile bilmeyen biri Milli Takım'ın başına nasıl geçebilirmiş? Zaten kaleciden antrenör olmazmış.
Aslında spor yazarlarının kendileri bile farkında değil. Bu öfke Şenol'un futboluna değil, simasına. Saçıyla kaşı birleşmiş bir aksi surat ki, zırıldayan bebelere göster korkudan ağlamayı şıp diye keserler. Allah rızası için biraz gülümse bre Şenol gülüm. Bak Kemal Sunal'la Cem Yılmaz gülüşlerinden ötürü gönüllerde padişah oldular.
Bu arada Karadenizli yurttaşlarımız da Şenol'u Karadeniz çocuğu olduğu için ayrımcılık yapıp sevmiyorlar diye ırkçılığa soyunmazlar mı? Uyy benim Temel'im, bu ne alınganlık, ne öfke! Teknik direktörü bırak, biz Karadenizlileri kaç kere bakan, başbakan yaptık haberin var mı?
Bu spor yazarları (pardon) futbol yazarları (bir pardon daha) kulüp yazarları (son pardon) kulüp söylerleri (çünkü çoğu yazısını söyleyip yazdırıyor) ayrı bir cumhuriyet. Neyi beğeniyorlar, neye kızıyorlar anlayan beri gelsin. Birinin dediği ötekini tutmuyor. Çoğu da eski futbolcu olduğunu unutup yenilere veryansın ediyor. Ben yaşta olanlar onların şerefli mağlubiyet zamanlarını da hatırlarlar. Artık en çok Macaristan zaferi cikletinden kurtulduğumuza seviniyorum.
Spor sayfaları derseniz, gazetelerin en geri kalmış ülkeleri. Üstte kabbak gibi koca bir başlık, altında sayfanın yarısını kaplayan bir fotoğraf... Kalan yere de üç beş haber ve köşe yazısı sıkıştırıp sayfalar yapılıyor.
Neyse, spor basını upuzun bir konu. Keyifli bir günümde belki onu da yazarım. Ama şunu söylemeden geçemeyeceğim; SPOR BASINI ARTIK KENDİYLE YÜZLEŞMELİ!..
*
Bir haftadır içim dışım futbol oldu. Milli Takım döndü, kıyamet koptu. Bu çocuklar onca maçtan sonra yorgun argın 20 saat yolculuk yaptılar. Bırakalım da garipler evlerine gidip biraz dinlensinler diyen bir vicdan sahibi çıkmadı. Hepsini sebilhane bardağı gibi otobüs tepesine, sahneye dizip sözümona karşılama yaptılar. Hiç olmazsa akıl edip karşılamaya bir belediye bandosu takımı getirin yahu! Onca maaşlı bandocu bugüne katılmayacaksa hangi gün çalacak?
Derken işin suyu çıktı. ‘‘Türk olduğumuzu hatırladık!’’ diye gazete başlıkları yayınlandı. Türk olduğumuzu hatırlamak için her gün bir Kore Milli Takımı'nı nereden bulacağız? Anlaşılan yine ‘‘Biz ne millettik yahu?’’ diye dolanıp duracağız.
Tam futbol bunalımına girip gazete okumaz, televizyon seyretmez olup futbol konuşmalarını evde yasaklamışken, torunum Alyeska Amerika'dan tatile geldi ve ilk sözü, ‘‘Evde top var mı dede?’’ oldu.
‘‘Topu ne yapacaksın?’’
‘‘Sana gol atacağım. Ben artık futbolcu oldum. Bizim kız takımının santrforuyum.’’
Ne halt etmeye 67 yaşıma girdim bilmem ki. İhtiyarlık galiba insanda huysuzluk yapıyor.
Yazının Devamını Oku 30 Haziran 2002
Sabaha karşı rüyamın en tatlı yerinde beni ayağa dikti. ‘‘Rakı var mı amca?’’
‘‘Sabahın bu köründe rakı da neyin nesi?’’
‘‘Şarap da olur.’’
‘‘Sana bir kahve yapayım.’’
‘‘Kahveyi boşver yaav... En iyisi sen bana zehir ver. İçeyim de bu acıları çekmekten kurtulayım!’’
‘‘Ne acısıymış bu?’’
‘‘Aşk acısı be amcacıım. Aşk acısı!.. Yanıyorum ki dumanım kulaklarımdan çıkmacasına.’’ deyip höykürüklü bir ağlama tutturdu. Arslan gibi delikanlıyı salya sümük ağlar görünce içim acıdı, yufka yüreğim çıtırdadı.
‘‘Dur yahu Sinan, toparlan oğlum. Senin gibi yakışıklı bir delikanlı için aşk acısı dediğin gelir geçer.’’
‘‘Geçer ama, deler de geçer. Fakat bu hem deldi, hem geçmiyor imanıma. Delik deşik oldum, kevgire döndüm. Dert bende, derman sende yav Oğuz Amca. Bana bir akıl ver. Bir akıl ver de kız beni sevsin, benimle evlensin.’’
‘‘Benim aşk meşk işlerine aklım hiç ermez. Kelin merhemi olsa, kendi başına sürer. Kız kim?’’
‘‘Tanımazsın, sosyeteden bir yavru. Babası borsacı ve kız benim farkımda bile değil. Beni ipine sallamıyor.’’
Sinan uykusuzluktan kan oturmuş gözlerini bana dikti ve dayak yemiş köpeğin yalvaran bakışlarıyla baktı. Yüreğim daha beter cızırdadı.
Sinan, çocukluk arkadaşım Hüseyin'in bizlere emanetiydi. Hüseyin'cik yaşama bizim gibi en dipten başlamış, ailesine sıkıntı çektirmemek ve biricik oğlunu okutup adam sırasına sokmak için çırpına çabalaya suyun üstüne çıkmıştı. Tam zenginliğinin keyfini sürecekken kalbi çektiklerini kaldıramadı. Genç sayılacak yaşta göçtü, gitti. Sinan baba parasına güvenip okumadı. Onca nasihatimize boşverip ve bir iş tutmayıp haytalığa başladı. İt kopuk takımından arkadaşlar edindi. Gecesi gündüzüne karışık vur patlasın çal oynasın yaşadı durdu. Her daim şen şakrak yaşayıp dünyaya boşveren Sinan'ı ilk kez böyle duygulu ve ciddi görüyordum. Bir yandan üzülürken, öte yandan sevinmeye başladım. Demek ki aşk insanı adam edebilirdi. Düşündüm taşındım, yardım etsin diye Sinan'ı Zehra'ya göndermeye karar verdim. Zehra'cık iki üniversite bitirmiş, aklı başında, ipek gibi yumuşak bir öğretmen kızıydı. Öğrenciliği sırasında bir süre yanımda çevirmen olarak çalışmıştı. İki yabancı dil bilirdi. Şimdi namlı bir üniversitede sosyo-psikoloji hocalığı yapıyordu. Bekárdı ve çirkinceydi. Hatta bir hayli çirkindi ama, şefkát dolu yardımsever bir kızdı. Beni kırmayıp Sinan'a zaman ayıracağını biliyordum.
*
Bir ay sonra Sinan yine uğradı. Benim de gözlerim yerinden uğradı. Oğlandaki değişiklik, göz kamaştırıcıydı. Sinekkaydı tıraş olmuş, televizyonlarda görüp imaj icabı sandığı o seyrek keçi sakalından kurtulmuştu. Her zaman giydiği allı morlu manav sergisi gibi gömlek ve kıçına yapışık apış arası terli dar blucinlerin yerine, üstünde tiril tiril ince bej bir keten elbise vardı. Her zamanki sivri burunlu, yüksek topuklu maganda işi pabuçlardan vazgeçmiş, kahverengi yumuşak mokasenler giymişti. Gömleği de kahverengiydi ve elbisesiyle renk uyumu içindeydi. Ama asıl değişiklik, konuşmasındaydı.
‘‘Bundan sonra yav, kafayı yedim, ulan bee, hattir cinsinden hıyarca kelimeler kullanmak yok amcacığım. Affedersin, hıyarca değil salatalıkça diyecektim. Konuşurken geliyoo, gidiyoo diye R harflerini yutmak da yasak. Geliyor, gidiyor denecek. Zehra Ablam beni Can Gürzap'ın konuşma okuluna yazdırdı. Her gün iki saat diksiyon dersi alıyorum.’’
‘‘Aferin Zehra Abla'na. Ama ikide bir niye sırıtıp duruyorsun?’’
‘‘Zehra Ablam ön dişlerimdeki çürükleri tamir ettirip, hepsini beyazlattı. Çünkü gülüşüm çok etkiliymiş. Kadın milleti böyle pırıl pırıl bir gülüşe zor dayanırmış.’’
‘‘Evet, güzel gülüyorsun ama sen yine vara da yoka da gülme. Adamı salak zannederler.’’
Sinan penceremden görünen denize gözlerini daldırıp biraz sustu. Sonra birdenbire, Orhan Veli'den, Nazım Hikmet'ten ve Özdemir Asaf'tan yüksek sesle şiirler okumaya başladı. Ortaokulda üç coğrafya cümlesini aklında tutamayan herifin, onca dizeyi sular seller gibi ezberleyebilmesini ben şaşkın şavalak izlerken Sinan bir kaşını kaldırıp bana döndü;
‘‘Sabahlara kadar şiir dersi çalışıyorum. Ayrıca Zehra Ablam bana edebiyat da öğretiyor. Söyle bakalım Yaşar Kemal'le Orhan Pamuk arasındaki fark nedir?’’
‘‘Biri iriyarı, biri sıskadır.’’
‘‘Bilemedin. Yaşar Kemal otlara, çiçeklere insan muamelesi yapar. Onları dillendirir. Orhan Pamuk'sa insanlara ot muamelesi yapar. Adamları oturdukları yerden kımıldatmaz.’’
‘‘Sen Yaşar'la Orhan'ı okudun mu?’’
‘‘Yoo...’’
‘‘Öyleyse bunları nereden biliyorsun?’’
‘‘Zehra Ablam söyledi. Erkek milletinin lafı tükenmemeli. Laf bitince şiirden, edebiyattan söz açmalı dedi. Kadın milleti kültürlü erkeğe bayılırmış. Şimdi sen de bana resim ve tiyatroyu öğretecekmişsin. Zehra Ablam, 'Oğuz Amcan bu işlerden anlar.' dedi.’’
Sinan'ın aşkı uğruna çilemiz başladı. Başladık pirimitif ressamlardan Rönesans'çılara, empresyonistlerden nonfigüratifçilere kadar dert anlatmaya. Arada bir tozutma sınırını geçtiğim için elimdeki resim cildiyle Sinan'ın kafasına vuruyordum. Aslında içimden kafasına sandalyeyle vurmak geçiyordu ama, arkadaş emaneti olduğundan herife kıyamıyordum. Pol Kli çocuk muymuş, resimleri, Sinan'ın ilkokulda resim iş dersinde yaptığı resimlere benziyormuş. Gogen renk körü müymüş? Hiç mor gökyüzü olur muymuş? Pikasso sayı saymasını bilmiyor muymuş? İnsanın üç gözü nasıl olurmuş? Tek laf dokundurmadığı Rubens'in etli butlu pembe kadın resimleriydi.
Sinan akşama doğru saatine bakıp fırladı.
‘‘Zehra Abla'yla buluşup İstanbul Festivali'ne gideceğiz. Bu akşam Viyana Filarmoni Modzart'la Brahms çalacakmış. Ben şahsen Bethofın'la Mendelson'u tercih ederim. Ama ders diye gidiyoruz.’’
*
İki haftalık hızlandırılmış resim ve tiyatro dersinden sonra bir akşam üstü Sinan yine damladı. Yüzünde güller açıyor, keyiften ağzını toparlayamıyordu. Ama ellerinin titremesinden, heyecanlı olduğu da belliydi. Üstündeki şık blazer ceket beline tam oturmuştu.
‘‘Bira göbeğine ne oldu yahu? Yoksa karnını içine mi çekiyorsun?’’
Sinan ceketinin önünü açıp midesine tak tak vurdu.
‘‘Göbeğimi badi salonlarında erittim. Bak, adalelerim şimdi taş gibi. Zehra Ablam kebap yememi de yasakladı.’’
‘‘Sendeki bu sevinç, göbek sevinci mi?’’
‘‘Hayır amcacığım, bu sevinç Tuğba sevinci... Tuğba, sonunda benimle yemeğe çıkmaya razı oldu. Bu akşam Layla'ya gidip yemek yiyip, dans da edeceğiz. Haa unutmadan sorayım, Breht tiyatrosunun özellikleri neydi?’’
Ben epik tiyatronun seyirciyi konuya yabancılaştırıp aklına hitap etme nedenlerini anlatırken, lafın yarısında Sinan fırlayıp gitti.
*
Dün akşam Brezilya maçının kahrıyla beyaz peynir-kavun eşliğinde sodamı yudumlarken bir avur, bir tafur Sinan geldi.
‘‘Sevgili Oğuz Amca, bana karşı gösterdiğiniz şefkát ve sabırdan ötürü minnetimi anlatacak sözcük bulamıyorum. Yüce gönüllülüğünüze sığınarak sizden son bir lütuf daha rica ediyorum’’ diye tumturaklı cümlelerle söze başlayıp resmi bir tavırla masamın üzerine süslü bir zarf koydu.
‘‘Biz evleniyoruz ve sizden nikáh şahidi olmanızı istirham ediyoruz.’’
‘‘Afferin be Sinan. Senin bu kadar inatçı bir áşık olacağını tahmin etmezdim. Bu aşk nasıl bir aşkmış ki iki ayda seni adam edip sanat profesörüne çevirdi. Sonunda Tuğba da sana abayı fena yakmış anlaşılan.’’
‘‘Tuğba da kim?’’
‘‘Höst lan, yanıp yakıldığın, uğruna zehir içmeye kalkıştığın müstakbel karının adını mı unuttun?’’
‘‘Haa, borsacının kızı Tuğba'dan söz ediyorsun. Ama ben Tuğba'yla evlenmiyorum ki.’’
‘‘Niye be? Hani kıza zil zurna áşıktın.’’
‘‘O cahil adam aşkıydı. Kız ne Yahya Kemal'i tanıyor, ne Rahmaninof'u. Hayatında bir Dostoyevski bile okumamış, fotoğraftan başka resim görmemiş. Kemal Tahir'i Turizm Bakanı, Ahmet Altan'ı futbolcu sanıyor. Televole'deki şarkıcı ve mankenlerin bütün sevgililerini sayıyor da, Şekspir'den haberi yok. İki buluşma sonra daral geldi, ektim gitti.’’
‘‘Şimdi kiminle evleniyorsun?’’
‘‘Tabii Zehra Abla'yla... Yani Zehra'yla evleniyorum amcacığım.’’
Yazının Devamını Oku