‘‘Hayrola moruk, işten tüymek için yine bahaneler mi uyduruyorsun?’’
‘‘Yok yahu, bir sürü hastalık pusuya yatmış hepsi birden üstüme çullandılar. Ben de onlara erkekseniz teker teker gelin dedim.’’
‘‘Neyin var ki?’’
‘‘Hamdolsun her şeyim var. Örneğin, önceki gün safra kesesi ameliyatı oldum. Sonra da kolonoskopi....’’
‘‘Ohhoo, şimdiki ameliyatlara ameliyat mı denir? Senin safra keseni mutlaka kesmeden almışlardır.’’
‘‘Evet, karnımın dört yerini delip öyle aldılar. Laparoskopi mi ne diyorlar, öyle bir şey işte.’’
‘‘Ameliyat dediğin nah böyle olur. Beni 20 yıl önce boydan boya ince kıyım doğramışlardı da, safra kesemi öyle almışlardı.’’
Rüştü bunları söylerken ceketini ve gömleğini çıkardı. Sonra da fanilasını sıyırıp karnındaki eski bir ameliyat izini gösterdi.
‘‘Bir de bağırsaklarımda bazı sorunlarım var.’’
‘‘Bağırsak sorunu dediğin nedir ki? Dua et benim gibi mide sorunların yok. Salata yok, kebap yok, iki kadeh rakı bile yasak!.. Kuru fasulyeye hasret kaldım be!.. Sıkıysa ye. Sabaha kadar asit ve gaz sancısından kıvranıp durursun. Baş ucunda kitap olduğuna göre okuyabiliyorsun demek.’’
‘‘Evet ama bir sürü glokom ilacı ve de göz damlasıyla ancak 15 dakika okuyup, 15 dakika dinlenerek...’’
‘‘Şükret be şükret!.. Ben bir yıldır gazete bile okuyamıyorum. Herhalde gözlerime perde iniyor. Boğazımdan kesip en büyük ekran televizyon almasam haberleri bile izleyemeyecektim. Ne oldu, suratını niye ekşittin?’’
‘‘İki gündür koluma takılı bu serum iğnesi artık canımı yakmaya başladı.’’
‘‘Senin canın da amma tatlıymış haa!.. Hatırlıyor musun yıllar önce seninle marangozculuk oynarken elime koskoca çivi girmişti de, gıkım bile çıkmamıştı. Hepiniz azıcık nezle olup ahlaya uflaya salya sümük dolaşırken ben 40 derece ateşle sabahlara kadar çalışırdım.’’
Rüştü hastalık tiradını bitiremeden hastanedeki odama Aykut ve dördüncü eşi Mine girdi. Aykut her zamanki gibi başçavuş edası ve çatık kaşlarıyla başucuma dikildi.
‘‘Ben sana demedim miydi, başına gelecek bu rezillikleri yıllar öncesinden haber vermedim miydi?’’
‘‘Ne dedindi?’’
‘‘Bak onca nasihatimi kulak arkası etmişsin. Ben sana günde dört paket sigara içme demedim mi?’’
‘‘Dedin.’’
‘‘Günde bir büyük rakı içme demedim mi?’’
‘‘Dedin.’’
''İşte büyük sözü dinlemeyenlerin hali böyle olur.''
Aykut aslında benden beş-altı ay büyüktü ama, kendini herkesin babası sanırdı. O sırada ayaklarımdaki gut sancısı arttığı için Aykut'a gerekli küfürleri döşenemeyip sadece inlemekle yetindim. Ben inlerken Mine söze karıştı;
‘‘Ne hoş bir tesadüf oldu Oğuz Bey, kaç aydır aklımdaydı da vakit bulup soramıyordum. Hani size geldiğimizde yediğimiz bir tavuk köftesi vardı ya....’’
‘‘O köfte değil, Kiyevski'ydi.’’
‘‘Kiyevski ne demek?’’
‘‘Kiyev usulü tavuk demek.’’
‘‘Hah işte onun tarifini alabilir miyim? Aykut bayılmıştı ama, ben bir türlü pişiremedimdi.’’
‘‘Hazırlaması ve pişirmesi çok kolay. Ama sen önce bana Gülseren Başhemşire'yi çağırır mısın?’’
Gülseren Başhemşire 23'e çıkan tansiyonumu düşürmek için bana iğne yaparken ben,
‘‘Tavuğun göğüs etini ezip içine tereyağı koyarak yuvarlayacaksın. Sonra bir folyoya sarıp yarım saat buzdolabında beklet ki, yuvarlağı çözülmesin. Daha sonra galeta ununa....’’ diyerek Mine'ye Kiyevski'nin tarifini yazdırıyordum. O sırada odanın diğer köşesinde Rüştü'yle Aykut fena kapışmışlardı. Fenerli Rüştü, elindeki elektronik hesap makinesiyle toplayacakları puanları hesaplayıp Fenerbahçe'nin nasıl şampiyon olacağını Aykut'a ispatlamaya çalışıyordu. Aykut da hem ayıpçı el işaretleri yapıp hem de,
‘‘Gassaray'ın size ölüsü yeter be!’’ diye bağırıyordu. Bu patırtı arasında Galip odaya daldı ve gözyaşları içinde göğsüme kapandı.
‘‘Ah be ağabeyciğim, seni bu hallerde mi görecektim? Sen bu durumlara düşecek bir babayiğit miydin?’’
‘‘Üzme canını Galip'çiğim, insanlık hali bu. Model eskiyince motor da tekliyor işte.’’
‘‘Kalp değil mi ağabey?’’
‘‘Evet kalpte de ufak bir sorun var ama, kalp hastası değilim.’’
‘‘Necip ağabey de kalbim İsviçre saati gibi dakik atıyor derdi. Ama bir gece masasına yığılıvermişti. Hatırlıyorsun değil mi? Ne olur bizi bırakma ağabey!..’’
Galip bana daha sıkı sarılıp için için ağlamasını höykürmeye dönüştürdü.
‘‘Dur lan hıyar, ameliyat yaralarımı acıtıyorsun. Vallahi kalpten ölmeyeceğim. Sana şeref sözü!..’’
Galip höykürüğünü kesip yüzüme şüpheyle baktı.
‘‘O zaman bizden saklıyorsun. Sen zaten hep böyleydin. Kötü haberleri bizden hep gizlerdin.’’
‘‘Hangi kötü haberi?’’
‘‘Bak yüzünün yeşil bir renk almasından belli, ciğerde mi?’’
‘‘Ciğerde olan ne?’’
‘‘Kanser!.. Benden gizleme, ben katlanırım ağabey. Cemal'i hatırlıyor musun, aslan gibi delikanlı altı ayda eriyip gittiydi de seni bile ben teselli etmiştim.’’
Bu sırada Aykut'la Rüştü Avrupa Topluluğu'na girip girmeme konusunda tartışırken Mine de odamdaki küçük buzdolabında bulduğu taze sıkılmış portakal sularımı içiyordu. Ben seruma bağlı olmayan ama, iğneyle delik deşik olmuş sağ elimle Galip'in burnuna vurmaya çalışırken odaya bir karı-koca daha daldı. Onları hiç tanımıyordum.
‘‘Selamınaleyküm ağabey.’’
‘‘Aleykümselam.’’
‘‘Kusura kalma, biz aslında senin bitişik odadaki komşun Kurugiller'in Rıfat'ı ziyarete gelmiştik. Hani mideden ameliyat olmuştu. Ama odaya giremedik.’’
‘‘Niye?’’
‘‘Aynı odada üç hasta daha var. Her birisinin ziyaretçisi bizden önce gelip odayı tıka basa doldurmuşlar. İçerisi adam almıyoo...’’
‘‘Koridorda bekleseydiniz. Çıkan olunca girerdiniz.’’
‘‘Beklemekten ayacıklarımıza kara sular indi. Çıkan filan da olmuyoo. Zati Rıfat'ın öbür akrabaları da yatak üstünde pişpirik oynamaya oturmuşlar ki geceye kadar bitmez. Bizim karı, Rıfat'a elceğizleriyle çiğ köfte yoğurmuştu. Aha onu sana bırakıyorum, yarın bizim Rıfat'a verir misin ağabey? Rıfat çiğ köfteye bayılır, benim karı da çok güzel yapar. Nah bi tane de sen buyurmaz mısın? Ye ha ye!.. Tencerede daha çok var.’’
* * *
Ziyaret gününden sonra bir süre beni yoğun bakıma kaldırdılar. İflah olduğuma karar verip tekrar odama taşıdılar. Bugün yine ziyaret günü. Gözlerim pencerede, bana gelecek ziyaretçileri kolluyorum. Çünkü aranıp sorulmayınca insan mahzun oluyor.