Oğuz Aral

Rakılar öksüz kaldı

23 Haziran 2002
Küçük ve salaş meyhanenin her zamanki akşamcıları, kadehlerinin başına çökmüş biraz meze biraz muhabbet eşliğinde demleniyorlardı. Birden kapıda nefes nefese komi Salih göründü. ‘‘Geliyor abiler. Sokağın köşesini döndü!’’

Salih'i kapıya erkete dikmişlerdi.

Meyhanede bir hareket başladı. Masalar düzeltiliyor, tabaklar bardaklar değiştiriliyordu. Akşamcılar kendilerine çeki düzen veriyor, kimi göbeğe kadar açık düğmelerini ilikliyor, kimi saçını tarıyordu.

‘‘Remzi oğlum, şu lahmacunla çiğköfte tabağını kaldır. Yerine beyaz peynirle kavun getir çabuk.’’

‘‘Remzii, ne cehennemde kaldın? Benim Arnavut ciğerini yetiştir. Moruk neredeyse damlayacak.’’

‘‘Nasıl saçın başım düzeldi mi abi?’’

‘‘Saçların iyi de, sakalların su koyveriyor Oktay.’’

Az sonra meyhanenin kapısında yaşlı bir adam göründü. Bastonuna dayanıp miyop gözlerini kısarak meyhane milletini süzdü. Sonra bastonunu tıngırdatıp hafif sarsak adımlarla en yakın masaya doğru yürüdü.

‘‘Afiyet olsun arkadaşlar.’’

‘‘Buyur beybaba.’’

Beybaba, buyuru beklemeden masaya çökmüştü bile. Yine kısık ve dikkatli bakışlarla masaya bir göz attı.

‘‘Sana bunu yakıştıramadım Turhan.’’

‘‘Neyi beybaba?’’

‘‘Rus salatasını.’’

‘‘Rus salatasının neyi var ki?’’

‘‘Gayet büyük hatası var. Hayır salatanın değil, senin hatan var.’’

‘‘Neymiş hatam?’’

‘‘Hatta hatan değil, ayıbın var. Rus salatasıyla rakı içilir mi evladım? Salatanın adı üstünde... Ruslar ne içer? Votka içer. Demek ki Rus salatası votka mezesiymiş. Votka mezesiyle rakı içmek, rakı ehline yakışır mı?’’

‘‘Tuu, boyun devrilsin Remzi! Sana kaç kere bizim masaya Rus salatası koyma demedim mi? Çabuk şunu al da, yerine münasip bir meze getir.’’

Garson Remzi, elinde cacık kasesiyle koşturdu. İhtiyar cacığa da dik dik baktı.

‘‘Nerede bunun zeytinyağıyla maydanozu oğlum? Götür, üstüne koy da getir. Zeytinyağı sızma olacak haa!’’

İhtiyar masadaki diğer akşamcıya döndü:

‘‘Bu kaçıncı duble Rıfat?’’

‘‘İkinci beybaba.’’

‘‘Ama seni sarkmış gördüm. Daha ikinci kadehte sarkarsan, üçüncüde sızarsın. Beş kadehten az içilen rakıya ben rakı demem. Rakıyı küstürürsün. Ama sizde beş kadehlik metanet ne gezer? Çünkü yol-yöntem bilmiyorsunuz. Rakıya oturmadan önce ekmeğin üzerine bir parmak kalınlığında tereyağı süreceksiniz. Tereyağı bulamazsanız, ekmeğin yünlü tarafını zeytinyağına banıp yiyeceksin. Yağ mideyi sıvazlar. Ondan sonra içtiğin rakı, domdom kurşunu olsa midene işlemez. Bir de beyaz leblebi yiyeceksin ki, leblebi onu mide cidarına yapışıp sıvasın. Rahmet olsun Atatürk'ümüz, rakıya oturunca sabahlara dek okkayla rakıyı götürüp de cin zekásıyla en zorlu memleket meselelerini nasıl çözebilirdi bakalım? Hep beyaz leblebi sayesinde.’’

İhtiyar cebinden bir torba leblebi çıkarıp masaya koydu. Sonra da masaya dayanıp ıhlayarak kalktı ve bitişik masaya geçti.

‘‘Muhabbetiniz bal, şeker olsun.’’

‘‘Sağol beybaba. Sen de bir kadeh almaz mısın?’’

İhtiyar, ikram sahibine gayet kötü baktı.

‘‘Bu hararetli muhabbetiniz ne üstüneydi?’’

‘‘Bugünlerde başka ne muhabbeti olabilir? Futbol üstüne laflıyorduk.’’

‘‘Vah vah, içtiğiniz rakıya ayıp etmişsiniz.’’

‘‘Futbolun rakıya ne zararı var?’’

‘‘Şu zararı var ki, futbol muhabbetinin sonunda mutlaka kalp kırılır. Hatta kalple kalmayıp kafa bile kırılır. Çünkü Milli Takım'ı bile konuşuyor olsanız, laf dönüp dolaşıp Fener-Galatasaray şamatasına dayanır. Biriniz kalkıp
'Milli Takım dediğin silme Galatasaray takımı... Bülent'inden Hasan Şaş'ına, Ümit'inden Hakan'ına kadar Galatasaray ter döküyor, Fenerliler bedavaya kostaklanıp böbürleniyor' deyiverir.’’

‘‘Hay ağzını öpeyim beybaba. Deminden beri şu Fenerli Naci'nin got kafasına bu gerçeği sokamadım.’’

‘‘Ulan Gassaray dönmesi, bizim Rüştü olmasa Milli Takım'da on değil, elli Gassaraylı olsa yine de bizi çiğnerlerdi. Senin adamın bir gol atıyor, bizim Rüştü her maçta beş gol kurtarıyor. Asıl siz sayemizde hindi gibi guduklayıp kabarmaktasınız. 15 yıldır kendinize bir kaleci bulamadınız be! İthal gavurlara el açmaktan Yenicami dilencilerine döndünüz. Gelsin Simoviç, gitsin Taffarel... Şimdi de kaçmasın diye Mondragon'un mabadını yalıyorsunuz.’’

‘‘Naci, terbiyeli konuş yoksa....’’

‘‘Yoksa ne olurmuş be! Dediklerim yalan mı?’’

İhtiyar,

‘‘Ben size futbol rakıya dokunur, sonra rakı da size dokunur demedim mi? Rakıyı adabıyla içmeyen sirke içmeli!’’ deyip sırıtarak kalktı. Etrafı süzüp çökecek münasip bir masa arandı. Akşamcılar hiç kımılmadan masalarına sinmişler, ihtiyardan yana bakmamaya çalışıyorlardı. İhtiyar meyhanenin sessizliği içinde köşedeki masaya yürüdü.

‘‘Afiyet olsun Mustafa oğlum. Maaşallah seni bugün gayet keyifli gördüm.’’

‘‘Rakı dediğin gam-kasavet dağıtmak için değil mi beybaba.’’

‘‘Haklısın, rakı en onulmaz dertlere derman, en gamlı yüreklere zemzem ilacıdır. Seni böyle şen-şakrak görünce yüreğim yağ bağladı. Eee, işler nasıl bakalım?’’

‘‘Biliyorsun, iki aydır işsizim.’’

‘‘Tüh, unutmuşum. İşsizlik çok zordur ve onur kırıcıdır. Çok çektim bilirim. Parasızlık bir yana, insan kendini hiçbir işe yaramayan, çöpe atılmış partal pabuç gibi hisseder. Eve dönüp karısının yüzüne bakmaktan utanır. Haa, ev dedim de aklıma geldi. Oturduğun ev senindi değil mi?’’

‘‘Ne gezer. O gecekondu bozmasına her ay 150 milyon kira veriyoruz.’’

‘‘Vah vah, bir süre sonra onu da veremeyeceksin. Herif seni çoluk çocuk demeden kapının önüne koymaya kalkacak. Ev sahipleri gaddardır.’’

‘‘Of off, haklısın beybaba. Bu ay kira gecikti diye adam şimdiden mızırdanmaya başladı bile.’’

‘‘Aman sıkma canını, çoluk çocuk dedim de aklıma geldi. Senin oğlan hálá yürüyemiyor değil mi? Kaç yaşına geldiydi?’’

‘‘3 yaşını geçen ay bitirdi. Sadece emekliyor.’’

‘‘Aman Mustafa, hiç ihmale gelmez. Çocuğu mutlaka bir doktora göster.’’

‘‘Hangi parayla?’’

‘‘Bul buluştur yahu. İleride okula gidemez, iş güç sahibi olamaz, evlenemez bile başına kalır.’’

‘‘Ne yapalım yüce Mevla'nın takdiriyse katlanırız. Of be...’’

‘‘Sen yine de dert etme ve moralini bozma Mustafa oğlum. Hanımın sık sık hastalanmasını da boşver. Remzii, Mustafa abine benden yarım ufak getir.’’

‘‘İstemez. İçesim kalmadı beybaba.’’

‘‘İçmemek olur mu be? Asıl şimdi içme zamanı. Rakı efkárını dağıtır, içini serinletir. Ekşitme suratını Mustafa oğlum. Gel senin memleketten bir türkü okuyalım da keyfin yerine gelsin.’’

İhtiyar hicranlı bir sesle, ‘‘Felek beni taşa çaldı neyleyim’’ türküsüne başladı. Mustafa da türküye katıldı. İhtiyar az sonra hıçkırıp gözlerinden sel gibi yaş döken Mustafa'yı bırakıp bitişik masadaki delikanlının tepesine dikildi.

‘‘Oktay, suratının bu hali ne?’’

‘‘Suratımda ne varmış?’’

‘‘Bir karış sakal var. Tıraş olmadan masaya oturmak, rakıya saygısızlıktır. Rakı bize Mevla'mızın verdiği en büyük nimetlerden biridir. Ekmeği yerde bulunca nasıl öpüp başına koyuyorsun, rakıya da öyle saygı göstermek gerekir. Rakının kadrini bilmeden içersen boğazını yakar, ciğerini dağlar. Atalarımız,
'Ana kadrini, baba kadrini, hele hele rakı kadrini bil!' lafını boşuna mı etmişler.’’

İhtiyar bir yandan söylenip bir yandan iç cebinden çıkardığı tıraş takımıyla Oktay'ı tıraş etmeye başladı. Delikanlının 'Amanın kulağım, amanın burnum!' avazlarına aldırmadan tıraşını bitirdi ve bastonunu tıngırdatıp meyhaneden çıktı gitti.

* * *

Meyhaneden çıkınca keyifle sırıttım. Alçaklar, doktorun bana yasak ettiğini bilmezlermiş gibi her akşam bana inat zıkkımlanıp duruyorlar. Şu garip ihtiyara günahtır demiyorlar. Ben de adamın içtiğini böyle gırtlağına dizerim işte. Bir araba çevirip ‘‘Çiçek Pasajı'na çek’’ dedim. Çünkü şu anda bizim ihtiyar boksörler takımı da Seviç meyhanesine kurulup benden gizli demleniyorlardır. Ama şimdi sıra onlarda. İçtiğiniz zehir zıkkım olsun e mi!
Yazının Devamını Oku

Hayal pekliği çekiyorum

16 Haziran 2002
Ben yine boş kafayla ve boş gözlerle denizi seyrederken kapı çalındı. Serhat nihayet gelmişti. ‘‘Bugün hayallerden ne var?’’

Serhat koltuğa oturup elindeki defteri açtı.

‘‘Yazdığın kitap dünyada 30 ayrı dile çevriliyor.’’

‘‘Olmaz.’’

‘‘Niye be abicim, hatta sonunda Nobel Edebiyat Ödülü bile görünüyor sana.’’

‘‘Olmaz, çünkü kitap yazmak için yine ırgat gibi çalışmak gerekiyor. Çalışmasız bir hayal yok mu?’’

‘‘Hint mihracesi olma hayaline ne dersin?’’

‘‘İstemez, oraları çok sıcaktır. Üstelik Hindistan'ın sokakları da çok pis.’’

‘‘Ya geçmişe yolculuk? Örneğin, günümüzün teknik bilgisiyle Yıldırım Beyazıt'a yardım ediyorsun. Ordusuna top, tüfek yaptırıyorsun. O da Ankara Meydan Savaşı'nda Timur'un ordusunu perişan edip Anadolu'yu yanıp yakılmaktan kurtarıyor. Seni de sadrazam yapıyor.’’

‘‘Oğlum Serhat, sen salak mısın? Tarihte kellesini kurtarmış kaç sadrazam var? Sadrazamlık falan istemez!’’

‘‘Öyleyse seni padişah yapalım.’’

‘‘Ben kendi derdime derman olamazken, onca memleket derdiyle uğraşamam. Padişahlık da icap etmez. Üstelik burnum da kırık. Osmanlı padişahı olmaya müsait değil.’’

‘‘Ama padişah haremini unutuyorsun.’’

‘‘O kadar kadının bir arada olması, fitne ve fesat kumkuması demektir. Üstelik ben Denizli horozu da değilim.’’

Serhat bir of çekip defterini karıştırmaya başladı. Son birkaç haftadır kafamın içi sıcakta erimiş tereyağı gibiydi. Hiçbir şey düşünemeden masamda salak salak oturuyor, görmeyen gözlerle pencereden dışarıya bakıyordum. Düşünememek önemli değil ama, hayal kuramamak beni perişan ediyordu. Hayallerim olmayınca her tarafımı kaşıntılar basıyor, mideme sancılar giriyordu. Yaşam boyu hayal kurmanın keyfiyle yaşamış birinin, hayal pekliği çekmesi diş ağrısından beter bir azaptı. Sonunda Serhat imdadıma yetişti.

‘‘Sen dert etme, senin yerine hayalleri ben kurar her gün gelip sana anlatırım. Zaten şu aralar işsizim’’ dedi. Ama başkasının kurduğu hayaller insanın kendi hayalleri gibi olmuyor ki...

‘‘Şöyle uzunca bir yaz tatiline ne dersin abi?’’

‘‘Allah derim!’’

‘‘Şu anda uçakta koltuğuna kurulmuş Londra'ya doğru uçmaktasın.’’

‘‘Uçak istemem.’’

‘‘Niye?’’

‘‘Koltuk azabı yüzünden. O daracık ve mendil kadar koltuklarda otururken dizlerim çeneme vuruyor. Üstelik Londra'ya da gitmem.’’

‘‘Neden?’’

‘‘Çünkü içkiyi bıraktım. Bir paba bile gitmeyince, o Londra'yı ben ne yapayım?’’

‘‘Paris nasıl?’’

‘‘Yapış yapış kalabalık.’’

‘‘Venedik?’’

‘‘Lağım kokuyor. Bizim Haliç'in kokusu onun yanında limon kolonyası gibi kalır.’’

‘‘Peki neresi olsun?’’

‘‘Ben karışmam, hayalci olan sensin.’’

Mayorka'nın denizinin çok dalgalı, Atina'nın çok sıcak, Roma'nın çok patırtılı olması yüzünden çaresiz Marmaris'e razı oldum.

‘‘Sen havuzun başında tam rakını yudumlarken....’’

‘‘Sen mahsusçuktan damarıma basıyorsun be! İçkiyi bıraktık dedik.’’

‘‘Sen havuzun başında tam kolanı yudumlarken selvi boylu, uzun bacaklı, bikinili bir sarışın gelip çakmağını rica ediyor.’’

‘‘Kumral olsa olmaz mı?’’

‘‘Olmaz olur mu, kumral turist kızın hemen sigarasını yakıp masana davet ediyorsun.’’

‘‘Bu kız ne millet?’’

‘‘Alman. Berlin Operası'nda balerin.’’

‘‘Ben bu kızla nece konuşacağım?’’

‘‘Sen Almanca biliyordun ya abicim.’’

‘‘Benim bildiğim, çarşı-pazar ve kavga-küfür Almancası... Kız İngiliz olsun, balerinlik baki kalabilir.’’

‘‘Hay hay, İngiliz balerin kız gülerek masana oturuyor. Başlıyorsunuz sohbete. Kız yaptığın esprilere bayılıyor ve kahkahalarla gülüyor.’’

İngiliz balerin esprilerime tam bayılırken, masamdaki telefon çaldı. Arayan sabık Yazı İşleri Müdürüm ve yeni Sayın Genel Koordinatörüm Fikret Ercan'dı.

‘‘Geçmiş olsun abicim.’’

‘‘Yine geciktin, hastaneden çıkalı bir aydan fazla oldu.’’

‘‘Ben hastalandığın için değil, rakıyı bıraktığın için geçmiş olsun dedim. Karikatürlerine ne zaman başlayacaksın? Sayfa düzenini ona göre ayarlayacağım.’’

‘‘Ben şimdi evde değilim.’’

‘‘Ya neredesin?’’

‘‘Görmüyor musun, şu anda Marmaris'te Otel Laguna'nın havuz başındayım. Karikatür işini dönünce konuşuruz.’’

Fikret Ercan,

‘‘Aman güneşte fazla kalma abicim’’ deyip telefonu kapadı.

‘‘Tüh yahu, Fikret'in yüzünden kızı kaçırdık.’’

‘‘Meraklanma abicim, giyinmeye gitti.’’

‘‘Niye be, bikinisi ne güzeldi.’’

‘‘Ama akşam yemeği vakti geldi. Mum ışığında beraber yiyecektiniz ya.’’

‘‘Yemekte ne var?’’

‘‘Açık büfe, ne istersen var.’’

‘‘Istakoz?’’

‘‘Istakoz çok pahalı, herhalde yoktur.’’

‘‘Ben ıstakozsuz sofraya oturmam. Sen bizi ele güne rezil mi edeceksin? Kız,
'Aaa, Türkler ne kadar da fakirmiş. Sofrada bir ıstakozları bile yok!' derse ben ne halt ederim?’’

‘‘Ismarladığın bir şişe Fransız şarabını içtikten sonra bir şey demek aklına bile gelmez.’’

‘‘Şarap ne marka?’’

‘‘10 yıllık Şato Nöf dü Pap.’’

‘‘Eh, idare eder.’’

‘‘Biraz dans ettikten sonra senin odaya çıkıyorsunuz.’’

‘‘Eee, sonra?’’

‘‘Sonra balkonda sen kahveni yudumlarken, kız için oda servisine Martel marka beş yıldızlı bir Fransız konyağı söylüyorsun.’’

‘‘Bana bak, beni fazla masrafa sokma. Şu aralar sıkıntıdayım.’’

‘‘Konyaktan sonra kız yoruldum deyip senin yatağa uzanıyor.’’

‘‘Elbiseyle mi?’’

‘‘Nemünasebet, sıcak bastığı için entarisini zaten çıkarmıştı.’’

‘‘Eee, daha sonra?’’

‘‘Daha sonrasını anlatmadan benim ücreti verir misin?’’

‘‘Ne ücreti?’’

‘‘Hayal kurma ücreti abicim. Sabahlara kadar biz boşuna mı hayal dersine çalıştık.’’

‘‘Peki be, al paranı.’’

‘‘Bu ne?’’

‘‘Para... Bak hem de 50 milyon.’’

‘‘Ama ben elinde para mara görmüyorum.’’

‘‘Hayal gücünün noksanlığından göremiyorsun. Hayalin ücreti de hayali olur. Elimdeki de hayali 50 milyon. Sen işin gerisini anlat hele. Kız yatağa uzandıktan sonra neler oluyor?’’

‘‘Ne olacak, gümbürtüyle kapı açılıyor. Balerin kızın kocası gelmiş meğer. Kızı sürüyüp götürüyor. Sen biraz diklenecek gibi oluyorsun ama, herifin sırık boyunu, meşe ağacı kalınlığındaki pazularını görünce iyi geceler dileyip kapıyı arkalarından kapatıyorsun.’’

Ben bastonumu aranırken Serhat alçağı fırlayıp tüydü. O sırada telefon çaldı. Fikret Ercan,

‘‘Sayfada boşluk var, yazını uzunca yaz’’ dedi.
Yazının Devamını Oku

Merhametimi seveyim

9 Haziran 2002
Dünya Kupası maçlarını izlemek, benim için çok yorucu oluyor. Maçın heyecanlı bölümlerinde aşka gelip ve ayağa fırlayıp káğıttan yaptığım topa girişiyorum. Salonda kıran kırana bir maç başlıyor. Masaya, koltuklara çalımlar atıyorum. Salon dar gelince, akınımı koridorda sürdürüyorum. Kapısına bir çalım atıp şimşek gibi mutfağa dalıyorum. Namussuz mutfak sandalyesi yine faul yapıp, ayağımı sakatlıyor. Ama ben aldırmıyorum. Tabakların ve bardakların müthiş tezahüratı arasında tuvalete doğru top koşturuyorum. Çünkü kale, tuvaletin kapısı... Çektiğim müthiş şut tam 90'dan kaleye girip sabunluğu ve tıraş takımımı devirip şampuanları raftan indiriyor. Gol atan futbolcular, sevinçle formalarını çıkardıkları için ben de üstümden gömleğimi sıyırıp salona koşuyor ve yumruğum havada zıplıyorum. Çalışma masamdaki kalem, fırça, defter ve boyalardan ‘‘Türkiye!.. Türkiye!..’’ diye sevinç naraları kopuyor. Çünkü bizim tribün, bizim çalışma masası... Enayi kanapenin sesi soluğu çıkmıyor tabii.

*

Geçen gün tuvalet kapısına beşinci golümü atıp zıplayarak dönerken, dairemin kapısı vuruldu. Daha doğrusu, tekmelendi. Kapıyı açınca Orhan, Hasan Şaş'ın şutu gibi içeriye daldı. Tepesinde kalan saçları dikilmiş, deli bakışlı gözlerine kan oturmuştu. Gıcırdayan dişlerinin arasından,

‘‘Nerede o alçak? Nerede o namussuz?’’ diye hırıldadı.

‘‘Kim nerede?’’

‘‘Kim olacak, o kahpenin dölü Samet pezevengi.’’

‘‘Evde benden başka kimse yok. Hem Samet niye burada olsun ki?’’

‘‘Kahpeyi kovalarken bu caddede kaybettim. Buralarda senden başka bir tanıdığı yok.’’

‘‘Samet'i yıllardır gördüğüm yok. İçeri gel bir şeyler iç de soluklan. Adamlıktan çıkmışsın be. Samet'i niye arıyorsun?’’

Orhan kuyu gibi açılan burun deliklerinden öfkeyle soluyup elini beline attı.

‘‘O solucanı önce dizlerinden vuracağım. Dişlerini söküp kulaklarına tıkacağım. Sonra da kalın bağırsağını kurşunla doldurup...’’

Orhan hem homurdanıyor, hem de mutfağa, tuvalete, yatak odasına dalıp Samet'i arıyordu. Samet, çok eski bir arkadaşımızdı. Aramıza ne zaman ve nasıl katılmıştı hatırlamıyorduk. Cüce sayılacak kadar kısa boylu ve dünya sıskası bir adamdı. Bir Alman Nazi toplama kampından yeni kurtulmuş gibiydi. Bir gün kolunu tutmuştum da, parmaklarım üstündeki cekete rağmen kavuşup birbirine değmişti. Çevirmen olduğunu söylerdi ama, onu çalışırken gören yoktu. Yeri yurdu da belli değildi. Buna rağmen şık giyinirdi ve cebinde hep parası olurdu. Yüzü bir iskelet kafasına deri geçirilmiş gibi çirkindi. Yalnız masum bir küskünlükle bakan ela gözleri insanda merhamet ve sevgi uyandırırdı.

Orhan'ı bir koltuğa oturtup sakinleşsin diye eline bir kadeh içki tutuşturdum. O ise hálá,

‘‘Ben bir hıyarım. Ben bir eşeğim. Oh olsun bana müstehaktır!’’ diye söylenip ikide bir belindeki tabancaya el atıyordu.

‘‘Ne oldu be? Bu haller senin gibi sakin ve aklı başında bir adama yakışıyor mu? Fukara Samet ne yaptı ki?’’

‘‘Ne yapacak, ocağımı söndürdü alçak! Onun yüzünden 25 yıllık karımla bile boşanıyoruz.’’

‘‘Anlat açılırsın’’
deyip ikinci kadehi de dayadım.

‘‘Bir gece yarısı onu bir park bankında soğuktan titrerken gördüm. Cebinde otel parası yokmuş. Verdiğim parayı da gururundan kabul etmedi. Acı dolu gözlerine bakınca yüreğim parçalandı. Ne de olsa eski bir arkadaşım. Birkaç gün bizde kalması için alıp eve getirdim. Karım önce surat astı. Sonra herifin perişan haline o da acıdı. Bilirsin Necla çok merhametli kadındır. Derken evde tuhaf şeyler olmaya başladı.’’

‘‘Ne gibi?’’

‘‘Birkaç hafta içinde benim Ansiklopedya Britanika ciltlerinin, lacivert takım elbisemin ve Necla'nın bir bileziğinin kaybolması gibi...’’

‘‘Samet namussuz heriftir ama, hırsızlığını hiç duymadım.’’

‘‘Ben de öyle düşünüp hizmetçiye yol verdim. Bu ara Samet işe gidiyorum diye bazen sokağa çıkıp dönüşte eve meyve, pasta hatta Necla'ya çiçek filan getiriyordu. Necla da bana Samet'in ne kadar evcimen ve zarif biri olduğunu anlatıyordu. Hatta ona soğan doğrayıp mutfakta yardım bile ediyormuş. Bunca yıl benim bir kere bile aklıma gelmemişmiş. Sonra da evde yemekler bozuldu.’’

‘‘Niye? Bildiğim kadarıyla Necla iyi aşçıdır.’’

‘‘Ne kadar iyi aşçı olursa olsun, kimse yağsız yemek pişiremez. Derken eve et de girmez oldu. Sofrada bir hafta kuru kuruya otladıktan sonra karımla ilk kavgamızı ettik. Meğerse Samet'e yağlı ve etli yemek dokunuyormuş. Midesine sancılar saplanıyormuş. Onun yemeğini ayrı pişir dedim, vayy!.. O bu evin hizmetçisi miymiş? Ayrı yemek istiyorsam, bir aşçı tutaymışım. Ben de arada bir kebapçıya gidip et hasretimi gidermeye başladım. Bir gece kebapçı dönüşü benim lisedeki oğlanı sigara ve rakı içerken yakaladım. Tabii kıyameti kopardım. Meğer Samet yalnız içmeyi sevmediği için, Ayhan'ı da rakı ve sigaraya alıştırmış. Ben yokken rakı sofrasında muhabbet ederlermiş.’’

‘‘Herifi evden atsaydın.’’

‘‘Ben de öyle yaptım. Ensesinden tuttuğum gibi, sokak kapısından dışarı attım.’’

‘‘Ohh, iyi olmuş ite!’’

‘‘Sonra da attığıma bin kere pişman oldum. Sabah evden çıkarken baktım, Samet kapının önünde sırılsıklam büzülmüş titreyerek oturuyor. Dişleri birbirine takır tukur vurup vuruyor. Gece çok yağmur yağmıştı ve hava soğumuştu. Dönüp küskün gözlerle bana baktı. İçim cız etti. Üstelik ateşi de vardı. Eve alıp yatırdım. Çorbalar, ilaçlar, terletmeler kár etmedi. Ateşini 39 derecenin altına düşüremedik. Doktor çağırdık, gelen doktor, zatürree olduğunu ve hastaneye yatırılması gerektiğini söyledi. Necla'nın ısrarıyla Samet'i özel bir hastaneye yatırdık. Necla da küsüp herif taburcu olana kadar benimle konuşmadı. Böylece Samet'i sokağa atmam bana, 3 milyara patladı. Evdeki tatsızlık da cabası.’’

‘‘Yoksa hastaneden sonra tekrar eve mi aldın?’’

‘‘Mecburen. Çünkü karım herifi sokağa atmama izin verdiği için suçluluk duyuyormuş. Adamcağızı az kalsın öldürecekmişiz. Ama az kaldı o yılanın yüzünden beni öldürüyorlardı.’’

‘‘Kim öldürüyordu?’’

‘‘Karşı komşumuz Celal Bey. Herif çam yarması gibi. Kapılardan eğilerek geçiyor. Yediğim dayaktan sonra üç gün işe gidemedim.’’

‘‘Seni niye dövdü?’’

‘‘Aslında Samet'i dövecekmiş, fakat herifi görünce bir sıkımlık canı var diye sahibini, yani beni dövdü. Meğer Samet mutfaktan adamın karısına, el kol işaretleri yapıp öpücükler gönderiyormuş. Asansörde de kadını sıkıştırmaya kalkmış.’’

‘‘Sıcak bir havada gönderin şu herifi yahu.’’

‘‘Ben de aynı konuyu Necla'yla tartışmaya karar vermiştim. Çünkü alçak herif, karımın epeydir unuttuğu annelik duygularını kabartmıştı. Ama ben konuşmaya fırsat bulamadan Necla evi terk etti.’’

‘‘Bunca yıl sonra mı?’’

‘‘Evet, bunca yıl sonra... Ben işteyken Samet karıma benim zamparalık hikáyelerimi anlatıp dururmuş. Hatta Şule'ye ev bile tuttuğumu söylemiş. Vallahi yalan!.. Kızı iki yıldır gördüğüm yok.’’

‘‘Eee, sonra?’’

‘‘Sonra çekmeceden tabancamı çıkarıp şarjörünü bir güzel doldurdum. Ama oğlum bana ihanet edip Samet'e haber vermiş. Böylece herifi elimden kaçırdım. Ama fare deliğine girse yine bulacağım o namussuzu!’’
diye homurdanarak gidince ben kilerin kapısını açtım. Kirli çamaşırların arasına sakladığım Samet'i çekip çıkardım ve,

‘‘Haydi şimdi yaylan ve bir daha da bana gelme’’ dedim. Samet korku dolu mazlum bakışlarını yüzüme dikti.

‘‘Ya kapıda bekliyorsa? Zaten bu gece yatacak yerim yok. Yarın gitsem olmaz mı?’’

Gözünden akan bir damla yaşı görünce yüreğim paralandı.

‘‘Kanepede yatarsın. Ama sabah kalkınca seni görmeyeyim.’’

Samet,

‘‘Sen Orhan'a acıdın ama, o senin için neler diyor haberin var mı?’’ deyip mutfağa yürüdü. Ocaktaki tencerenin kapağını açıp,

‘‘Bu yemek çok yağlı. Bilirsin bana dokunur Oğuz'cuğum. Rakı nerede?’’ diye sordu.
Yazının Devamını Oku

Gerçekçi bir adam

2 Haziran 2002
Bindiğim geminin burnu erotik hamlelerle suları yarıyordu. Güneş ışıltılı dalgacıklar bel kıvırıp, gerdan kırıp geminin iki yanına doğru kaçışıyorlardı. Güvertede dikilmiş, uzaklaşan İstanbul'a bakıyordum. İstanbul şehri uzaklaştıkça güzelleşiyordu. Kiri, pası, keşmekeşi artık görünmüyordu. Ayasofya ve Sultanahmet Camii'nin minareleri gökdelen çıkıntılarını affettiriyordu. Yanımda duran güzel kıza,

‘‘Denizin içinde nokta gibi görünen şu kuleciğin adı, Kız Kulesi'dir. Bizans İmparatorları kızlarını oraya kapatırlarmış.’’

Kızın annesi,

‘‘Niçin?’’ diye sordu.

‘‘Kızını münasebetsiz aşklardan korumak için. Aşklara eskiden de yasak koyarlarmış hanımefendi.’’

Hanımefendi sözcüğünü Türkçe söylemiştim.

‘‘Hanımefendi ne demek?’’

‘‘Leydi demek. Biz güzel, zarif, kültürlü, şık, olgun kadınlara hanımefendi deriz.’’

Turist kızın annesi, rüzgárda uçuşan sarı boyalı saçlarını eliyle düzeltip fıkırdadı. Erkek milletinin aklında bulunsun; eğer bir kıza sarkacaksanız önce annesini tavlamalı ve ona sevimli görünmelisiniz. Yoksa kızla aranızdan karaçalı misali eksik olmaz, size de, kıza da uzaktan bakıp melül mahsun yutkunmak düşer.

Akşam yemeğini aynı masada yedik. Hatta geminin orkestrasıyla dans bile ettik. Tabii önce anası, sonra kızıyla... Her Türk gibi Amerika'yı Amerikalılardan iyi bildiğim için Amerikalı turist ana-kıza Amerika'yı anlattım. Ülkelerine bayıldılar.

Onca hastalık kaytarmasından sonra yüzsüzlük edip bir de gazeteden yıllık iznimi almıştım. Bu turist gemisiyle Ege ve Akdeniz'de tura çıkmıştım. Patmos, Girit, Santorini gibi Yunan adalarına uğrayıp Marsilya'ya kadar kona göçe gezecektim. Benim gibi deniz divanesi biri için ölmeden cennette dolanmak gibiydi bu gezi.

Gezinin üçüncü gecesi alt güvertede ve mehtap icabı tam Ceni'nin elini tutmuştum ki, ayaklarım ıslanmaya başladı. Kaptanla dans eden annesini yemek salonunda bırakıp tüymüştük. Derken gemide bir patırtı koptu. Geminin düdük sesleri ‘‘Batıyoruuz!’’ çığlıklarına karıştı. Su dizlerimize kadar yükselmişti. Ben Titanik filmini anımsayıp romantik bir sesle,

‘‘Haydi, son olarak dans edelim Ceni.’’ dedim. O da beni itip,

‘‘Haydi oradan salak herif!’’ diyerek filikaların olduğu yere doğru bir koşu kopardı.

Evet, batıyorduk. Çünkü, leğende yüzen káğıttan yaptığım kayık su alıyordu. Káğıt suyu emince ağırlaşan kayık hayallerimle beraber batmaya başlamıştı.

*

Ben bildim bileli hayal kurarım. Sokakta, evde, yatakta, yemekte, tuvalette hatta rüyamda bile hayal kurarım. Ama bu hayallerin ille de gerçek bir yanı olsun, gerçeğe dayansın isterim. Onun için deniz gezisi hayali kurarken káğıttan bir kayık yapıp leğende yüzdürürüm. Otomobilli gezilerimde ise direksiyon yerine bir tabak kullanırım.

*

Hayallerimi gerçekleştirmek ise, en büyük hayalimdi. Bu yüzden daha çocukken sokakta hayatı bana zehir eden Ayı Yaşar'ın midesine bir gün yumruğu patlatmıştım. Midesine vurmamın nedeni, çenesine boyumun yetişememesiydi. Ama Yaşar, yumruğu yiyince kurduğum hayallerdeki gibi kıvranıp kıçüstü yere oturmamıştı. Oysa hayallerimde Yaşar düştüğü yerden,

‘‘Yeter artık vurma Oğuz! Vallahi bir daha topunu ve mızıkanı zorla elinden almayacağım’’ diye yalvarırdı. Ama düşmek şöyle dursun herif, bir de pis pis sırıtıp beni ensemden yakalamış ve havaya kaldırmıştı. Neyse, gerisini anlatmayayım. Her hayal gerçek olmuyor işte.

Gerçekleşmeyen hayallerimden biri de bir kızla yanak yanağa dans edebilmek hayalidir. Bizim zamanımızdaki danslar, şimdiki gibi pantolonuna kurbağa kaçmışçasına hoplayıp zıplayarak edilen danslardan değildi. Kızın elini tutup kolunu beline sarardın. Sonra da punduna getirip yanağını kızın yanağına yaslar, iki yana sallanırdın. Ama sırık boyumdan ötürü ben kızlarla ancak yanak göğüse hatta yanak göbeğe dans edebiliyordum. Kız arkadaşlarımın içinde boyu 165 santimi geçeni yoktu. Ben yanağına yaslanmak için eğilince de, tek hörgüçlü deveye dönüyordum. Hele filmlerde gözleri kapalı yanak yanağa dans eden artistleri gördükçe hayallerimi özlemler basıyordu.

Günlerden bir gün nihayet 180 santim boyunda bir kız arkadaşım oldu. Kızı elinden tutup yanak hayalleri içinde ilk çay partisine sürükledim. Ama hayallerim yine kursağımda kaldı. Yanak yanağa yine dans edemedim. Kızın boyu tutuyordu ama eni tutmuyordu. Göğüslerini aşıp yanağına yanak değdirmenin mümkünü yoktu. Bu güzel kız o göğüslerle yürürken, yere yüzüstü nasıl kapaklanmıyordu hálá şaşarım. Bu dans hayalim, bu yaşta bile hálá sürüyor. Çünkü eşimin boyu da 160 santim. Son umudum Pakize Suda'da. Ama o da bir karış yüksekliğinde topuklu pabuç giyerse...

*

Hayallerin bir kısmı da güncel oluyor. Örneğin, siz bu yazıyı okurken ben Güney Kore'de Milli Takım kampındayım. Yarın Brezilya ile maçımız var. Zavallı Hakan Şükür benim yüzümden kadro dışı kaldığı için çok mutsuz. Ben de çok üzülüyorum ama, çaresizim. Vatan görevi arkadaş sevgisinden önde gelir.

Dört Brezilyalıyı çalımlayıp tam beşinci golümü atacaktım ki, hakem oyunu durdurup beni sahadan attı. Güya bastonla futbol oynamak kurallara aykırıymış. Pöh! Yine Türklere komplo kuruyorlar.

*

Dün gece Alman, Fransız, Yunan, İtalyan, İngiliz başbakanları yel yepelek benim çalışma evime geldiler.

‘‘İdam kalkmasın, isterseniz Apo'yu kazığa geçirin. Kürtçe'nin K harfi bile yasaklansın, karakollarda dilediğiniz herifi falakaya yatırın, hepsine razıyız. Ama ne olur, bir zahmet Avrupa Birliği'ne girin!’’ diye yalvarmaya başladılar. Çünkü ben, suyu petrole çevirmenin yolunu bulmuştum ve icadım olan bu petrol doğayı da kirletmiyordu. Petrolümü paşa gönlümün çektiği ülkelere, özellikle Japonya'ya Arap petrolünün yarı fiyatına satıyordum. Avrupa yangına düşmüştü. O sırada Devlet Bahçeli ile kımız içiyorduk.

‘‘Ne dersiniz Devlet Bey, AB'ye girelim mi?’’ diye sordum. Devlet Bey,

‘‘Önce Avrupa'da bire kadar herkes Türkçe konuşmayı öğrensin, ondan sonra düşünürüz.’’ dedi.

*

Çocukluğumda en sevdiğim, en çok kurduğum hayalim karikatürcülük üstüneydi.

Küçük yaşta çizdiğim karikatürler gazete ve dergilerde yayınlanıyor ve de karikatürden para kazanıyorum. Çizdiğim bir sürü çizgi kahraman halkın sevgilisi oluyor. Yayımladığım dergi, ortalığı allak bullak ediyor, yüzbinlerce basılıp gazetelerden fazla okunuyor. Dünya çapındaki dergilerin başında geliyor. Avrupa aydınları, bu nemene bir adamdır diye meraklanıp beni en ünlü üniversitelerinde ders vermeye çağırıyor. En namlı salonlarında sergilerim açılıyor, ödüller yağıyor. Bu ara yüzlerce genç karikatürcünün yetişmesine yardımcı oluyorum falan filan...

Şımarıklık sanmayın ama, maalesef bu favori hayalim bir gün gerçek oldu. Uzun yıllardır bu hayali artık kuramıyorum. En sevdiğim hayalimden ayrı düştüm. Allah insanı parasından, pulundan, saçından, dişinden, mecalinden dermanından ayırsın ama, hayallerinden ayırmasın. Amiin!..

*

Biraz sonra kapı açılacak ve dünya güzeli bir kız şen şakrak odama girecek.

‘‘Ben sizin yıllardır kurduğunuz hayallerinizdeki kızım. İşte geldim.’’ diyecek. Ben de,

‘‘Tam zamanında geldin. Bana şu raftaki nefes açma, mide, karaciğer, bacak ve baş ağrısı ilaçlarıyla vitaminlerimi veriver. Masadaki yakın gözlüğümü de uzat da sana yakından bir bakayım’’ diyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Artık ben iflah etmem!

26 Mayıs 2002
Rahmetli babam içerdi. Üstelik, güzel içerdi. Sarhoşladığını bir kez bile görmedim. Masanın üstüne bir sandalye koyar, üstüne çıkıp bize keman çalardı. Bazen arkadaşları sazlarını alıp gelirler, bizim evde fasıl geçerlerdi. Sabahın üçüne kadar çala söyleye okka okka rakı içer sonra da gocuklarını giyinip çiftelerini omuzlayıp, kış kıyamette domuz avına çıkarlardı.

Dedemin içkisi ise bir başka türlüydü. Son yıllarda rakı kesmediği için, 80 derecelik limon kolonyası içer olmuştu. Bazen, onun da arkadaşları içki muhabbetine gelirlerdi. Ama onlar babamın arkadaşları gibi hakim, eczacı, mal müdürü filan değil, yaşlanmış pehlivan eskileriydi. Dedem de Sarı Hafız namlı eski bir yağlı güreşçiydi. Muhabbetleri hep eski güreşler üstüne olurdu. Ben daha çocukken Koca Yusuf, Çolak Molla, Adalı Halil, Kel Aliço, Kara Ahmet gibi namlı pehlivanların güreşlerini bu rakı muhabbetlerinde öğrendim. Ama muhabbet çok kez tatbikiye dönerdi. Yaptıkları oyunları birbirlerine kalkıp uygulamalı olarak gösterirlerdi. Derken iş ciddiye biner, odada bir sarhoş güreşi başlardı. Kimse yenilmeyip kendine yediremediğinden, ortada kırılmadık káse, tabak, bardak kalmazdı. Hatta bir gün dedem, Hayrabolulu Süleyman'a çapraz girip sürmüştü de odanın bağdadi duvarından sofaya çıkmışlardı ve güreşe orada devam etmişlerdi.

Toprağı nur dolasıca anneannem de son kalan sırça ve porselen takımları kaldırmış, eve bakır sahanlar almıştı. Bardaklar bile kalaylı bakırdandı.

Dayım içmeye sabah 10'da başlardı. Rakıya olan saygısından giyinip kuşanıp rakı sofrasına öyle otururdu. Bazen kravat taktığı bile olurdu. Akşama kadar iki büyük şişe rakıyı bitirir, sonra da meyhaneye giderdi.

Kardeşlerim Tekin ve Güzin de sıkı birer akşamcıydılar. Ama ben ailenin yüz karasıydım. Bir şişe viskiyi bir ayda zor bitirirdim. Zaten iki gece sabahladıktan sonra Gırgır'dan eve dönünce içki içecek ne halim, ne de vaktim kalırdı. Zaten Gırgır'da Dördüncü Murat usulü bir içki yasağı uygulardım. Ağzı bira bile kokanın vay haline!.. Yalnız bu yasak Galip Tekin'e pek sökmezdi. Aylarca içmez içmez, ama bir başladı mı da tutana aşkolsun! Hatta bu nedenle bir hafta mor bir gözle gezdiği oldu. Bir televizyon konuşmasında bu morluğun failinin ben olduğumu iddia etti. Oysa ben karıncayı bile incitmeyen bir boksördüm. İftira işte ne olacak!..

* * *

Ben içki içmeye 50 yaşımda, kendimi emekli ettikten sonra başladım. Berlin'de kalırken knaypeleri (Alman meyhanesi) çok severdim. Alman birası beni hem sarmadı, hem kesmedi. Üstelik Almanlar gibi fıçıyla içmeye hem midem, hem tembelliğim elverişli değildi. Adamın knaype hayatı, bardan çok tuvalette geçiyor. O kadar yolu hababam kim gidip gelecek? Ben de Rus votkasına yatay geçiş yaptım.

Knaypeleri severim ama, İngiliz pablarını daha çok severim. İngilizler de bira içerler ve iki paynd'dan sonra mecburen kafayı bulurlar. Çünkü, paraları kısıtlıdır. Ben pablarda İskoç viskisi içerim. Ama bir İngiliz pab'ında içkiyle çakırkeyif olabilmek için, adamın kervan yüküyle parası olması gerek. Çünkü barmenler, bardağa ancak buzları ıslatacak kadar viski koyarlar ve en az 3-4 pavnd'ınızı alırlar. Ama Leystır Skuayr'daki pab'ımın İrlandalı barmeni arkadaşım Con bir başkaydı. (Asıl adını bilmiyorum ama benim için bütün İrlandalılar Con'dur. John yazılır, Can okunur. Ama esası ve Türkçesi Con'dur.)

Son Londra seferimde Con beni yine taksi durağına taşırken,

‘‘Dikkat et, gittikçe şişmanlıyorsun’’ demişti. Aslında sadece göbeğimden şişmanlıyordum ve bu şişmanlık bana epey pahalıya mal oluyordu. Defile mankenine döndüm, yani çıplak kaldım. Önce gömleklerimin göbek kısmına düğme dayanmaz oldu. Sonra da hiçbir giysime sığamaz oldum. Yeni elbise, gömlek, fanila parasına can mı dayanır? Ben de ekonomik olsun diye İskoç viskisi, Rus votkası ve Fransız konyağından bizim rakıya zorunlu bir kesin dönüş yaptım. Ecdadıma karşı daha fazla mahçup olmamak için de günde bir büyük şişe rakı içmeye başladım. Tembel olduğumdan, boyuna mutfağa gidip rakı doldurup masama gelmekten kurtulmak için her seferinde üç bardak rakıyla dönüyordum. Şimdi, şişeyi alıp niye masana koymuyorsun diyeceksiniz. O zaman şişedeki rakı ısınıyor. Tembeliz dedikse zevksiziz demedik!.. Peki, bardaklardaki rakılar ısınmıyor mu? Hayır ısınmıyor. Çünkü, ısınmalarına fırsat vermiyordum.

Ben de bütün rakıcılar gibi asla sarhoş olamam. Bazen karşı daire komşum Canan Hanım şefkátle,

‘‘Geçmiş olsun, dün gece sabaha kadar yüksek sesle ahlayıp ofladınız. Yine sancılandınız mı?’’ diye soruyordu. Ben de acıklı bir yüzle kafa sallıyordum. Tabii, o duyduğu seslerin bir büyükten sonra aşka gelip çığırdığım türküler olduğunu söyleyecek değildim. Yine de bağlamamı gözümün göremeyeceği bir yere kaldırdım.

İçkiliyken adamın aklına çok güzel ve çok parlak fikirler ve espriler geliyor. Ben de ertesi günü onları yazıp çizmek için not alıyordum. Ama sabah kalkıp da notlarımı okuyunca hiçbir komik yanları olmayıp bir halta yaramadıklarını görüyordum.

Birkaç ay önce gecenin köründe evdeki içki bitince dayım misali gidip biraz da dışarıda içeyim dedim.

Barda sabaha doğru ahu gözlü, ince belli, uzun bacaklı, yürek yakıcı bir sarışınla muhabbete durduk. Belli ki kız erkekten anlıyordu. Barın kapanma saati gelmişti ama, bende sarışından ayrılacak yürek yoktu. Onu dünyanın öbür ucuna kadar izlemeye hazırdım. Kız,

‘‘Haydi size gidip muhabbetimize orada devam edelim’’ demez mi? Soluğu benim çalışma evinde aldık.

* * *

Sabah mutfaktan gelen gürültülerle uyandım. Yarı aralık gözlerle gidip mutfak kapısından baktım. Gözlerim faltaşı gibi açıldı. Dört buçuk karış boyunda, şişman ve çarpık bacaklı yaşlıca bir kadın kahve pişiriyordu. Gerdanı pörsümüş, boyalı saçları daraz darazdı.

‘‘Siz de kimsiniz?’’

‘‘Aaa, tanıyamadın mı?’’

‘‘Kusura bakmayın tanıyamadım.’’

‘‘Dün gece bülbül kesilmiş, diller döküyordun aslanım. Şimdi tanımazlıktan mı geliyorsun? Neyse, paramı ver de gideyim.’’

‘‘Ne parası? Yoksa gece aramızda bir şeyler mi oldu?’’

‘‘Ne olacak be, eve gelir gelmez yatağına devrilip sızdın.’’

* * *

Birkaç gün sonra da yine ağrılarım, sızılarım, sancılarım ve tansiyonum cümbür cemaat azdılar. Dostum Prof. Bingür Sönmez de beni yaka paça Memorial Hastanesi'ne yatırdı. Ve Kardiyolog Deniz Şener'e teslim etti. Ondan sonra gelsin tahliller, gitsin doktorlar. Arızalarımın hepsini anlatmaya bu sayfa yetmez. Bu nedenle yeni iki adet müjdeyi size ileteyim. Meğerse ben okkayla rakı içerken farkında olmadan sarılık geçirmişim. Yani, direkten dönmüşüm. Sağ böbrekte de üç adet nurtopu gibi taşım varmış. Nefrite benzer maceralarım da olmuş. Çare bir sürü ilaç ve... Vee içkiyi bırakmak. Böylece içkiyi bırakalı neredeyse bir ay oldu.

Şimdi patlıcan tavadan taramasına, humusuna kadar bir sürü meze hazırlıyorum. Kristal bir bardağa da tepeleme rakı dolduruyor, hepsini masanın bir ucuna özenle yerleştiriyorum. Sonra masanın diğer ucuna oturup inildeyerek maden sodamı içiyorum.


GECİKMİŞ BİR TEŞEKKÜR


Bir sürü derdime derman olan İstanbul Memorial Hastanesi doktorları Prof. Bingür Sönmez, Füsun Soysal, Feryal İlkova, Cenk İlham ve dünya güzeli hemşirelerine gönülden teşekkür ederim. Ama Dr. Deniz Şener'le, Dr. Cem Hızlan'a teşekkür yok. Çünkü bana içkiyi onlar bıraktırdılar.
Yazının Devamını Oku

Milletimin işleri

19 Mayıs 2002
Yaşamımın 50 yılı çizer, yazar, yazıişleri müdürü, sayfa sekreteri, yönetici, kısaca gazeteci olarak basında geçti. Yani haberlerin toplandığı, değerlendirildiği, eleştirildiği ve topluma yol gösterildiği bir mutfakta yarım asırdır çalışıyorum. Üstelik cin gibi ve ünlü gazeteciler, sanatçılar, ekonomist, sosyolog, cihan allámesi köşe yazarlarıyla arkadaşlık yaptım. Hepsinden bir şey öğrendim ve feyz aldım. Ama bunca feyze rağmen, milletimin işlerine akıl erdirmeyi bir türlü beceremedim. Hálá da beceremiyorum.

Örneğin, devletinkiler dahil ülkemizdeki radyo ve televizyonlarda hababam bir tür müzik çalınıyor. Aslında müzik değil de, hagada hugada sadece bir ritm. Yani, davul ve tencere sesi... Bu patırtının üstüne bir Amerikan zencisi İngilizce olduğunu tahmin ettiğim bir şeyler söylüyor. Bozuk diliyle ne dediğini değme İngilizce profesörleri bile anlayamaz. Bu müziğe RAP diyorlar. Ama biz kendi dilimizi bile doğru dürüst kıvıramazken, bu rap laflarını anlıyor ve bayılıyoruz ki, bize günde beş vakit rap çalıyorlar. Üstelik Almancı Türklerimizden kurulu Alaman Türkçesiyle rap söyleyen rap gruplarımız bile oluştu. Ama sanat bekçisi devletimiz, günde beş vakit Arapça ezan okunan bir ülkede rap'a değil de arabesk müziğe bozuluyor.

* * *

Milletimizin işlerine niye akıl erdiremediğimi daha iyi açıklayabilmek için, size yıllardır belleğime çakılmış birkaç gazete haberini anlatayım.

30 yıl önce Londra Asfaltı'nın yanına Merter adlı koca bir kent kuruluyor. Ve içinde onbinlerce insan yaşıyor. Daha TEM yolu yapılmadığı için Londra Asfaltı yani E5, o yıllarda bizi Avrupa'ya bağlayan tek karayolu. Üzerinden her gün yüzbinlerce araç vızıldayıp geçmekte. Ama üç şerit gidiş, üç şerit dönüş yolu üstüne devlet bir geçit yapmayı unutuyor. Böylece İstanbul yönüne gitmek ya da İstanbul'dan evine dönmek isteyen Merter halkı, yolu enlemesine geçerken yere düşmüş domates misali arabaların altında ezilip duruyor ve birkaç yıl içinde Kıbrıs Harekátı'ndan fazla şehit veriyor. Sonunda Merterliler, bir üniversite hocası olan muhtarları İbrahim Aksın önderliğinde ayaklanıyorlar. Gösteri, yol kapama eylemlerinden sonra, basını da arkalarına alıp devlete baskı yaparak bir üstgeçit yaptırıyorlar.

Şimdi bunca şaşacak ne var diyeceksiniz. Şu var ki, Merterliler ezilmeye yine devam ediyorlar. Çünkü bir kısmı üstgeçidi kullanmaya üşenip yine kestirmeden karşıya geçiyor. Eh, halkımız için bu da normal sayılır.

Bu kez devletimiz, kimse karşıya yol üstünden geçmeye kalkıp canından olmasın diye iki yol arasına baş parmağım kalınlığında has demirden örülmüş bir tel örgü çekiyor. Yüksekliği de en az ikibuçuk metre. Yani, dünya yüksek atlama şampiyonu gelse tel örgüyü aşamaz. Ama Merterliler yine ezilmeyi sürdürüyorlar. Çünkü kahraman halkımız, karşıya geçmek için demir kafesi yırtıp kendine bir delik açıyor ve üstgeçidi değil, o deliği kullanıyor.

Vallahi de, billahi de ben bu gazete haberinin canlı tanığıyım. Çünkü o yıllarda Merter'de oturuyordum.

* * *

Bir başka haber:

Adapazarı'nda bir işkembeci dükkánında müşteriler, çorbalarını kaşıklarken tavandan tepelerine bir adam düşüyor. Eh, düşmez kalkmaz bir Allah... Adam dediğin her yerden düşer. Ama bizim düşen adamın yarı belinden aşağısı çıplak ve bir tuvalet taşına çömmüş durumda. Çünkü işkembeci, dükkánına bir asmakat yaptırmış ve helasını da yukarıdaki o kata kondurmuş. Asmakat da, hela ve iriyarı bir müşteriyi taşıyamayıp çökmüş.

* * *

Bu alt kata kestirmeden inme olayları, daha çok köy düğünlerinde olur. Genellikle harem-selamlık usulü eğlenildiğinden, hanımlar üst katta toplaşır. 20 kişilik kata 100 kişi tıkıştırdıklarından ve göbek havasını biraz da coşkulu oynadıklarından ev çöker ve alt kattaki adamlarının tepesine inerler. Böyle bir alay gazete haberi vardır ve mutlaka siz de rastlamışsınızdır.

Bizim düğün şehitlerimiz yedi düvele nam salmıştır. Genellikle traktörlere ve minibüslere tıklım tıkaç doluşup, düğüne giderken ya da dönerken kaza sonucu şehit olurlar. Ama birkaç yıl önce Hürriyet'te okuduğum bir haber var ki, önce asparagas (uydurma) sandım. Gidip haberi Yazıişleri Müdürüm Fikret Ercan'dan doğrulattım.

Doğu köylerimizden birinde anlı-şanlı bir düğün yapılıyor. Davullar vuruluyor, zurnalar en şakraklı havaları üflüyor ve düğün evinde halaylar çekiliyor. Köyü PKK'ya karşı koruyan korucular da dayanamayıp halay alayına katılıyorlar. Bir keyif hoplayıp zıplamaya başlıyorlar. Halayın en heyecanlı yerinde boyunlarında asılı duran el bombaları da bu zıplama sonucu yere düşüp patlıyor. Ortalık kan revan içinde kalıyor. Ama iş bu kadarla da kalsa yine iyi... Halaya katılmayan birkaç korucu da ‘‘Amanın PKK baskınına uğradık!’’ diye makineli tüfekleriyle etrafa basıyorlar kurşunu...

Artık düğün şehidi sayısını siz tahmin edin.

* * *

Bunlar gibi yüzlerce gazete haberini okuduktan sonra ‘‘Bunda anlaşılmayacak ne var? Demek ki biz avanak bir milletiz’’ diyemezsiniz. Çünkü, başka gazete haberleri de var. Hele bir tanesindeki buluşa, yaratıcılığa ve zekáya hálá akıl sır erdiremiyorum.

Şimdi adını unuttuğum ve Fatih'te oturan bir vatandaşımız, 1980'li yıllarda bir gün matbaaya gidip ‘‘Falanca Bakanlığı Koordinasyon Müdürlüğü Sayım Dairesi’’ gibisinden resmi káğıt ve zarf bastırıyor. Sonra oturup o bakanlığa resmi bir yazı yazıyor. Bakanlığın fişmekán yazılı emriyle yeni sayım dairesinin Fatih'te açıldığını, memurların kimliklerini, dairenin ihtiyaçlarını ve bir sürü bürokratik sözle süslü isteklerini bildirip durumun İstanbul Defterdarlığı'na yazılmasını istiyor. Müdür olarak imzasını atıp yazısını da bir güzel mühürlüyor. (Mühür yaptırmak da çok kolaydır.)

Karşılıklı bir sürü yazışma sonunda Bakanlık'tan İstanbul Defterdarlığı'na maaş ve masrafların ödenmesi için emir gidiyor. Bizim hayali devlet dairesinin hayali müdürü, her aybaşı Defterdarlığa bordroları ve faturalarıyla gidip olmayan memurların maaşlarını ve masrafları almaya başlıyor. Bu maaş alımı yıllarca sürüyor. Bu arada bizim müdür bey, bazı memurları emekli edip işe yeni memurlar da alıyor. Dairede tamiratlar yaptırıp, yeni daktilolar ve kırtasiye malzemeleri satın alıyor. Ama tek başına koca bir devlet dairesi kuran vatandaşımız bir gün yakalanıyor. Çünkü, çok ağır bir grip geçirip o ayki maaşları gidip alamıyor. Hastalanmasa, ömür boyu yakalanacağı yok halbuki... Defterdarlık veznesinde para fazla çıkınca veznedar,

‘‘Memur olsun da aybaşında gelip maaşını almasın, olacak iş mi bu?’’ diye şüpheleniyor ve amirlerini durumdan haberdar ediyor. Devlet dairesine giden polisler de bir apartman dairesiyle karşılaşıp, içindeki bizim grip ve garip müdürü yaka paça enseliyorlar.

* * *

Siz dünyada boyuna asılan bombayla dans eden, ezilebilmek için tel örgü yırtan ya da tek başına koca devlet dairesi kuran insanlara filmlerde bile hiç rastladınız mı?

Ben bu minik aklımla bu milletin işlerine nasıl akıl sır erdireyim?
Yazının Devamını Oku

Bu baharı kaçırmayın

12 Mayıs 2002
Bahar geldi, benim saka kuşunun çenesi düştü. Bir cikleme bir cikleme sormayın gitsin. Ona hálá bir eş alamadığım için salonda kafesinin olduğu tarafa utancımdan geçemiyorum. Ama bu kuş milletinin en fuhuşkár cinsi, güvercinler. Penceremden bakıyorum, iki güvercini yanyana görmek mümkün değil. Hepsi üst üste... Yandaki parkta genç kızlarla delikanlılar el ele oturmuşlar, birbirlerine mırıl mırıl bir şeyler anlatıyorlar. Bütün kış bizim apartman paspasının üstünde kamyon çiğnemiş gibi yayılıp yatan sokak itleri bile, birbirlerinin üstüne hoplayıp zıplamaya başladılar. Hepsi ceylan kesilmiş miskinlerin. İstanbul'un leş gibi havasına rağmen, ağaçlardan gelen bahar kokuları penceremden sızıp adama of çektiriyor. Oflar arasında bağlamamı alıp ‘‘Kaçma güzel kaçma, ben adam yemem heey...’’ gibisinden sevda türküleri söylemeye başladım. Ne yani, benim başım kel miydi? (Evet, bir hayli.) Ben de áşık olamaz mıydım? Madem bahar gelmişti, benim de aşklarım gelmişti demek.

Ama sorun kime áşık olacağımdı. Şimdi kalk, duş yap, tıraş ol, giyin kuşan sonra da sokağa çıkıp áşık olunacak kız ara. Üff, bu aşk işi ne zor iş yahu!.. Acaba oturduğum yerden áşık olmanın bir çaresi yok muydu? Tabii vardı. Hemen televizyonu açıp áşık olacağım kızı seçmeye çalıştım. Özellikle şarkı klibi sunan kızlara bakıyordum. Ama her programda aynı kız vardı. Ya da bana öyle geliyordu. Hepsi saçı sarı boyalı, burnu yarısından kesilmiş, bu kesik yüzünden üst dudağı havaya kalkmış ve porselen dişleri dışarıya fırlamış kızlardı. Ayrıca tişörtleri herhalde yıkanmaktan kısaldığı için göbekleri de meydandaydı. Ama göbek dedimse, sahici göbek sanmayın. Sıskalıktan sırtlarına yapışmış karınları, insanda merhamet duyguları uyandırıyordu. Bunları altı ay besiye çekmeden áşık olmanın mümkünü yoktu. Üstelik ne dediklerini de asla anlayamıyordum. Ağızlarında bir düzine çiklet varmış gibi konuşuyorlardı. Muhabbetsiz aşk mı olurmuş?

‘‘Siz kaybettiniz kızlar’’ deyip televizyonu kapattım. Ahlaya oflaya giyinip kuşandım. Eşime telefon edip,

‘‘Tolga, ben áşık olmaya gidiyorum. Gecikirsem merak etme’’ dedim. O da,

‘‘Yanına pardösünü almayı unutma, bu havalara güvenilmez’’ dedi.

* * *

Evden çıkınca önümde yürüyen at kuyruklu kıza,

‘‘Size áşık olabilir miyim hanımefendi?’’ diye sordum. Kız bana dönüp,

‘‘Ulan sapık moruk, şimdi bir patlatırım tükürük gibi yere yapışırsın’’ dedi.

Kızın at kuyruğu saçları vardı ama, yakından bakınca sakalları da olduğunu gördüm. Aşk telaşı içinde çıkarken gözlüğümü evde unuttuğumu anladım. Hemen dönüp aldım.

Bizim caddenin tamamı işyeri olduğundan etraf sakallı bıyıklı bir sürü herifle doluydu. Áşık olacak kadını ara ki bulasın! Beyoğlu'na gitmek için otobüse bindim. Otobüste güzel bir çift ela gözle gözgöze geldim. Tam en çapkın gülüşümle sırıtmaya hazırlanıyordum ki, ela gözlü kız,

‘‘Buyrun oturun beybaba!’’ deyip bana yerini verdi. Yaralı bir gönülle koltuğa oturdum.

Taksim Parkı'nın merdivenlerini çıkarken soluklanmak için bastonuma dayanıp biraz dinlendim. Ama ağaçlardan gelen azdırıcı bahar kokuları adamı rahat bırakmıyor ki. Yanımdan geçen daracık mini etekli kıza,

‘‘Size áşık olabilir miyim hanımefendi?’’ diye sordum. Kız güldü. Bir kızı güldürdünüz mü, ilk raundu kazanmışsınız demektir.

‘‘Bana áşık olunca ne yapmayı düşünüyorsunuz?’’

‘‘Size şiir yazarım. Resminizi çizerim. Sonra o resmi başucuma asarım. Her gün çiçek bile gönderirim.’’

‘‘Bunca zahmete ne gerek var canım? Sen bana bir 100 milyon toka et, bir saat istediğin kadar áşık ol. Otel de nah şu sokağın içinde. 50 kağıt da otel alır.’’

Mini etekli kız bütün aşk hayallerimi yıkmıştı. Kırık bir kalple gidip bir banka oturdum. Elele dolaşan, dizdize oturan çiftleri görünce yine aşklarım tuttu. Anlaşılan sokaklardan bana hayır yoktu. Gidip bir bara oturdum. Duvarlardaki tiyatro ve film afişlerinden anladığım kadarıyla burası entel bir bardı. Yan masada oturan kalkık burunlu, iri dudaklı güzel kız okuduğu kitaptan başını kaldırıp bana gülümsedi. İçimdeki bazı teller tıngır mıngır titredi. Onu nihayet bulmuştum. Hemen söze girdim:

‘‘Sizin için ben yaşlı sayılır mıyım acaba?’’

‘‘Ben olgun erkeklerden daha çok hoşlanırım.’’

Sesime daha olgun ve dolgun bir eda verip,

‘‘Ne okuyorsunuz?’’ diye sordum. Hay sormaz olaydım!

‘‘Ahmet Altan'ı okuyorum. Siz de Ahmet Altan'la Orhan Pamuk'u sever misiniz? Son kitaplarını okudunuz mu?’’

‘‘Son bir yıldır gözlerim pek iyi görmediği için kitap okuyamıyorum.’’

‘‘Sinema Günleri'nde en sevdiğiniz film hangisi oldu?’’

‘‘Dizlerimin ağrısı yüzünden evden çıkamadığım için Sinema Günleri'ne de gidemedim.’’

Kız kitabını alıp kalktı. Gidip benden en uzaktaki masaya oturdu. Bir daha bana da dönüp bakmadı. Ben de solumdaki masada oturan kısa kesilmiş saçlı, güzel vücutlu kadına döndüm,

‘‘Size azıcık áşık olabilir miyim?’’

‘‘Sen eşcinsel misin?’’

‘‘Yoo, normal bir erkeğim.’’

‘‘Ama ben eşcinselim ve herif milletinden hiç hoşlanmam. Hele moruk olanlarından nefret ederim.’’

Bahara da aşka da sövüp sayıp, çıkık omuzlar ve parçalanmış bir kalple çalışma evime döndüm. Videoya kadınsız bir kovboy filmi koydum.

Gece yarısı kapım çalındı. Bu saatte kim ola ki? Gidip açtım ama kapı koluna tutunmasam düşecektim. Ben ağzım açık bakınırken kız hiçbir şey söylemeden içeri girdi. Bu kadar da güzel olunmaz ki canım. İnsana ceza yazarlar vallahi... Elindeki utu portmantoya asıp mutfağa daldı. Humusu, patlıcan salatası, midye pilakisi dahil muhteşem bir rakı sofrası hazırladı. Bizim evde bu mezelerin hiçbiri yoktu. Herhalde çantasında getirmişti. Ben rakımı yudumlarken o da utuyla dizlerimin yanına çöküp çok sevdiğim Mahur ve Kürdili Hicazkár şarkıları söylemeye başladı. O sırada kocaman bir mehtap da çıkmaz mı? Kız kalkıp ışıkları söndürdü. Mehtabın şavkı rakı kadehine vurdu.

‘‘Afedersiniz, siz kimsiniz?’’

‘‘Beni gönderdiler efendim.’’

‘‘Kim gönderdi?’’

Kız cevap vermedi ama, başını kaldırıp pencereden görünen gökyüzündeki yıldızlara baktı.

* * *

Sabah uyandığım zaman yanımda kimsecikler yoktu. Evde de kimsecikler yoktu. Yemek masası tertemizdi. Dolaba baktım, rakım da açılmamıştı. Cikirdeyen kuşa,

‘‘Bak senin moruğun bahar başına vurdu. Artık hayal görmeye başladı’’ dedim.

Sonra da halının üstünde bir ut mızrabı buldum.
Yazının Devamını Oku

Af yalaması

5 Mayıs 2002
Sabaha karşı tuvalete kalkınca koridorda sıska bir herifle burun buruna geldim. Herif sıskalığına bakmadan, benim koca televizyonu kucaklamış ıkına sıkına götürmeye çalışıyordu. Bir anda korkudan ödüm patladı. Ama insanoğlu korkunca saldırgan oluyor. Yaradana sığınıp hırsızın ensesine bir şaplak çektim. Adam sallandı.

‘‘Bana bak, elindeki televizyonu düşürüp de kırarsan nah bu bastonla ben de senin kemiklerini kırarım!’’ deyip portmantoda asılı duran bastonumu elime aldım ve hırsızın kıçına kıçına birkaç tane patlattım.

‘‘Ne vuruyorsun lan moruk, polis çağırsana.’’

‘‘Çağırınca ne olacak?’’

‘‘Beni hakim karşısına çıkaracak.’’

‘‘Sonra ne olacak?’’

‘‘Hakim de bana haneye tecavüz ve hırsızlıktan dolayı 6 yıl verecek.’’

‘‘Eee, daha sonra ne olacak?’’

Soruma herif cevap vermedi.

‘‘Ben sana ne olacağını söyleyeyim. Hükümet yine af çıkaracak, sen de birkaç ay yatıp çıkacaksın ve yine gelip benim televizyonuma musallat olacaksın.’’

Hırsız mahçup mahçup,

‘‘Ben zati bu son afla çıkmıştım’’ dedi.

‘‘Onun için sana polis çağırmayacağım.’’

‘‘Yani beni bırakıyor musun?’’

‘‘Hayır, seni bu kez ben hapsediyorum. Üstelik af maf da yok! Şimdi o elindeki televizyonu kırıp dökmeden aldığın yere koy bakalım.’’

Bastonuma ıslık çaldırıp havada bir iki kez savurunca, adamın şaşkınlığı derhal geçti. Televizyonu götürüp yerine koydu. Ben de o sırada herifin üstünü arayıp, anahtar, bıçak, sigara, çakmak ne buldumsa aldım.

‘‘Şimdi dooğru şu arkadaki odaya marş marş. Yürü lan baston geliyor haa!..’’

Tuvaletin yanındaki arka odada sadece kitaplarım ve bir divan vardı. Herifin üstüne kapıyı kilitledim. Yedinci katta olduğumuzdan pencereden kaçabilmesi için de, kuş olması gerekti. Gagaya benzeyen burnu hariç, hırsızın kuşa benzer bir yanı yoktu.

Artık benim de hapishanem olmuştu. Liberalleşen Türkiye'mizde her birşeylerin özeli oluyor da hapishanenin özeli niye olmasındı. Hemen çalışma masama oturup MECİDİYEKÖY ÖZEL CEZAEVİ diye kırmızı üzerine beyaz yazıyla bir tabela döktürdüm. Sonra da tabelamı dairemin kapısına astım. Kapıcı Yusuf, tabelama uzun uzun baktı ama tuhaflıklarıma artık alıştığı için ses etmedi.

Bir saat sonra hırsız,

‘‘Aç şu kapıyı be, çişim geldi!’’ diye bağırmaya başladı.

‘‘Sık dişini, tut çişini. Çiş ve yıkanma molası saat 8'dedir.’’

‘‘Odaya yaparım ha!’’

‘‘Ben de sana öyle bir sopa çekerim ki, artık çişini göbek deliğinden yaparsın.’’

‘‘Hiç olmazsa bir sigara ver.’’

‘‘Sen burayı Bayrampaşa Cezaevi mi sandın? Bizim özel cezaevinde sigara içmek yasaktır.’’

Herif birtakım laflar homurdandı.

‘‘Küfür etmek daha da yasaktır. Sonra iki gün oruç tutarsın haberin ola!’’

Breh!.. Breh!.. Meğer ben amma da sert bir hapishane müdürüymüşüm de kendimin kendimden haberi yokmuş. Bu marifeti Gırgır dergisindeki hayta karikatürcüleri yönetmeye çabalarken edinmiştim herhalde.

*

Akşamüstü mahkûm sayısını ikiye çıkardım. İlaçlarımı almak için eczaneye giderken uzun boylu gençten biri önümde yürüyen kadıncağızın çantasını kaptı ve kaçmaya başladı. Ama yolunun üstünde ben vardım. Koşan oğlanın leylek bacakları arasına bastonumun eğri tarafını sokuverdim. Çanta bir yana, oğlan bir yana uçtu. Ama oğlan uçarken havada bir takla atıp suratını kaldırıma çarpmayı da becerdi. Kadıncağız çantasını kapıp koşaradım uzaklaşırken, ben de şaşkın şavalak yerde yatan oğlanı kaldırdım. Yürüte sürüte özel cezaevime getirdim. Tentürdiyot ve merhemle suratını tedavi ederken sordum:

‘‘Aftan mı?’’

‘‘Aftan beybaba. Valla bu daha sekizinci işimdi.’’

Gözlerinin şaşılığı hálá geçmemiş olan kapkaççıyı sürüyüp hırsızın hücresine götürdüm.

‘‘Vay be, herifi haşat etmişsin müdürüm.’’

‘‘Yok canım, sadece iki tokat attım.’’

Hırsız yayıldığı divandan kalkıp saygı duruşuna geçti. Kapıyı üstlerine kilitledikten sonra mutfağa geçtim. Heriflere akşam yemeği hazırlamaya giriştim. Tavuklu şehriye çorbası, kıymalı patates ve havuç salatası... Evde tatlı olmadığı için de, birer elma koydum tepsilerine. Özel cezaevinin yemekleri de özel olmalıydı değil mi ama?..

*

İlaçlarımı alıp tam yatmaya hazırlanıyordum ki, hapishane odasında bir patırtı koptu. Gidip baktım, hırsızla kapkaççı alt alta, üst üste küfür kıyamet dövüşüyorlardı. Bastonumun hikmetiyle dövüşü hemen kestiler. Kavga 'Divanda ben yatacağım, hayır ben yatacağım' hırlaşması nedeniyle çıkmış.

‘‘Şimdi birer ucundan tutup divanı koridora çıkaracaksınız ve bundan sonra ikiniz de yerde halının üstünde yatacaksınız. Kavga çıkardığınız için de ceza olarak kitaplıktan birer kitap seçip okuyacaksınız. Kitapları sabaha kadar okuyup bitireceksiniz. Yarın sınav yapacağım. Sınavı geçemeyen kaderine küssün!’’ diye gürleyip bastonuma yine ıslık çaldırarak havada bir sekiz çizdirdim. Herifler iniltili sesler çıkardılar. Artık baston korkusundan mı, yoksa kitap okuma korkusundan mı bilemem.

*

Özel cezaevim giderek zenginleşmeye başladı. Örneğin afla dışarı çıkan ve çıkar çıkmaz da mahalle esnafını haraca kesen eski bir katili meyhaneye davet edip sarhoş ederek içeri attım. Herif ayılınca kıyameti kopardı. Ama tabancasını kıç cebinde bulamayınca, hele iki gün de zorunlu oruç tutunca kuzu gibi oldu. Hatta Çalıkuşu romanını bile okumaya başladı.

*

Önce mızırdanmalar, sonra da direniş başladı. Pişirdiğim yemekleri yemiyorlardı. Kapkaççı ölüm orucuna yatmaya bile kalktı. Çünkü kimi anasını, kimi karısını, kimi de çocuğunu özlemişmiş. Görüş istiyorlarmış. Ben de telefonla istediklerini teker teker çağırdım. Görüştüler, konuştular hatta dövüştüler. Çaldığı bilezikler altın suyuna batırılmış sahte bilezikler olduğu için karısı hırsızın gözünü morarttı. Ziyarete gelirken esrar getirmediği için katil de arkadaşına küstü. İki gün sonra da polis özel cezaevimi bastı. Kapkaççının annesi beni karakola şikáyet etmiş, hakim adam kaçırmak ve insanları zorla alıkoyup hürriyetlerini gasp etmekten dolayı bana 8 yıl 6 ay ağır hapis cezası verdi.

*

Geçen görüş günüme hırsızım geldi. İşleri hamdolsun iyi gidiyormuş. Katil de gelecekmiş ama, birini daha vurduğu için saklanıyormuş. Selamlarını göndermiş. Giderken,

‘‘Dert etme be abicim, bu hükümet nasıl olsa af yalaması oldu. Üç aya kalmaz sen de çıkarsın. Sonra da senin evde gidip iki tek atarız. Patlıcan salatanı özledim vallahi’’ dedi.
Yazının Devamını Oku